Sömürgeciliğin klasik biçiminin
20. yüzyılın başlarında artık büyük ölçüde tıkanmaya
başladığını biliyoruz. Sömürge statüsü altında
tuttuğu halkların hayatına büyük acılar getiren
bu vahşi soygun biçimi, bir yandan da zaman içersinde
aynı halklara metropollerdeki düşünsel gelişmeyi
bir ölçüde taşımış ve aslında böylece başlangıçta
can havliyle yapılan sömürge isyanlarının daha
bilinçli noktalara sıçramasına neden olmuştu.
Öte yandan tamamen “el koyma” ve “köleleştirme”
esasına dayalı bu sistemin emperyalist çağın ihtiyaçlarına
tam olarak yanıt veremediği de süreç içersinde
ortaya çıkmaya başlamıştı. Sermaye ihracı, dışsal
pazarın da mümkün olabildiği ölçülerde genişletilmesini
gerekli kılıyordu. Böylece başlangıçta henüz herkese
fantazi gibi görünen “sömürgeleri geliştirme”
düşüncesi yavaş yavaş bir anlam kazanmaya başladı
ve büyük-hantal mekanizmaları gerekli kılan eski
yöntem yerine “yerli işbirlikçilerin aktifleştirilerek
kırırtılara ortak edilmesi” eğilimi öne çıkmaya
başladı.
Böyle bir noktadan bakıldığında, aslında “yarı-sömürge
ilişkisi” diye tanımlanan biçimin, temel bir kategori
olmaktan çok bir tür “geçiş dönemi” ya da “ara
dönem statüsü” olduğu görülür. Bu, klasik sömürgecilikten
farklı olarak sömürülen ülkenin tümünü işgal altında
tutmayan, iktidar aracı olarak işbirlikçi kuklaları
kullanırken iktisadi alanda da emperyalizmin doğrudan
acentası olarak işlev yüklenen komprador burjuvaziye
dayanan ve şüphesiz ülkenin en gerici kesimleri
olan büyük feodal ağaları da bu kumpanyaya dahil
eden, yamalı ve bulaşık bir statüdür. En karakteristik
örneği, Çin’de görüldüğü için en yetkin açıklamaları
da Mao Tse Tung’un çözümlemelerinde görülen bu
ilişki, Çin olgusunda gerçekten çok açıktır. Bir
dizi kanlı savaş sonucu Çin’iegemenlik altına
alan emperyalistler, ülkenin bütün önemli limanlarını
ve ticaret merkezlerini doğrudan kendi yönetimleri
altındaki ayrıcalıklı bölgeler haline getirirken
iç ticareti ve ulusal sanayileşme filizlerini
paramparça ettiler, bankacılıktan ticarete dek
bütün ekonomik işlevleri kesin ve açık denetimleri
altına aldılar. Mao’nun etraflıca çözümlediği
gibi bu, aynı zamanda, ülkenin bir ucundan öbür
ucuna dek yayılan bir işbirlikçi-tefeci-tüccar
ağının kurulması ve emperyalist sömürünün bu zincir
üzerinden inşa edilmesi anlamına geliyordu. Toplumsal
yapının en geri unsurları olan feodal toprak ağalarını
da bu ittifaka dahil eden emperyalizm, böylece
bir yandan feodal sopayı kendi çıkarları için
kullanırken, diğer yandan da gerici kurumlaşmayı
muhafaza etmekte, daha doğrusu gerici sosyo-ekonomik-kültürel
yapıyla kendi sömürgeci-misyoner kültürünü harmanlamaktadır.
Sonuçta, özellikle Çin bakımından özetlersek,
bir yandan eski kendine yeterli feodal yapıyı
yerinden oynatan emperyalizm, diğer yandan feodal
sömürünün esas biçimlerini koruyarak kendisine
uşaklık eden bir kurum haline getirmiş, belli
ölçülerde gelişmişliği olan ulusal kapitalizmi
engellemiş, onu tamemen kendi boyunduruğu altına
almıştır. Politik alanda da imparatorluk düzeni
çökertilirken yerine toprak ağalarıyla işbirlikçi
burjuvaziden oluşan tam bir kukla yönetim kurulmuştur.
Kuşkusuz böyle bir iktisadi-politik manzara, Mao’nun
“milli demokratik devrim” tezlerinin de zeminini
oluşturmuştur. Emperyalistler ve bir avuç işbirlikçi-komprador-toprak
ağası dışındaki bütün diğer güçleri ulusal-demokratik
bir cephede, işçi sınıfı partisinin önderliği
altında birleştirmek, hatta çıkarları emperyalizmle
çelişen ulusal burjujaziyi de bu ittifaka dahil
etmek, klasik marksist yaklaşıma aykırı gibi görünse
de yarı-sömürge koşullarında esasen doğru bir
yaklaşım olarak belirmiştir. Ancak, başta da dediğimiz
gibi, gerçekte bir ara biçim olarak beliren yarı-sömürge
ilişkisi, zamanla aşılmış, özellikle 1945 sonrasında
daha köklü ve uzun vadeli bir emperyalist ilişki
tarzı olan yeni-sömürgeciliğe geçilmiştir. Bugün,
2000’li yıllarda bile biçimsel olarak yarı-sömürge
ilişkisini çağrıştıran bazı uygulamalara başvurulsa
da bu ilişki artık aşılmıştır.
|