Marksizm modern dünyanın peygamberlerinin sonunu
ilan ettiğinde aslında düşünce tarihinin iki temel
varsayım üzerinden ayrıştığını (idealizm ve materyalizm)
ve dünyanın salt yorumlanmasıyla yetinilemeyeceğini;
teori ile pratiğin birliğinin şart olduğunu vurgulamıştır.
Maddi hayatı toplumsal sistemlerdeki üretici güçler
ve üretim ilişkileri çerçevesinde ele alan Marksizm,
altyapı-üst yapı ilişkisinden hareketle tüm insan
etkinliklerinin sınıflı toplumun izlerini taşıdığını
ve her toplumsal formasyonda farklı biçimler alan
devletin baskı ve ideolojik aygıtları aracılığıyla
maddi hayatın yeniden üretildiğini belirtmiştir.
Sınıflı toplumların yapısını çözümleme uğraşında
Marksizm kendisinden önceki ütopyacı sosyalist
anlayışlardan ayrılarak yaşamı bilimlerin ışığı
altında yeniden ve daha ileri boyutlarda açıklamaya
çalışmıştır. Engels’in “materyalizm, doğa bilimleri
alanında çağ açan her yeni buluş ile kaçınılmaz
olarak biçimini değiştirmek zorundadır”(F.Engels,
Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu) ifadesiyle
anlam bulan diyalektik materyalizmin bilimlerle
ilişkisi, tarih biliminden hareketle doğa ve insan
bilimlerindeki tüm gelişmeleri kendisine referans
alır.
Ancak marksizmin izlediği bu yol kuşkusuz düz
ve engelsiz olmamış, egemen sınıfların saldırıları
günlük hayatın en ücra köşelerine dek sızarak
karanlığı derinleştirmiştir. Bu noktada bilimlerin
olguları açıklama gücü zaafa uğramasa da bilimler
üzerine geliştirilen postmodern idealist yaklaşımlar
karanlığın aralanmasını güçleştirmiş ve yeniden
yaratılan kavram kargaşasıyla karanlığın boyutları
koyulaştırılmıştır. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan
sonra bilimler üzerine açılan tartışmalar çoğunlukla
Atom bombası, Nazi uygulamaları ve bilim insanlarının
tavrı etrafında yürütülürken 1960 sonlarına doğru
CIA’in doğa bilimleri ve sosyal bilimlerle yakınlaşma
çabaları devlet-siyaset-bilim ilişkisinin ilk
kez bu kadar açıktan gözlemlenebilmesine fırsat
tanır. 1970’li yıllarda sistem karşıtı bir noktaya
evrilen feminist, siyah hareketlerin kitlesellik
kazanması aynı zamanda akademi ve bilimler sahasındaki
cinsiyetçi, ırkçı, Avrupa merkezci ideolojilerin
sorgulanmasını beraberinde getirmiştir.
Ancak 1980’li yılların belirsizlik ortamında (buna
sistem karşıtı güçlerin itibar kaybı da eklenince)
postmodern söylemin “büyük anlatıların sonunu”
ilan etmesi bilimlerin de toptan reddinin idealist
zeminini hazırlar. Modern çağın dini şeklinde
lanse edilen bilimlerin olguları açıklama gücünü
yitirdiğinden hareketle evrensel önermelerin de
artık mümkün olmadığının iddia edilmesi, bir süre
sonra “yerel bilimlere” (örneğin sadece Hindistan’da
geçerliliği olan!) sıcak bakılmasını beraberinde
getirir. Dolayısıyla 1970’li yıllarda bilimlerdeki
cinsiyetçi, ırkçı yönlerin sorgulanması ve bunların
evrensellik iddialarının kapitalist hegemonya
girişimlerinin bir parçası olarak yorumlanmasının
çok daha ötesinde bir yaklaşım çerçevesinde bilimleri
cepheden reddeden idealizm yeniden hortlatılır.
Bu pervasız saldırının yaygınlık kazanmasında
Sosyalist Barikat’ın dördüncü sayısında işlenen
tarihsel-ideolojik zeminin etkisi olduğu kadar,
bilimler cephesindeki olgunlaşmamışlığın, daha
doğrusu, yeni gelişmelerin (özelliklede fizik
bilimlerindeki) henüz yeterince kavranamadığı
bir sürecin de etkileri oluyordu.
Kuşkusuz pozitivizmin1 tüm olguları bilimlerin
sonuçlarıyla çözme ve felsefeyi kapı dışarı etme
eğilimleriyle hesaplaşmak önemliydi. Ancak postmodern
yaklaşımlar bilim ve teknoloji arasındaki farkı
çarpıtmanın yanı sıra tüm bilimsel çabaları da
pozitivist ilan etme (marksizm başta olmak üzere)
cesaretini gösterebiliyorlardı. Dahası pozitivist
eleştirinin karşısına marksist felsefenin yapı
taşlarını koymak yerine bilimlerdeki krizi fırsat
bilerek muğlaklığı daha da arttırıyorlardı. Pozitivist
tutuculuğu bilimlerin tutuculuğuna indirgeyen
idealist felsefe bu noktada kendi ideolojik kanıtlarının
temelini atıyordu. Bilimler naif yaklaşımlarla
karalanırken “gerçeklik”, “evrensellik” ve benzeri
epistemolojik2 yaklaşımları hedef alan gerici
tutum izleniyordu.
Bilimsel Devrimler
Postmodern Sömürü
Bilindiği gibi 17 ve 18.yüzyıllarda bilimler cephesinde
insanlığın boy attığı bir süreç yaşanmış; Kopernik
ve Newton teorileri başta olmak üzere doğa bilimlerindeki
başarılı gelişmeler toplumsal sahada oldukça yüksek
bir itibar kazanmıştır. Dönemin burjuva çevreleri
kimya, fizik, biyoloji alanındaki sıçramaları
görmekte gecikmemiş, toplumsal pratikler gerici
bir çerçevede şekillendirilirken sanayi alanında
bilimlerden faydalanılmaya başlanmıştır. Kuşkusuz
her sınıfın çıkarları doğrultusunda hareket etmesinden
kaynaklı olarak bilimlerin toplumsal bilinçlerde
yer bulması da yine egemen sınıfların hegemonyası
altında gelişmiştir. Doğa bilimlerinin kesinlikler
üzerine kurulu varsayımları bir süre sonra Malthusçuluğu,
Comte ve Spencer’ın toplum tanımlamalarını da
etkilemiştir. Ampirik verilere dayalı toplum analizlerinin
prim yapması da yine bu dönemin ürünlerinden biridir.
Örneğin Adolphe Quetelet insan özelliklerinin
istatistiksel dağılımının bilinen matematik yasalara
uyduğunu ve buradan yola çıkarak toplum bilimlerinin
fizik bilimlerinin içine dahil edilmesini önerebilmektedir.
Özellikle sosyal bilimler alanında Newtoncu fiziğe,
Darwinci kuramlara yaslanılarak şekillendirilen
dünya görüşleriyle hesaplaşmak burada önem kazanır.
Marksizmin iki ana damarı, tarihsel materyalizm
ve diyalektik de bu noktada anlam kazanır. Kuşkusuz
Marksizmin ‘bilimlerin bilimi olmak’ gibi bir
iddiası hiçbir zaman olmamış, tam tersine marksizm
bilimsel gelişmelerle sınıf mücadelelerinin ilişkisi
arasında yakın bağlar kurmuştur. Engels’in aşağıdaki
sözleri gerek marksizmin felsefe ve bilimler ilişkisini
yorumlayış tarzını (dolayısıyla pozitivizme tavrını)
gerekse de marksizmin eskatolojik3-evrenselci
bir dünya yorumu olduğu yönündeki postmodern iddialara
iyi bir yanıt oluşturur:
“Doğa bilginleri, felsefeyi ihmal ederek ya da
kötüleyerek ondan kurtulacaklarına inanıyorlar.
Ama düşünce olmaksızın ilerleyemezler ve düşünce
için de düşünce belirlenimlerine gereksinimleri
vardır. Ama bu kategorileri, onlar, okumuş denilen
kişilerin, çoktan geçip gitmiş felsefelerin, kalıntıların
egemenliğinde olan sıradan bilincinden, ya da
üniversitede zorunlu olan birazcık kulak verilen
felsefeden (bu ise parçalar halinde kalmaz, aynı
zamanda çok değişik ve çoğunlukla en kötü okulların
kişilerinin görüşlerinden oluşma bir kargaşalıktır),
ya da her çeşit felsefe yazılarının eleştirilmeden
ve sistemsiz biçimde okunmasından düşünmeyerek
alırlar. Böylece felsefenin daha az tutsağı değildirler,
ne yazık ki genellikle bu tutsaklık en kötü felsefeyedir.
Felsefeye en çok sövenler, en kötü felsefenin
en kötü vulgarize edilmiş kalıntılarının tutsaklarıdır.”
(F.Engels, Doğanın Diyalektiği, Syf.230)
Felsefi teorilerin idealizm-materyalizm kamplaşmasında
yaptıkları yorumların, vardıkları sonuç ve tezlerin
maddi yaşamdan kopuk yorumlanamayacağını tüm bunların
tarihsel materyalizm ışığında sınıf savaşımlarının
teorileştirilmiş biçimleri olduğunu da yine ilk
kez Marx ve Engels belirtmişlerdir. Bu noktada
ustaların özellikle Genç-Hegelci eğilimlerle fikirler
ve maddi yaşam üzerine yaptıkları tartışmanın
ana hatları hatırlanabilir. Ancak marksizm felsefeyi
siyasete indirgemez. Althusser’in oldukça net
ve yerinde bir ifadesini burada anabiliriz: “Felsefenin
temel işlevi, son kertede bilimsel ve ideolojik
arasındaki ayrım çizgisine bağlanabilecek çeşitli
ayrım çizgileri çekmektir... idealist felsefeler
(dinsel, spiritüalist4...) bilimlerle sömürü ilişkisi
içersindedirler.”(L.Althusser,Felsefe ve Bilim
Adamlarının Kendiliğinden FelsefesiSyf.42,86)
Althusser 18. yüzyılın maddeci felsefecilerinden
örnekler vererek burjuva dünya görüşünün bilimlerle
kurduğu sömürü ilişkisine (özne inşası, idealist
tarih anlayışı vb.) dikkat çeker ve en maddeci
felsefenin bile toplumsal-ideolojik pratiklerle
ilişki içersinde olduğunu hatırlatır. Her felsefi
teorik önerme bilimlere ve pratik ideolojilere
müdahalede bulunur; felsefenin kendi başına bir
tarihi olmadığından yola çıkan Engels doğa bilimlerindeki
gelişmeleri sevinçle karşılarken (bkz. Klasik
Alman Felsefesinin Sonu) Lenin marksist yöntemi
bir adım ileri taşır ve “somut durumun somut tahlili”
anlayışını öne çıkarır. Dolayısıyla marksizm toplumsal
pratiklerden ayrı bir bilim anlayışının olamayacağını
dile getirirken bilimsel düşüncelerin doğruluğunu
postmodern yaklaşımların yaptığı gibi es geçmez.
Marksizm’e göre bilimsel bilgi, her zaman maddi
dünyanın nesnelliğini, yani doğal biçimin bağımsız
gerçekliği ile toplumsal biçimin (göreli) bağımsız
gerçekliğini dikkate alır (Marksizm ve Postmodern
Gündem Syf.79) Lenin Materyalizm ve Ampriokritisizm
isimli çalışmasında bu olguyu oldukça net ifade
eder: “Tek sözcükle, her ideoloji, tarihsel olarak
görelidir, ama her bilimsel ideolojiye bir nesnel
gerçek, bir mutlak doğanın uygun düştüğü kesin
bir olgudur...diyalektik materyalizm, bütün bilgilerimizin
göreliliğini nesnel gerçeğin yadsınması anlamında
değil, ama bilgilerimizin bu gerçeğe yaklaşmasının
sınırlarının tarihsel göreliliği anlamında kabul
eder.”(syf.144,145)
Dolayısıyla bilimleri son kertede maddeci bir
açıdan ele almaktan uzak olan postmodernist idealizmin
vardığı iki temel nokta vardır: Birincisi, bilimlerin
düşünce paradigmalarından başka bir şey olmadığı
iddiasında takılıp kalmak olmuştur. Sözgelimi
Postmodern bilim yorumları Aristocu evren görüşüne
karşın Kopernik devriminin önemini açıklamayarak
bilimlerin gelişimini tarihsel sürece atıflarla
tanımlama gereği duymaz ve herhangi bir epistemolojik
standart vermeden insanlığın bu kazanımlarını
burjuva sınıfının dünya görüşüyle aynı çuvala
sığdırır veya daha da ileri giderek bilimin sonuçları
hakkında felsefi şüpheciliği tırmandırır. Aslında
çoğu kez bilimler cephesindeki bir “arınma” süreci
başlığı altında geliştirilen bu argümanların vücut
bulması Althusser’in açıkladığı şekilde “bilimlere
gereken felsefeyi bulmak amacı” adı altında en
gerici idealist açıklamaları önümüze sürmekten
ibarettir. Bilimlerdeki “bunalım”lara felsefi
yanıtlar bulma çabasındaki Machçı idealizmle Lenin’in
hesaplaşması bu noktada oldukça anlamlıdır. Machçılığın
madde ile düşünce, madde ile hareket ilişkisini
hasır altı etme, diyalektiği yadsıma ve idealist
açıklamalara varma eğilimini açığa vuran Lenin
şu sonuçlara varır: “ ‘Fiziksel’ idealizmin bir
başka nedeni de, görecelilik ilkesi, bilgimizin
göreliliği ilkesidir; görecelilik ilkesi, eski
teorilerin altüst oldukları bu dönemde, özel bir
güçle fizikçilere kendini kabul ettirir ve eğer
fizikçiler diyalektik konusunda bilisiz iseler
bu kaçınılmaz olarak idealizme varır.”(age.syf344)
Bir başka eğilim ise, bilimlerin geçerliliğinden
şüphe etmek ve bilimleri toptan yadsımaktır. Bu
aynı zamanda bilimlerdeki yeni gelişmelere gebe
olunduğu bir zamanda kavramların keyfi kullanımına
yol açmakta, son bulguların dinsel eğilimleri
desteklediği varsayımıyla “maddenin yok oluşu”
kutlanmaktadır. Örneğin Newtoncu fizik ile Kuantum
fiziği arasında önemli adımlar atılmıştır ancak
bu yerçekimi yasalarının yanlışlığını kanıtlamadığı
gibi bilimlerin kendisinden derin bir şüphe duymayı
da gerektirmez. Kesinliklere dayalı Newtoncu fiziğin
eksiklerinin kavranması bizim madde üzerine artık
söz söyleyemeyeceğimiz anlamına da gelmez. Aynı
şekilde termodinamiğin ikinci yasası “entropi”5
(enerji kaybı) öne sürülerek maddenin elde edilemez
hale geldiği varsayımına varılır ve “madde kaos”u
terimleriyle metafizik anlatının altyapısı oluşturulur:
“Entropi yasası, zaman, mekan, ve madde dünyasını
yönetirken, kendisi de, algıladığı ezeli ruhi
kuvvet tarafından yönetilir.”(J.Rifkin-T.Howard,
Entropi,syf.14) Maddenin yok oluşunu kutlayan
postmodern cehalet burada durmaz ve tüm insanlık
tarihindeki değişimleri enerji kaybına (Avrupa’daki
oduna dayalı enerji çevresinden kömüre geçiş örnek
verilir- age.s.77) bağlar. Kitabın yazarları her
türlü ekonomik etkinliğin bir tür entropi olduğundan
hareketle kapitalizm ve sosyalizm arasındaki farkı
yok sayarak her ikisinin de ekonomik etkinliği
“atığı değere dönüştürme” şeklinde algıladığı
şeklinde cahilce yorumlarda bulunurlar.
Postmodernizm “bilim her şeyi açıklayabilir mi?”
sorusunun ötesine geçerek bilimleri yadsıma eğilimi
gösterir. Diğer yandan bu yaklaşımın toplumsal
sonuçları sokaktaki yansımalarını kısa sürede
bulur: Toplumsal hayatın kaosundan yola çıkan
postmodern argümanlar kuantum fiziğine dayanarak
yeni toplumsal yasaların keşfine kalkışırlar ve
gerçeğin göreli, hatta açıklanamaz olduğunu ileri
sürerek bilimsel açıklamaları yadsır, subjektivizmi
kışkırtırlar. Günlük hayatta “zevkler ve renkler
tartışılmaz; görelidirler” biçimdeki söylemlerde
ifadesini bulan postmodern düşünme tarzı bu anlamda
sistemin çoğulculuk yanılsamasını andırır. Postmodernistler,
Marksizm dahil evrensellik iddiasındaki tüm ideolojileri
eskatolojik olmakla itham ederek geleceğin bilinemeyeceği
savlarını yine fizik bilimlerindeki yeni gelişmelere
dayandırırlar. Kuşkusuz bu yaklaşımların gerçeklikle
ilişkisi vardır ve ilk bakışta kimsenin itiraz
etmeyeceği genel doğrular gibi görünmektedir ancak
tüm bunlar daha derinlerde günümüz insanın bilinçaltına
iyiden iyiye yerleştirilmiş “...herkesin fikri
kendine” söyleminin teori ile harmanlanmasından
başka bir şey değildir. Postmodern idealizm sömürülmeye
oldukça müsait psikanaliz bilimi ile ilişkisinde
de “insanın parçalanmış bir varlık” olduğu kanısını
yayarak günümüz insanın yaşadığı yabancılaşmanın
derinleşmesine katkıda bulunur ve böylece dolaylı
yollardan bilinçli insan müdahalesinin imkansızlığı
vurgulanır. 1950 sonrası güncellik kazanan dilbilim
çalışmaları ise yapısalcı tarih yorumlarıyla ilişkilendirilir
ve dilbilimin 20.yüzyılın başlarında kazandığı
bilim statüsü (felsefeden kısmen koparak) postmodernizmin
sömürü nesnesine dönüştürülür.
Elbette ırkçı tarih, antropoloji, sosyoloji, birey
merkezli psikoloji çalışmalarının bilimlerle ilişkisi
incelenmeye değerdir. Kaldı ki bilimlerin üretici
güçlerle ilişkisi göz önüne alınmadan yapılan
tüm değerlendirmelerin eksik bir yanı da Lenin’in
dikkat çektiği noktada ortaya çıkar: “İnsan bilgisi
doğrusal bir çizgi izlemez, insan bilgisi, sonsuzcasına
bir dizi çembere, bir sarmala yaklaşan bir eğridir.
Bu eğrinin herhangi bir parçası, bölüntüsü, kesimi,
bağımsız, tam bir doğru çizgiye dönüştürülebilir,
ki bu durumda papazca bilgiçliğe -felsefi idealizme-
varılır.” (Syf.418)
Bir başka deyişle bilimlere öz atfetmek kaba maddeciliğe
her zaman kapı aralar. Örneğin psikanaliz biliminin
kendiliğinden muhalif bir özü olduğunun iddia
edilmesi Freud’un bile canını sıkardı. Newtoncu
bilimlerin sistem kaynaklı bilimler olduğunun
iddia edilmesi de aynı derecede gülünç olurdu.
Oysa bilgi iktidar ilişkisinden bahsedeceksek
bile bu ilişkinin daha sarmal bir süreç içerisinde
şekillendiğini vurgulamalıyız. Aksi takdirde bugün
kaos, entropi kuramsal varsayımlarının da gerici
postmodernizmin ürünü olduğu yanılsamasını yaşayabiliriz.
Diğer yandan krimonoloji6, frenoloji7 ile başlayan
ve yoksul kişilerin, halkların biyolojik, kültürel
etmenlerden dolayı uygarlaşamadıkları üzerinden
işleyen sömürgeci-ırkçı mantık kadınların zayıf
karakterli, zencilerin zevk düşkünü olduğunu öne
süren ırkçı, cinsiyetçi ideolojilerle günlük hayatımızda
yer etmiştir8.
Ülkemizde 1930’lu yıllarda bir dizi seminer veren
Wilhelm Peters’a göre “çocuklar proleter muhitinde
ne kadar fazla kalırsa çevrenin çocuk üzerinde
bıraktığı tesirler de o kadar kuvvetli olur...
Akademik meslek sahiplerinin çocukları %12 oranında
vasatın altında zekaya sahipken bu oran işçi çocuklarında
%96, maden amelelerinde %98’lere varır” (Sosyal
Bakımdan Ruhi İnkişaf, CHP yay.1938). Özellikle
kaynak Türkiye gibi bir ülke olduğunda örnekler
daha da genişletilebilir. Hürriyet gazetesinde
şöyle bir başlığa rastlayabiliriz örneğin: “Erkeğin
çalıştığı, kadınların ev işi yaptığı aileler daha
mutlu... bilim adamları toz alma ve elektrik süpürgesi
kullanma gibi aktivitelerin aşk ya da nefret duygularını
körüklediğini, kadınların her gün yaptıkları günlük
ev işleriyle duygusal bağ kurduklarını, bu duygusal
bağın yol açtığı hazzın ise zamanla bağımlılık
yarattığını söylüyor.” (1/2/1998) İşte kadınların
bütün o yakındıkları ev işleri aslında olumlu
yanları da olan bir bağımlılıktan başka bir şey
değildir! Son idam tartışmalarında asker aileleri
adına konuşan bir gazetecinin sözleri de aynı
mantığı çok daha açık bir biçimde sergiler aslında:
“Milletvekilleri etek giysinler öyle gezsinler...”
Burada aslında kadınlığı temsil eden etek simgesiyle
kadınlar aşağılanmakta, milletvekillerinin tıpkı
kadınlar gibi düşmüş varlıklar olduğu ima edilmektedir.
Ancak bu tür “bilimsel” açıklamalar Türkiye ile
sınırlı değildir. ABD’de düzenlenen ve ABD’nin
yanı sıra İsrail, Türkiye ve Hindistan gibi ülkelerden
de 21 uzmanın(!) katıldığı “Üniversiteler Arası
Terörizm Araştırmaları Merkezi”nde düzenlenen
panelde konuşan bir İsrailli Profesör “zaman sınırlıysa
işkence yapılabilir; işkence yapılması gerekiyorsa
yargının sıkı gözetiminde yapılmalıdır” açıklamasında
bulunabilmektedir (20/3/1999 Milliyet).
Sonuç
Bir başka açıdan toplumsal dönüşüm projesinin
ilk adımlarını bugünden örmekle yükümlü devrimci
hareketlerin dosyası da oldukça kabarıktır. Örneğin
devrimci yayınlarda “erkekçe direndi...” türünden
ifadelere rastlamak mümkündür. Sürekli ileri tarihlere
ertelenen veya politikanın dışındaymış gibi algılanan
cinsiyetçi ideolojilerin üzerine gidilmediği müddetçe
yeni toplumsal projenin harcını oluşturacak yeni
insanların yaratılması imkansızlaşacaktır.
Sonuçta Marksizm, materyalist bir bakış açısıyla
insanlaşma sürecinin gelişimine yol açan tüm bilimsel
çabaları sahiplenir. Ancak marksizm ne tümüyle
akılcı bir felsefedir ne de tümüyle bilimci bir
anlayışa sahiptir. Bilimler de dahil tüm insan
pratiklerinin sınıflı toplumların işleyiş yasalarınca
şekillendiğini ve dolayısıyla herşeyin sorgulanabileceğini
rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak aşırı şüpheci
(anarşist bilgi kuramları) yöntemlerle bilginin
tümüyle olanaksız ve öznel olduğu gibi yargılar
aynı zamanda bu topraklarda zaten hafife alınan
bilimsel düşünce ve çabaları bir kez de “muhaliflik”
adına baştan yargılayarak metafizik eğilimlere
kapı aralamaktadır. Bugün bilim biz insanlara
herşeyin anahtarını vermiyor olabilir -bilimin
böyle bir işlevi de yoktur zaten- ancak bu kaos
ve umutsuzluk atmosferinde en kolay şey de bilimlere
saldırmaktır. Marksistlere bu noktada düşen görevler
gericiliğin elinde malzeme olan sözde “bilim eleştirilerinin”
foyasını açığa çıkarmak ve doğa bilimleriyle sosyal
bilimlerin ilişkilerini daha sağlıklı ve kolaya
kaçmayan temeller üzerine oturtmak olmalıdır.
Ancak bu bilinçle hareket edildiğinde idealist
ve gerici (dinsel, cinsel vb.) pratiklerin önüne
geçilebilir. Tüm bunların yaşamda karşılık bulması
ise sözlerin ötesinde pratiğin sergilenmesiyle
anlam kazanacaktır.
DİPNOTLAR
(1) Pozitivizm: Gözlemlenebilir, ölçülebilir olgular
sayesinde doğa ve toplumun düzene sokulmasının
bütünlüklü bilgiler sayesinde olacağını iddia
eden pozitivizm, gerçekliği duyu izlenimlerinden
ibaret sayarak; gözlemlenebilir tüm olguların
yalnızca gerçeği yansıttığını ileri sürer. Yorum
ve felsefe karşıtı tutumuyla insanlığın karşılaştığı
ve karşılaşacağı tüm sorunların bilimlerin sağladığı
veriler yoluyla çözümlenebileceğini ve dolayısıyla
bu çabanın dışındaki tüm akıl yürütmelerin metafizik
olduğunu iddia eden pozitivist felsefenin yansımaları
bugün en çok televizyonlarda gördüklerimizin gerçekliğinden
şüphe duyulmaması (“Kamera yalan söylemez”) üzerine
yapılan yorumlarda karşımıza çıkmaktadır.
(2) Epistemolojik: Diğer bir adı bilgi kuramı
olan epistemoloji, idealist ve materyalist felsefe
sistemlerinin dünyayı yorumlayış biçimlerinde
kendilerine temel aldıkları düşünce yöntemleri
ve kavramlarının tümüne verilen isimdir. Örneğin
Aydınlanma çağının temel varsayımları, insanı,
tarihi ve toplumları ele alış biçimi bakımından
tanrı merkezli ortaçağ düşüncesinden epistemolojik
açıdan farklıdır.
(3) Eskatolojik: Sözlük anlamı insanın akıbetine,
onun yeryüzü hayatı sonrasına ve üzerinde yaşadığı
dünyanın sonuna dair teori olarak bilinen kavram
burada daha çok marksizmin dini mesihçiliğe benzetilmesi
anlamında kullanılmaktadır. Postmodernizm kasıtlı
olarak modernizm ve marksizmi özdeşleştirerek
her ikisinin de toplumsal mühendislik rolüne soyundukları
iddiasında bulunur. Kuşkusuz bu safsata ancak
marksizmi tanımayanları ikna edebilir.
(4) Spiritüalist: Tinselcilik olarak da bilinen
ve ruhun varlığını temel gerçeklik sayan felsefe
öğretisidir. Zaman içersinde farklı biçimler alan
spiritüalizm özgürlük, iyi, güzel ve değerler
kategorileriyle maddi dünyayı yorumlamaya çalışır.
Dinden farklı olarak dünyayı açıklamada daha dolambaçlı
bir yol izler.
(5) Entropi: Termodinamiğin ikinci yasasına göre
(birinci yasa madde ve enerjinin daimi olduğunu
belirtir) madde ve enerji sadece bir doğrultuda
değiştirilebilir. Tüm evrende her şeyin bir yapı
ve değer ile başladığını ve değiştirilemez biçimde
rastgele kaos ve tükenmeye doğru gittiğini belirtir.
(6) Krimonoloji: Daha çok 19.yüzyılda alt sınıflardan
bireylerin suç işlemeye eğilimlerini sosyolojik
ve biyolojik faktörlere bağlayarak açıklamaya
çalışan krimonolojinin diğer bir adı da “suç bilimdir.”
Krimonoloji, Sanayi devrimiyle birlikte kamusal
yaşamdaki değişime tekabül eden fikirlerin uygulayıcısı
olmuş ve beden yüzeyinde karakterin irade dışı
olarak kendini göstereceği fikri (belli suçlu
insan figürleri), en iyi ifadesini 19. yüzyıl
ortalarının cinsel imgelerinde bulmuştur. Örneğin
yozlaşma ve zayıflığın göstergesi olarak mastürbasyon
kullanılan elin avucunda istem dışı tüylenme olduğu
“önyargısı” veya kalabalık içinde duygularını
açığa vuranların (ki bu insanlar burjuvaziye göre
serseri alt sınıflardır) anormal sayılması vb.
Kriminoloji hala ceza hukuku çerçevesinde okutulmaktadır.
(7) Frenoloji: İnsanın karakterini ve zihin fonksiyonlarını
kafatasının dış yapısına dayanarak inceleyen frenoloji,
tıp okullarında bir dönem suç eğiliminin kafatası
biçimiyle saptanmasına dayalı yöntemler geliştirmiştir.
Örneğin Joseph Gall alt sınıflardan çocukların
kafatasını incelerken hırsızlığa açıkça karşı
çıkan çocukların kulaklarının üstündeki öne doğru
çıkıntıların düz olduğunu buna karşın hırsızlık
karlarından övgüyle söz edenlerin ise kafataslarının
bu bölgesinde orta büyüklükte yumrular olduğu
iddiasında bulunur.
(8) Örneğin ABD’de konuşan bir hükümet yetkilisi
“geri kalmış ülke insanlarının bünyelerinde kendilerini
atıl ve geri bırakan unsurlar” olduğunu iddia
edebilmektedir ya da Almanya’da RAF’ın kadın militanları
medyada tartışma konusu olduğunda bilindik krimonoloji
örnekleriyle “analık güdüsünden” yoksun kadınların
daima suç işleme güdüsüyle hareket ettikleri yönündeki
gerici bir söylem kullanılabilmektedir. 1970’li
yıllarda Zenci erkeklerin beyaz kadınlara olan
ilgilerinin (sapkınlığı) ve cinsel güçlerinin
test edilmeye çalışılması ya da azınlıkların veya
eril cinsin dışındaki cinsiyetlerin günlük alay
konusu olmalarıyla örnekler genişletilebilir.
Bütün kötülüklerin “anasının” kadınlar olduğu
bir kez de sözde “bilimsel” açıklamalarla dile
getirilir.
|