Geçtiğimiz 29-30 Mart tarihleri arasında Emek
Araştırmaları Merkezi Girişimi tarafından "Kapitalizm,
Kriz: Olasılıklar, Olanaklar" başlıklı bir
sempozyum düzenlenmişti. İstanbul'da Petrol-İş
salonunda yapılan sempozyumda akademisyenler ve
siyasi yapılanmaların temsilcileri iki gün boyunca
dünyadaki büyük finans krizi ve bunun karşısında
solun imkânları ve tutumu konusunda tartıştılar.
Program gereğince, birinci gün ağırlıklı olarak
akademisyenler söz alırken, ikinci gün sol siyasi
yapıların temsilcileri kriz ve krize müdahale
yolları üzerine kendi düşüncelerini açıkladılar.
Zaman zaman izleyicilerin -zayıf da olsa- sorularıyla
canlanan konuşmalar, genel olarak solun da aslında
bir kriz yaşadığını göstermiş oldu.
Sempozyum'un ikinci gününde Sosyalist Barikat
adına yapılan konuşmanın metnini aşağıda yayınlıyoruz.
Arkadaşlar, merhaba…
Öncelikle böyle zorlu ve sıkıntılı bir süreçte
bu tür bir düşünsel platformunu akıl ederek gerçekleştirenlere
ve emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum.
Bunu laf olsun diye de söylemiyorum. Şu anda yapılmakta
olan, önemli ve anlamlı bir iş. Ayrıca bu işin
30 Mart Kızıldere’nin yıldönümüne denk düşmesi
de bir başka açıdan anlamlı. En azından o müdahale
ve etkinlik düzeyinin sonraki yıllarda neden yakalanamadığı
ve onların neyi yakaladığı üzerine salondaki herkesin
bir parça düşünmesinde yarar var.
Ben sözlerime biraz dünkü bölüme dönerek başlamak
istiyorum ve kriz konusundaki dünkü karışıklığı
biraz düzeltme ihtiyacını duyuyorum. Hepimizin
bildiği gibi, sözcük ve sözlük anlamları ne olursa
olsun, siyasi hayatta kavramlar yeni anlamlar
kazanırlar. Bu bağlamda, “bunalım” kavramı tekelci
aşama ile birlikte başlayan sürekli ve genel bir
tarihsel durumu, asalaklığı ve çürümeyi, tarihsel
olarak üretici güçlerin önünün kesilmiş olması
gerçeğini bize anlatır. Kriz ise başka ve daha
konjonktürel bir şeydir; gelir, vurur, gider,
sonra yeniden gelir, vs…
Daha özel bir kavram olan milli kriz yada devrim
durumu dediğimiz şey ise, sadece ekonomik değil
yüzlerce faktörün devreye girerek mevcut durumu
çöküntüye uğrattığı ve her şeyi yönetilemez hale
getirdiği bir nokta olarak anlaşılabilir…
Bütün bunları netleştirmek önemli; çünkü kriz
dendiğinde tam olarak neyle karşı karşıya olduğumuzu
bilmekte yarar var.
Bu küçük gibi görünen düzeltmelerden sonra, (krize
yeniden döneceğiz) isterseniz son söyleyeceklerimizden
birini şimdiden söyleyelim: Biz, bugün emperyalizmin
(ve tabii ki dünyanın) yeni bir tarihsel süreç
yaşadığını düşünüyoruz.
Başka bir deyişle ve kendi terminolojimizle söylersek
eğer, emperyalizmin sürekli ve genel bunalımı
bugün yeni bir evreye girmiş bulunmaktadır. Bütün
tarihsel olgular gibi tekelci kapitalizm de kendi
içinde bütünlüklü evreler halinde anlaşılabilir.
Tarih biliminin mantığı böyledir; tarihi düz bir
olgu olarak değil ancak böyle dönemlemeler içinde
anlayabilirsiniz. Her yeni tarihsel süreç ya da
dönem, kapitalist sistemin işleyişinden üretimin
örgütlenişine, hegemonya biçimlerinden başat ideolojik
biçimlere kadar bir dizi öğenin kendine özgü bütünlüğüyle
karakterize olur.
Örneğin 1945’lerde başlayıp 1990’a dek devam eden
dönem böyle bir iç bütünlüğe sahiptir. Sürecin,
örneğin reel sosyalizmin varlığı gibi belli temel
öğeleri vardır, her şey az çok istikrarlı ve kendi
içinde tutarlıdır.
Bugün ise 1945 sonrasındaki dönemin temel ayaklarının
bir çoğu fiilen ortadan kalkmıştır ve 1970’lerden
filizlenmeye başlayan, 1980’lerde somut biçimlere
dönüşmeye başlayan yeni bir süreç 1990’lardan
itibaren açık bir gerçeklik olarak önümüze çıkmıştır.
Çok kabaca söylersek bu dönem, dünkü bölümde akademisyenler
tarafından anlatılanların toplamıdır; ekonomide
neoliberalizm ve vahşi sömürü, üretimin örgütlenişinde
iş sürecinin ve sınıfın parçalanması, politik
alanda bütün ulusal sınırların parçalanarak sınırsız
bir küresel hegemonyaya ve yeni bir kölelik düzenine
geçiş, ideolojik alanda insan bilincini ve varlığını
parçalayan postmodern gerici saldırı ve sosyal
alanda korkunç bir insani yıkım ve insanın değersizleştirilmesi,
vb…
Bu belirlemeyi ve kısacık özeti şunun için yapıyoruz:
Basit bir tarih okumasıyla bile kolayca anlayabileceğimiz
gibi her yeni dönem sadece sistemi ve onun ilişkilerini
biçimlendirmiyor; aynı zamanda karşıtını da, yani
işçi sınıfının yapısını ve davranış biçimlerini,
uluslar arası ve yerel düzeyde sosyalist hareketin
durumunu, hatta o dönemin tipik kadro kültürünü
ve tarzını da belirliyor. Ve her yeni dönem, -yine
tarihten okunabilir- çoğu kez solun da bir krizine
denk düşüyor ve ancak onu karşılayan bir devrimci
yenilenme hamlesiyle aşılabiliyor. Bu arada savrulanlar
savrulduklarıyla kalıyorlar; “bir gün kıymetimiz
anlaşılır” diyen “muhafazakarlar” ise tarih tarafından
kenara itiliyorlar.
Bugün de aynı kritik noktadayız ve eğer ağrı kesicilerle
durumu idare etmekten değil de yeni bir devrimler
çağını başlatmaktan söz ediyorsak, bir devrimci
yenilenmeden başka şansımız yok.
Hemen çok çok kısaca başlıklar verirsem, böyle
bir Devrimci Yenilenme, birincisi, ideolojik olarak
Marksizmin tahkim edilmesi, onun bilimle ve hayatla
yeniden buluşması anlamında bir yeni bilimsel
sosyalist aydınlanma çağının başlatılmasını içerir.
İkincisi, bu yenilenme, yeni tarihsel sürecin
temel öğelerinin rasgele parçalar olarak değil,
bir dönem kavrayışı ve bütünlüğüyle çözümlenmesi
ve anlaşılması anlamına gelir.
Üçüncüsü, bugüne kadarki sosyalist deneyimin taraftarlık
ruhundan uzak bir anlayışla eleştirel bir süzgeçten
geçirilmesi ve kitlelere dayanan, kitlelerle birlikte
yeni bir sosyalizm anlayışının ve buna bağlı olarak
devrimci bir enternasyonalizmin inşası bir başka
öğedir.
Dördüncüsü, bu süreç, bütün bunlara dayanarak
devrimci hareketin mücadele ve örgütlenme biçimlerinin
ciddi biçimde gözden geçirilmesi anlamına gelir.
Ve nihayet beşincisi, bu devrimci yenilenme, bütün
bu sürecin bir devrimci pratik içinde, bir devrimci
atılım olarak, kolektif akılla kotarılmasıdır.
Yeni süreci karşılamak, krizin bizim cephemizdeki
karşılığı olarak büyümek ve devrime yürümek başka
türlü mümkün görünmüyor.
Bütün bunları özellikle vurguluyoruz; çünkü bugünkü
kritik durumun artık her zamankinden çok daha
fazla iradeye, perspektife ve “ne yapacağını bilme”
haline bağlandığını düşünüyoruz. Elbette siz,
böyle bir “ne yapacağını bilme” halinden yoksun
olsanız da siyaset sahnesinde kalır ve varlığınızı
sürdürürsünüz. Sevgili ülkemizin en güzel yanı,
ne burjuva siyasetinde ne de sosyalist cenahta
“bitme” diye bir durumun mevcut olmayışıdır. Ama
bir devrimden söz ediyorsanız eğer, başka türlü
bir iradeye ve plana sahip olmak zorundasınız.
Biz, -şimdi artık somut konumuza geliyoruz- böyle
bir planın sistemin krizi tarafından bize sunulacak
olanaklara dayandırılmasının doğru olmadığını,
gerçekçi olmadığını düşünüyoruz. Evet, biz dünya
kapitalizminin yerel ya da küresel krizlerinin
sistemde önemli çatlaklar meydana getirebileceğini,
bunun devrimci bir kalkışma için kolaylaştırıcı
zeminler yaratacağını biliyoruz ama bu durumun
bizim önümüze kendiliğinden fırsatlar sunmayacağını
düşünüyoruz. Ayrıca krizle kitle hareketinin yükselişi
ve sola kayışı arasında otomatik bir ilişki olmadığını
da biliyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam eğer, 1930’larda
Almanya’daki kriz son derece büyüktü ama sonuçları
hiç de iç açıcı olmamıştı.
Yani siz eğer sistemin yaşaması kaçınılmaz olan
bazı kırılma noktalarını beklemeyi ve bu noktalar
için hazırlanmayı düşünüyorsanız, koşulların oluşması
ile devrimci iradenin müdahalesi arasına bir zaman
dilimi koyuyorsanız, bu topraklarda hiç şansınız
yok demektir.
Çünkü bu topraklarda kriz dediğimiz şey, -burada
artık yaklaşmakta olan krizden değil, daha özel
olarak milli krizden, yani devrim durumundan söz
ediyoruz- istasyona gelip giden bir tren gibi
ya da kısacık yaşanıp geçen bir ay tutulması hali
gibi yaşanmamaktadır. “Kitle hareketi şahlansın,
biz de üstüne binip yönetelim” diye bakamazsınız
ona. Kriz, bu topraklarda zamana yayılmış olarak
sürekli biçimde mevcut olan bir şeydir, ülkenin
ekonomik-politik-sosyal hayatının doğasıdır, yapısal
bir parçasıdır. Zaman zaman sert kırılmalar yaşanır,
zaman zaman kısmi onarımlar görülür ama hiçbir
zaman düzlüğe çıkılmaz.
Yani bu topraklarda kriz, beklenen değil, müdahale
edilerek derinleştirilmesi gereken bir olgudur.
Yine kendi terminolojimize dönerek daha sistematik
bir deyiş kullanırsak, krize müdahale etmek ve
onu derinleştirmek ile kitleleri örgütlemek ve
bir devrim hareketi yaratmak tek bir devrimci
pratik içinde yapılabilir ve iki görev tamamen
iç içe geçmiştir. Krizin fırsatlar yaratmasını
bekleyen değil, ona merkezi düzeyden müdahale
eden, gündemlerde boğulmadan bizzat kendisini
gündem yapan ve krizi derinleştirirken kitleleri
birleştiren bir müdahale, bütün mücadele ve örgütlenme
biçimlerini belli bir eksen etrafında toparlayarak
yürütülebilir.
Biz böyle bir müdahale anlayışının ve böyle bir
siyaset yapma biçiminin koşullarının her zamankinden
daha uygun olduğunu ve bunun her zamankinden daha
gerekli olduğunu düşünüyoruz; böyle bir sürdürülebilir
müdahaleyi inşa etmek için çalışıyoruz. Bugün
uluslar arası ölçekte mayalanan çöküntü dalgası
kuşkusuz -eğer biz varsak ve müdahale ediyorsak-
durumu daha elverişli hale getirecektir ama devrimci
fırsat denilen şeyi bunun üzerine kurmak isterseniz
sonuç hüsran olacaktır.
Bu, elbette bir düğümün tek bir kılıç darbesi
ile çözüleceği anlamına gelmiyor. Bütünlüklü çözümleme
de zaten bu yüzden gerekli. Sınıfın parçalanmış
yapısı, kırsal alanlardaki toplumsal yapının değişimi,
yozlaştırma ve çürütme politikalarının, konsantre
edilmiş şiddetin yarattığı derin çöküntü, ideolojik
araçların yaygınlık düzeyi ve postmodernizmin
insan ruhunu parçalayan saldırısı, vb. gibi yüzlerce
faktörü ve dün söylenenlerin tümünü dikkate alan,
yeni ve yaratıcı örgütlenme biçimlerini bulan
bir bütünlüklü müdahaleye ihtiyacımız var. Bütün
bunları anlamaya ve pratik çözümler, yeni kanallar
bulmaya, yeni bir dil yaratmaya ihtiyacımız var;
bunu yapmaya politik-kültürel araçlarla kökler
salmaya uğraşıyoruz. Ayrıca bu konudaki başka
arayışları da dikkatle izliyoruz; uluslar arası
deneyimleri de dikkatle izliyoruz. Bütün bu yaklaşımlara
ve yeni kanallara çok ihtiyacımız var; hepimizin
ihtiyacı var. Ayrıca, her türlü işbirliği, güç
birliği, eylem birliği içinde bugüne dek yer aldık,
bundan sonra da her öneriye açık oluruz. Burada
bir problem yok. Ama öte yandan biz, bir şeyin
“faydalı olması” ile solun ve sınıf hareketinin
krizine “çözüm” olması arasında bir açı farkı
olduğunu düşünüyoruz. Bir girişim için “faydalıdır”
diyebilir ve hatta katılabiliriz ama solun ve
sınıf hareketinin krizinin köklü çözümü konusunda
kendimize özgü görüşlerimiz var.
Bu noktada esas olarak iki şey söylüyoruz.
Birincisi; biz bütün alanlardaki çözüm arayışlarının,
tıkanıklığı aşma uğraşının önemli olduğunu söylüyoruz,
bizzat kendimiz de her alandaki düğümleri tek
tek çözmeye, uygun iletişim ve örgütlenme kanalları
bulmaya, tek tek her emekçiye ulaşmaya çalışıyoruz.
Bütün bunlar son derece önemli.
Ama biz, her alandaki tıkanıklıkların sadece o
alanların kendi içinden yapılacak bir müdahale
ile, sadece daha çok çalışmak ve daha çok enerji
harcamak ile çözüleceğini düşünmüyoruz. Öğrenci
hareketinde her türlü yolu denemeliyiz, deniyoruz;
mahallelerde iğneyle kuyu kazıyoruz, kazmaya da
devam edeceğiz; atölyelerde-fabrikalarda var olmak
istiyoruz bunun için denemedik yol bırakmayız;
ama Türkiye devrimci hareketinin makus talihinin
genel politik atmosfere bağlı olduğunu unutmuyoruz,
unutma hakkına sahip değiliz. İhtiyacımız olan
şey, hiçbir mücadele ve örgütlenme biçimini küçümsemeden,
tümünü kullanarak yürümek ama bütün bunları merkezi
bir müdahalenin eksenine bağlamaktır.
Mücadele biçimleri ile “müdahale” kavramı arasında
böyle temel bir fark var.
İkincisini ise Che’nin ölümünden sonra Bolivya’daki
hareketi yürüten İnti Peredo söylemişti. Öldürülmeden
önce yazdığı bir yazıda -ki biz geçtiğimiz sayılarımızdan
birinde yayınlamıştık- şöyle bir cümle vardı:
“Halka bütün mücadele biçimlerinden söz edenler
ikitidar konusunda ciddiyetsizdirler.”
Yani, biz yürüyelim, örgütlenelim, çalışıp çabalayalım,
“bütün mücadele biçimleri önemlidir” gibi sözleri
de sık sık kullanarak kriz ya da dünya savaşı
gibi bir şeylere hazır olalım derseniz, aslında
bir şey söylemiş olmazsınız. Duruma müdahale etmek,
krizi derinleştirmek ve emekçileri bu cenaha çekmek
istiyorsanız, irade ortaya koymak zorundasınız.
1989 baharını beklerseniz gelmez. Azıcık sağa
kayalım belki o zaman gelirler derseniz yine gelmezler,
gelenin de hayrı olmaz. Artık Türkiye’nin tablosu
değişmiştir. “Büyük kitle hareketi” denilen şey
artık bu topraklarda devrimci irade olmadan mümkün
değildir. Türkiye, dünyanın en çok genel grev
çağrısı yapan ülkesidir, şahsen ben yaklaşık olarak
haftada bir tane okuyorum ama şu ana kadar bu
yönde ciddi bir işaret de görülmüş değildir. Bu
kadar basit ve yalındır her şey.
Buraya kadar söylediklerimizi toparlarsak eğer,
biz kriz denilen şeyin ufukta görünerek kitleleri
kendiliğinden şahlandıran bir şey olduğunu düşünmüyoruz.
Daha doğrusu, krizin esasen yapısal olarak yeni-sömürge
sisteminin iliklerinde mevcut olduğunu düşünüyoruz
ve onu derinleştirme görevi ile kitleleri örgütleme
görevinin tek bir süreçte birleşmiş olduğunu düşünüyoruz.
Böyle bir süreç ve müdahalenin Çağlayan’ı da,
Fatih’i de fena halde ofsayta düşüreceğini ve
bütün deforme kavramları yerli yerine oturtacağını
düşünüyoruz.
Bu, adını koyarsak eğer, uzun yıllardır üzerine
pek çok spekülatif tartışma yapılmış olan Politikleşmiş
Askeri Savaş’ın ta kendisidir. O üzerinde çok
konuşulmuş olan şey, bu kadar da yalın ve durudur
aslında.
Peki, -bitiriyorum artık- böyle bir yol, zor mu?
Evet, doğrusu zor. Zor olduğunu biliyoruz, çünkü
böyle bir sürecin inşası için çalışıyoruz, tarihin
bu en elverişsiz koşullarında -hepimiz gibi- iğneyle
kuyu kazarak ilerliyoruz.
Peki bu mümkün mü?
Evet, mümkün. Kesinlikle mümkün.
Başka bir yol var mı? Tabii ki vardır; denenebilir
ve elbette biz ona karşı da saygılı oluruz.
Peki biz bu yolda yürürken başkalarıyla yan yana
gelebilir miyiz?
Elbette, neden olmasın? Şu ana kadar da böyle
oldu zaten. Her şeyi konuşabilir, her öneriyi
değerlendirebiliriz.
Yaptığımız şeyin anlamını ve sınırlarını bilmek
koşuluyla...
Sabrınız için çok teşekkür ederim arkadaşlar…
.
|