Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

59. Sayı - Nisan/Mayıs 2008

Sosyalist Barikat: Bildiğiniz gibi solda çok uzun süre Rus Devrimi süreçlerinde sahaya indiğinde sonucu belirleyen Putilov Fabrikası örneği geçerliydi. Yani büyük fabrikalarda toplu halde üretim yapan büyük işçi kitlelerinin toplu hareketi… Bunun siyasetteki yansıması ise büyük sendikal federasyonlar üzerinde etkili olan Komünist Partilerinin tarzıydı. Bizde de 1960-70’lerde böyle büyük fabrikaların ve havzaların örnekleri vardır. Ancak böylece işçi sınıfının tanımında büyük sanayi işçisini dikkate alırken diğer kesimleri atlayan bir yaklaşım oluştu. Klasik yaklaşım bugün hala bu kesimlere belli bir kaygıyla yaklaşıyor ve hala dışlanmışlardan, mutlak kent yoksullarından, işsizlerden, ev kadınlarından söz ederken onları sınıfa dahil etmekte tereddüt eden bir eğilim var.
Şimdi biz yeni bir işçi sınıfı tanımıyla mı karşı karşıyayız? Tam olarak nasıl tanımlıyoruz işçi sınıfını? Putilov gibi güçlü vuruş noktaları bitti mi yoksa başka bir biçim alarak aslında genişledi mi? Tez-Koop-İş yayınlarından çıkan bir broşürünüzde bütün bunlara değiniyordunuz…

Volkan Yaraşır: İşçi sınıfını şu temel ve genel noktalarla tanımlayabiliriz. Birincisi işgücünü satması ve karşılığında aldığı ücretle kendini ve ailesinin yaşamını sürdürmesidir. İkincisi mülksüz olmasıdır. Mülksüzlük, ev, araba ve benzeri şeylere sahip olması değildir. Mülksüzlük, üretim araçlarına sahip olup olmamasıdır. Üçüncüsüyse Türkiye solunun ve Avrupa solunun es geçtiği, sınıf kültürüdür. Sınıfın kültürünü kısaca şöyle açıklayabiliriz: Sorunları ortak olan insanların, sorunları çözme yolları da ortaktır. Bu durum sınıfın paylaşma ve dayanışma ilişkisine dayanan kültürünün mayalandığı zemini yaratır. Yani paylaşma ve dayanışma ilişkisi sınıfın ontolojisine aittir ve içseldir.
Okuduğunuz broşür uzun bir zaman önce kaleme alındı. Çalışmada yalnızca kapsamından dolayı sendikal kriz incelenmişti. Bugünün sorununun tek başına sendikal kriz olduğunu düşünmüyorum. Temel problem sınıfın yeniden yapılanmasıdır. Sendikal kriz bu sorunun sadece bir boyutudur. Bugün bazı eğilimler sorunu sendikal kriz üzerinden tanımlıyor ve ona göre pozisyon alıyor. Böylesi bir yaklaşım sorunu kavramamak ve daraltmaktır. Eğer bir sendikal krizden bahsedilecekse, kriz tartışmasının tarihsel bir boyutu vardır. 1800’ler sendikaların ortaya çıktığı yıllar olduğu kadar, bir anlamda krizin de ortaya çıktığı yıllardır. Yani işin başından beri sendikalar bir taraftan devlet, öte taraftan sermaye tarafından manipüle edilmeye çalışılmıştır. Sendikaların sınıfın bağımsız ve öz örgütlenmeleri olması engellenmeye çalışılmış, sisteme angaje olması yönünde taktikler izlenmiştir. Eğer sendikal kriz ya da formun tartışması yapılacaksa sorunun kökleri tarihseldir.
Sınıfın profilindeki değişime ilişkin bir şeyler söylemek gerekirse; 1970’ler kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinin ifadesi oldu. Bu bir anlamıyla yeni sermaye birikim rejimiydi ve kapitalizmin krizini gösteriyordu. Bu kriz ve bugüne yansımaları değişik tanımlamalarla açıklanabilir. Mahir’in bunalım dönemleri sistematiği geliştirilerek, 4. bunalım dönemi diyebileceğimiz gibi, Mandel’in uzun dalga teorisiyle de bir şeyler açıklayabiliriz. Kanımca bu tür kavramlaştırmalar tek başına çok fazla mana taşımıyor. Evet ortada kapitalizmin bir krizi var ve bu krizi aşmak için sermaye iki temel yöntem geliştiriyor. Birincisi kar oranlarını kompleks bir şekilde yükseltme stratejisidir. İkincisi sınıfın siyasal, ekonomik her düzeydeki örgütlülüğünü dağıtmaktır.
Bu durum bir yanıyla da sınıflar mücadelesinde yeni bir momentin simgesidir ya da birçok momentin iç içe geçtiği bir momentum durumudur.
Artık karşımızda geleneksek bir işçi sınıfı yok. Sınıfın organik birliği parçalanmıştır. Sınıf son dedece amorfe ve katmanlaşmış bir özellik gösteriyor. Ama buna karşın tarihin gördüğü en büyük proleterleşme dalgası yaşanıyor. Sizin de belirttiğiniz gibi Putilov fabrikası, yeni biçimlerle kendini gösteriyor. Artık dünya küresel bir fabrika ya da dünya Putilov fabrikası oldu. Somut bir örnek vermek gerekirse, organize sanayi bölgeleri yani farklı sektörleri içinde taşıyan, yüzlerce atölyenin olduğu, binlerce işçinin çalıştığı bu alanlar artık yeni Putilov’lardır. Putilov, fordist fabrikayı simgeliyorsa post-fordist fabrikaları da organize sanayi bölgeleri simgeliyor. Putilov’da binlerce işçinin sorunları ortaktı, ortak bir ruh haline sahipti ve nabızları ortak atıyordu. Putilov emek ve sermaye çelişkisinin yaşandığı en yoğun odaktı. Bir yerde soruna müdahale ettiğinizde binlerce işçi sokağa dökülebiliyordu.
Yeni süreçte sınıfın katmanlaşması ve amorfe olmasından dolayı bunu yapmak pek olanaklı değil. Dünyanın küresel fabrikaya dönüşmesiyle birçok olanakların doğmasına rağmen bir dizi ciddi sorunlar da yaşanmakta. Örneğin şu an elimizdeki cep telefonlarını ele alalım. Nokia Finlandiya orijinli bir şirket. Bu cep telefonunun şarjı Çin’de yapılıyor. Diğer mekanizmalar Macar yapımı. Beklide bir başka ülkede monte ediliyor ve Türkiye’de de pazara sunuluyor. Benzer bir şeyi Benetton için de söyleyebiliriz. Aslında Benetton denilen şey İtalya’da bir tasarım merkezi. Bütün ürünleri Kuzey Afrika ve Uzak Asya’da üretiliyor. Yani bu süreç bir yanıyla üretim tekniklerinde bir dizi değişiklikleri gösterdiği gibi, sınıfın profilinde de değişimlere ve farklılıklara işaret ediyor. Bu da yeni mücadele ve örgütlenme yöntemleri bulmayı zorunlu kılıyor.
Sınıfın katmanlaşması ve organik birliğini kaybetmesi ve atomize oluş sürecine bağlı olarak, sınıfın bazı kesimlerini “dışlanmışlar” gibi tanımlamalarla açıklamak süreci anlamamaktır. Bilinçli tercih edilen bu melez kavramlar, ne yapılırsa yapılsın sınıf gerçekliğini örtemez. Günde birkaç Dolarla yaşayan, dünya çapında yayılan bu kesimler, her şeyden önce ya işsiz, ya marjinal sektörde çalışan ya da sokak işçileridir. Kısacası bu kesimler sahici ve gerçek işçi sınıfının organik parçalarıdır. Her ne kadar “post-modern çağda” yaşandığı iddia edilse de, Dünyayı Sarsan On Gün’de söylendiği gibi ortada iki antagonist sınıf var ve bu iki antagonist sınıf içinde tarafını ve yerini belirlemelisin. Yani ya tarafsın ya da bertaraf olacaksın. “Katı olan her şeyin buharlaştığı” çağda, ironik gibi gözüküyor ama her şey bu kadar katı ve bu kadar gerçek.

SB: Peki sınıfın bu katmanlaşmasının yarattığı sorunlar ne? Ve bu katmanlaşma süreci ve şekilsizlik nasıl aşılacak?

VY: Sınıfın katmanlaşması ve şekilsizliğini aşmak, sınıfın yeniden organik birliğini sağlayacak yeni örgütlenme, mücadele, araç ve yöntemlerinin yaratılmasıyla mümkündür. Özellikle taban örgütlenmeleri sınıfın yeniden şekillenmesi ve yeniden yaratılmasının temel örgütlenme biçimidir.

SB: Sizin Post-Fordist fabrikalar dediğiniz alanlarda neler yapılabilir ve neler yapılmalı?

VY: Bu bir kavramlaştırma. Yeni dönem fabrika tipini anlatmak için yapılan bir vurgu. Anlatılmak istenen tek bir işkoluna bağlı, içinde binlerce işçinin çalıştığı fabrikaların giderek kapandığıdır. Bunların yerine organize sanayi bölgelerinde olduğu gibi içinde birçok sektörün bulunduğu 10 binlerce işçinin çalıştığı, ağırlıkla atölye ya da küçük ölçekli işyerleri yayılıyor. Bu alanlarda sınıfı örgütlemede ve mücadelesini geliştirmede son derece problemler yaşanıyor. Bu problemi aşmak sınıfın 24 saatine müdahale eden örgütlenmeleri yaratmaktan geçiyor. Bu sınıfın geneli için de geçerli. 7/24 diye formüle ettiğim, yani sınıfın 7 gününü ve 24 saatini hedef alan ama fabrika ya da işyeri esaslı hareket eden örgütlenmeler yaratmalıyız. Bu örgütlenmeler aynı zamanda yaşam alanına ve boş zamana müdahale edecektir. Böylesine çok yönlü bir faaliyeti ancak taban örgütlenmeleri gerçekleştirebilir.

SB: Zaten “total örgütlenme” diye tanımladığınız şey de biraz böyle olmalı. Bütün bu alanları yaşam alanlarıyla birlikte kurgulayan, sendikayı eve-evi sendikaya taşıyan bir yaklaşım. Buralar gerçekten büyük fabrikalar gibi ama bölünmüş ve hemşerilikten dini inançlara kadar çok çelişkilerle dolu “fabrika”lar…
Ama bir de örneğin küçük atölyelerde işçilerin patronlarıyla yanılsamalı bir kader birliği atmosferi yok mu? Bu patronların çoğu kritik sınırlarda üretim yapan adamlar ve küçük bir işçi kıpırdanması tümden batmayı getirebiliyor. Bunu nasıl çözeceğiz? Bir röportajınızda sınıf bilincinin birkaç aşamasından söz ediyordunuz. Şu anda maalesef birincisindeyiz herhalde; yani insanlara işçi olduğunu anlatma aşaması…

VY: Bu örnekler ağırlıkla tekstil işkolunda ve bazı marjinal kesimlerde gözüküyor. Bir yanıyla bu ilişkiye patron-kliyent ilişkisi de denilebilir. Aslında bu tanımlama toprak rejimine ilintili bir tanımlama. Himayeciliği içeriyor. Belirttiğiniz olgunun çok fazla yaygın olduğunu düşünmüyorum. Patron-kliyent ilişkisi bugün daha kapsamlı ve Çin çalışma rejiminin bir enstrümanı olarak devreye sokuluyor.
Total örgütlenmeye geçersek bu kavramı çalışma, yaşam alanı ve boş zamanı örgütleme diyalektiği içinde kullanmıştım.
2006 verilerine göre Türkiye’de işçi olarak değerlendirebileceğimiz 13 milyon ücretli var. 6 milyon da işsiz bulunuyor. Yani Türkiye’de işsiz işçilerin ve işçilerin toplam sayısı 19 milyonu buluyor. İşçi sendikalarına üye işçilerin gerçek sayısı 500 bini geçmiyor. Yani sınıfın % 5’i tırnak içinde bir örgütlülüğe sahip. Bu yapılar ağırlıkla bürokratik ve korparatist örgütlenmelerdir. Yani sınıfın % 95’inin hiçbir örgütlülüğü yok. Güvencesiz işçilerin oranı ise sınıfın % 65’ini buluyor. İşte bugünün sorunu sınıfın bütün kesimlerini içine alan, katmanlaşmalarını aşan, şekilsizliğini ortadan kaldıran bir sürecin önünü açmaktır. Ancak sınıf taban örgütlenmeleri tarzında ve total örgütlenmeyi esas alan çalışmalarla şekillenebilir, organik birliğini sağlayabilir.

SB: Yani sınıfın tamamına ilişkin bir proje geliştirilmeli diyorsunuz, bu nasıl olacak ve bugün sınıfın yaşadığı bilinç ve kimlik sorunu nasıl aşılacak? Üst kimlik ve alt kimlik kavramlarından bahsediyorsunuz, bunları biraz açar mısınız?

VY: Şöyle söyleyebilirim, Sınıf kimliği üst kimlik olarak en başta saydığım üç parametreye bağlı. Üst kimlik, sosyolojik olarak tanımlarsak sübjektif kimliktir ve iradeyle oluşturulur. Ekmek davası ve kavgası içinde şekillenir. Bir de anamızdan ve babamızdan aldığımız, doğarken aldığımız kimlikler var. Bu kimliklere alt kimlik ya da yine sosyolojik açıdan objektif kimlik diyebiliriz. Yani kişinin etnik, dini, mezhebi kimlikleri, dil, renk, geleneksel özellikleri.
Sermayenin ve siyasi fraksiyonlarının etki kurduğu, nüfuz ettiği alanlar sınıfın alt kimlikleridir. Buradan ve hassas noktalardan politikalar geliştirirler. Bu noktalar sınıfın bölündüğü, parçalandığı ve kolayca manipüle edildiği kimliklerdir. Eğer sınıfı kendi üst kimliğiyle kavrayamazsak ve harekete geçiremezsek, alt kimlikleri bir gökkuşağı ve güzellik olarak anlatamazsak, egemenler sınıfı kolayca ehlileştirir ve ıslah edebilir. Hatta sermayenin ihtiyaçları için kullanabilir ya da kendi içinde yaşadıkları çatışkı ve çelişkilere tabi kılabilir. Bugün laik, anti-laik ve Türk-Kürt kutuplaşmalarının altında yatan budur. Biliyorsunuz devrim sokaktan gelir ama faşizm ve gericilik de sokaktan gelir. Şoven dalganın bugün sınıf bilincini kirletmesinin nedenini buralarda aramak gerekir.
Şimdi tekrar başa döndüğümüzde problem şudur; yaşanan büyük proleterleşme dalgasında, sınıfın bütün katmanlarını, işsizleri, güvencesiz işçileri, sokak ve marjinal sektörde çalışan işçileri, sendikalı işçileri, entelektüel işçileri kavrayacak bir örgütlenmeyi nasıl ve ne şeklide yaratacağız. Bu süreç bir yanıyla ideolojik-teorik, pratik-politik yenilenmeyi, Rönesans’ı zorunlu kılıyor. Yani sınıflar mücadelesinin yeni bir momentini yaşıyoruz ve bu momente uygun donanmalıyız. Kısaca sınıflar mücadelesinin kendisi Rönesans’ı zorunlu kılıyor.
Uluslararası sınıf mücadelesinin yeni sentezi 21. yüzyılın komünizme giden yolunu gösterecek.
Sorun işçi sınıfının kurucu öznesi olduğu bir komünizm mi istiyoruz yoksa sınıf sadece bir vurgudan mı ibaret. Mesela bazı arkadaşlarımız varoşa vurgu yapıyor. Ama orada görüyorlar ki çarpıştıkları ya da ilişki kurdukları her kişi ya işsiz, ya güvencesiz ya da atölyede çalışan bir işçi. Arkadaşlar tersten ve zorunlu olarak sınıf üzerine düşünmeye başlıyorlar. Daha açık bir ifadeyle sınıfı nesneler yığını olarak görüyorlar ve sınıfın yıkıcı gücünü ne kavramışlar ne de buna inançları var. Problem komünizme bakış ve algılanışta, ideolojik ve politik hatta… Bugün bütün çalışmalar sınıf eksenli ve sınıfın yeniden yapılanması esaslı yürütülmelidir. Kanımca bu ayrıştırıcı bir özelliktir ve ideolojik-politik hattın turnusolüdür.
Eğer biz sınıfın yeniden yapılanmasının zorunlu bir koşul ve süreç olduğunu kabul ediyorsak, bu aynı zamanda öncünün yeniden yapılanmasıdır.

SB: Ağrı kesiciler yetmiyor…

VY: Evet, yani sendikal kriz süreci tanımlayacak bir şey değil. Burada sorun, öncünün yenilenmesidir. Parti anlayışı, tarih tezi, mücadele anlayışı, çalışma tarzı ve örgütlenme tarzı vb…
Türkiye solu açısından başka bir arka plan var. Rus Devrimine ve Lenin’e dönersek bunu daha kolay anlatabilirim. Yıl 1894, Lenin Halkın Dostları Kimlerdir’i yazıyor ve arkasından 1896’da Rusya’da Kapitalizm’i kaleme alıyor. Ve bu çalışmalarında narodnizmin “muazzam” ideolojik hegemonyasını kırmaya çalışıyor. Bu iki kitabı bir tarih tezi olarak da okuyabilir, tanımlayabiliriz. Narodnik hareket, Rusya’nın kendi özgünlüğünde kapitalizmi yaşamadan köy komünlerine dayanarak komünizme geçilebileceği savı ya da teorik sofistikasyonuyla hareket ediyor. Hatta bu sistematik Marks ve Engels’in onayını almış durumda. Narodnik lider Tkacev, Marks ve Engels’le yazışıyor. Marks, “ Avrupa’da devrimlerin gerçekleşmesiyle Rusya’nın (kendi özgünlüğünde) kapitalizmi yaşamadan komünizme geçebileceği”ni öne sürüyor. Kısaca narodnikler iki büyük otoritenin onayını alarak, müthiş bir hegemonya kurmuşlar. Hatta bu hegemonya narodnizmin, narodniklerin fedakarlık, inanç, kararlılık, mücadele azmiyle birleşmesiyle daha da güçleniyor. Rusya’da siyasal arena bu hegemonyanın altında. Lenin ısrarla işçi sınıfını işaret ediyor ve Rusya’da kapitalizmin gelişme dinamiklerini gösteriyor. Daha sonra son derece sert hesaplaşacağı ekonomistlerle ve legal Marksistlerle ortak hareket ederek narodnizmin hegemonyasını kırmaya çalışıyor. Lenin Rusya’da komünizme giden yolun işçi-köylü diktatörlüğü olduğunun altını çiziyor. Her şartta devrimin imkanını arayarak, sınıfta örgütlenmeyi işaret ediyor ve sınıfın partisinin yaratılmasının acil önemine vurgu yapıyor.
Türkiye’ye geldiğimizde durum şu: Sanayi proletaryasının ortaya çıkışı 1800’lerin ilk çeyreğine tekabül ediyor. Ondan önce lonca sistemi; usta-çırak ilişkisine dayanan, ataerkil kültürün hakim olduğu, patron ve işçi ilişkisinden oldukça farklı olan çalışma ilişkileri var. 1835’te ilk fabrikanın (Feshane Fabrikasının) kuruluşu gerçekleşiyor. Ben 1835 ile 1960 arasını, yanı yaklaşık 125 yıllık süreci, işçi hareketinin uzun mayalanma dönemi olarak görüyorum. Özellikle 1960’lar. Sınıf hareketinin en kritik momenti oldu. Yine 1960’ların Türkiye kapitalizminin önemli bir momenti olduğu unutulmamalıdır. Bu yıllar sınıfın toplumsal ve maddi bir güç olarak ortaya çıktığı dönemdir. 100 bin kişinin katıldığı Saraçhane mitingi, ilk kitlesel karşı duruş olarak önem taşır. Ardından 1963 Kavel grevi geliyor. Yani sınıf koparak kopara alma pratiğini ve geleneğini inşa ediyor. Anayasal hak olan ama yasal düzenlemesi olmayan grev hakkını sınıf fiilen Kavel’le kullanıyor. Yaptığı yasadışıdır ama anayasal haktır. Sınıfın şekillenmesinin göstergesidir. Tam bu noktadan Ecevit ortaya çıkar. Bu geleneğin kırılması için yasal düzenlemeler yapılır ve yasaya sermayenin grevi olan lokavt hakkı eklenir. Daha sonra Kozlu, Paşabahçe grevleri yaşanır. Paşabahçe sınıfın kendi sendikasını aramasının bir göstergesidir. Ardından bürokratik ve korparatist sendikal anlayıştan kopuş gerçekleşir ve Disk kurulur (1967).
1968-1969’da bana göre Türkiye işçi hareketinin en geri ve militan eylemleri gerçekleşir: Fabrika işgal eylemleri… Derby, Sungurlar, Gamak, Demirdöküm gibi son derece sert fabrika işgal eylemleri yapılır. Bu fabrikalar 66. tugaya bağlı tanklarla ve askerlerle sarılır, polisle tekrar tekrar açık çatışmalar yaşanır. Her şeyden önce kapitalizmin ruhu olan özel mülkiyet ve burjuva hukuku ayaklar altındadır. Sınıfın kendiliğindenci bir şekilde yapacağı en üst eylem fabrika işgal eylemleridir. Ve ardından, o büyük dalga 15-16 Haziran genel direnişi gelir. Ayrıca sınıf aynı dönemde nasıl bir dünya istediğini Alpagut ve Günterm özyönetim deneyimiyle gösterir. Yani sınıf hareketi 1969-1970 arasında her fırsatta ve özellikle fabrika işgal eylemleri, özyönetim pratikleri ve muazzam 15-16 Haziran ayağa kalkışıyla devrimci güçlere “ben buradayım, beni gör” demiştir. Ama bana sorarsanız o ses solun ana akımları tarafından yeterince duyulmadı. Bu dalganın önemi ve yıkıcı gücü kavranamadı. Sınıfla yalnızca dirsek temasları kuruldu ama onu kavrama ve onunla bütünleşme ve ona göre şekillenme gerçekleşmedi. Öncü, mayalanacağı, şekilleneceği ortaya çıkacağı yeri es geçti.

SB: Günümüze doğru geldiğimizde, bu mevcut tablodaki işçi sınıfı katmanlarını nasıl örgütleyeceğiz? Ayrıca bir de tekellerin politik şehirlerden, metropollerden Bozüyük, Manisa, vb. gibi yerlere geçişi var. Buraları köle barakalarına döndürüldü. Örneğin Manisa Vestel böyledir. Ve tabii bu bölgelerin soldan temizlenmesi için faşist bir faaliyet de var. Bu kadar parçalı bir yapıda nasıl çalışılmalı?

VY: Bu havzaları kısaca şöyle sıralayabiliriz: Trakya-Çorlu bölgesi, İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakasında bazı bölgeler, Gebze-Kocaeli hattı, Bursa, Manisa-İzmir hattı, Eskişehir-Bozüyük, Denizli, Kayseri, Çukurova-Mersin, Antep, Maraş, Adıyaman gibi… Yani 7-8 tane geniş işçi havzaları bulunuyor. Bu bölgeler öncünün ve devrimin mayalanacağı bölgeler olarak düşünülmeli. İşçi sınıfı eksenli bir toplumsal projemiz varsa bu bölgelerde olmak, yaşamsal önem taşıyor.
Örnek verdiğiniz Manisa bölgesi ve Vestel aslında bizim yeni dönemde yapmamız gerekenleri ortaya koyuyor. Uluslararası işçi hareketi deneyimlerinin bu gelişmeye bir dizi cevabı var. Yeter ki sınıftan öğrenme esas alınsın. Bildiğiniz gibi Manisa organize sanayinin beyni Vestel’dir. Ve havzada 20-30 bin işçi çalışmaktadır.
1968 küresel ayağa kalkışı genellikle öğrenci-gençlik eylemi olarak görülür. Aslında son derece belirgin işçi eylemleri, hatta Fransa ve İtalya’da devrimci durumlar yaşanmıştır. İşçi konseyleri kurulmuştur. 1968 pratiği içinden çıkan iki deneyimin, grev tarzının bu gibi alanlarda son derece önem taşıdığına inanıyorum. Biri zincirleme grev, diğeri ise satranç grevidir. Satranç grevi örneğin Manisa’ya uygun bir deneyimdir. Manisa organize sanayinin “şahı” Vestel’dir. O zaman yapılması gereken şahı kuşatmaktır. Ve şahı mat etmektir. Vestel sökülürse, ya da örgütlenirse bütün organize sanayi örgütlenebilir. O zaman odak ne olmalıdır? Vestel’i örgütlemek. Bütün güçle buraya bastırmak gerekir. İşte burada “Bolşevik ajanlara” ihtiyaç var. Vestel ancak Bolşevik ajanlarla kuşatılabilir ve örgütlenebilir. O zaman sorun sınıfla aynı havayı paylaşmak, onlardan biri olmak, fabrika eksenli çalışmayı esas almaktır. 21. yüzyılın Bolşevizm’i buralarda ancak inşa olabilir. Ayrıca yukarıda söz ettiğimiz zincirleme grev ve direnişler de yöntem olarak kullanılabilir, yani bir yerde başlayan grevin senkronize yayılması. Bunu hedefleyen bir örgütlenme, çalışma tarzını önümüze koymak başlangıç olacaktır.

SB: Yani yasallık değil, meşruiyet esas alınma. Bu taban örgütlenmeleri için de geçerli galiba. Ayrıca taban örgütlenmeleri üzerine başka neler söyleyebiliriz?

VY: Evet meşruiyet, yasallıkla alakası yok. Meşruiyeti ve radikalliği esas alan bir tarz. Taban örgütlenmeleri son derece esnek, her alanda, çeşitli biçimlerde kurulabilecek, somut sorunlardan hareketle sınıfın kolektif gücünü, iradesini, aklını ve ruhunu ortaya çıkaran örgütlenmelerdir. Bu işsizlerin kurduğu işsiz komiteleri olacağı gibi, sendikalaşma şansı olmayan atölyelerde atölye komiteleri, biraz daha büyükse site komiteleri şekline kendini dışa vurabilir. Sendikalaşma şansının olduğu yerlerde adı sendika komiteleri, bürokratik ve korparatist sendikalarda adı işyeri komiteleri olabilir. Grev anında grev komitelerine, toplusözleşme döneminde toplusözleşme komitelerine dönüşebilir. Sorun sınıfın kolektif gücünü ve iradesini yaratmak ve açığa çıkartmaktır. Sınıfın her katmanını, en örgütsüz kesimlerini bile taban örgütlenmeleri şeklinde örgütleyebiliriz. Bu örgütlenmeler dönemsel ve gelip geçici karakterdedir. Yani doğarlar bir müddet sonra sönümlenirler, sonra tekrar doğar ve tekrar sönümlenirler. Fakat bu süreç sınıfa şu bilinci verir: “Örgütlüysen her şeysin, örgütsüzsen hiçbir şeysin.” Sınıf bu birikimlerle şekillenir. Sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde içerikleri değişir. Devrimci durumlarda geçirdiği yapı değişikliğine bağlı olarak Sovyetlere ve konseylere dönüşür.
Yine Ekim Devrimi referansıyla konuşursak, kökleri 1870’lere Bund’un yarattığı örgütlenmelere dayanan, 1896-1897 büyük kitle grevlerinde yeniden ortaya çıkan grev komiteleri, işçi temsilcileri, grev sandıkları tipik taban örgütlenmeleridir. Rus işçi hareketi 1900’lerin başında hızla siyasallaşmıştır. Çarlık hemen önlemini alır. 1903 Zubatov’cu polis sendikaları ve 1904-1905 Gaponist dernekler sınıfın siyasallaşmasını engellemeyi, sınıfı salt ekonomik mücadele içine hapsetmeyi amaçlamıştır, ama dipten gelen dalga engellenememiştir. Kanlı Pazar’dan başlayan süreç çar efsanesine son verirken, 1905 devriminin habercisi olmuş, başlayan dalgasal grevlerle birlikte taban örgütlenmeleri yeniden ortaya çıkmıştır. Devrimci durum ve sınıf hareketinin olağanüstü gelişmesi bu yapıların birkaç ay içinde Sovyetlere dönüşmesini sağlamıştır.
Kısacası taban örgütlenmeleri bizim nasıl bir komünizm istediğimizin cevabı ve güncel ifadesidir. Sınıfın kendi kurtuluşunun kendi eseri olacağına inanıyorsak, taban örgütlenmeleri bugünden yarını kurma çabası ve pratiğidir. Sınıfın mücadele organı, ortak düşünmesi, ortak hareket etmesi ve ortak vurmasıdır.

SB: Son olarak 1 Mayıs’a geliyoruz…

VY: 2007’de Hrant Dink’in cenazesinde yaşanan büyük kitle gösterisi Taksim’e çıkışın zeminleri oldu. Hava-İş’in grev ısrarı sınıfa moral verdi ve ardından Telekom grevi başladı. Telekom grevi son yılların en büyük grevi olarak dikkat çekti. 44 gün süren grev, birçok kişinin unuttuğu sınıf mücadelesini herkese hatırlattı. Ve işçi sınıfının mücadelesindeki bir yükselişi işaretledi. Ardından Novamed geldi. tam bu sırada başta Yunanistan, Almanya, Macaristan ve Fransa’daki sosyal yıkım politikalarına ve hak gasplarına karşı gerçekleşen grevler yeni bir dönemin habercisi oldu. Tekel işçilerinin özelleştirmeye karşı direnişleri giderek radikalleşti. Davutpaşa ve Tuzla’daki katliamlar işçi sınıfının sorunlarının politik gündemde tartışılmasına neden oldu. Yerelden güç alarak gelişen 14 Mart eylemi belki de neo-liberal politikalara karşı son 25 yılın en büyük eylemi olarak öne çıktı. Siyasal iktidar bürokratik ve korparatist konfederasyonların desteğini alarak sınıfın bu reaksiyonlarını soğukkanlı bir şekilde absorbe etmeyi istedi. Ama 1 Nisan ve 6 Nisan eylemleri sınıfın gücünü yeniden ortaya koydu. Türkiye işçi sınıfı bütün bu birikimlerle 2008 1 Mayıs’ına çıkıyor. 2008 yılının sınıf mücadelesi açısından son derece kritik bir yıl olacağını düşünüyorum. Eğer 14 Mart, Tekel direnişi, Novamed ve Telekom arasında diyalektik bağı kurabilirsek, 1 Nisan ve 6 Nisan inadımızı sürdürebilirsek, 1 Mayıs’ta gücümüzü ortaya koyabilirsek 2008’de krizle birlikte gelecek olası büyük kapışmaya hazır olabileceğimizi düşünüyorum. 1 Mayıs bizi 2 Mayıs ve sonrasına hazırlayacaktır.


.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19