Sosyalist Barikat: Bildiğiniz gibi
solda çok uzun süre Rus Devrimi süreçlerinde sahaya
indiğinde sonucu belirleyen Putilov Fabrikası
örneği geçerliydi. Yani büyük fabrikalarda toplu
halde üretim yapan büyük işçi kitlelerinin toplu
hareketi… Bunun siyasetteki yansıması ise büyük
sendikal federasyonlar üzerinde etkili olan Komünist
Partilerinin tarzıydı. Bizde de 1960-70’lerde
böyle büyük fabrikaların ve havzaların örnekleri
vardır. Ancak böylece işçi sınıfının tanımında
büyük sanayi işçisini dikkate alırken diğer kesimleri
atlayan bir yaklaşım oluştu. Klasik yaklaşım bugün
hala bu kesimlere belli bir kaygıyla yaklaşıyor
ve hala dışlanmışlardan, mutlak kent yoksullarından,
işsizlerden, ev kadınlarından söz ederken onları
sınıfa dahil etmekte tereddüt eden bir eğilim
var.
Şimdi biz yeni bir işçi sınıfı tanımıyla mı karşı
karşıyayız? Tam olarak nasıl tanımlıyoruz işçi
sınıfını? Putilov gibi güçlü vuruş noktaları bitti
mi yoksa başka bir biçim alarak aslında genişledi
mi? Tez-Koop-İş yayınlarından çıkan bir broşürünüzde
bütün bunlara değiniyordunuz…
Volkan Yaraşır: İşçi sınıfını şu
temel ve genel noktalarla tanımlayabiliriz. Birincisi
işgücünü satması ve karşılığında aldığı ücretle
kendini ve ailesinin yaşamını sürdürmesidir. İkincisi
mülksüz olmasıdır. Mülksüzlük, ev, araba ve benzeri
şeylere sahip olması değildir. Mülksüzlük, üretim
araçlarına sahip olup olmamasıdır. Üçüncüsüyse
Türkiye solunun ve Avrupa solunun es geçtiği,
sınıf kültürüdür. Sınıfın kültürünü kısaca şöyle
açıklayabiliriz: Sorunları ortak olan insanların,
sorunları çözme yolları da ortaktır. Bu durum
sınıfın paylaşma ve dayanışma ilişkisine dayanan
kültürünün mayalandığı zemini yaratır. Yani paylaşma
ve dayanışma ilişkisi sınıfın ontolojisine aittir
ve içseldir.
Okuduğunuz broşür uzun bir zaman önce kaleme alındı.
Çalışmada yalnızca kapsamından dolayı sendikal
kriz incelenmişti. Bugünün sorununun tek başına
sendikal kriz olduğunu düşünmüyorum. Temel problem
sınıfın yeniden yapılanmasıdır. Sendikal kriz
bu sorunun sadece bir boyutudur. Bugün bazı eğilimler
sorunu sendikal kriz üzerinden tanımlıyor ve ona
göre pozisyon alıyor. Böylesi bir yaklaşım sorunu
kavramamak ve daraltmaktır. Eğer bir sendikal
krizden bahsedilecekse, kriz tartışmasının tarihsel
bir boyutu vardır. 1800’ler sendikaların ortaya
çıktığı yıllar olduğu kadar, bir anlamda krizin
de ortaya çıktığı yıllardır. Yani işin başından
beri sendikalar bir taraftan devlet, öte taraftan
sermaye tarafından manipüle edilmeye çalışılmıştır.
Sendikaların sınıfın bağımsız ve öz örgütlenmeleri
olması engellenmeye çalışılmış, sisteme angaje
olması yönünde taktikler izlenmiştir. Eğer sendikal
kriz ya da formun tartışması yapılacaksa sorunun
kökleri tarihseldir.
Sınıfın profilindeki değişime ilişkin bir şeyler
söylemek gerekirse; 1970’ler kapitalizmin yeniden
yapılanma sürecinin ifadesi oldu. Bu bir anlamıyla
yeni sermaye birikim rejimiydi ve kapitalizmin
krizini gösteriyordu. Bu kriz ve bugüne yansımaları
değişik tanımlamalarla açıklanabilir. Mahir’in
bunalım dönemleri sistematiği geliştirilerek,
4. bunalım dönemi diyebileceğimiz gibi, Mandel’in
uzun dalga teorisiyle de bir şeyler açıklayabiliriz.
Kanımca bu tür kavramlaştırmalar tek başına çok
fazla mana taşımıyor. Evet ortada kapitalizmin
bir krizi var ve bu krizi aşmak için sermaye iki
temel yöntem geliştiriyor. Birincisi kar oranlarını
kompleks bir şekilde yükseltme stratejisidir.
İkincisi sınıfın siyasal, ekonomik her düzeydeki
örgütlülüğünü dağıtmaktır.
Bu durum bir yanıyla da sınıflar mücadelesinde
yeni bir momentin simgesidir ya da birçok momentin
iç içe geçtiği bir momentum durumudur.
Artık karşımızda geleneksek bir işçi sınıfı yok.
Sınıfın organik birliği parçalanmıştır. Sınıf
son dedece amorfe ve katmanlaşmış bir özellik
gösteriyor. Ama buna karşın tarihin gördüğü en
büyük proleterleşme dalgası yaşanıyor. Sizin de
belirttiğiniz gibi Putilov fabrikası, yeni biçimlerle
kendini gösteriyor. Artık dünya küresel bir fabrika
ya da dünya Putilov fabrikası oldu. Somut bir
örnek vermek gerekirse, organize sanayi bölgeleri
yani farklı sektörleri içinde taşıyan, yüzlerce
atölyenin olduğu, binlerce işçinin çalıştığı bu
alanlar artık yeni Putilov’lardır. Putilov, fordist
fabrikayı simgeliyorsa post-fordist fabrikaları
da organize sanayi bölgeleri simgeliyor. Putilov’da
binlerce işçinin sorunları ortaktı, ortak bir
ruh haline sahipti ve nabızları ortak atıyordu.
Putilov emek ve sermaye çelişkisinin yaşandığı
en yoğun odaktı. Bir yerde soruna müdahale ettiğinizde
binlerce işçi sokağa dökülebiliyordu.
Yeni süreçte sınıfın katmanlaşması ve amorfe olmasından
dolayı bunu yapmak pek olanaklı değil. Dünyanın
küresel fabrikaya dönüşmesiyle birçok olanakların
doğmasına rağmen bir dizi ciddi sorunlar da yaşanmakta.
Örneğin şu an elimizdeki cep telefonlarını ele
alalım. Nokia Finlandiya orijinli bir şirket.
Bu cep telefonunun şarjı Çin’de yapılıyor. Diğer
mekanizmalar Macar yapımı. Beklide bir başka ülkede
monte ediliyor ve Türkiye’de de pazara sunuluyor.
Benzer bir şeyi Benetton için de söyleyebiliriz.
Aslında Benetton denilen şey İtalya’da bir tasarım
merkezi. Bütün ürünleri Kuzey Afrika ve Uzak Asya’da
üretiliyor. Yani bu süreç bir yanıyla üretim tekniklerinde
bir dizi değişiklikleri gösterdiği gibi, sınıfın
profilinde de değişimlere ve farklılıklara işaret
ediyor. Bu da yeni mücadele ve örgütlenme yöntemleri
bulmayı zorunlu kılıyor.
Sınıfın katmanlaşması ve organik birliğini kaybetmesi
ve atomize oluş sürecine bağlı olarak, sınıfın
bazı kesimlerini “dışlanmışlar” gibi tanımlamalarla
açıklamak süreci anlamamaktır. Bilinçli tercih
edilen bu melez kavramlar, ne yapılırsa yapılsın
sınıf gerçekliğini örtemez. Günde birkaç Dolarla
yaşayan, dünya çapında yayılan bu kesimler, her
şeyden önce ya işsiz, ya marjinal sektörde çalışan
ya da sokak işçileridir. Kısacası bu kesimler
sahici ve gerçek işçi sınıfının organik parçalarıdır.
Her ne kadar “post-modern çağda” yaşandığı iddia
edilse de, Dünyayı Sarsan On Gün’de söylendiği
gibi ortada iki antagonist sınıf var ve bu iki
antagonist sınıf içinde tarafını ve yerini belirlemelisin.
Yani ya tarafsın ya da bertaraf olacaksın. “Katı
olan her şeyin buharlaştığı” çağda, ironik gibi
gözüküyor ama her şey bu kadar katı ve bu kadar
gerçek.
SB: Peki sınıfın bu katmanlaşmasının
yarattığı sorunlar ne? Ve bu katmanlaşma süreci
ve şekilsizlik nasıl aşılacak?
VY: Sınıfın katmanlaşması ve şekilsizliğini
aşmak, sınıfın yeniden organik birliğini sağlayacak
yeni örgütlenme, mücadele, araç ve yöntemlerinin
yaratılmasıyla mümkündür. Özellikle taban örgütlenmeleri
sınıfın yeniden şekillenmesi ve yeniden yaratılmasının
temel örgütlenme biçimidir.
SB: Sizin Post-Fordist fabrikalar dediğiniz
alanlarda neler yapılabilir ve neler yapılmalı?
VY: Bu bir kavramlaştırma. Yeni dönem
fabrika tipini anlatmak için yapılan bir vurgu.
Anlatılmak istenen tek bir işkoluna bağlı, içinde
binlerce işçinin çalıştığı fabrikaların giderek
kapandığıdır. Bunların yerine organize sanayi
bölgelerinde olduğu gibi içinde birçok sektörün
bulunduğu 10 binlerce işçinin çalıştığı, ağırlıkla
atölye ya da küçük ölçekli işyerleri yayılıyor.
Bu alanlarda sınıfı örgütlemede ve mücadelesini
geliştirmede son derece problemler yaşanıyor.
Bu problemi aşmak sınıfın 24 saatine müdahale
eden örgütlenmeleri yaratmaktan geçiyor. Bu sınıfın
geneli için de geçerli. 7/24 diye formüle ettiğim,
yani sınıfın 7 gününü ve 24 saatini hedef alan
ama fabrika ya da işyeri esaslı hareket eden örgütlenmeler
yaratmalıyız. Bu örgütlenmeler aynı zamanda yaşam
alanına ve boş zamana müdahale edecektir. Böylesine
çok yönlü bir faaliyeti ancak taban örgütlenmeleri
gerçekleştirebilir.
SB: Zaten “total örgütlenme” diye tanımladığınız
şey de biraz böyle olmalı. Bütün bu alanları yaşam
alanlarıyla birlikte kurgulayan, sendikayı eve-evi
sendikaya taşıyan bir yaklaşım. Buralar gerçekten
büyük fabrikalar gibi ama bölünmüş ve hemşerilikten
dini inançlara kadar çok çelişkilerle dolu “fabrika”lar…
Ama bir de örneğin küçük atölyelerde işçilerin
patronlarıyla yanılsamalı bir kader birliği atmosferi
yok mu? Bu patronların çoğu kritik sınırlarda
üretim yapan adamlar ve küçük bir işçi kıpırdanması
tümden batmayı getirebiliyor. Bunu nasıl çözeceğiz?
Bir röportajınızda sınıf bilincinin birkaç aşamasından
söz ediyordunuz. Şu anda maalesef birincisindeyiz
herhalde; yani insanlara işçi olduğunu anlatma
aşaması…
VY: Bu örnekler ağırlıkla tekstil işkolunda
ve bazı marjinal kesimlerde gözüküyor. Bir yanıyla
bu ilişkiye patron-kliyent ilişkisi de denilebilir.
Aslında bu tanımlama toprak rejimine ilintili
bir tanımlama. Himayeciliği içeriyor. Belirttiğiniz
olgunun çok fazla yaygın olduğunu düşünmüyorum.
Patron-kliyent ilişkisi bugün daha kapsamlı ve
Çin çalışma rejiminin bir enstrümanı olarak devreye
sokuluyor.
Total örgütlenmeye geçersek bu kavramı çalışma,
yaşam alanı ve boş zamanı örgütleme diyalektiği
içinde kullanmıştım.
2006 verilerine göre Türkiye’de işçi olarak değerlendirebileceğimiz
13 milyon ücretli var. 6 milyon da işsiz bulunuyor.
Yani Türkiye’de işsiz işçilerin ve işçilerin toplam
sayısı 19 milyonu buluyor. İşçi sendikalarına
üye işçilerin gerçek sayısı 500 bini geçmiyor.
Yani sınıfın % 5’i tırnak içinde bir örgütlülüğe
sahip. Bu yapılar ağırlıkla bürokratik ve korparatist
örgütlenmelerdir. Yani sınıfın % 95’inin hiçbir
örgütlülüğü yok. Güvencesiz işçilerin oranı ise
sınıfın % 65’ini buluyor. İşte bugünün sorunu
sınıfın bütün kesimlerini içine alan, katmanlaşmalarını
aşan, şekilsizliğini ortadan kaldıran bir sürecin
önünü açmaktır. Ancak sınıf taban örgütlenmeleri
tarzında ve total örgütlenmeyi esas alan çalışmalarla
şekillenebilir, organik birliğini sağlayabilir.
SB: Yani sınıfın tamamına ilişkin bir
proje geliştirilmeli diyorsunuz, bu nasıl olacak
ve bugün sınıfın yaşadığı bilinç ve kimlik sorunu
nasıl aşılacak? Üst kimlik ve alt kimlik kavramlarından
bahsediyorsunuz, bunları biraz açar mısınız?
VY: Şöyle söyleyebilirim, Sınıf kimliği
üst kimlik olarak en başta saydığım üç parametreye
bağlı. Üst kimlik, sosyolojik olarak tanımlarsak
sübjektif kimliktir ve iradeyle oluşturulur. Ekmek
davası ve kavgası içinde şekillenir. Bir de anamızdan
ve babamızdan aldığımız, doğarken aldığımız kimlikler
var. Bu kimliklere alt kimlik ya da yine sosyolojik
açıdan objektif kimlik diyebiliriz. Yani kişinin
etnik, dini, mezhebi kimlikleri, dil, renk, geleneksel
özellikleri.
Sermayenin ve siyasi fraksiyonlarının etki kurduğu,
nüfuz ettiği alanlar sınıfın alt kimlikleridir.
Buradan ve hassas noktalardan politikalar geliştirirler.
Bu noktalar sınıfın bölündüğü, parçalandığı ve
kolayca manipüle edildiği kimliklerdir. Eğer sınıfı
kendi üst kimliğiyle kavrayamazsak ve harekete
geçiremezsek, alt kimlikleri bir gökkuşağı ve
güzellik olarak anlatamazsak, egemenler sınıfı
kolayca ehlileştirir ve ıslah edebilir. Hatta
sermayenin ihtiyaçları için kullanabilir ya da
kendi içinde yaşadıkları çatışkı ve çelişkilere
tabi kılabilir. Bugün laik, anti-laik ve Türk-Kürt
kutuplaşmalarının altında yatan budur. Biliyorsunuz
devrim sokaktan gelir ama faşizm ve gericilik
de sokaktan gelir. Şoven dalganın bugün sınıf
bilincini kirletmesinin nedenini buralarda aramak
gerekir.
Şimdi tekrar başa döndüğümüzde problem şudur;
yaşanan büyük proleterleşme dalgasında, sınıfın
bütün katmanlarını, işsizleri, güvencesiz işçileri,
sokak ve marjinal sektörde çalışan işçileri, sendikalı
işçileri, entelektüel işçileri kavrayacak bir
örgütlenmeyi nasıl ve ne şeklide yaratacağız.
Bu süreç bir yanıyla ideolojik-teorik, pratik-politik
yenilenmeyi, Rönesans’ı zorunlu kılıyor. Yani
sınıflar mücadelesinin yeni bir momentini yaşıyoruz
ve bu momente uygun donanmalıyız. Kısaca sınıflar
mücadelesinin kendisi Rönesans’ı zorunlu kılıyor.
Uluslararası sınıf mücadelesinin yeni sentezi
21. yüzyılın komünizme giden yolunu gösterecek.
Sorun işçi sınıfının kurucu öznesi olduğu bir
komünizm mi istiyoruz yoksa sınıf sadece bir vurgudan
mı ibaret. Mesela bazı arkadaşlarımız varoşa vurgu
yapıyor. Ama orada görüyorlar ki çarpıştıkları
ya da ilişki kurdukları her kişi ya işsiz, ya
güvencesiz ya da atölyede çalışan bir işçi. Arkadaşlar
tersten ve zorunlu olarak sınıf üzerine düşünmeye
başlıyorlar. Daha açık bir ifadeyle sınıfı nesneler
yığını olarak görüyorlar ve sınıfın yıkıcı gücünü
ne kavramışlar ne de buna inançları var. Problem
komünizme bakış ve algılanışta, ideolojik ve politik
hatta… Bugün bütün çalışmalar sınıf eksenli ve
sınıfın yeniden yapılanması esaslı yürütülmelidir.
Kanımca bu ayrıştırıcı bir özelliktir ve ideolojik-politik
hattın turnusolüdür.
Eğer biz sınıfın yeniden yapılanmasının zorunlu
bir koşul ve süreç olduğunu kabul ediyorsak, bu
aynı zamanda öncünün yeniden yapılanmasıdır.
SB: Ağrı kesiciler yetmiyor…
VY: Evet, yani sendikal kriz süreci tanımlayacak
bir şey değil. Burada sorun, öncünün yenilenmesidir.
Parti anlayışı, tarih tezi, mücadele anlayışı,
çalışma tarzı ve örgütlenme tarzı vb…
Türkiye solu açısından başka bir arka plan var.
Rus Devrimine ve Lenin’e dönersek bunu daha kolay
anlatabilirim. Yıl 1894, Lenin Halkın Dostları
Kimlerdir’i yazıyor ve arkasından 1896’da Rusya’da
Kapitalizm’i kaleme alıyor. Ve bu çalışmalarında
narodnizmin “muazzam” ideolojik hegemonyasını
kırmaya çalışıyor. Bu iki kitabı bir tarih tezi
olarak da okuyabilir, tanımlayabiliriz. Narodnik
hareket, Rusya’nın kendi özgünlüğünde kapitalizmi
yaşamadan köy komünlerine dayanarak komünizme
geçilebileceği savı ya da teorik sofistikasyonuyla
hareket ediyor. Hatta bu sistematik Marks ve Engels’in
onayını almış durumda. Narodnik lider Tkacev,
Marks ve Engels’le yazışıyor. Marks, “ Avrupa’da
devrimlerin gerçekleşmesiyle Rusya’nın (kendi
özgünlüğünde) kapitalizmi yaşamadan komünizme
geçebileceği”ni öne sürüyor. Kısaca narodnikler
iki büyük otoritenin onayını alarak, müthiş bir
hegemonya kurmuşlar. Hatta bu hegemonya narodnizmin,
narodniklerin fedakarlık, inanç, kararlılık, mücadele
azmiyle birleşmesiyle daha da güçleniyor. Rusya’da
siyasal arena bu hegemonyanın altında. Lenin ısrarla
işçi sınıfını işaret ediyor ve Rusya’da kapitalizmin
gelişme dinamiklerini gösteriyor. Daha sonra son
derece sert hesaplaşacağı ekonomistlerle ve legal
Marksistlerle ortak hareket ederek narodnizmin
hegemonyasını kırmaya çalışıyor. Lenin Rusya’da
komünizme giden yolun işçi-köylü diktatörlüğü
olduğunun altını çiziyor. Her şartta devrimin
imkanını arayarak, sınıfta örgütlenmeyi işaret
ediyor ve sınıfın partisinin yaratılmasının acil
önemine vurgu yapıyor.
Türkiye’ye geldiğimizde durum şu: Sanayi proletaryasının
ortaya çıkışı 1800’lerin ilk çeyreğine tekabül
ediyor. Ondan önce lonca sistemi; usta-çırak ilişkisine
dayanan, ataerkil kültürün hakim olduğu, patron
ve işçi ilişkisinden oldukça farklı olan çalışma
ilişkileri var. 1835’te ilk fabrikanın (Feshane
Fabrikasının) kuruluşu gerçekleşiyor. Ben 1835
ile 1960 arasını, yanı yaklaşık 125 yıllık süreci,
işçi hareketinin uzun mayalanma dönemi olarak
görüyorum. Özellikle 1960’lar. Sınıf hareketinin
en kritik momenti oldu. Yine 1960’ların Türkiye
kapitalizminin önemli bir momenti olduğu unutulmamalıdır.
Bu yıllar sınıfın toplumsal ve maddi bir güç olarak
ortaya çıktığı dönemdir. 100 bin kişinin katıldığı
Saraçhane mitingi, ilk kitlesel karşı duruş olarak
önem taşır. Ardından 1963 Kavel grevi geliyor.
Yani sınıf koparak kopara alma pratiğini ve geleneğini
inşa ediyor. Anayasal hak olan ama yasal düzenlemesi
olmayan grev hakkını sınıf fiilen Kavel’le kullanıyor.
Yaptığı yasadışıdır ama anayasal haktır. Sınıfın
şekillenmesinin göstergesidir. Tam bu noktadan
Ecevit ortaya çıkar. Bu geleneğin kırılması için
yasal düzenlemeler yapılır ve yasaya sermayenin
grevi olan lokavt hakkı eklenir. Daha sonra Kozlu,
Paşabahçe grevleri yaşanır. Paşabahçe sınıfın
kendi sendikasını aramasının bir göstergesidir.
Ardından bürokratik ve korparatist sendikal anlayıştan
kopuş gerçekleşir ve Disk kurulur (1967).
1968-1969’da bana göre Türkiye işçi hareketinin
en geri ve militan eylemleri gerçekleşir: Fabrika
işgal eylemleri… Derby, Sungurlar, Gamak, Demirdöküm
gibi son derece sert fabrika işgal eylemleri yapılır.
Bu fabrikalar 66. tugaya bağlı tanklarla ve askerlerle
sarılır, polisle tekrar tekrar açık çatışmalar
yaşanır. Her şeyden önce kapitalizmin ruhu olan
özel mülkiyet ve burjuva hukuku ayaklar altındadır.
Sınıfın kendiliğindenci bir şekilde yapacağı en
üst eylem fabrika işgal eylemleridir. Ve ardından,
o büyük dalga 15-16 Haziran genel direnişi gelir.
Ayrıca sınıf aynı dönemde nasıl bir dünya istediğini
Alpagut ve Günterm özyönetim deneyimiyle gösterir.
Yani sınıf hareketi 1969-1970 arasında her fırsatta
ve özellikle fabrika işgal eylemleri, özyönetim
pratikleri ve muazzam 15-16 Haziran ayağa kalkışıyla
devrimci güçlere “ben buradayım, beni gör” demiştir.
Ama bana sorarsanız o ses solun ana akımları tarafından
yeterince duyulmadı. Bu dalganın önemi ve yıkıcı
gücü kavranamadı. Sınıfla yalnızca dirsek temasları
kuruldu ama onu kavrama ve onunla bütünleşme ve
ona göre şekillenme gerçekleşmedi. Öncü, mayalanacağı,
şekilleneceği ortaya çıkacağı yeri es geçti.
SB: Günümüze doğru geldiğimizde, bu
mevcut tablodaki işçi sınıfı katmanlarını nasıl
örgütleyeceğiz? Ayrıca bir de tekellerin politik
şehirlerden, metropollerden Bozüyük, Manisa, vb.
gibi yerlere geçişi var. Buraları köle barakalarına
döndürüldü. Örneğin Manisa Vestel böyledir. Ve
tabii bu bölgelerin soldan temizlenmesi için faşist
bir faaliyet de var. Bu kadar parçalı bir yapıda
nasıl çalışılmalı?
VY: Bu havzaları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
Trakya-Çorlu bölgesi, İstanbul’un Anadolu ve Rumeli
yakasında bazı bölgeler, Gebze-Kocaeli hattı,
Bursa, Manisa-İzmir hattı, Eskişehir-Bozüyük,
Denizli, Kayseri, Çukurova-Mersin, Antep, Maraş,
Adıyaman gibi… Yani 7-8 tane geniş işçi havzaları
bulunuyor. Bu bölgeler öncünün ve devrimin mayalanacağı
bölgeler olarak düşünülmeli. İşçi sınıfı eksenli
bir toplumsal projemiz varsa bu bölgelerde olmak,
yaşamsal önem taşıyor.
Örnek verdiğiniz Manisa bölgesi ve Vestel aslında
bizim yeni dönemde yapmamız gerekenleri ortaya
koyuyor. Uluslararası işçi hareketi deneyimlerinin
bu gelişmeye bir dizi cevabı var. Yeter ki sınıftan
öğrenme esas alınsın. Bildiğiniz gibi Manisa organize
sanayinin beyni Vestel’dir. Ve havzada 20-30 bin
işçi çalışmaktadır.
1968 küresel ayağa kalkışı genellikle öğrenci-gençlik
eylemi olarak görülür. Aslında son derece belirgin
işçi eylemleri, hatta Fransa ve İtalya’da devrimci
durumlar yaşanmıştır. İşçi konseyleri kurulmuştur.
1968 pratiği içinden çıkan iki deneyimin, grev
tarzının bu gibi alanlarda son derece önem taşıdığına
inanıyorum. Biri zincirleme grev, diğeri ise satranç
grevidir. Satranç grevi örneğin Manisa’ya uygun
bir deneyimdir. Manisa organize sanayinin “şahı”
Vestel’dir. O zaman yapılması gereken şahı kuşatmaktır.
Ve şahı mat etmektir. Vestel sökülürse, ya da
örgütlenirse bütün organize sanayi örgütlenebilir.
O zaman odak ne olmalıdır? Vestel’i örgütlemek.
Bütün güçle buraya bastırmak gerekir. İşte burada
“Bolşevik ajanlara” ihtiyaç var. Vestel ancak
Bolşevik ajanlarla kuşatılabilir ve örgütlenebilir.
O zaman sorun sınıfla aynı havayı paylaşmak, onlardan
biri olmak, fabrika eksenli çalışmayı esas almaktır.
21. yüzyılın Bolşevizm’i buralarda ancak inşa
olabilir. Ayrıca yukarıda söz ettiğimiz zincirleme
grev ve direnişler de yöntem olarak kullanılabilir,
yani bir yerde başlayan grevin senkronize yayılması.
Bunu hedefleyen bir örgütlenme, çalışma tarzını
önümüze koymak başlangıç olacaktır.
SB: Yani yasallık değil, meşruiyet
esas alınma. Bu taban örgütlenmeleri için de geçerli
galiba. Ayrıca taban örgütlenmeleri üzerine başka
neler söyleyebiliriz?
VY: Evet meşruiyet, yasallıkla alakası
yok. Meşruiyeti ve radikalliği esas alan bir tarz.
Taban örgütlenmeleri son derece esnek, her alanda,
çeşitli biçimlerde kurulabilecek, somut sorunlardan
hareketle sınıfın kolektif gücünü, iradesini,
aklını ve ruhunu ortaya çıkaran örgütlenmelerdir.
Bu işsizlerin kurduğu işsiz komiteleri olacağı
gibi, sendikalaşma şansı olmayan atölyelerde atölye
komiteleri, biraz daha büyükse site komiteleri
şekline kendini dışa vurabilir. Sendikalaşma şansının
olduğu yerlerde adı sendika komiteleri, bürokratik
ve korparatist sendikalarda adı işyeri komiteleri
olabilir. Grev anında grev komitelerine, toplusözleşme
döneminde toplusözleşme komitelerine dönüşebilir.
Sorun sınıfın kolektif gücünü ve iradesini yaratmak
ve açığa çıkartmaktır. Sınıfın her katmanını,
en örgütsüz kesimlerini bile taban örgütlenmeleri
şeklinde örgütleyebiliriz. Bu örgütlenmeler dönemsel
ve gelip geçici karakterdedir. Yani doğarlar bir
müddet sonra sönümlenirler, sonra tekrar doğar
ve tekrar sönümlenirler. Fakat bu süreç sınıfa
şu bilinci verir: “Örgütlüysen her şeysin, örgütsüzsen
hiçbir şeysin.” Sınıf bu birikimlerle şekillenir.
Sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde içerikleri
değişir. Devrimci durumlarda geçirdiği yapı değişikliğine
bağlı olarak Sovyetlere ve konseylere dönüşür.
Yine Ekim Devrimi referansıyla konuşursak, kökleri
1870’lere Bund’un yarattığı örgütlenmelere dayanan,
1896-1897 büyük kitle grevlerinde yeniden ortaya
çıkan grev komiteleri, işçi temsilcileri, grev
sandıkları tipik taban örgütlenmeleridir. Rus
işçi hareketi 1900’lerin başında hızla siyasallaşmıştır.
Çarlık hemen önlemini alır. 1903 Zubatov’cu polis
sendikaları ve 1904-1905 Gaponist dernekler sınıfın
siyasallaşmasını engellemeyi, sınıfı salt ekonomik
mücadele içine hapsetmeyi amaçlamıştır, ama dipten
gelen dalga engellenememiştir. Kanlı Pazar’dan
başlayan süreç çar efsanesine son verirken, 1905
devriminin habercisi olmuş, başlayan dalgasal
grevlerle birlikte taban örgütlenmeleri yeniden
ortaya çıkmıştır. Devrimci durum ve sınıf hareketinin
olağanüstü gelişmesi bu yapıların birkaç ay içinde
Sovyetlere dönüşmesini sağlamıştır.
Kısacası taban örgütlenmeleri bizim nasıl bir
komünizm istediğimizin cevabı ve güncel ifadesidir.
Sınıfın kendi kurtuluşunun kendi eseri olacağına
inanıyorsak, taban örgütlenmeleri bugünden yarını
kurma çabası ve pratiğidir. Sınıfın mücadele organı,
ortak düşünmesi, ortak hareket etmesi ve ortak
vurmasıdır.
SB: Son olarak 1 Mayıs’a geliyoruz…
VY: 2007’de Hrant Dink’in cenazesinde
yaşanan büyük kitle gösterisi Taksim’e çıkışın
zeminleri oldu. Hava-İş’in grev ısrarı sınıfa
moral verdi ve ardından Telekom grevi başladı.
Telekom grevi son yılların en büyük grevi olarak
dikkat çekti. 44 gün süren grev, birçok kişinin
unuttuğu sınıf mücadelesini herkese hatırlattı.
Ve işçi sınıfının mücadelesindeki bir yükselişi
işaretledi. Ardından Novamed geldi. tam bu sırada
başta Yunanistan, Almanya, Macaristan ve Fransa’daki
sosyal yıkım politikalarına ve hak gasplarına
karşı gerçekleşen grevler yeni bir dönemin habercisi
oldu. Tekel işçilerinin özelleştirmeye karşı direnişleri
giderek radikalleşti. Davutpaşa ve Tuzla’daki
katliamlar işçi sınıfının sorunlarının politik
gündemde tartışılmasına neden oldu. Yerelden güç
alarak gelişen 14 Mart eylemi belki de neo-liberal
politikalara karşı son 25 yılın en büyük eylemi
olarak öne çıktı. Siyasal iktidar bürokratik ve
korparatist konfederasyonların desteğini alarak
sınıfın bu reaksiyonlarını soğukkanlı bir şekilde
absorbe etmeyi istedi. Ama 1 Nisan ve 6 Nisan
eylemleri sınıfın gücünü yeniden ortaya koydu.
Türkiye işçi sınıfı bütün bu birikimlerle 2008
1 Mayıs’ına çıkıyor. 2008 yılının sınıf mücadelesi
açısından son derece kritik bir yıl olacağını
düşünüyorum. Eğer 14 Mart, Tekel direnişi, Novamed
ve Telekom arasında diyalektik bağı kurabilirsek,
1 Nisan ve 6 Nisan inadımızı sürdürebilirsek,
1 Mayıs’ta gücümüzü ortaya koyabilirsek 2008’de
krizle birlikte gelecek olası büyük kapışmaya
hazır olabileceğimizi düşünüyorum. 1 Mayıs bizi
2 Mayıs ve sonrasına hazırlayacaktır.
.
|