Sınıf nedir? İnsanlar neden ve hangi ölçütlerle
toplumsal sınıflara ayrılırlar? Toplumlar tarihinin
aynı zamanda sınıf mücadeleleri tarihi olduğu
görüşünün kökeni nedir? Zaman zaman iddia edildiği
gibi sınıflar ve sınıf mücadeleleri artık tarihin
sahnesinden kalkmış mıdır?
Bütün bu sorular aslında yeni değil. Tek tek insanlar
açısından da kimin hangi sınıftan olduğu sorusu
genel olarak her zaman tartışmalı bir konu olmuştur.
Çoğunlukla da yanlış kriterlerle yapılan yanlış
tanımlar vardır ve hatta solda duran insanlar
arasında da bu yanlış tanımlar yaygındır. Örneğin
statü, meslek, gelir düzeyi ve yaşam biçimi üzerine
kurulan yorumlar böyledir. Eğitim, bilgi ve bilinç
gibi ölçütler de sık sık devreye girer. Daha kaba
tanımlarda ise kol emeği kullanma-kullanmama,
somut olarak bir fabrikada çalışıp çalışmama gibi
ölçütler vardır. Özellikle günümüzde işçi sınıfının
yeni katmanlarını görmeyen kesimlerde sadece sanayi
işçilerini işçi olarak görme eğilimi yaygındır.
Bu konuda en sık yapılan bir başka hata, şu ya
da bu biçimde emek harcayan, yani yaşamını çalışarak
kazanan herkese işçi ya da emekçi denmesi ve burjuva
tanımının da sadece yan gelip yatanlar için kullanılmasıdır.
Oysa sadece çalışmak bir ölçü değildir ve patronların
yaşamı da sanıldığı gibi aylaklıktan ibaret değildir.
Zannedilenin aksine birçok büyük burjuvanın güne
herhangi bir işçiden önce başladığı ve şirketini
büyütmek için bazen bir gün içersinde çok fazla
enerji harcadığı bilinir. Yani karikatürlerde
çizilen şişman ve tembel patron tipi evet, genel
olarak çok da yanlış değildir; gerçekten de patronluk
bir tür asalaklıktır ama sınıfsal anlamdaki tanım
bu kadar da basit değildir.
Öte yandan bu tür tanımlarla işçi sınıfı kavramının
çerçevesi de genişlemekte, esnaf, üretici köylüler,
kurum ve şirket yöneticileri ve hatta bazı küçük
işletme sahiplerinin bile işçi sınıfına dahil
edilmektedir. Çoğunlukla gelir düzeyini temel
alan bu yaklaşımlarda örneğin bir bakkal ile bir
sanayi işçisinin geliri kıyaslanır ve bir yoruma
varılır; ya da güneş altında ter döken bir tütün
üreticisinin bir televizyon fabrikasındaki işçiden
daha çok emek harcadığı düşünülerek bir sonuca
varılır. Aynı biçimde sadece “artı-değer üretmek”
ölçütüne ve artı-değerin de tek bir biçimine takılıp
kalanlar da örneğin temizlik işçileri ya da öğretmenler
konusunda bulanık tanımlara varırlar.
Bu konudaki bir başka kafa karışıklığı ise “mülkiyet”
kavramıyla ilgilidir. Az sonra göreceğimiz gibi
kişinin işçi sınıfından olup olmamasını belirleyen
en önemli faktör, “üretim araçlarının mülkiyeti”ne
sahip olup olmama durumudur. Yani bu, kişinin
bir eve ya da arabaya, çeşitli eşyalara sahip
olup olmamasıyla ilgili değildir.
Ve tabii, daha kültürel formlara doğru inildiğinde
işler iyice muğlaklaşır. Oturulan semt, kişisel
yaşam biçimi, giyim-kuşam, hatta tercih edilen
müzik türü bile sübjektif ölçütlerle sınıf tanımının
içine girer.
Oysa sınıf kavramı, esas olarak insanın üretim
araçları ve üretimle kurduğu bir ilişki biçimidir.
Bu ilişki de büyük ölçüde nesneldir; kişinin kendisini
nasıl gördüğü ya da başkalarının onu tanımlama
biçimiyle ilgili değildir. Sınıfların “sömürünün
toplumsal yapıdaki yansıma tarzı” olduğunu söylerken
Marks’ın kastettiği böyle bir nesnelliktir. Bir
işçinin kendisini işçi olarak görmemesi ya da
patronların fikirlerini kabul etmesi onu işçi
sınıfının bir parçası olmaktan çıkarmaz. Küçük
bir dükkan sahibinin kendisini işçi olarak görmesi
ve sol fikirlere sahip olması da onu işçi sınıfı
içine sokmaz. Bir kişinin sınıfı, onun üretim
ilişkilerindeki yeri tarafından belirlenir. Birinin
üretim ilişkilerindeki yerini belirlerken öncelikle
o kişinin üretim araçları üzerindeki kontrolüne,
üretim ve dağıtımın nasıl yapılacağındaki söz
hakkına, başkalarının emeğini denetlemekteki rolüne
bakılmalıdır.
Lenin’in deyimiyle “sınıflar, sosyal üretim sistemleri
içinde işgal ettikleri yerler, üretim araçlarıyla
ilişkileri, emeğin sosyal örgütlenmesindeki rolleri,
elde ettikleri ve kullandıkları sosyal zenginliğin
boyutları açılarından birbirlerinden farklı olan
geniş insan gruplarıdır.”
Tarih boyunca çeşitli üretim ilişkilerine bağlı
olarak değişik konumlanışlar alan toplumsal sınıflar,
kapitalizm koşullarında esas olarak iki temel
sınıf olarak sahnededirler. Engels’in Komünist
Manifesto’ya yazdığı dip notta yaptığı tanım bunu
yansıtır:
“Burjuvazi ile modern kapitalistler sınıfı, toplumsal
üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek istihdam
edenler kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine
ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından,
yaşamak için emek güçlerini satmak durumunda olan
modern ücretli emekçiler sınıfı kastediliyor.”
Şüphesiz sınıf kavramı dinamik bir kavramdır ve
toplumsal sınıflar süreç içersinde kendi içlerinde
değişikliklere uğrarlar. Özellikle günümüzde yeni
işçi katmanlarının ortaya çıkması bunun en tipik
örneğidir.
Örneğin ücret karşılığı çalışan ve üretim araçlarına
sahip olmayan kişiler genel olarak işçi sınıfı
olarak tanımlanabilir ama “kamu çalışanı” olarak
adlandırılan -yönetici olmayan- memurlar da artık
aynı sınıfsal çerçevede değerlendirilmektedir.
Ya da işsizler böyledir; onlar da şu anda çalışmayan
proleterlerdir. Evde çalışanlar, ev kadınları,
emekliler, büro elemanları, giderek dibe itilen
düz mühendisler ve doktorlar, sağlık çalışanları,
topraksız köylüler, vb. de aynı biçimde işçi sınıfının
katmanlarını oluşturmaktadırlar.
Aynı şekilde burjuvazi kavramı da zaman içersinde
değişikliklere uğramış ve en azından kendi içinde
katmanlaşmıştır. Özellikle 20. yüzyılın başından
bu yana gitgide artan tekelleşme olgusu, büyük
burjuvalar ile tekel-dışında kalanlar arasındaki
farkları artırmıştır.
Ve nihayet, bu iki ana sınıf dışında kalan ve
çoğu kez bu sınıflardan birine ya da ötekine yaklaşarak
politik sahnede rol alan kategoriler de vardır.
Küçük bir sermaye ile çalışan ve sahip oldukları
üretim araçlarıyla genellikle ancak kendi geçimlerini
sağlayacak kadar kâr edebilen esnaf (bakkal, kasap,
berber, vb), küçük işyeri sahipleri (fırın sahipleri,
kaportacılar, yayıncılar, kendi adına çalışan
muhasebeciler, vb) genel olarak küçük burjuvazi
olarak adlandırılırlar. Aynı biçimde küçük tarım
üreticileri de esasen küçük burjuvaziye yakın
olan kesimlerdir.
Yeni süreçte ortaya çıkan orta sınıf katmanları
da bir başka kategori olarak burada anılabilir.
Bu yeni orta sınıflar, bir yandan rantiyelik ve
piyasa-borsa düzeninden türemekte, diğer yandan
da büyük sanayi işletmelerine tümüyle bağımlı,
nihai ürün ortaya çıkarmayan küçük ve orta boy
işletmeler olarak ortaya çıkmakta, taşeronluk,
atölyeler sisteminin kaypak zeminlerinde oluşmaktadır.
Diğer yandan yeni düzenin ihtiyaç duyduğu yönetici
kadrolar da bu kategorilerin bir başka kaynağıdır.
İhracat uzmanlarından reklamcılara, turizmcilerden
finans danışmanlarına, yönetici mühendislerden
ayrıcalıklı doktorlara dek uzanan bu tabakalar,
burjuvazinin ideolojik taşıyıcıları olarak önemlidirler.
Sonuç olarak toparlamaya çalışırsak, toplumsal
sınıflar, kişilerin ve toplulukların üretim araçları
karşısındaki konumlarına ve üretim araçlarıyla
kurdukları ilişkiye bağlı olarak oluşan sosyal
konumlardır. Bugünkü kapitalist çerçevede esas
olarak iki temel sınıftan (işçi sınıfı ve burjuvazi)
oluşan bu olgu, toplumsal yapının ve çelişkilerin
de temelini oluşturur. Bu uzlaşmaz çelişkinin
çözümü ise kuşkusuz asalaklaşarak çürümekte olan
burjuvazinin tasfiyesi ve nihai olarak sınıf kavramının
kendisinin ortadan kaldırılması ile mümkündür.
|