Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

58. Sayı - Mart 2008

Burjuva politika alanı bugünlerde yine çok hareketli. Bir yandan “sınır ötesi” maceraların sonuçları üzerine sert tartışmalar ve kapışmalar sürdürülürken, diğer yandan da AKP ile karşıtları arasındaki “Türban Savaşları” bitip tükenmek bilmiyor. Öyle görünüyor ki, Abdullah Gül’ün tam da kara harekatı günlerinde kargaşaya getirerek anayasa değişikliğini onaylaması da sorunu çözmeyecek; şimdi de malum Anayasa Mahkemesi turları ve diğer meseleler gündeme gelecek.
Aslında üniversitelerdeki “türban” sorununun yeni olmadığı biliniyor. Yeni olan şey, bu süreçte kendisini yeterince “güçlü” hisseden hükümetin ilk kez somut adım atarak “kapıları aralama” girişiminde bulunmasıdır. YÖK Başkanlığı ve bileşiminde de şu ana kadar bir mesafe alındığı anlaşılıyor. Öte yandan hükümet, Yargıtay yasası ve başka alanlarda da değişiklikler yaparak politik etkinliğini genişletmek eğiliminde görülüyor.
Önümüzdeki günlerin bu konuda hangi gelişmelere gebe olduğunu şu anda bilmiyoruz. İnisiyatif savaşlarının bu konu üzerinden ne kadar kızışacağı, genel şovenist tablo ve Kürt savaşındaki skandalların bu meseleyi ne kadar geri iteceği de henüz tam olarak belli değil. Ama olaylar nasıl gelişirse gelişsin devrimci güçlerin de bu konularda bir tutum sahibi olma ihtiyacı kendini hissettiriyor.
Geçtiğimiz ay, bu konuda ilginç gelişmelere sahne oldu. Önce belli özel üniversitelerde örgütlenmiş olan “liberaller çetesi” yayınladığı bildirilerle hükümeti desteklediğini açıkladı. Bu, her zaman yekpare gibi görünen akademik dünyanın çatlatılması anlamına geliyordu. Sonra bu kesimin bir bölümü kendini geri çekti. Bu arada solda da karışıklıklar oldu. Tahmin edilebileceği gibi TKP gibileri kendilerini anti-türban cepheye yazdırdılar, öteden beri kendilerini “özgürlükçü” ve “sivil” tarafta görenler ise zaten bu sorunu “çözülmesi gereken” bir haksızlık olarak görüyorlardı!
Buna karşın devrimci kesimlerin çoğunda ve bu arada Devrimci Sosyalist Harekette ise bu tartışmaların kitlelerin “gerçek gündeminin saptırılması anlamına geldiği” görüşü ağırlıktaydı ve böyle bir gündem maddesinin içine dalıp gitmek genel olarak doğru bulunmuyordu.
Şüphesiz bu, doğru bir görüş ve tutumdu; gerçekten de olan buydu ve devrimcilerin gündem çubuğunu başka yönlere bükmesi ciddi bir görevdi. Ancak öte yandan, böyle bir bakış, bu alana ilişkin bir düşünme eksikliğine ya da bir “düşünme tembelliği”ne de yol açtı. Sonuçta bu gündem çarpıtması “hangi manken kiminle evlendi” türünden bir çarpıtma değildi; tarihsel, ideolojik ve politik temelleri olan bir tartışma ve hesaplaşmayı da içinde barındırıyordu. Yani gündeme balıklama dalmak elbette doğru değildi ve değildir; ama bu, devrimcilerin bu konuda bir tutuma sahip olduğu, olması gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Öncelikle, mesele yalnızca türban meselesi ya da “öğrenim özgürlüğü” gibi sahtekarca bir talep değildir.
Burada, uzun yıllardır, ta yeni-sömürgeci kapitalistleşmenin başlangıcından beri emperyalizmle ilişkilerden çöplenen, giderek palazlanan, zaman zaman uç davranışlar ve partilerle temsil edilse de esas olarak sinsi ve hesapçı bir tarzda gelişen muazzam bir dinci gericilik hareketini görmezlikten gelmek mümkün değildir. Bütün “küçük”leri ve ara grupları bir yana koysak bile bugün 90 ülkede 500 okul açabilecek kapasiteye erişmiş olan CIA ajanı bir cemaat şeyhini görmezlikten gelmek artık mümkün değildir.
Tam da bu noktada şöyle biraz geriye çekilip meseleye tarihsel açıdan çok çok kısaca bakmak, durumu daha iyi anlamamıza ve kendi pozisyonumuzu belirlemememize yardımcı olacaktır.
Bilindiği gibi uygarlık tarihi, genel olarak aşamalara ayrılır. Antik çağ bunlardan biridir örneğin ve bugün bile bilimin kullandığı bir dizi tez ve buluş o günlere aittir. Daha sonra gelen Ortaçağ ise yoğun bir karanlıkla resmedilebilir herhalde. Ortaçağı utangaç biçimlerde zorlayan Rönesans’ın ardından ise kapitalizmin şafağı ve Aydınlanma gelir. Bir anlamda Aydınlanma, kapitalizmin özgür gelişimi için neye ihtiyaç varsa onların ideolojik olarak düzenlenmiş listesi gibidir: Pozitif bilimlerin ve deneyin kesin biçimde öne çıkışı, skolastik düşüncenin yerine özgür düşüncenin geçişi, kilise egemenliğinin yıkılışı ve şu ya da bu biçim altında dinsel etkiden arınmış devletlerin doğuşu, vb. vb…
Ama bu çığır açıcı ilerici düşüncelerle kapitalizm arasındaki ilişki aslında bir balayı gibidir. Pek kısa sürede, kapitalizm yerine oturdukça ve işçi sınıfı can havliyle sokaklara çıkarak burjuva devrimden daha fazlasını istemeye başladıkça, burjuva düşüncesi geriye çark ederek dini gericilikle uzlaşmalara girişir; çünkü sonuçta kapitalizmin buna ihtiyacı vardır.
Tam da bu noktada Marks ve Engels, burjuva Aydınlanma’sına eklenen değil, artık çürümekte olan bu uygarlığı temellerinden eleştiriye tabi tutan, onu devrimci biçimde aşarak yeni bir uygarlık düzeyini, Komünizmi tanımlayan bir müdahale yaparlar. Böylece aslında yeni türden bir “Aydınlanma”nın temellerini atarlar.
Tekelci kapitalizm ise bu anlamda tam tamına bir “karşı-devrim” anlamına gelir. Artık, Aydınlanma’nın ışığından kesin biçimde geri dönülmüş, demokrasiden özgürlüklere, kültürden bilime dek her alanda her şey kesin biçimde mali oligarşinin gerici sultası altına sokulmuştur.
Ama, bir “sıkıntı” ve “üzüntü” kaynağı da aynı dönemin ürünüdür: Ekim Devrimi ve sonraki yetmiş yıl boyunca onu izleyen devrimler… Bütün dünyayı sarsan ve insanlığın ilerici düşünsel mirasını yeniden sahiplenerek yükselten devrimci cephe, gerici emperyalist düşünce dünyası için gerçekten de ciddi bir sıkıntı oluuşturmuştur. Bu dönemde emperyalizm bir yandan her ülkede ve her yerde en gerici sınıf ve ideolojilerle işbirliği yaparken, diğer yandan “teknoloji” düzeyine indirerek sakatladığı bilime de sahte bir tavırla sarılmak zorundadır; aynen “sosyal devlet” uygulamalarına mecburen sarıldığı gibi…
Reel sosyalizmin tasfiye olduğu yeni tarihsel süreç işte en çok bu bakımdan emperyalizm için bir şans ve rahatlıktır. Böylece muazzam teknolojik ilerlemelerle atbaşı giden uçsuz bucaksız gerici düşüncelerin kapısı sonuna dek açılmış, vahşi neoliberalizmle insan iradesini değersizleştiren postmodernizm koşullarında kelimenin tam anlamıyla bir “Yeni Ortaçağ” başlatılmıştır. Bu “Yeni Ortaçağ”ın eskisinden farkı, kâr hırsıyla davranan kapitalizmin vahşi bir üretim-tüketim düzeni ile en kör ve gerici ideolojik düşünceleri bir arada kapsaması, böylece büyük bir insani yıkım pahasına yaratılan muazzam servetlerin ve lüksler dünyasının korkunç bir yoksulluk ve açlıkla, en kör inançlarla örtüşmesidir.
Bu kısa özeti niye yapıyoruz? Şunun için: Devrimci Sosyalist Hareketin önüne koymuş bulunduğu Devrimci Yenilenme süreci, çoğu kez bizde de yanlış anlaşıldığı gibi sadece bir “politik atılım” anlamını taşımıyor. Bu süreç, Yeniden İdeolojik Kuruluş’tan Yeni Bin Yılın Bilimsel Sosyalist Aydınlanması’nı yaratma hedefine kadar uzanıyor. Kuşkusuz esas olarak uluslar arası sosyalist hareketin ortak görevi olan bu hedef, bilimin yeniden insanlıkla buluşturulması ve insanın bütün yetenek ve potansiyellerinin sonuna dek özgürleştirilmesi, yani, yeni bir uygarlık düzeyi olarak komünizm anlamına geliyor.
İşte şimdi, tam burada durarak yazımızın başlığındaki soruyu yanıtlayabiliriz: Evet, Devrimci Sosyalizmin, bu konuda bir tutumu var!
Devrimci Sosyalist Hareket, yeni bir Bilimsel Sosyalist Aydınlanma yaratmak isteyen, bunun için dünya devrimci hareketine kendi mütevazı katkılarını sunmayı görev kabul eden bir akım olarak, asla ve hiçbir zaman dinsel gericiliğe, dini düşünceyi bilimin ve insanın kendi kaderine hakim olması isteğinin önüne çıkaran bir ideolojiye karşı (konjonktürel nedenlerle de olsa) yakınlık duymaz, onunla bir arada duramaz. Son derece açık: Yeni bin yılın Aydınlanma’sını yaratmak isteyenler, 1789’un gerisinde her ne varsa onun tam karşısındadırlar.
1789 Aydınlanması, insanlığın şafak çizgisidir.
1848’in Komünist Manifestosu insanlığın kendi kaderini değiştirme eyleminin başlangıcıdır.
1917 Ekimi, dünyayı değiştirmek isteyenlerin açtığı kapıdan gezegenimize ışık çubuklarının girdiği tarihtir.
Ve nihayet, 2000’lerin Bilimsel Sosyalist Aydınlanması, Yeni Ortaçağ’ın karanlık sisinin dağıtılması görevinin adıdır.
Devrimci Sosyalist Hareket, kesinlikle dinci gericiliğin tam karşısında durur. Hiç tereddüt etmeden ve hiç taviz vermeden durduğu yer orasıdır. Bu, dini inançlara sahip işçilerle, emekçilerle bir arada yürümeyeceği, onları dışlayacağı anlamına gelmez; ama bir ideoloji olarak dini gericilikle de hiçbir ortak yanı yoktur.
Üstelik Devrimci Sosyalist Hareket, sadece bu bakımdan değil, bu hakim dini eğilim, bir başka dini eğilimi ezip sık sık katliamlara uğrattığı için de söz konusu gericiliğin tam karşısındadır. Devrimci Sosyalist Hareket, bu ülkede cayır cayır yakılan insanları unutma hakkına sahip değildir; bu insanları yakanları, kurşunlayanları ve yarın da aynı şeyleri gönül rahatlığıyla yapabilecek olanları kendisine ne dost sayar ne de bunların “özgürlük” çığlıklarına, “insan hakları” ajitasyonlarına kulak verir.
Ama yine Devrimci Sosyalist Hareket, altını kalın kalın çizerek söylüyoruz; bugün bize dayatılan “gericilik” tanımının sadece ve sadece dincileri (ve özellikle Müslüman toplumlarını) kapsamasını asla kabul etmez. Biz, emperyalizm tarafından son yirmi yılda dayatılan ve işbirlikçilerin de “çağdaşlık” adına üzerine atladığı bu tek yönlü “gericilik” tanımını reddeder ve yeni tarihsel süreçte ortaya çıkan postmodern-neoliberal Ortaçağ cehennemini dinsel gericilikten bin kat daha tehlikeli buluruz. İnsan iradesini ve dünyayı değiştirme amacını aşağılayan, onun daha iyi, daha adil ve daha özgür bir dünya için mücadele etme isteğini çürüterek insanın insanlaşmasının önünde kara bir engel gibi duran postmodern gericiliğin bir “çağdaşlık” olarak kutsanmasından tiksinti duyar. Devrimci Sosyalist Hareket, Usame Bin Ladin ile Bush arasında, çember sakallı kuran kursu hocaları ile Holding üniversitelerinin “esnek üretim” hayranı işletme profesörleri arasında, petrol sarhoşu Suudi şeyhleri ile “insanlık aşığı” Bill Gates arasında tercih yapmak, gericilik-ilericilik çizgisini giyim-kuşam, vs. üzerinden çizmek zorunda değildir! Bize göre bu çizgi, milyonlarca insanın kanıyla beslenen asalaklarla, dünyanın lanetlileri arasından, işte tam da oradan geçiyor. Siz, kenelerin durduğu taraftaysanız, ister cübbe giyin ister takım elbise, can düşmanımızsınız; yok siz ezilenlerin, yoksulların tarafındaysanız eğer, ellerimiz ellerinizdedir!
Ayrıca, evet, Devrimci Sosyalist Hareket, Pentagon’dan emir alan uşakların anladığı anlamda laik de değildir. Biz, Marksistiz ve “dinin devlet işlerine karışmaması” gibi sahte bir sloganı benimsemeyiz. Devrimci halk iktidarımız da resmi din diye bir şeyi gözetmez; isteyenin istediği biçimde ibadet etmesini önlemez; ama dini devlete karıştırmamakla kalmaz, devleti de dine karıştırmaz.Bu kadar açık! Bu kadar net! Camiye giden Camiye, Kiliseye giden Kiliseye!
Ama bize fikrimizi sorarsanız; 150 yıl önce Komünist Marnifesto’da yazacağımızı yazdık… Ona ekleyecek bir şeyimiz yok!
Kimse bize “öğrenim özgürlüğü” adı altında sinsi planlarını dayatmasın; biz AB hayranı “aydıncıklar” gibi safdil değiliz!
Kimse bizim kafamızı “rejim elden gidiyor” diye şişirmesin; biz, evet, bugünkü kapitalist “rejimin”, bugünkü faşist “rejimin”, bugünkü “Şemdinli” rejiminin bir an önce “elden gitmesini” ve bir daha da asla geri gelmemesini istiyoruz; zaten devrimimizin amacı da budur!
Biz devrimciyiz; neysek oyuz, onu da söyleriz. Dürüstlüğümüzü de herkes bilir. Bizim kendi ahlakımız var ve ondan bir milim sapmayız. Yalan yok! Sahtekarlık yok! Din ticareti yok! Kimsenin ibadetine müdahale de yok!
Biz özgür bir ülkede, insan gibi yaşamak istiyoruz. Memleketin kanını iliğini sömürenlerin hortumlarını keseceğimizi şimdiden açıkça ilan ediyoruz.
Dostumuz belli! Düşmanımız belli!
Düşmanlarımız korksun bizden!
Dostlarımıza ise şimdiye kadar “senin dini inancın nedir” diye hiç sormadık; öyle bir alışkanlığımız yok!
Hepsi bu kadar işte; bu kadar açık ve yalın!

.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19