Parti; ideolojik-politik çizgi etrafında, parti
tüzüğünde (ki bu tüzükler, üç alandan beslenir.
Bir: Marksizm-Leninizm. İki: dünya ve ülke devrimci
hareketi. Üç: partinin kendi öz deney ve birikimi.
Tüzük, yaşamın ve mücadelenin içinde somutlaşan
norm ve ilkeleri içeren, parti yaşamını ve hukukunu
ifade eden politik belgedir.) ifadesini bulan
bir iç yaşamla kendini örgütlemiş, sürecin politik
ihtiyaçlarına yanıt üreten, örgütlerin organik
toplamıdır.
Bu özlü tanım, partinin yaşamdan ve mücadeleden
soyut, kitlelerden uzak, tek başına bir “kadro
hareketi” olmadığını ifade eder. Kadrosuz parti
olmaz. Kadrolar üzerine inşa edilen örgütler,
partide ana eksendir, omurgadır ama partiyi bununla
sınırlı görmek son derece yanlıştır. Kitle örgütleri
partinin yaşam damarlarıdır ve parti kitleleri
örgütlemek için bir çok kanal, örgüt inşa eder;
kitle örgütlerinden uzak bir parti olamaz. Politika
kitlelerin talep ve hedefleri için yapılır, kitlelerden
soyut, onlardan uzak ne kadro ne de örgüt olabilir.
Bundan dolayı, partinin kitlelerle ilişkisi yaşamsaldır.
Parti ile sınıf özdeş değildir. Sınıf, tarihsel-toplumsal
sürece bağlı olarak, insan topluluklarının üretim
araçları karşısındaki konumuna ve üretimden almış
olduğu paya göre tanımlanır. Örneğin modern toplum
olan kapitalizmin iki ana sınıfı vardır: burjuvazi
ve proletarya. Bu iki sınıf, tüm sınıflı toplumların
tarihsel devamı ama yeni bir toplum biçimi olan
kapitalizme özgüdür. Bu sınıfları belirleyen üretim
araçları karşısındaki konumu (burjuvazinin üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyeti, proletaryanın
ise, üretim araçlarından yoksun olması) ve toplumsal
artı ürüne el koyma biçimidir (proletaryanın kapitalist
pazarda emeğinden başka satabileceği başka bir
meta sahibi olmaması, proletaryanın sadece kendisi
için değil, burjuvazi için artı-değer üretmesi
ve sermaye birikiminin kaynağının, bu artı-değer
sömürüsü olmasıdır). Parti ise, genel olarak tanımlarsak,
sınıfın siyasal ve toplumsal çıkarlarını temsil
eden siyasal güçtür, örgüttür. Sınıf nesnel olarak
vardır; parti ise, bu sınıfın çıkar ve hedefleri
için politik iradedir, öznel güçtür.
Marksist-Leninist partinin politik hedefi, mevcut
devlet mekanizmasını tümden yıkmak, parçalamak,
siyasal iktidarı ele geçirmektir. Dahası bu iktidar
aracılığı ile yeni bir toplumu, sosyalizmi inşa
etmek, yani toplumsal dönüşümü sağlamaktır. Parti,
bu devrim sürecinde, sadece işçi sınıfını değil,
devrimden çıkarı olan tüm sınıfları yanına alır.
Devrimden çıkarı olan tüm sınıfların taleplerini
dikkate alır, bunu programında ifade eder, mücadele
içinde bir dizi ilişki kurar. Ama o bunu proletaryanın
adına, proletaryayı temsil ederek yapar. Marksist-Leninist
parti, proletaryanın partisidir. Devrimin tüm
sorunlarını proletaryanın sınıf bakış açısı ile
farklı tabakalardan oluşan halkın sorunlarını
proletaryanın bakış açısı ile ele alır ve onları
devrime kazandırır ama bu parti “halkın” ya da
“ulusun” vb. partisi değildir, işçi sınıfının
partisidir.
Elbette, Marksist-Leninist bir parti, öncelikle
Marksizm-Leninizm’i içselleştirmiş, kendini devrime
adayan kadrolara dayanarak inşa eder. Kuruluş
sürecinde, partinin işçi ve emekçi sınıflarla
ilişkisi ideolojik düzeydedir. Bu süreçte, parti
ile işçi ve emekçi sınıflar arasında bire bir
ilişki gözetilemez. Partide sınıfsal köken, işçi-aydın
ayrımı yapılamaz. Yani Marksist-Leninist bir parti,
başta işçi sınıfı olmak üzere, en geniş kitleleri
örgütlemeyi amaç edinir, ama bu amaca hemen ulaşamaz.
Hatta partiyi işçi sınıfı ile sınırlı görmek,
sadece “işçi sınıfı içinde çalışmak”la yetinmek,
işçi sınıfının sosyalist bilince ulaşmasının önünde
engeldir, uvriyerizmdir (işçi kuyrukçuluğu). Marksist-Leninist
parti, bir anlamda “dar kadro” hareketi olarak
kurulur, politik mücadele ekseninde, devrimden
çıkarı olan tüm sınıfları örgütlemeye çalışır,
giderek kitleselleşir ve politik bir harekete
dönüşür. Bu birbirine eklenen süreçleri ve zorlu
mücadele yıllarını kapsar; parti, ideolojik birlik
temelinde, mücadele içinde, kurucu kadroların
öncülüğünde kurulur ve mücadele içinde kitleselleşir.
Partinin kuruluşu ve kitleselleşmesini iki ana
aşama olarak ele almak gerekir. Birinci ana aşamayı
kuruluş aşaması olarak tanımlarsak, bu aşamada
parti üyelerinde sınıfsal köken aranmaz. Parti
üyelerinin hangi sınıftan geldiğinin önemi yoktur;
önemli olan işçi sınıfının ideolojisi ile bütünleşmesidir.
Ama her partinin amacı devrimden çıkarı olan geniş
emekçi sınıfları, kitleleri örgütlemek ve savaşa
sokmaktır. Bu ana aşama yani partinin kitleselleşmesi
aşaması ikinci aşamadır ve bu aşamaya partinin
“Bolşevikleşmesi” aşaması olarak da tanımlamak
mümkündür.
Birinci ana aşamadan ikinci ana aşamaya, yani
kuruluş aşamasından partinin kitleselleşmesi aşamasına
geçiş düz bir hat izlemez. Her ana aşama kendi
içinde bir dizi ara aşamadan geçtiği gibi, bu
geçiş sürecide birbirine eklenen bir dizi ara
aşamadan, ara halkadan oluşur. Hatta on yılları
kapsayan mücadeleyi içerir. Bu aşama aynı zamanda
iktidar mücadelesinde Marksist-Leninist partinin
politik bir özne olduğu, devrim hareketinin iktidarı
yıprattığı bir süreçtir. Bu süreç, somut siyasal,
toplumsal ve tarihsel koşullar tarafından belirlenir,
büyük bir irade savaşına bağlı olarak biçimlenir.
Partinin izlediği stratejik çizgi ve kitle çizgisi,
bu süreçte önemli bir unsurdur. Şunu da ifade
etmekte yarar vardır; her devrimde, bu aşamaya
geçiş, kitleselleşme sorunu sancılı ve önemli
tartışmaların konusu olmuştur.
Bu özet ve genel açıklamadan sonra, konuyla ilişkisi
açısından, yakın tarihimizin bazı çizgileri ile
sürecimizi ele almakta yarar vardır.
Tarihsel Bir Özet ve Bir Sonuç
Türkiye devriminin yakın tarihsel süreçlerine
kitle hareketi açısından baktığımızda iki tarihsel
sürecin aha fazla öne çıktığını görürüz. Kitle
hareketi açısından bu iki tarihsel sürecin biri
1965-70, ikincisi ise, 1974-80 süreçleridir. Her
iki sürecin ortak yanı, kitle hareketinin düzenin
sınırlarını zorlaması, başta işçi sınıfı olmak
üzere, kır ve kent yoksullarının, küçük burjuvazi
ve aydınların yeni-sömürgeci toplumsal sisteme
yönelik tepkilerinin kitlesel karakter göstermesidir.
Bu tarihsel süreçlerde, sadece iç dinamikler değil,
kitle hareketini doğrudan etkileyen dış dinamikler
de oldukça önemli bir yerde durur.
Bu süreçte sosyalizm, dünyanın 1/3’ünde egemenlik
kurmuş, emperyalist-kapitalist sisteme karşı dünya
ölçeğinde önemli bir güç haline gelmiş, işçi sınıfı
ve dünya halklarını güçlü biçimde etkilemektedir.
Bununla birlikte, sosyalizmin etkisi ile Asya,
Afrika ve Latin Amerika da yükselen devrimci ulusal
kurtuluş savaşları, emperyalizmin etki alanını
daraltan önemi politik unsurdur. Sosyalizm ve
devrimci ulusal kurtuluş savaşları, tüm dünyayı
olduğu gibi, ülkemizde yükselen kitle hareketini
de doğrudan etkileyen iki önemli unsurdur. Bu
iki unsur, aynı zamanda, bu tarihsel sürece, yani
3. Bunalım Dönemi’ne yön veren, bu dönemin ana
karakterini oluşturan unsurlardır.
1965-70 süreci, aynı zamanda, 1920’lerden bu yana
sosyalist hareketin mevcut dokusunun değişime
uğradığı yılardır. TİP ve MDD süreçleri, bunları
izleyen ve 71 silahlı devrimci hareketinde somutlaşan
devrimci gelişimler bu yeni dokunun oluşumunda
önemli çizgilerdir. Bu gelişmelerinde güçlü etkisi
ile bir yandan kitle hareketindeki devasa gelişim
diğer yanda ise devrimci hareketin giderek politik
özne olma hali söz konusudur. Ama yine de burada
konumuzla ilgisi açısından temel bir belirleme
yapmak gerekirse, kitle hareketinin kendiliğinden
karakteri ön plandadır. Devrimci hareket, bu kendiliğinden
kitle hareketinin gerisindedir. Anti-emperyalist
mücadele, bu süreçte öne çıkar. Devrimci ve sol
hareket dağınıktır, sosyalizm perspektifi zayıftır;
ama tüm bunlara rağmen, bu süreçte, kitlelerin
gündemi ile devrimci hareketin gündemi yakındır,
aradaki mesafe bir uçurum içermez; günümüzle kıyaslarsak,
aradaki mesafenin kısa olduğu da söylenebilir.
12 Mart açık faşizmi, yükselen bu kitle hareketini
kırmak ve oligarşi içi çelişkileri tekelci sermaye
lehine çözmek için, emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci sermaye tarafından örgütlenmiştir. Başta
partimiz P-C olmak üzere, silahlı devrimci hareketin
diğer iki politik öznesi, açık faşizme karşı direnmiş,
faşizmin gerçek yüzünü teşhir etmiş, yeni bir
devrimci gelenek yaratmıştır. 71 silahlı savaşımının
güçlü etkisi ile 1974 sonrası kitle hareketi tekrar
yükselmiş, devrimci hareket 71 silahlı devrimi
üzerinden yeniden kendini örgütlemiştir. Anti-
faşist mücadelenin nispeten ön plana çıktığı bu
süreçte, kendiliğinden kitle hareketi yükselmiş,
daha keskin biçimde tüm toplumu sarmış, tam da
bundan dolayı, 12 Eylül açık faşizmi, emperyalizm
ve işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından, 12
Mart açık faşizminin devamı olarak örgütlenmiştir.
12 Eylül açık faşizmi ve sonrası süreçlerde, aynı
zamanda yeni tarihsel dönemin bir çok unsurunun
giderek geliştiği bir süreci işaret etmektedir.
Sosyalizmin, emperyalizmle rekabet içinde, tabii
ki kendi iç zayıflıklarından ötürü giderek gerilediği
ve devrimci ulusal kurtuluş savaşların ise geri
düştüğü bu süreçte, emperyalist-kapitalist sistem
2. Dünya Savaşı sonrasındaki toparlanma sürecini
geride bırakmıştır. Artık kapitalist sistem ağır
krizlerle sarsılmakta, yeni neoliberal sömürü
biçimleri ön plana çıkmaktadır. 12 Eylül açık
faşizmi, her şeyden önce 24 Ocak kararlarında
ifadesini bulan bu neoliberal sömürü sistemini
örgütlemek için işbaşı yapmıştır. Bu sömürü modelinin
yaşam bulması, öncelikle düzenin sınırlarını zorlayan
ve devrimci karakterdeki kitle hareketini kontrol
altına alınmasına bağlıdır ve bunun yolu öncelikle
devrimci hareketi tasfiye etmekten geçmektedir.
Bundan dolayı, 12 Eylül açık faşizmi, devrimci
harekete yönelik zor temelinde tasfiye politikası
izlemiş, devrim tarihinin en vahşi dönemine şahit
olunmuştur.
Bu süreç, aynı zamanda sol ve devrimci hareketin
yenilgisi olmuştur. 12 Eylül yenilgisi, öncelikle
sol ve devrimci hareketi işçi ve emekçilerden
koparmış; araya güçlü duvarlar örmüştür. Bu duvar,
aynı zamanda, bu döneme yön veren ekonomik ve
siyasal politikalar için zorunludur. Çünkü, az
önce de ifade ettiğimiz gibi, bu dönemde güncelleşen
ve yeni tarihsel süreçte temel bir olgu olan yeni
sömürü modeli/ neoliberal politikalar için, sol
ve devrimci hareketin tasfiyesi yaşamsal önemdedir.
24 Ocak kararlarında ifadesini bulan yeni sömürü
modeli yani yeni/neoliberalizm, yeni bir sermaye
birikim modelini ve bununla bağlantılı toplumsal-kültürel
ilişkileri ifade eder. Bu, iç pazara göre yukarıdan
aşağı gelişen kapitalizmin, yeni bir aşamaya,
ihracata yönelik birikim sürecine geçiş demektir
ve yeni tarihsel koşulların sömürü modelini oluşturur.
Bunu izleyen süreçte, ülkemiz için 12 Eylül yenilgisinin
açmış olduğu yaralar sarılmadan, ikinci ve politik
sonuçları daha sarsıcı bir yenilgi yaşandı. Bu
dünya ölçeğindeki yenilgi, 1989-91 yıllarında
sosyalizmin geriye düşüşü, “reel sosyalizmin”
çözülüşü ve bunun sonuçlarıdır. Bu yenilginin
etkileri dünya ölçüsünde, evrensel boyutlar içerdi.
Böylece bir tarihsel dönem kapandı, yeni bir dönem
başladı.
Yeni tarihsel dönem, sadece kapitalizmin yeni
bir sömürü modeli ekseninde örgütlenmesi ve sosyalizmin
büyük geriye düşüş yaşaması değil, kitle hareketi
açısından da yeni bir süreci ifade etmektedir.
Yeni tarihsel sürecin, kitle hareketi açısından
belirgin özelliği, eskiden düzenin sınırlarını
zorlayan bir düzeyde gelişen kendiliğinden kitle
hareketinin yeni süreçte son derece zayıf ya da
geri konumda olması, yani düzenin sınırlarını
zorlamaktan uzak olmasıdır.
Elbette bu durumun devrimci ve sosyalist hareketle
yakın ilişkisi vardır, ama bundan öte toplumsal
ve siyasal nedenleri de vardır. Devrimci ve sosyalist
hareketin zayıf konumu bu durumu derinleştiren
bir olgudur ve son derece önemli bir yerde durur.
Ama kendiliğinden kitle hareketinin zayıflığı
sadece bununla açıklanamaz. Kapitalizmin, bu tarihsel
süreçte, yani 1990 sonrası dönemi ifade eden yeni
tarihsel dönemde, neoliberal politikalar ekseninde
sömürüyü derinleştirmesi; bu temelde “esnek üretim”
ve “özelleştirme” gibi, emek sürecini bölen, emeği
örgütsüzleştirip sömürüyü yoğunlaştıran biçimlerin
ön plana çıkmasına yol açmıştır. Bir yandan “sanayisizleştirme”
politikaları ile yeni-sömürge ülkelerde üretim
sakatlanmış, mali sermaye ön plana çıkıp, rantiye
ekonomisi kurulmuş, diğer yanda emek süreci bölünmüştür.
Böylece bu süreç, kapitalizme bağlı olarak yeni
bir toplumsal- sınıfsal ilişkiler yaratmaktadır.
Sadece bu değil. Bunların üzerinden, burjuvazinin
baskı aracı olan oligarşik/faşist devletin, “yeniden
yapılanma” adı altında biçim alması söz konusudur.
Emperyalizm ya da uluslararası tekellerle birlikte
işbirlikçi tekelci sermayenin çıkarlarına göre
biçimlenen oligarşik devlet, neoliberal politikalarla,
çıplak ve vahşi sömürüyü devam ettirmek için,
sadece zor aygıtlarını değil, ideolojik ve kültürel
aygıtları da bu süreçte karmaşık ve etkin kullanmakta,
kitleleri etki altına almaktadır. Yani bir yandan
emek süreci bölünüp katmanlaşma ve esneklik yaşarken,
diğer yandan sadece zor değil, yoğun ideolojik
ve kültürel kuşatma ile emekçi sınıflar teslim
alınmaktadır.
Sonuçta bu çok yönlü kuşatma altında, işçi ve
emekçi sınıfların politik bilinç ve örgütlenmesindeki
her gerileme, burjuva ideolojisi ve kültürel unsurlarının
kitlelere nüfuz etmesi ve zehirlenmesi için yeni
alanların açılması anlamına gelmektedir. Böylece
zaten tarihsel ve kültürel öğelere bağlı olarak
çok güçlü olmayan kendiliğinden kitle hareketi,
bu dönemde son derece geri bir konuma düşmüştür.
Bir başka ifade ile, yeni-sömürgecilik üzerinde
gelişen suni-denge durumu, bu tarihsel süreçte,
sosyalist hareketin geriye düşmesinden de güç
alarak yeni araçlarla pekiştirilmiştir.
Ayrıca, bu yeni süreç bakımından başka unsurlar
da gözden kaçırılmamalı ve yeniden vurgulanmalıdır.
12 Eylül sonrasında başlayan ama 1990’lardan sonra
daha etkin bir şekilde yürütülen “düşük yoğunluklu
savaş” konsepti, esas olarak düzen-dışı sola ve
hareketlere karşı son derece gaddar bir saldırıyı,
kontr-gerilla cinayetleri dehşetini ve kitle hareketlerine
karşı kasıtlı olarak abartılan “önlem”leri içermiştir.
Polisin “eylemci sayısından daha fazla” olduğu
durumlar, zaman zaman kitle eylemlerine yapılan
vahşi saldırılar, cezaevi katliamlarıyla ailelere
ve genel olarak topluma gözdağı verilmesi gibi
bir çırpıda sayılabilecek saldırganlık biçimleri
ile bir zamanların yaygın deyimi ile “polisin
vatandaşın zihnine yerleştirilmesi” kısmen de
olsa başarılmış, sokağa çıkmak, sokakta hak aramak
sıradan insanlar için “tehlikeli” hale getirilmiştir.
Ayrıca solun bütün gösterilerde sokak militanlığındaki
zayıflığından da kaynaklanan bir güvensizlik ortamı
oluşturulmuştur. Daha açıklayıcı bir deyimle,
devlete ve onun kurumlarına hiçbir biçimde güven
duymayan insanlar, kendilerine ve kendilerinin
öncüsü olma iddiasındaki devrimci yapılara da
bir güven hissetmemekte, böylece sokak reflekslerini
bu süreçte yitirmektedirler.
Ve kuşkusuz buna, üretimin ve işçi sınıfının yapısının
parçalanmasının sosyal-kültürel etkilerini, postmodern
gericiliğin ve uyuşturucudan çeteleşmeye dek bütün
politikaların sınıfı yozlaştırıcı rolünü eklemek
gerekir. Emekçilerin doğasında olduğu varsayılan
“dayanışma” ve “birlik” duygusunun bu süreçte
giderek zayıflaması, lümpenleşme, toplumsalcı
geleneklerin yerine bireycileşme eğiliminin geçişi
son derece önemlidir. Aynı biçimde bu süreç, insanların
kendilerini meslek ve işyeri zemini üzerinden
tanımladığı ve düşündüğü bir süreçten, daha alt
kimliklere, hemşeriliklere, dini cemaatlere, vb.
vb. geçişi hızlandırmış, bu durum da sınıfın toplu
davranış geleneklerini zayıflatan bir unsur olmuştur.
Bütün bunların üzerine provokasyonlarla yükseltilen
şovenizm dalgaları ve oligarşinin kliklerinin
sık sık ortaya atarak kafaları karıştırdığı sahte
gündem maddelerine, emekçilerin din ya da laiklik
gibi yerlerden bölünmesi de eklendiğinde, durum
iyice karışmış, bizim zaman zaman “gerçek gündem”
diye tanımladığımız yaşamsal sorunlarla, kitlelerin
zihnini karıştıran başka bölünme biçimleri güç
kazanmış, ilericilik-gericilik, çağdaşlık-çağdışılık
gibi birçok kavram yeniden tanımlanmayı gerektirecek
ölçüde birbirine girmiştir.
Bütün bunların toplam sonucu ise şudur: Önümüzdeki
süreç, bazılarının beklentilerinin aksine büyük
kendiliğinden kitle hareketlerinin ortaya çıkmayacağı
ya da çıkmasının zor olduğu bir süreç olacaktır.
Yani, kitlelerin eninde sonunda büyük yığınlar
halinde sokağa döküleceğini ve böylece politik
örgütlere de “gün doğacağını” düşünen “hazırlopçu”
anlayışlar fena halde yanılmaktadırlar. Krizin
olası derinleşme noktalarında bu türden şeyler
elbette belli ölçülerde olabilecektir ama bunların
kalıcı olmasını beklemek hiç akıllıca değildir.
Gelecek için artık daha kesin olan gerçek, kitle
hareketinin gelişiminin politik iradeye -geçmişe
oranla- daha fazla bağlanmış olduğudur. Yani ne
militan kitle hareketi, ne de direnişçi sendikacılık
biçimleri gökten inmeyecek, devrimci iradenin
yoğun çabasıyla birlikte gelişebilecektir.
Bizim için, kendiliğindenciliğe övgü, sol ve devrimci
harekette çok sık görüldüğü gibi buna tapınma
söz konusu olamaz. Ya da kendiliğinden kitle hareketinin
zayıflamasına paralel umutsuzluk teorileri icat
etmek de bizim işimiz değildir. Bizim için önemli
olan ders ve politik sonuç; yeni tarihsel dönemde,
işçi ve emekçi sınıflarla ilişkilerin gelip geçici
değil, sürekli ve örgütlü olarak ele alınması
ve kitle hareketinin kaderini bu örgütlü ilişkilerin
belirlemesinin yaşamsal olduğudur. Buna bağlı
olarak, devrimimizde, eski tarihsel süreçlerden
farklı olarak devrimci iradi müdahalenin daha
güçlü biçimde önem kazanması söz konusudur. Bizim
görevimiz, yoğunlaşmış bir irade ile sürece bu
temelde müdahale etmek, her adımda geleceğin temellerini
atmak, kitleler arasında kök salarak gel-geç değil
sürekli ilişkiler aşamasına geçmektir. Politik
atmosfere devrimci bir müdahale, ne kadar güçlü
ve sarsıcı olursa olsun bu kökleşmiş ilişkiler
olmadıkça militan kitle hareketlerini yaratamayacaktır.
Kriz ve Bir Politik Ders
Bugün devrimci ve sosyalist hareket ile kitle
hareketi iki ayrı kanallarda akıyor. Bu iki kanal
birbirinden uzak ve aralarındaki bağlar son derece
zayıfsa, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçiler,
oligarşi ve onun çeşitli kesimleri şu ya da bu
nedenle düzene bağlıyorsa, sorun üzerine daha
ciddi düşünmek zorunludur. Kitle hareketinin bu
konumu, tek başına değil ama bir yönüyle sosyalist
harekette yaşanan tıkanma ya da krizin hem nedeni
hem de sonucudur.
Sosyalist hareketteki kriz, bugüne özgü değildir;
hatta sık sık ifade ettiğimiz gibi, sadece bize
yani ülke devrimimize özgü de değildir. Evrensel
boyutları da vardır. Sosyalizmin, Komünist Enternasyonal
ve SSCB’deki sorunlu yanlar temelinde yaşadığı
gerileme ve daha sonra revizyonizmin elinde yozlaşma,
uluslararası hareketteki krizin başlangıcını oluşturmaktadır.
Elbette bu başlangıçta her şey bugün olduğu gibi
net değildir, hatta 1963 polemikleri ile başlayan
kutuplaşma ve sosyalist bloğun bölünmesine rağmen
sosyalizm hala muazzam bir politik etkiye sahiptir.
Ama bu etki artık önemli zayıflıkları da içermektedir.
Bu süreç, reel sosyalizmin çözülmesi ile tümden
açığa çıkmış, örgütsel, ideolojik ve politik alanları
kapsayan genel bir krize dönüşmüştür. Tabii burada
bilimsel sosyalizm yani Marksizm- Leninizm’ in
kendisini bir krizle tanımlamak söz konusu olamaz.
Kriz, “Marksizm-Leninizm” adına, özünde Marksizm-Leninizm’in
yozlaştırılmasından kaynaklanmaktadır ve tümden
sosyalist hareketi içine almıştır. Reel sosyalizm
deneyimi sosyalizm için önemli derslerle doludur;
ama aynı zamanda bu çözülme, sosyalizm için bir
dönemin kapanmasını yeni bir dönemin başlangıcını
işaret etmektedir. Sosyalist hareketi etkisine
alan bu krizin devrimci çözümü, sosyalizm deneylerinin
dersleri ile Marksizm-Leninizm’i yeniden üretmektir.
Evrensel ve özgün boyutları olan bu yeniden üretim
ya da yeniden kuruculuk, ideolojik, politik ve
örgütsel alanları kapsar. Devrimci sosyalizm,
bu bütünsel eylemi, devrimci yenilenme olarak
tanımlamaktadır.
Bu krizin güncel boyutları da vardır. Ülkemizde
sosyalist hareket politik özne olmaktan uzak konumdadır.
Kendini örgütlemede, kitleleri etkileme ve örgütlenmede
bir dizi sorun yaşamaktadır ve bunların ağır baskısı
altındadır, dağınıktır, parçalıdır hata kimlik
bunalımı yaşamaktadır. Yani tüm bunlar sadece
sosyalist hareketin genel krizi ile açıklanamaz.
Bununla birlikte burada güncel kriz de söz konusudur.
Zaten, bir tarihsel süreci işaret ederek ifade
edelim; 12 Eylül yenilgisinden bu yana, Türkiye
devrimci hareketinin toparlanma ve gerileme sarmalında
güç kaybetmesi, yapısal krizin yanı sıra güncel
krizin bu yapısal krizi derinleştirmesinden kaynaklanmaktadır.
Farklı kesimleri ile sosyalist hareket, kimi süreçlerde
toparlanarak, güncel krizi aşma yönünde adımlar
atmaktadır ama bu adımlar yapısal krizin gölgesi
altındadır. Bütünsel bir yenilenme eyleminden
uzak her adım, köklü çözüm üretemez.
Bu krizin kendini en çıplak dışa vurduğu alanlardan
biri (tek değil); sosyalist hareketin kitlelerle
ilişkisidir. Bu alandaki tıkanma ya da sınırlı
başarı, krizin, özelikle güncel krizin aşılması
ya da derinleşmesinde önemli bir unsur olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Bu genel sonucu kendi deneylerimizle de şu ya
da bu biçimde somutlaştırmak mümkündür
Yukarıda ifade ettiğimiz bir süreçte, örneğin
1974-80 sürecinde, Devrimci Sosyalist Hareketin,
kendini THKP-C’nin devamı olarak örgütlediği ve
politik alanda güçlü vuruşlar yaptığı bilinmektedir.
Bu onurlu mücadele yıllarında bile, Devrimci Sosyalist
Hareketin işçi ve emekçi sınıflarla ilişkisi zayıftır.
Nasıl bugün politik mücadeleyi tek ayak üzerinden
yürütüyorsak, o süreçlerde de tersinden, bu kez
politik mücadelenin silahlı biçimi ön plandadır
ama onun da biraz tek yanlı yürütüldüğü açıktır.
Bu süreçte, kitle mücadelesi ve örgütlenmesi,
kitlelerin kendiliğinden mücadelesine rağmen,
nispeten zayıf konumdadır. Sonraki yıllarda, örneğin
1987’lerde Devrimci Sosyalizm bu zayıflığı, sürecin
değerlendirmelerini yaparken, açık yüreklilikle
ele almış ve kendi pratiğini eleştirmiştir.
Halbuki devrimiz gerilla mücadelesi ile kitle
hareketi arasında güçlü bağlar kurmak zorundadır
ve ancak bu sıkı ilişki devrimizi doğru biçimde
geliştirir. Tarihimizde onurlu bir yer tutan 1974-80
sürecinin, konumuzla ilişkisi açısından politik
dersi budur. Yani, kitlelerin örgütlenmesi başlı
başına bir politikadır ve gerilla mücadelesi ile
kitle mücadelesini birbirine bütünleyerek ilerlemek
zafer için zorunludur.
Bunlar soyut değil, somut politik derslerdir.
Biz, bu dersleri göz önüne alarak, bu derslerin
katkıları ile bugünü ve geleceğimizi örgütlemek
zorundayız. Yeniden inşa sürecimizde, politik
düzeyde, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisini
doğru biçimde örgütlemek ve bununla ilişkili olarak,
devrimci bir halk hareketini inşa etmek, sadece
günümüzün ihtiyaçlarına dayanmaz, aynı zamanda
geçmiş politik dersleri de içerir. Eğer bugünden
bu politik hedefler için asgari örgütlülükleri,
iradi ve güçlü biçimde örgütleyemezsek, bunlar
soyut hedefler olmaktan kurtulamaz.
Bugün, devrimci halk hareketi için, deyim yerinde
ise, ilk köşe taşları konulmakta, bunun için ilk
mayalar atılmaktadır. İradi, örgütlü ve bir o
kadar da sancılı bir süreç olmaktadır, olacaktır
da. Her adım bir deney olacak, deneyler bizim
için bir okul olacak ve bunlardan öğreneceğiz.
Yönümüzü geleceğe döndük, geriye bakmak sadece
ve sadece dersleri özümlemek ve ilerlemek içindir.
Bazen duracak, bazen gerileyeceğiz, ama ne olursa
olsun ilerleyeceğiz. Bu süreç, sık sık ifade ettiğimiz
gibi, genel tıkanıklık ya da kriz üzerinden biçim
alacak ve doğal olarak bunların izini taşıyacaktır.
Ayrıca bu sürecin aşılması, ya da daha alt bir
başlıkta ifade edersek, kitle hareketinin önünün
açılması, ne “birkaç etkili vuruşla” ne de doğru
ifade edilen “birkaç perspektifle” mümkündür.
Her kim böyle düşünürse, bu düşünce sahipleri
büyük bir yanılgı içindedirler, tarihsel derslerimizden
hiçbir şey anlamayan, yeni tarihsel dönemin temel
özelliklerini kavramayanlardır.
İşçi ve emekçileri, kadın ve gençleri, yani devrimden
çıkarı olan tüm toplumsal kesimleri örgütlemek
stratejik hedeftir; ama bugün bu hedeflere ulaşmak
için, bu kesimlere yönelik ilk açılım ve örgüt
biçimlerini inşa etmek taktik görevimizdir.
Bunun mücadelesini vermekteyiz.
Halk Hareketi Örgütlü İnşa Edilir
Sosyalist hareketin genel ve yapısal krizinin
Türkiye Devrimci Hareketi ve onun bir parçası
olan Devrimci Sosyalist Hareketi derinden etkilediği
bir gerçektir. Çözüm, evrensel ve özgün boyutları
olan devrimci yenilenmedir. Bu yenilenme tek boyutlu
değil bütünseldir ve öncelikle örgütsel krizin
aşılması, işçi ve emekçi sınıflara önderlik edecek
devrimci partinin inşası, burada anahtar konumdadır.
Bu ana görev yakalanması gerekli ana halkadır.
Yukarıda ifade ettiklerimizden çıkan sonuç; bir
dönemin, kendiliğinden kitle hareketi, örneğin
1961 anayasasının getirdiği “nispi demokratik
ortam” dan beslenerek ya da sınırlı da olsa “yukarıdan”
verilen demokratik hakların az çok toplum yaşamında
olduğu dönemin kapandığıdır. O halde, “hak verilmez
alınır” şiarı, ancak ve ancak örgütlü bir güçle
gerçek anlamını bulacaktır. Mücadele edilmeden
hiçbir ekonomik, demokratik hak alınamaz, hatta
mücadele ile alınan hakları korumak için, yine
mücadele ve örgütlü hareket zorunludur.
Her şey bize bağlıdır; örgütlü gücümüze bağlı
olarak, işçi ve emekçi sınıflarla, devrimden çıkarı
olan toplumsal kesimlerle ilişki kurmanın kanallarını
örgütlemek ve buradan devrimci halk hareketini
inşa etmek zorundayız.
Tüm bunlara bağlı olarak, devrimci yenilenme ekseninde,
yeniden inşa sürecimizde, örgütsel ve politik
görevlerin bir parçası olarak kitlelerle ilişkide
yeni bir anlayış ve kanal açmak zorunludur. Örgütlenme
ve mücadele kitlelerden uzak, kitlelere rağmen
olamaz. Devrimin temel güçlerini oluşturan kitlelerin
gündemleri ile bağlar kurup onlarla ilişkiler
yaratmadan ne örgütlenme ne de mücadele olur.
Bu temelde, yeniden inşa sürecimizde, ilk elden,
açık alanda, kitlelerin gündemi ile bağ kurup
kitleleri örgütlemek için yapmış olduğumuz açılımın
PKO örgütlenmesi olduğu bilinmektedir. Kitlelerle
ilişki kurmak, onların sorunlarını en doğru formüle
edip, bu sorunlar etrafında mücadele etmek ve
bu mücadeleye örgütleme unsurunu katmak, PKO örgütlenmesinin
görevidir. PKO’lar sıradan demokratik kitle örgütleri
değildir; onlar kitleler için başta politik olmak
üzere, her sorunun çözüm bulduğu birer mücadele
merkezidir. PKO, herhangi bir yerden değil, devrimci
sosyalizmden hareketle kitlelerle ilişki kurmak,
onların sorunlarının çözüm gücü olmak zorundadır.
Ama devrimci sosyalizm için, kitle örgütlenmesini,
PKO örgütlenmesi ile sınırlı ele almak ya da PKO
örgütlenmesini “her şey” yapmak da doğru değildir,
böylesi bir dar bakış yanılgılıdır. Daha doğrusu
kitlelerin örgütlenmesini tek bir açılımla sınırlamak
doğru değildir. Açık alan üzerinde en geniş kitlelerle
ilişki kurmak, devrim iddiamızın bir gereğidir,
ama kitle çalışmasını bununla, yani PKO örgütlenmesi
ile sınırlamak yanlıştır. Bugün PKO örgütlenmesi
açık alan kitle çalışması ve örgütlenmesinde önemli
bir mevzidir ama hem açık alanda ihtiyaca ve somut
koşullara göre başka mevzilerde çalışmak mümkündür,
hem de özgür alanda başka biçimlerde kitle çalışması
yapılmak zorundadır. Ayrıca, PKO açılımı ve örgütlenmesi
bugünün taktiğidir, yarın ihtiyaç halinde başka
bir örgütlenme taktiklerimiz de olabilir, olmalıdır
da. Devrimci halk hareketi, işçi ve emekçi sınıflar,
kadın ve gençlik, tüm alanlarda, tüm açılım ve
örgütlenmenin toplamı olarak inşa edilebilir.
Bugün bunun inşası, doğru bir ifade ile devrimci
halk hareketinin inşası için ilk adımlar söz konusudur.
Soyut biçimde kitlelere “örgütlenin” çağrısı yapmak,
politik olarak bir ciddiyeti ifade etmez. Sol
ve devrimci hareketin önemli bir kısmı bunu şu
ya da bu ölçüde yapmakta, hatta bunu yaparak ne
kadar “komünist” oldukları ile övünmektedir. Devrimden
çıkarı olan kitleler, sınıflardan oluşur ve bu
sınıflar belirli alanlarda yaşar, üretime katılır,
kendi aralarında ve başka sınıflarla, hatta mevcut
oligarşik düzenle çeşitli düzeyde ilişki içinde
olurlar. Bu anlamda, elbette örgütsel güce bağlı
olarak, devrimci bir halk hareketinin inşası için,
başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere, devrimin
kitlevi gücünü oluşturan, farklı sınıfsal eğilimler
içinde olan tüm halkı örgütlenmek, devrimizin
zaferi için zorunludur.
Bunun için, öncelikle bir ufuk zenginliği gereklidir.
Halk örgütlenmeleri için, sadece programatik ve
stratejik bir yaklaşım sahibi olmak yeterli değildir,
sürecin ihtiyaçlarına yanıt veren, somut bir dizi
açılım zorunludur. Yani, biz işçi ve emekçileri,
kadın ve gençliği örgütlemek istiyorsak ve devrimci
halk hareketi tüm bunların bileşik gücü ile inşa
edilecekse, gözümüzü milyonlara çevirmeli ve tüm
bunlara yönelik bir bakış açımız olmalıdır. Bu
bakış açısı olmadan hiçbir taktik örgütlenme mümkün
değildir.
Örgütsel güce bağlı olarak, bu kesimlere yönelik
bir bakış açısı, yani siyasal-teorik açılımlar
zorunludur ama tek başına bu yeterli değildir.
Bu açılımlar, sadece bize bir bakış açısı verir,
işimizi kolaylaştırır. Ancak, bu bakış açısı,
alan temelinde çeşitli örgütler kurduğumuz zaman,
bu örgütler aracılığı ile o alandaki işçi ve emekçi
sınıflarla, kadınlar ve gençlerle, sosyal, kültürel,
ideolojik, politik çeşitli ilişkiler kurduğumuzda
somut biçim alır. Bu alanlarda görevli örgütler,
başka faaliyetlerin yanı sıra, mutlak ve mutlak
o alanda hedef kitleye ulaşmak zorundadır. Eğer
bu ilişki kurulamaz ise, bizzat bu ilişkiyi kurmakta
görevli o örgüt giderek yozlaşmakla karşı karşıya
kalır (ki sol ve devrimci harekette, özel olarak
bizim kendi pratiklerimizde bunların çeşitli örnekleri
vardır). Nerede kitle çalışmasını şu ya da bu
nedenle küçümsenmiş, kitleleri örgütlemek için
somut bir politika ve araçtan uzak olunmuşsa,
o alanlarda, daha önceki tarihsel süreçlerdeki
konumundan bağımsız olarak, önce gerileme, sonra
giderek yozlaşma pratikleri gelişmiştir.
Devrimci halk hareketi, işçi ve emekçilerle emek
cephesinde, toplumun yarısı olan ve sadece sınıfsal
değil, aynı zamanda cinsel sömürü altında olan
kadınlarla kadınlar cephesinde, toplumun en dinamik
kesimi olan gençlikle gençlik cephesinde örgütlenerek
inşa edilir. Parti politikalarının bu alanlarda,
her bir alanın özgünlüğünü içeren biçimde somutlaşması
(ki buna “politikanın özgünleşmesi” de diyebiliriz),
örgütsel düzeyde merkeziyetçilik ile ademi merkeziyetçiliğin;
politik düzeyde ise, partinin politik bir harekete
dönüşmesinde önemli bir yer tutar. Bu ilişkiler
güçlü ve yaratıcı biçimde kurulamaz ise, kitlelerle
ilişkiler güçlenemez ve devrimci halk hareketi
inşa edilemez. İster özgür alanda, ister açık
alanda olsun, ister bir bölgesel ya da mahalli
alanda, ister bir kurum çalışmasında olsun, her
bir alanda parti politikaları, o alanın sorunları
ile özgünleşmeli, zenginleşmelidir. Partinin bu
toplumsal sınıf ve kesimlerle ilişki kurması,
bu toplumsal sınıf ve kesimleri kitlesel/cephesel
bir açılım ile örgütlemesi, alan temelinde örgütlenme
ve bu alanlarda parti politikasının özgün biçim
almasına bağlıdır.
Bunun için, gözümüzü milyonlara çevirmeli, ilk
adımlar için yeni başlangıçlar yapmalı, atılan
adımları büyütmeliyiz. Devrimci halk hareketinin
inşası gelecek bir zamanın değil, bugünün sorunudur.
Deneylerimizden Öğrenerek İlerliyoruz
Sık sık ifade ettiğimiz gibi, sol ve devrimci
hareketin, işçi ve emekçi sınıflarla, devrimden
çıkarı olan halk kitleleri ile arasında giderek
büyüyen ve kapatılması uzun mücadele yıllarını
kapsayacak bir mesafe vardır. Bu “mesafe”yi nasıl
aşacağız? Bunun için, elimizde her dönem için
geçerli ne bir formül ne de sihirli değnek vardır.
Bu “mesafeyi” kısaltmak, kapatmak, kitlelerle
bütünleşmek zorunludur ve bunun yolu, kapsamlı,
çok yönlü mücadeleler dizisinden geçmektedir.
Ama her şeyden önce, TDH işçi ve emekçilerin,
devrimin kitlevi güçlerinin gerçek gündemiyle
doğru bağlar kurmak zorundadır.
Yeniden inşa sürecimizdeki tüm politik kampanyalarımızın
böylesi bir amacı, yani işçi ve emekçi sınıfların,
geniş halk kesimlerinin gerçek gündemleriyle buluşmak
gibi bir amacı vardır. Gerçekten de, politik düzeyde
tek ayaklı olsa da, giderek daha bütünsel örgütlediğimiz
politik kampanyalar, işçi ve emekçi sınıflarla,
kadınlar ve gençlerle, işyerlerinde, mahallelerde,
okul ve evlerde, yani üretim ve yaşam alanlarında,
bu toplumsal kesimlerle, onların gündemi ile bağlar
kurmaktadır.
Ama kurulan bu bağlar, hem yeterli ve yaygın değildir,
hem de bu bağların kendisi, bu sınıfları ve toplumsal
kesimleri örgütlediğimiz anlamına gelmemektedir.
Tam bu noktada üzerinde asla atlayamayacağımız,
üzerinde düşünmemiz ve çözüm üretmemiz zorunlu
olan bir dizi eksikliğimizin olduğunu ifade etmek
gereklidir. Hem sistemli ve sürekli bir propaganda
için, hem kitlelerle ilişki kurmada bir seviyeyi/düzey
için, dahası kendi içinde bir bütünü ifade eden
bir tarzı tutturmak için, hem de tüm bu çalışmalara
örgütlenme unsurunu daha güçlü katmak için hala
almamız gereken bir hayli yol vardır. Bunun bilincindeyiz;
emek, sabır ve sistemli bir çalışma ile bunlar
başarılabilir.
Buradan dönüp kendi sürecimize baktığımızda, bu
eksikliklerimizi çok net görmekteyiz. Bunları
özetle ifade etmek gerekirse;
a) Politik kampanyalarda öncelikle somut bir politikanınız
olması gereklidir. Teorik ve ideolojik arka planı
güçlü bir politika ve politik duruş, politik kampanyaların
olmazsa olmazıdır. Dönüp kendimize baktığımızda,
bu konuda ciddi bir sıkıntımızın olmadığını büyük
bir özgüvenle ifade edebiliriz. Çünkü Devrimci
Sosyalist Hareket, mümkün olduğu kadar tüm parti
ve cephe örgütlerinin düşünce ve önerilerini alarak,
somut politikalar üretmekte ve her alanda az çok
buna uygun bir politik duruş sahibi olmaktadır.
b) Ancak, asıl eksiklikler bundan sonra başlamaktadır.
Sadece somut bir politikanızın olması ve bunu
bir politik duruşla ifade etmeniz yetmez. Kitlelere
yönelik sürekli ve sistemli bir aydınlatma ve
bilinçlendirme çalışması, bunun araçlarını sürekli
ve sistemli kullanmak son derece önemlidir.
Bu konu elbette bir düzey söz konusudur ve sıfır
noktasında mücadele etmiyoruz. Ama bu düzey, işçi
ve emekçi sınıflar, kadın ve gençlik için, daha
geniş ve güçlü bağlar kurmak için yeterli değildir.
Nesnel olarak, bu düzeyi sınırlayan bir dizi imkansızlıklar
vardır, ama tek başına bu sorunu açıklamaz. Bununla
birlikte, yaratıcı, esnek, somut ve sonuç alıcı
bir tarzın, bu temelde bir düzeyin gerisinde olmamız
oldukça önemli bir faktördür. Örneğin; bir kampanya
için propaganda ve ajitasyon araçlarının kullanımı,
önemli ölçüde maddi imkanlarla bağlantılı olsa
bile, bunların yaratıcı bir biçimde somutlaşması,
dahası özelikle kitlelerle ilişkide birebir ve
ileri bir düzeyin yakalanması tamamen bizim örgütsel
ve politik kapasitemizle ilgilidir. Bu konuda
ileri bir tarz sahibi olduğumuz söylenemez. Bizde
daha çok, ortalama bir düzey, çoğu kez politik
duruşumuzla kitlelerin bize geleceği yanılgısı
söz konusudur. Bunu aşmalı, daha ileri ve “parti
düzeyi” olarak tanımlayabileceğimiz bir düzeyi
ortaya çıkarmalıyız.
c) Bu düzeyin devamı olarak, biz hâlâ, başta örgütsel
yapımızı çevreleyen ve toplumun en ileri unsurlarını
içeren ilişkiler olmak üzere, bunlar üzerinden
daha geniş kitleleri mücadeleye çekmede, onları
örgütleyip, parti saflarında devrime kazanmakta
geri noktalardayız. Parti sempatizanları ve onların
çevre ilişkilerini, örneğin mahalli alanlarda
yakıcı bir sorun olan uyuşturucu ve çeteleşmeye
karşı bilinçlendirebilir, dahası sadece çevre
ilişkilerini değil, bu soruna karşı duyarlı olan
herkesin enerjisini açığa çıkarıp katılımlarını
sağlayabiliriz. Ama en yakın ilişkilerimize bile,
bu sorunu taşımak ve onların enerjisini örgütlemede
sorunlarımız varsa, dönüp siyasal-örgütsel pratiğimizi
sorgulamamız zorunludur. Ya da kitlelere bilinç
taşımada en önemli araçlardan biri (sadece biri,
tek değil) olan yayın organlarımızı bile en yakın
çevre ilişkilere ulaştırmakta sıkıntılar yaşıyorsak
(ki yayın organlarımız binlere, milyonlara ulaşmalı)
burada parti ile ne kadar bütünleştiğimiz, partiye
ne kadar sahip çıktığımız sorgulanmaya açıktır.
Bunları sorguladığımız zaman görülecektir ki;
kitlelerle ilişkileri küçümseyen bir eğilim, bu
temelde bir bilinç zayıflığı, örnek ve emekçi
bir yaklaşımdan uzak olma hali, eski ve nereden
üretildiği belli olmayan dogmatik ve dar bakış
açısı, toplumsal zemini olan tembellik, uyumsuzluk,
özgüven yoksunluğu vb. görülecektir. Bunlar örgütsel
işleyiş ve işlevlerle birlikte düşünüldüğünde
sorunu kavramak daha bir kolaylaşacaktır.
Bu temeldeki eksikliklerimizi aşmalıyız. Bunu
aştığımız ölçüde, gelişeceğimiz, giderek politik
bir harekete dönüşeceğimiz açıktır.
Nasıl başaracağız?
Öncelikle, şu bilinmelidir; kontrolsüz güç, güç
değildir. Dağınık, her şeye koşan ama işlevsiz
ve bizi ilerletmeyen bir tarzdan uzak olunmalı;
somut, hedefli ve planlı bir kitle çalışması yürütülmelidir.
Dahası, bu tarzda, yani işlev sahibi, somut sonuç
alıcı, planlı bir tarzda ısrar ederek, sabırlı,
emeğe dayalı bir çalışma düzeni kurmalıyız. Her
alan için tek bir politika ve taktik olmaz; her
alanın kendi içinde özgünlüklerini dikkate alarak
kitle çalışması yürütülmelidir. Yani, örneğin
kadın ya da gençlik çalışmasının kendine özgü
yanları mutlaka olduğu gibi, büyük ana kentler
ile taşra çalışmalarının da kendine özgü yanları
olacaktır. Her hangi bir alanda politik talep
ve şiarlar ön plana çıktığı gibi, bir başka alanda
sosyal ve kültürel talepler ön plana çıkabilir.
Tüm bu özgünlükleri dikkate almalıyız; ama örgütlü
ve planlı bir çalışma düzeninden asla vazgeçmemeliyiz.
Unutmayalım ki, kitle çalışması başlı başına bir
politikadır ve alan temelinde örgütlenmelidir.
Kitle çalışmasında, sol ve devrimci hareket, ciddi
ve sistemli değildir; siyasal iddiamız ne olursa
olsun, nesnel olarak bu zaaflı yaklaşım, şu ya
da bu düzeyde çeşitli çalışmalarımızda, yukarıda
da işaret ettiğimiz gibi, kendi çalışmalarımızda
da görülmektedir. Atalet, tembellik, emek vermeden
kazanılacağını sanma, elitist ya da tam tersi
popülist davranışlar sol ve devrimci harekette
güçlüdür. Biz de bu topraklarda, bu kültürel zeminde
devrimcilik yapıyoruz ve bunların etkisi şu ya
da bu düzeyde bizde de vardır. Ama bu yanlış anlayış
ve pratikler, devrimimizi ve kitle çalışmalarımızı
ilerleten değil, gerileten eğilimlerdir. Bunlardan
uzak olmalı, parti saflarında, her alanda kendi
politikamız ve tarzımızı inşa etmeli ve kitle
çalışmasını sistemli, sürekli kılmalıyız.
Geri, sürecimize ve parti tarzına uygun olmayan
her şeyden uzak olmalıyız; bizi geliştiren, sürecin
önünü açan her adımı büyütmeliyiz. Kendi deneylerimize
baktığımızda, ileri ve ön açısı çalışmalarımız
olduğu gibi, tıkanan ve geri bir tarzın örneklerini
de görmekteyiz. Partinin tarzı; kitlelerin bize
gelmesini beklemek değil, kendi politikamız ve
tarzımızla kitlelere gitmektir, kitlelerle günlük
yaşam içinde ilişkilenmek ve onları örnek tutumlarla
devrime kazanmadır. Devrimci politika, sokakta,
mahallede, evde, işyerinde, yani devrimden çıkarı
olan sınıf ve toplumsal kesimlerin yaşam ve mücadele
mekanlarında yapılır. Biz bu alan ve mekanlarda
kendimizi ve kitleleri örgütlemeliyiz.
Kitlelerle ilişki kurmak için, birer araç olan
kurumlarımız ise, tek başına, sadece ve sadece
kendi başına bu görevi yapamaz. Kurumlarımızı,
kitlelerle doğru ve örnek biçimde ilişki kurmak
ve onları örgütlemek için en verimli değerlendirmek
zorunludayız. Kurumlarımızın asıl başarısı, kurumların
doğru ve örnek biçimde işlevleşmesi, düzene tepki
gösteren, devrimden çıkarı olan, bağımsızlık,
demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde az çok sözü
olan herkes için birer çekim merkezi olmasından
geçer.
Kurumlarda çalışmak, bu kurumları parti ve devrim
için birer mevzi yapmak yanlış değildir; yanlış
olan, bu kurumlarda çalışırken “kurumculuk” hastalığına
yakalanmaktır. Kurumlarımız, işçi ve emekçilerin
yaşam alanlarında, onları sorunlarına sahip çıkan,
onları mücadeleye kazanan, onlarla birlikte mücadele
eden organlar olmalıdır. Kurumlarımız, kitleler
için vardır ve devrimci sosyalizmin kitlevi/cephesel
mücadele mevzileridir. Zaten, kurumlarımızın “kültürel”
fonksiyonların yanı sıra,”politik” fonksiyonlara
sahip olması tam da bundandır. Yani, biz devrimci
sosyalist bakış açısı ile kitlelere diyoruz ki;
gelin birlikte bu kurumlarda, bu düzenin ürettiği
her şeyi ret edelim ve buna karşı, kendi kurtuluşumuz
için mücadele edelim. Kitlelere diyoruz ki, düzene
karşı bir mücadele merkezi oluşturmak istiyoruz;
burada yeni bir insan, yeni bir kültür, politik
sorunlar dahil tüm sorunlara karşı bir mücadele
hattı örgütlemek istiyoruz. Bu kurumlar değişme
ve değiştirmenin, paylaşım ve dayanışmanın en
üst biçimde örgütlendiği mekanlardır.
O halde, kurumlarımızı buna göre örgütlemek, yani
önce kendini bu temelde geliştirip, giderek en
geniş kitleleri örgütlemek zorundayız. Söz, üslup,
davranış, ilişki biçimi vb hep buna göre olmalıdır.
Ama bunlar unutulup, bu kurumlar kitlelerin kendini
ifade edip mücadele ettiği örnek mekanlar değil,
sıradan bir “demokratik” kurumlara dönüşürse,
hatta daha geri konuma düşerse, kitleleri örgütlemeyi
başaramayız. Kitleler için örnek olmalıyız; hiç
kimse biz en doğru ideolojik-politik tespit yaptığımız
için gelmez. Elbette biz herhangi bir yerden değil,
devrimci sosyalizmin ideolojik-politik çizgiden
hareketle kitlelerle ilişki kuruyoruz, ama sadece
bu tek başına yetmez, örnek davranış ve tarzla,
mücadele içinde, sürekli ve sistemli bir çalışma
ile kitlelerle ilişki kurmalıyız.
Bizim kendimizi ideolojik kimliğimizle, yani kendimizi
Marksist-Leninist olarak tanımlamamız, gerileyen
sosyalist harekete karşı bütünlüklü bir devrimi
yenilenme şiarını benimsememiz, bu yeni-sömürge
toplumsal düzenin üretmiş olduğu geri ve zaaflı
unsurlara karşı bir ayrıcalık kazandırmıyor. Bu
siyasal, sosyal, ideolojik, kültürel iklim, günlük
yaşam içinde çok kez farkında bile olmadan düşünce
ve davranış biçimlerimize yansıyor. Eğer kendimizi
yenilemezsek, bunu örgütlü ve sistemli bir mücadele
ile yapamazsak, devrim için her alanda, sürekli
bir gelişmeyi önümüze koyamazsak, bu geri ve zaaflı
unsurlardan kurtulamayız. Kitlelerle ilişki noktası
burada yaşamsaldır. Kitlelerle ilişki kurmayan,
ondan uzak bir yerde kendini konumlayan her ilişki,
ne kadar örgütlü olursa olsun, giderek bir statü
oluşturur, kastlaşır, düzenin pompaladığı, örneğin
bencillik, korku, az olanla yetinme, değersizlik,
tutarsızlık, kolayı benimseme vb ile bütünleşerek
giderek kendini çürütür.
Bütünlüklü, her alanda yeni bir düzey hedefimizdir.
Parti; politik, ideolojik, örgütsel ve kültürel
alanda bu düzeyinin yakalanması ile inşa edilecektir.
Devrimci yenilenme ekseninde adımladığımız bu
süreç, geri dönüşsüz bir aşamadadır; devrimimiz
için tek çıkış yoludur. Bunu başaracağız.
Ufuk çizgimizden gözümüzü hiç ayırmadan, günlük
mücadele içinde, milyonlara bakarak, milyonların
taleplerine sahip çıkarak, her adımızı iradi biçimde
örgütleyerek, her ilişkiyi çoğaltarak ilerleyelim.
Her alanda kurumsallaşma; örgüt işleyişinde, çalışma
düzeninde, kitlelerle ilişki kurmada, politika
üretmede, ideolojik eğitimde, hatta tek başımıza
kendi iç dünyamızda kurumsallaşma!
İşte, günün temel şiarı budur; bu şiarla kitle
çalışmasında ileri atılalım, kendimizi, güçlerimizi
ve kitlelerin devrimci sosyalizmle bütünleşmesini
çoğaltalım!
.
|