Tarihte bazı “başlangıç”lar vardır; aslında en
baştan bir “son” noktaya, bir umutsuzluğa işaret
ederler.
Ama tarihte öyle bazı “son”lar da vardır ki; yepyeni
bir başlangıç için sıçrama noktası olurlar.
Türkiye Devrimci Hareketi’nin tarihinde Kızıldere,
böyle bir “başlangıcı doğuran son”dur. Hiç küçümsenecek
gibi değil; bir partinin yönetici gövdesinin tamamı,
Kızıldere’de ve daha öncesinde fiilen yok edilmişken,
aradan daha birkaç yıl geçmeden ülkenin dört bir
yanında o partiye karşı olan sempati ve saygı
çığ gibi büyümüşse, onun yolundan gidenler ya
da gittiğini iddia edenler kısa sürede binlerce
insanı çevrelerine toparlayabilmişse, artık orada
politik anlamda bir “son”dan söz edilemez.
Şimdi, aradan 36 yıl geçtikten sonra onları anabiliriz,
haklarında çok çok iyi şeyler söyleyebilir, kahramanlıklarını
övebiliriz, ki öyledirler, gerçekten de onlar,
yalnızca Kızıldere’ye gidenler değil, o yolu en
baştan beri döşeyenlerin tümü kuşkusuz bir kahramanlar
kuşağıdır. Bugün devrimci kadroların, kadrolarımızın,
hatta devrimciliğe ilk adım atan gencecik insanların
tümünün onların sahip oldukları erdemlerle yetişmesini
isteriz; sık sık onların kişiliklerinden, tutumlarından,
kararlı duruşlarından örnekler veririz. Bunu da
sonuna kadar hak etmişlerdir zaten.
Ama öte yandan, Kızıldere ve oraya giden yol,
oraya giden parti, bir siyasi düzeydir de…
Siyasi düzeyden kastımız yalnızca yapılanlar-edilenler
değildir. Teknik bir hesap-kitaptan değil, bütünlüklü
bir bakıştan söz ediyoruz.
Düşünmeye en basit yerlerden başlayabiliriz; örneğin
P-C’nin o günlerde elindeki “araç-gereç” miktarının
tümü bir araya toplansa, bir yemek masasının üstünü
doldurabilir miydi?
Oldukça şüpheli!
Peki daha sonraları, 70’lerde, 80’lerde, onların
takipçisi olan ya da olmayan politik yapıların
elindeki malzemeye şöyle bir baksak; hatta onları
bir yana bırakıp silahlı mücadele çizgisini hiç
benimsemeyenlerin cenahına bir baksak, onların
bile elinde 1971 P-C’sinden daha fazla “araç-gereç”
yok mudur?
Peki P-C’nin fiziki olarak yaptığı eylem sayısını
bir liste haline getirsek ve sonra bir de daha
ileriki süreçlerde olup bitenleri bir başka kağıda
alt alta yazsak?
Sadece ve sadece sayısal olarak bakıldığında,
sadece ve sadece düşman güçlere verilen zarar
anlamında baktığımızda, arada büyük bir uçurum
yok mudur?
Ya “kadro”lar? Şöyle ya da böyle bir takım “kadro”
tanımları yapabiliriz elbette, herkesin bu konulardaki
ölçütleri de farklıdır; ama çok çok kabaca “kadro”yu
bir politik örgüte fiilen ve profesyonel olarak
hizmet eden insanlar diye tanımlasak ve bu kaba
tanım üzerinden sayısal bir kıyaslama yapsak,
1971 bize (salt bu anlamda) pek “yoksul” görünmez
mi?
O zaman nedir bu işin sırrı?
Şimdilerde arada sırada söylendiği gibi, bir zamanlar
mevcut olan “masumiyet” ortamı ya da “fedakâr
davranışların yarattığı” bir ruh hali midir örneğin?
Yani, “evet, bir defa böyle bir şey oldu ama artık
orada kaldı, yeniden yaşanılamaz” mı diyeceğiz?
Devrimci hareketin 1980’lerden başlayarak içine
girdiği gerileme tablosu içinde bu soruları bir
kez daha sormak ve bir kez daha kendimizden başlayan
yanıtlar üretmek önemlidir.
***
Gerçekten, nedir 1971’in sırrı?
Bize sorarsanız eğer, bu bir sır da değil.
O parti, birkaç temel öğeden oluşan bir düzeydir.
Birincisi, o parti, son derece cüretkâr bir ideolojik
düzeydir. Zaman zaman Che’den ya da Latin Amerika’dan
etkilenmiş olmakla eleştirilmiştir; doğrusu bunu
bir iltifat olarak da alabiliriz ama konu o kadar
basit değildir. Latin Amerika, kocaman bir kıtadır
ve o kıtadaki dönemin gerilla atmosferi de çoğu
kez sanıldığı gibi homojen bir atmosfer değildir.
Aynı atmosfer içinde Regis Debray gibi anti-Marksist
teorisyenler de vardır; aslında Marksizme oldukça
uzak olan yurtsever ve cesur gruplar da…
Oysa Mahir’de cisimleşen ideolojik çizgi, bu toplamın
basit bir parçası değil, klasik Marksist-Leninist
perspektiflere yaslanan, Küba’da simgelenen devrimci
sosyalist hattı irdeleyen ama Türkiye toprağındaki
özgünlüğünü de yakalamaya çalışan bir çizgidir.
Gerektiği her noktada yeni kavramlar ortaya atmaktan
çekinmeyen, olguları incelerken hem klasik temele
yaslanan hem de klasik kavramları yeniden ele
almaktan geri durmayan bir yaklaşımdır. Daha karmaşık
bir dille ve daha dolaylı anlatılsa belki solda
daha tahammülle karşılanacak olan “sürekli devrim
durumu”, “evrim-devrim aşamalarının içi içeliği”
gibi kavramlar, dobra dobra ortaya konulmuş ve
bir yenilenme-yeniyi arama cesaretinden taviz
verilmemiştir.
Bu önemlidir, bir tarafa yazabiliriz.
İkincisi, o parti, bir politik düzeydir; bir siyaset
yapma biçimidir. Şimdilerin postmodern ortamında,
parçalar üzerinden yürüyen, düzenle bütünsel ve
merkezi düzeyden hesaplaşılmayan bir süreçte anlaması
biraz zordur ama gerçek de budur. P-C’nin politik
pratiği, özellikle bu pratiğin en üst biçimi olan
silahlı mücadelesi, yalnızca “mücadele” değil,
belki ondan daha da fazla “müdahale”dir. Yapılan
şey, düzene ve emperyalist ilişkiye doğrudan,
merkezi olarak ve merkezden, bütünlüklü bir müdahaledir.
Karşı tarafı “bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya”
zorlayan, kendi gündemini ülkenin orta yerine
bir kılıç darbesiyle koyan ve bizzat kendisini
gündem maddesi yapan bir yaklaşımdan söz ediyoruz.
Bunu da bir yere not ettikten sonra, elbette üçüncü
olarak “kadro” meselesine geliriz. Ve orada, yukarıdaki
kaba tanımı aşan, onun çok üstünde bir “kadro”
tipi olan “kurucu kadro”ya varırız. Bu, basit
anlamda, zaten mevcut olan bir yapı için çalışmaktan
ötede, ki böyle bir kadro tipi de her zaman olacaktır
ve değerlidir; “kuran” ve “yaratan” bir çabayı
bize gösterir. Her zaman yaşlardan söz edilir;
bu insanların çok genç oldukları söylenir ama
gençlik başka şeydir, bu başka şeydir. Kurulan
şey bir öğrenci derneği değildir; kurulan şey,
düşmanla karşılaşıp onu yenmeyi, kitleleri örgütleyip
ayaklandırmayı amaçlayan ciddi bir iktidar perspektifli
partidir. Ve bu “genç” insanlar, böyle bir partiyi
inşa etme işine girişmişlerdir.
İdeolojik, politik ve örgütsel düzey…
Cesur düşünme biçimi, büyük ve bütünlüklü siyaset
ve kurucu kadro…
Kızıldere’ye giden irade bu üçünün toplamı ve
bütünüdür.
O yüzdendir ki, orada yaşanan fiziki “son”, bu
topraklarda yeni başlangıçların temel taşı olmuştur.
***
Bugün, sıçramak ve ileriye atılmak isteyen devrimci
sosyalist hareket, bütün bunları gerçekleştirmeyi
görevler listesinin en başına yazmıştır.
İdeolojik atılganlık, politik atılganlık ve yeni
bir kadro tipi…
Üç ihtiyaç, üç somut görev…
Bir mermer kitlesinin önünde duran ünlü heykeltıraş
Rodin’e sorulan ünlü bir soru vardır: “Üstad,
heykel nerede?”
Rodin, mermer kitlesini gösterir ve şöyle der:
“Orada, mermerin içinde!”
Bugün yaşadığımız süreç, işte tam da bu örneğe
uygundur. Gerçekten de aradığımız ve yapmak istediğimiz
şey, önümüzdeki büyük ve şekilsiz görünen mermerin
içindedir.
Onu bulacak, onu yaratacak hünerli ellere sahibiz.
Yukarıdaki soruları kendinden başlayarak yanıtlamaya
başlayan her devrimci sosyalist, mermerin içindekini
de artık kavrayacaktır.
Çünkü biraz da sorun bizim içimizdekiyle ilgilidir.
Yani Rodin, aynı soruyu şöyle de yanıtlayabilirdi
ve hiç yanlış olmazdı:
“Burada, kafamın içinde!”
.
|