Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

58. Sayı - Mart 2008

Mart ayının ortalarına doğru geliyoruz… Bahar geliyor, Newroz geliyor, 1 Mayıs’a dek uzanan canlı ve hareketli günlerin kapısı açılıyor.
Ocak ve Şubat’ı hep kapkara manşetlerle geçirdik. Dünyada bu kadar çok medya organına sahip bir başka ordu olmasa gerektir. Gerçekten de durum tam bir felaketti ve utanç vericiydi. “Çapulcu” oldukları baştan ilan edilmiş olan “bir avuç” insana karşı her gün jetler havalandı, televizyonlarda birtakım binaların nasıl havaya uçurulduğunu izledik. Daha sonra da “Kandil’in fethedilmesi” seferi başladı. Ordu bile böyle ilan etmemişti hedefi ama basın yine de “gitmişken Bağdat’ı da alalım, olsun bitin” havasındaydı. 8 gün sonra gerisin geri dönüldüğünde ise “sıkı dost” gibi görünenler bile kapıştılar. ABD mi emir verdi? arkasında büyük bir komplo mu var? vs. vs…
Bu arada hiç kimse, bu geri dönüşün gerillanın direnişi karşısında bir “başarısızlık” anlamına geldiğini tartışmadı bile; “düşman kaynaklar”dan bilgi aktarmak ise zaten baştan yasaklanmıştı. Yani, ABD işgali altındaki bir ülkede elbette ABD’nin izin verdiği kadar ve onun belirlediği kurallar içinde iş yaparsın, bu bellidir; ama yine de bu sekiz günün bilançosu nedir? Gerilla yöntemleriyle savaşan bir gücün, böyle askeri operasyonlar ile yok edildiği ya da geriletildiği dünyanın herhangi bir ülkesinde görülmüş müdür? Yani o kadar ki, Genelkurmay Başkanı bile zaman zaman psikolojik savaş kurallarını unutup “siz gidin de bir gün kalın bakalım orada” gibi laflar etmek zorunda kaldı. Sonuç olarak, lafı uzatmaya hiç gerek yok; olan şey, küçük çaplı bir Sarıkamış felaketinin eşiğinden geri dönüştür. Ünlü “gittim gördüm yendim” deyişi, bu olay için “gittim yenildim geldim” şeklinde yeniden düzenlenebilir.
Harekat sonrasında ABD’li yetkililerin “müzakere” lafları da, Talabani’nin aşağılanma gösterisine dönüşen ziyareti de hiç öyle büyük komplolar değildir. İşin ta en başından beri Kürt ulusal hareketinin ezilmesi ve sonra da “makul” Kürtlerle dalavereler çevrilmesi; hatta PKK’nin bu noktaya düşürülmesi planları vardır ve bunlar gizli de değildir.
Talabani’nin aşağılanması ise ayrı bir derstir.
Son günlerde bütün emekçi halkların ezberlemesi gereken bir ders var: “Bağımsız”(!) Kosova! Bir aydır Kosova’da meydanlara toplanan binlerce insan, bayraklar sallayarak “bağımsızlığı” kutluyorlar. Amerikan bayraklarıyla! Kosova’nın başkenti Priştine’nin en büyük bulvarının adı Bill Clinton Bulvarı; bu bulvarı kesen diğer bulvarın adı ise eski başkan yardımcısının adını taşıyor: Al Gore Bulvarı! Bütün bunlar, “Kosova Sırptır Sırp Kalacak” diye çığırtkanlık yapan Sırp ırkçılarına haklılık kazandırmıyor ve Kosova’nın Arnavut halkının ille de Sırbistan’a bağlı yaşamak zorunda olmalarına bir kanıt oluşturmuyor. Ama şu bir kez daha anlaşılıyor: Bağımsızlık, bağımsızlıktır! Yarım bağımsızlık olmaz; olursa da kimseye hayrı olmaz. Yarım bağımsızlık, sizin “bağımsızlığınıza” bir başkasının ortak olduğu, ipotek koyduğu bir bağımsızlıktır. Siz, bir ülkeyi işgal ederek 1 milyon insanın kanına girenlerin “himmetiyle” cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturursanız; azarlanmayı, aşağılanmayı, kendi kardeşlerinize karşı kullanılmayı hak edersiniz.
Şu bir kez daha anlaşılıyor: bugünün dünyasında ulusal olanı da dahil hiçbir demokratik sorun, sosyalizmin dışında bir yerde tam olarak çözülemiyor. Hiç çözülemiyor değil; ama tam çözülemiyor ve eninde sonunda dikiş yerlerinden patlayan bir yara gibi kanamaya başlıyor.
Öte yandan biz, madem ki şu anda şu ya da bu bölgede sosyalist bir çözüm yok, öyleyse herkes şimdilik sömürgeci efendilerine itaat etsin, tutsak yaşasın demiyoruz. Bizim tutumumuz açık: Biz dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, eşit, kardeşçe, özgür olmayan hiçbir ilişkiyi kabul etmeyiz ve etmeyeceğiz! Biz dünyanın hangi köşesinde olursa olsun uluslar ve halklar nasıl yaşamayı istiyorlarsa öyle yaşasınlar diyoruz. Kimseye esareti öğütlemiyoruz. Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’na bugünlerde kolayca kefen biçenler ucuz sosyal şovenistlerdir; 17 bin NATO askerinin işgalinde olan, kanunları emperyalist hukukçular tarafından yazılan Kosova bile, bu ucuz şovenizmi haklı çıkarmaz; Kosova’nın Yugoslavya zamanından beri çözülememiş bir ulusal sorun olduğunu bilmeyenler tarih konusunda cahildirler. Bu cahilliğin, yıllarca yakasında “orak-çekiç” olan Sırp polisinden küfür yiyen, insan yerine bile konulmayan bir Kosovalının duygularını anlaması da mümkün değildir. Biz sosyalistiz, enternasyonalistiz, bu temele dayanarak ve bu yüzden sözümüzü söylüyoruz; yoksa ne Sırp milliyetçilerinin, ne Halepçe katili Baas canilerinin ne de inkâr ve imha dışında yol bilmeyen Türkiye şovenizminin ezilen ulusların davranışlarını yargılama hakkı yoktur!
Güney Kürdistan’daki durum Kosova’ya mı benziyor? Hayır, elbette değil, zaten ülkeler ve durumlar arasında böyle benzerlikler de olmaz. Ama mesele şu: Özdemir Asaf’ın şiirinden uyarlayarak söyleyelim: “Bağımsızlık paylaşılmaz / Paylaşılırsa bağımsızlık olmaz!” Yani kim gerilla cesetlerinin başın tüneyerek “akbabalık” rolü kapacağını ve böylece “temizlenmiş” olan meydanda Kürt siyaseti yapacağını umuyorsa; kim kendi kardeşinin katline aracılık yapıyor ya da sesini çıkarmadan bunu seyrediyorsa, ona bu dünyada rahat yoktur. Çünkü, Kürdün ölüsü dirilir; her şey bitse bile, bugün Diyarbakır’ın ara sokaklarında, İstanbul’un varoşlarında yaşayan yoksul çocuklar, dönüp yeniden Fis köyüne giderler, yeniden kendilerine bir yol ararlar. Bir Newroz’u çıplak gözle izlemeyenler bunu asla bilemez; orada Jeeplerini uzaklara park edip alana gelenler de vardır; kilometrelerce yolu yürüyerek gelenler de… Jeep’in rahatlığına alışanlar belki yarın yorulurlar; ama yürüyenlerin ayakları yola alışkındır, onlar daha çok yol yürürler özgürlük için…
Newroz budur; Kürdün gerçeği de budur.
Öte yandan bu topraklar, herkesin keyfinin yerinde olup de tek derdin “ayrılıkçılık” olduğu topraklar da değildir. Her yıl Forbes Dergisi’nde yayınlanan dünyanın en zengin patronları listesine yeni olarak kaç Türkün girdiğine bakın; dönüp bir de Tuzla’da o yıl kaç kişinin öldüğüne bakın; arada simgesel anlamda bir doğru orantı vardır. Ne kadar zenginlik ve servet; o kadar iş cinayeti ve o kadar yoksulluk, işsizlik… Hiçbir alavere dalavere, basındaki “kahraman Mehmetçik” manşetleri, harekatın gürültüsü arasında imzalanan Türban değişikliği ve yarattığı tartışmalar bu yalın gerçeği ortadan kaldırmıyor. Bütün ekonomik işleyişi emperyalist direktiflere bağlayan ve zaten bunun için kurulmuş olan hükümet, neyin arkasına sığınırsa sığınsın, insanlara bilfiil 34 yıl çalışarak nasıl emekli olunabileceğini açıklayamıyor. Çünkü bu memlekette bu süreyi tam olarak sigortalı geçirmiş bir “örnek işçi”ye rastlanılamıyor! Çünkü bu miktardaki bir emeklilik süresi, aslında işçinin “gönüllü”(!) olarak patronuna “sen beni sigorta yapma kardeşim” demesi anlamına geliyor.
Forbes listesine her yıl yeni asalaklar ekleyen hükümet, sosyal güvenlik sisteminde “kara delik” meselesini de açıklayamıyor. Nedir “kara delik?” Patronların ödemedikleri primler değil mi? Peki “gerekirse Kandil’i fethederim” diyen o “müthiş” siyasi irade, bu adamların kapısına dayanıp neden “ver bakalım şu parayı” diyemiyor? Davutpaşa ya da Levent, Zap’tan Kandil’den daha mı uzak? Tekel medyasının habercileri son zamanlarda iş katliama dönüşünce Tuzla’yı uğrak yeri yapıverdiler; peki hükümetin bizzat kendisi gidip patronlara “burada kaç kişi var, kaçı sigortalı, sen kaç para prim ödedin bu ay” sorularını niye soramıyor?
Çünkü, yüz yıl önce söylendiği gibi, her sınıf “kendi bayrağının altında” yürüyor; her sınıf kendi çıkarlarını koruyor.
Çünkü, yüz elli yıl önce söylendiği gibi, devlet, egemen sınıfların baskı ve zulüm aracıdır; adalet ve denge aracı değil…
İşte bu çıplak gerçeklerin dünyasında Newroz günlerine giriyoruz, Kızıldere’yi yeniden iliklerimizde duyuyoruz.
Asıl perspektiflerimizi unutmadan, ufkumuzu daraltmadan, hayatın, günlük pratiğin içinde yürüyüşümüzü sürdürüyoruz, sürdüreceğiz. Bizim işimiz zor. Çünkü biz, bu uzun vadeli perspektifleri saatlerimizi durdurarak tartışma yolunu seçmedik; devrimci pratiği erteleyerek plan-program yapma “rahatlığını” tercih etmedik. Çünkü bunun bir “rahatlık” değil, aslında risk olduğunu biliyoruz, tarihten öğrendik.
Yolumuz bu yüzden aydınlıktır. Tıkanan her noktayı aşarak, oluşan her düğümü çözerek yürüme yeteneğine ve iradesine sahibiz.
Öyleyse, özgür bir ülke, insanca yaşam hedefiyle bir kez daha ileri!


.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19