Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

55. Sayı - Ekim 2007

Yorgan gidince kavga bitiyor ama seçim bitince politik savaşlar bitmiyor. Daha yeni milletvekilleri meclisin koridorlarını öğrenmeden, seçimden yüzde 47’yle çıkmış hükümet yeni bir atışma alanının kapısını açtı. Biraz esrarıengiz bir havayla ama büyük gürültüyle Anayasa tartışmaları başlatıldı. AKP çevresinde kümelenmiş bir grup akademisyene hazırlatılan taslak, sonunda kamuoyuna açıldı ama o güne kadar da tek tek açıklanan maddeler üzerinden epey bir tartışma yürüdü.
Ve bu tür tartışmalarda hep olduğu gibi Anayasa tartışması da sınırları önceden çizilmiş olan siyaset alanının merkezi sorunu oldu. Bütün siyasi güçler bu tartışmaya endekslendiler, herkes dünyanın en önemli meselesini tartışıyormuş gibi yapmaya başladı. Manşetler doldu taştı, düzenin inisiyatif savaşı veren güçleri bu eksen etrafında mevziler kurmaya siperler kazmaya başladılar.
Tartışma konusu olan şey, 12 Eylül Anayasası olunca liberaller, hatta yeni bir sol-liberal yapı örgütlemeye çalışanlar da kendilerine yeni bir meşgale buldular. Bir ara bu büyük devrim girişimini bir parça benimser gibi oldular, sonra AKP taslağının ciddi değişiklikler taşımadığını görünce biraz hevesleri kaçtı ama yine de “vatan elden gidiyor” çığırtkanlığı yapan CHP’nin karşısında bu girişimi desteklemeyi sürdürdüler.

Anayasa: Merkezi Bir Sorun mu?
Tartışmaların bugünkü kızgın evresinde bu soru belki garip görünebilir ama yine de sorulmalı. Ve bir yanıt ararken de önce Anayasa denilen yasa biçiminin genel anlamı ve tarihsel seyrine bakmalıyız.
Anayasa, Türkçe’deki somut çağrışımından da anlaşılacağı gibi bir ülkenin temel yasasıdır; bir süreçteki sınıf, birey, devlet, hukuk ilişkilerine denk düşen, bu ilişkileri düzenlediği varsayılan bir hukuk metnidir. En kaba tarifiyle o “yasaların yasasıdır” ve yine teorik olarak bütün diğer yasaları biçimlendirir, diğer yasaların tümü onunla uyumlu olmak zorundadır. Bu açıdan o, feodalizmin keyfi düzenini sona erdiren burjuva devrimlerinin ve aydınlanma fikirlerinin doğrudan sonucudur. Toplumsal yaşamın tümünü kayıtlara bağlayan, yazılı hukuku esas alan burjuvazinin doğuşu, Anayasa hareketinin de doğuşudur. Ama aslında daha geniş anlamda Anayasalar ya da temel hukuksal belgeler, tarih boyunca başka başka biçimler altında hep görülmüştür. Daha doğrusu bu türden metinler, tarihteki büyük devrim ve dönüşüm süreçlerinin billurlaşmış metinleri ya da bir anlamda manifestoları olarak ortaya çıkmışlardır. Tarihin neresinde bir ülkede bir güç, bir başka güce galip gelmiş ve yeni siyasi koşulları yaratmışsa orada bu değişimi “sağlama bağlayan”, “kayıt altına alan” metinler yazılmıştır. 13. yüzyılda İngiltere’de feodallerin krala kılıç zoruyla imzalattıkları, onun yetkilerini kısıtlayan ve toplumsal ilişkileri yeniden düzenleyen metin, “Magna Carta” (Büyük ferman) böyle bir belgedir.
Daha sonraları burjuva devrimlerine doğru gelindiğinde de her büyük hesaplaşma süreci bir tür tutanak gibi yazılı belgelerle kayıt altına alınmıştır. Bir anlamda İnsan Hakları Beyannamesi de, o güne dek akıp gelmiş bulunan devrim sürecinin sonuçlarının yazılı olarak kayda geçirilmesidir. Yani kural olarak Anayasalar ve diğer temel belgeler, büyük toplumsal dönüşüm süreçlerinin ortaya çıkardığı eserlerdir. Bugünkü tartışmalarda “Anayasa toplumsal uzlaşma metnidir” gibi ezbere laflar bol bol edilse de gerçekte çoğu kez bu belgeler gücü elinde toplayanın yazdığı ve toplumsal yapının kurallarını yeniden düzenlediği metinlerdir. Yani bir anlamda bu metinler, “uzlaşma” değil, çatışmadan galip çıkanların “dayatma” metinleridir. Bu açıdan bütün anayasal metinler, büyük toplumsal-siyasal-ekonomik değişimleri ifade ederler ve ya bir “barış” anlaşmasıdırlar ya da teslimiyet koşullarının ifadesidirler. Bu anlamda, örneğin burjuva devrimlerinin ortaya çıkardığı anayasa metinlerinin ulus devlet, yurttaşlık, insan hakları, eşitlik ve özgürlük, din ve laiklik, temsili demokrasi, güçler ayrılılığı ilkesi, vb. gibi kuralları düzenlemesi doğaldır.
Böyle bir açıdan bakıldığında, yeni-sömürge ülkelerin anayasalarının da bir yandan klasik burjuva ölçütleri göstermelik bir biçimde tekrarlaması, diğer yandan da sürekli faşizm koşullarına uygun bir baskıcı cendere yaratması olağandır.

Genel Süreç ve AKP
Türkiye’deki Anayasal metinlerin tarihi bir anlamda Osmanlı’nın son dönemlerine, Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı gibi belgelere kadar gider. Sonuçta bu belgelerin hepsi ve nihayet 1876 tarihli Kanun-u Esasi, kapitalizm trenini kaçırmış ve yarı-sömürgeleşme noktasına gelip dayanmış olan Osmanlı’nın Batı’ya “uyum sağlama” girişimleri gibidir ve çoğu da dayatılmış metinlerdir.
Daha sonra yeni cumhuriyetin 1921 ve 1924 anayasaları gelir ve bu metinler de esasen yüzünü kapitalizme dönmüş olan bir sürecin yazılı ifadeleridir. Özgün koşullarda hazırlanan ve bazı maddeleri sınıf savaşımının yükselme ihtimaline uygun olmayan 1961 Anayasası ise, resmen 1982’de değiştirilse de, gerçekte ömrünü 1960’ların sonunda tamamlamıştır bile. 12 Mart 1971 cunta muhtırasının eşsiz deyimiyle “toplumsal uyanış iktisadi gelişmeyi aşmaya” başladığında “bu anayasanın bol geldiği”, “bu anayasa ile memleketin yönetilemeyeceği” söylemleri gelişmeye başlamış ve sonuçta yeni-sömürge krizinin derinleşmesine paralel olarak 12 Eylül’e gelindiğinde bu mesele de kökünden halledilmiş, 1982 Anayasası ile cuntayı süreklileştiren bir “düşük yoğunluklu demokrasi” metni yaratılmıştır. Bu metin esasında bir restorasyon dönemi metnidir ama öte yandan, yeni tarihsel sürecin sosyal devleti tümüyle çökerten, neoliberalizmin elini tümüyle rahatlatan politikalarıyla da tam tamına uyumlu olmadığı küçük küçük örnekler üzerinden kanıtlanmıştır. Mevcut anayasanın neoliberal furyanın temel uygulamalarını engellemediği kesin olmakla birlikte, zaman zaman bazı ayrıntılar üzerinden sürtünme noktalarının oluştuğu ve zaman zaman “işlerin hızlı yürümesini” aksattığı da ortadadır.
Öyle görünüyor ki, yeni Anayasa girişimlerinin asıl amaçladığı da bu merkezci yönlerin törpülenmesi, bazı katı çerçevelerin gevşetilerek yürütmenin elinin rahatlatılmasıdır. Bu kuşkusuz iddia edildiği gibi “özgürlüklerin çerçevesinin genişletilmesi” anlamına gelmemektedir ve zaten AKP taslağı da bu yönde en küçük bir işaret vermemektedir. Eski Anayasa’daki bütün temel baskı unsurlarını koruyan bu taslak, ağırlığı büyük ölçüde cumhurbaşkanının ve yargının yetkilerinin kısılması gibi alanlara vermekte, arada da örneğin resmi dil-anadil sorununda gelecekteki hesaplar için kapıları aralık bırakmaktadır. Ve tabii bu arada, “geçerken” zaman zaman pürüz yaratan eski moda ideolojik anlayışla da ürkek bir birkaç küçük hesaplaşma gündemleştirilmektedir.
Sonuçta klasik deyimle bu ayran daha çok su götürecek bir ayrandır. Önümüzdeki süreçte tartışmalar, inisiyatif savaşları üst üste binecek, ileri-geri adımlardan oluşan dans figürleri sergilenecek ve eninde sonunda ortaya bugünkü taslaktan da az çok farklı bir tablo çıkacaktır ama nihai olarak üzerinde uzlaşılacak metin, düzenin temel kriterlerini vurgulayan bir metin olacaktır. Bütün bu karmaşa içersinde “sivil” ya da “resmi” gibi kavramlar da yabancılaşmış, tümüyle yozlaşmış kavramlardır. Türkiye’nin somut yönetim tarzı faşizmdir ve faşizm meselesinin de esasen sivil ya da resmi giysilerle ilgisi yoktur.
Bu mesele bir yana, “cunta anayasası değişiyor” saflığıyla tartışmanın içine balıklama dalanların asıl görmediği gerçek, bu taslağın asıl derdinin emperyalizmin yeni politikalarının elini rahatlatma amacını güttüğüdür. Tek cümleyle taslak, bu politikaların pratik uygulamalarının “yağ gibi” kaymasını istemektedir ve bu amaçla yargıdaki ya da bürokrasideki pürüzleri gidermeyi amaçlamaktadır. Öyle ki taslak, klasik “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” kalıp ifadesine bile “milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklı sınırlamalar saklıdır” cümlesini eklemekte ve pek kutsanan “milli irade”yi emirlere bağlı hale getirmektedir. Ya da örneğin, 1982 Anayasası’nda hasbelkader yer almış olan “yabancılara yönelik sınırlamalar” vurgusu yeni taslakta tümüyle unutulmakta ve böylece imzalanan MAI, MIGA, DTÖ, vb. anlaşmalarıyla uyumlu bir düzen kurulmaktadır. Örneğin eski anayasadaki göstermelik “konut hakkı” ya da “çalışma hakkı” gibi madde başlıkları da metinde yoktur. Neoliberal bir anlayışla bu gereksiz “yükler” ortadan kaldırılmıştır. Öte yandan eski anayasada var olan “kamu iktisadi teşebbüslerinin denetimi”, “orman köylüsünün korunması”, “kooperatifçiliğin geliştirilmesi”, “tüketici, esnaf ve sanatkarların korunması” gibi “sosyal” çağrışımlar taşıyan kavramların hiçbiri yeni metinde yoktur. 1982 Anayasası’ndaki “piyasaların denetimi” kavramı da yerini “piyasaların geliştirilmesi” kavramına bırakmıştır. “Planlama” kavramına ise, ayrı bir madde düzenlemesi ve hüküm olarak, yeni anayasada hiç verilmemiştir.
Kısacası, AKP’nin taslağı, özünde, 1980’lerden beri devam eden restorasyonun en temel kriterlerini yazılı hale getirme girişimidir. Bu girişimden ne idüğü belirsiz bir “sivilleşme” teorisi yaratmak, bir kavram çarpılmasıdır; çünkü iddianın tam tersine Türkiye’de neoliberal politikalar çizme ve kırbaçla birlikte vardırlar ve bu politikaların kaderi de postallara bağlıdır.
Büyük bir olasılıkla önümüzdeki süreçte tanık olacağımız tablo da şudur: Taslak, ağırlıklı olarak bu temel konular üzerinden değil, yine siyasetin sığ bölgeleri olan laiklik, türban, vb. üzerinden tartışılacak, böylece koparılan büyük toz bulutlarının arkasında herkes muradına ermiş olacaktır.
Öte yandan, bu taslak tümüyle ortadan kalksa ve anayasa sohbetinin kendisi tamamen ertelense de bu, mevcut işleyişin aksaması anlamına gelmeyecektir; çünkü şu ana kadar oturmuş bir işleyiş vardır ve bu ülkedeki işlerin yalnızca Anayasa metni tarafından düzenlendiğini zannedenler yalnızca en saf vatandaşlardır.
Devrimci hareketin sorunu ise esasen bir “anayasa” sorunu değil, “program” sorunudur. Sağlam bir program yaratarak onun her maddesi üzerinden bütün mücadele biçimlerini kullanarak kitlelere ulaşmak, bugün her zamankinden daha büyük bir önem kazanmıştır. O yüzden mevcut tartışmalara eklenici bir tutum yerine kendi programatik çerçevemizi yaratarak pratiğe yönelmek temel bir görevdir.

 


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19