Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

55. Sayı - Ekim 2007

Son aylarda bütün dünyada bir “kriz” hayaleti dolaşıyor… Belki korkunç şeyler olmuyor, klasik krizlerde olduğu gibi müflis patronlar kendilerini sapır sapır pencerelerden atmıyorlar; ama en azından bir eşiğin aşıldığı, durumun müdahale gerektiren bir noktaya geldiği kesin. Aslında kapitalist ekonomiyi yönetenler genellikle “kriz” söyleminin kendisinin de bir kriz tetikleyicisi olduğuna inandıkları için mümkün olduğunca bu sözü kullanmaktan kaçınırlar; ama son zamanlarda dikkatli bir tonda yapılan uyarılar çoğalıyor.
Gerçekte kriz kavramı, yeni-sömürgelerde olduğu kadar metropollerde de sokaktaki insanın yabancısı değil. Genel olarak sokaktaki insan, sistemin her an bir çöküntüyle kendisini mahvedebileceğini, karmaşanın arasında ezileceğini deneyimleriyle bilir. Kapitalizm, zaman zaman beş-on yıllık “iyi zamanlar” yakalasa da her zaman kırılma noktalarına sahiptir.
Özellikle Türkiye söz konusu olduğunda bu kaygı daha belirgindir. Sonuçta insanlar, belki derin bir ekonomi bilgisiyle değil ama şuradan buradan okuduklarıyla en azından Türkiye’deki bankacılık ve piyasa sisteminin neredeyse tamamen yabancı sermayenin kontrolü altında olduğunu bilmektedirler. Durum böyle olsa da olmasa da işler çıkmaza girdiğinde ya da birileri istediğinde ortalık karışabilmektedir; dolayısıyla da zaman zaman patronların diline dolanan “önümüzü göremiyoruz” lafı, daha küçükler ve nihayet emekçiler için aslında sürekli bir durumdur. Bu yüzdendir ki, tekellerin bin türlü yolla canlandırmak istedikleri kredi ve tüketim ortamı ile alt ve orta sınıfların tedbirliliği arasında hep bir gerilim vardır. Çünkü bu sınıflar, tedbiri elden bırakıp “fazla açıldıklarında” her zaman bunun cezasını görmüşlerdir.

Çılgın Para Dolaşımının Çıkmaz Sokağı
Bugünlerde dünya kapitalizminin verdiği işaretler, belki evet, öyle eskisi gibi 1929 krizi işaretleri değildir; en azından bu konu burjuva iktisatçıları arasında henüz tartışılıyor. Ama öte yandan ciddi hesaplaşmalar ve kaynaşmalar olduğu da açık.
Dünyada şu anda ortalıktaki kredi miktarı 415 trilyon dolar ve bu rakam dünyanın toplam hasılasının 10 katına eşit. Yani dünyanın mevcut maddi varlığının on katı büyüklükte bir para serseri mayın gibi ortalıkta gezinip duruyor ve bu mayının patladığı her nokta, zincirleme çöküşler yaratma potansiyeline sahip. Son zamanlardaki sorunun en kritik nokta olan Mortgage kredilerinden patlaması de rastlantı olmasa gerektir; çünkü bu alan gerçekten de çılgınca bir para dolaşımının hüküm sürdüğü en batık alanlardan biridir.
Aslında dünya ekonomisi çok uzun süredir böyle bir yüksek tansiyonla birlikte yaşıyor; daha 80’lerin sonunda bile birçok ülkede şirketlerin gerçek varlıklarının on, yirmi, otuz kat fazlasına denk düşen borçlarla, kredilerle iş görüyor olması normal görülmeye başlanmıştı. Basitleştirerek anlatmak gerekirse eğer, bu cebinde on lirası varken, yüz lirayla dükkan açmak isteyen adamın durumuna benziyor; geriye kalan doksan lira, doğal olarak kapitalist dünyanın anarşik ve kaypak ortamına bağlıdır. Bu kadar yüksek tansiyon her an damarlardan birinin tıkanmasına yol açabilir; basit dükkan hesabıyla söylersek, kredi olarak alınan doksan lira çalkantılara açıktır, her an batabilirsiniz. Ve daha önemlisi, giderek bu dükkan açmak-açmamak meselesinin de ötesine geçerek, böylece ortalıkta dolanıp duran faizli paranın bizzat kendisi büyük miktarlarda kar sağlama aracına dönüşmektedir.
Son zamanlarda IMF çevrelerinde bile “durgunluk”tan söz edilmesi, ABD Merkez Bankası’nın uzun süredir hiç bozmadığı bir kuralı bozarak doğrudan piyasaya müdahale etmesi, bu konudaki ürküntünün boyutlarını gösteriyor. Artık fısıltıyla değil, gazetelerde açık açık 1929 hatırlatmaları yapılıyor, kapitalizmin devrevi krizlerinden söz ediliyor.
İşin ilginç yanı, aslında kimse de tablonun tamamı üzerine tam kesin bir şey söyleyemiyor. Söyleyemiyor; çünkü bu muazzam büyüklükteki kredi ağının hangi noktasında ne kadar kırılganlık olduğunu, ne kadar paranın bataklıkta olduğunu kimse doğru dürüst bilmiyor. Üstelik bu karmaşaya bir de dünya ekonomisi ve siyasetinin iç çatışmaları da giriyor; örneğin Şanghay İşbirliği Toplantıları ve Çin’in yükselişi de ABD ve müttefiklerinin kampındaki ürküntüleri tetikliyor.

Türkiye: Hastalıklı Şişkinlik
Dünyada bütün bunlar olurken, Türkiye’deki bankacılık sistemi ise tuhaf ve kanserli bir büyüme gösteriyor. Öyle ki, 2001 ile 2006 arasında banka sektörü, yüzde 204 büyümüş halde. Aynı dönemde banka sektöründeki toplam krediler de 48 milyar YTL’den 244 milyar YTL’ye çıktı. Ve bu altı yılda borsanın piyasa değeri yüzde 368’lik bir artışla 47 milyar dolardan 220 milyar dolara tırmanmış durumda.
Borsadaki yabancı sermaye payı ise bütün rekorları zorluyor. 2007 Mart ayında borsadaki yabancı payı yüzde 71’e varmış durumda; yani hisse senetlerinin toplam değerinin yüzde 71’ine uluslar arası şirketler sahip. Aslında buna diğer ortaklıklar da katılınca piyasanın aşağı yukarı tamamının uluslar arası şirketlerin kontrolünde olduğu söylenebilir. Bu arada hatırlatmak gerekiyor; Türkiye bankacılık sisteminde şu anda artık İş Bankası hariç bütün bankalar yabancılar tarafından resmi olarak satın alınmış haldedir.
AKP destekçileri bu tabloyu “Türkiye ekonomisine duyulan güven” gibi övünme gösterileriyle sunuyorlar ama aslında kural basit: Çokuluslu hırsızlar herhangi bir yerde tatlı bir kar ve avantajlı koşullar (vergisiz ortam, vs.) gördüklerinde oraya üşüşüyorlar ve ellerinden geldiği sürece bu karı yüksekte tutmaya, mümkün olan en yüksek soygunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Ama bütün bunlar, tümüyle uluslar arası ekonominin dengelerine ve işlerin tıkırında gitmesine bağlı. Ayrıca, zaman zaman uluslar arası sermayenin bir hükümeti ne kadar sevdiği de bu işleyişin bozulmamasında rol oynuyor. En başta Tayyip Erdoğan biliyor ki, bu muazzam miktardaki sıcak para seçimlerden bir süre önce birden çekilseydi, AKP bugün yüzde onlarda bir parti olarak kalırdı. Oysa buna karşın, AKP hükümeti tam tersine dolardaki ucuzlama ile milli gelir hesaplarını şişirerek son yılların en avantajlı koşullarını kullanmıştır.
Sonuçta, bugünkü tablo, aynı zamanda riskin ne kadar yüksek, muhtemel bir çöküşün de ne kadar “muhteşem” olacağının göstergesidir.
Yapılan bir araştırmaya göre, 1994 krizi öncesinde Türkiye 100 dolar büyüyebilmek için 31 dolar açık vermekteydi. 2001 krizinden önce ise 100 dolarlık büyüme için 67 dolar açık veriliyordu. 2007 Haziranında ise bir yılda milli gelirde kaydedilen her 100 dolarlık büyüme için 71 dolarlık açık söz konusudur. Yani aslında bir sınır noktasına gelinmiştir ve sistem, tepetaklak olmaya açık durumdadır. Bu, dışa bağımlı yeni-sömürge ekonomisinin ne kadar ince dengeler üzerinde durduğunu gösteriyor. İşsizliği ve yoksulluğu büyüten bu ekonomik yapı, bir bütün olarak çok uluslu şirketlerin politikalarının nasıl işleyeceğine bağlıdır. Dünya kapitalist ekonomisinde durgunluk işaretleri arttıkça, henüz sınırlı olan kriz unsurları çöküntülere dönüştükçe, bu zincirin nasıl ve hangi şiddette kırılacağı ise belirsizdir.
Önümüzdeki süreç, bütün bu patlama unsurlarının politik inisiyatif çatışmalarıyla da iç içe geçerek somut sonuçlar yaratacağı bir süreç olacaktır. Son zamanlarda patron örgütlerinin hükümete “artık yeter, diyet ödeme vaktidir” diye uyarılarda bulunması, böyle bir telaştan da kaynaklanıyor. Ve kuşkusuz, bütün bu gelişmeler devrimci hareketin de politik gündeminin bir parçasıdır.
Devrimci hareket, karşı cephede olup bitenleri dikkatle izleyerek çözümlemek ve somut karşılıklar üretmek zorundadır.

.

 


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19