Son aylarda bütün dünyada bir “kriz” hayaleti
dolaşıyor… Belki korkunç şeyler olmuyor, klasik
krizlerde olduğu gibi müflis patronlar kendilerini
sapır sapır pencerelerden atmıyorlar; ama en azından
bir eşiğin aşıldığı, durumun müdahale gerektiren
bir noktaya geldiği kesin. Aslında kapitalist
ekonomiyi yönetenler genellikle “kriz” söyleminin
kendisinin de bir kriz tetikleyicisi olduğuna
inandıkları için mümkün olduğunca bu sözü kullanmaktan
kaçınırlar; ama son zamanlarda dikkatli bir tonda
yapılan uyarılar çoğalıyor.
Gerçekte kriz kavramı, yeni-sömürgelerde olduğu
kadar metropollerde de sokaktaki insanın yabancısı
değil. Genel olarak sokaktaki insan, sistemin
her an bir çöküntüyle kendisini mahvedebileceğini,
karmaşanın arasında ezileceğini deneyimleriyle
bilir. Kapitalizm, zaman zaman beş-on yıllık “iyi
zamanlar” yakalasa da her zaman kırılma noktalarına
sahiptir.
Özellikle Türkiye söz konusu olduğunda bu kaygı
daha belirgindir. Sonuçta insanlar, belki derin
bir ekonomi bilgisiyle değil ama şuradan buradan
okuduklarıyla en azından Türkiye’deki bankacılık
ve piyasa sisteminin neredeyse tamamen yabancı
sermayenin kontrolü altında olduğunu bilmektedirler.
Durum böyle olsa da olmasa da işler çıkmaza girdiğinde
ya da birileri istediğinde ortalık karışabilmektedir;
dolayısıyla da zaman zaman patronların diline
dolanan “önümüzü göremiyoruz” lafı, daha küçükler
ve nihayet emekçiler için aslında sürekli bir
durumdur. Bu yüzdendir ki, tekellerin bin türlü
yolla canlandırmak istedikleri kredi ve tüketim
ortamı ile alt ve orta sınıfların tedbirliliği
arasında hep bir gerilim vardır. Çünkü bu sınıflar,
tedbiri elden bırakıp “fazla açıldıklarında” her
zaman bunun cezasını görmüşlerdir.
Çılgın Para Dolaşımının Çıkmaz Sokağı
Bugünlerde dünya kapitalizminin verdiği işaretler,
belki evet, öyle eskisi gibi 1929 krizi işaretleri
değildir; en azından bu konu burjuva iktisatçıları
arasında henüz tartışılıyor. Ama öte yandan ciddi
hesaplaşmalar ve kaynaşmalar olduğu da açık.
Dünyada şu anda ortalıktaki kredi miktarı 415
trilyon dolar ve bu rakam dünyanın toplam hasılasının
10 katına eşit. Yani dünyanın mevcut maddi varlığının
on katı büyüklükte bir para serseri mayın gibi
ortalıkta gezinip duruyor ve bu mayının patladığı
her nokta, zincirleme çöküşler yaratma potansiyeline
sahip. Son zamanlardaki sorunun en kritik nokta
olan Mortgage kredilerinden patlaması de rastlantı
olmasa gerektir; çünkü bu alan gerçekten de çılgınca
bir para dolaşımının hüküm sürdüğü en batık alanlardan
biridir.
Aslında dünya ekonomisi çok uzun süredir böyle
bir yüksek tansiyonla birlikte yaşıyor; daha 80’lerin
sonunda bile birçok ülkede şirketlerin gerçek
varlıklarının on, yirmi, otuz kat fazlasına denk
düşen borçlarla, kredilerle iş görüyor olması
normal görülmeye başlanmıştı. Basitleştirerek
anlatmak gerekirse eğer, bu cebinde on lirası
varken, yüz lirayla dükkan açmak isteyen adamın
durumuna benziyor; geriye kalan doksan lira, doğal
olarak kapitalist dünyanın anarşik ve kaypak ortamına
bağlıdır. Bu kadar yüksek tansiyon her an damarlardan
birinin tıkanmasına yol açabilir; basit dükkan
hesabıyla söylersek, kredi olarak alınan doksan
lira çalkantılara açıktır, her an batabilirsiniz.
Ve daha önemlisi, giderek bu dükkan açmak-açmamak
meselesinin de ötesine geçerek, böylece ortalıkta
dolanıp duran faizli paranın bizzat kendisi büyük
miktarlarda kar sağlama aracına dönüşmektedir.
Son zamanlarda IMF çevrelerinde bile “durgunluk”tan
söz edilmesi, ABD Merkez Bankası’nın uzun süredir
hiç bozmadığı bir kuralı bozarak doğrudan piyasaya
müdahale etmesi, bu konudaki ürküntünün boyutlarını
gösteriyor. Artık fısıltıyla değil, gazetelerde
açık açık 1929 hatırlatmaları yapılıyor, kapitalizmin
devrevi krizlerinden söz ediliyor.
İşin ilginç yanı, aslında kimse de tablonun tamamı
üzerine tam kesin bir şey söyleyemiyor. Söyleyemiyor;
çünkü bu muazzam büyüklükteki kredi ağının hangi
noktasında ne kadar kırılganlık olduğunu, ne kadar
paranın bataklıkta olduğunu kimse doğru dürüst
bilmiyor. Üstelik bu karmaşaya bir de dünya ekonomisi
ve siyasetinin iç çatışmaları da giriyor; örneğin
Şanghay İşbirliği Toplantıları ve Çin’in yükselişi
de ABD ve müttefiklerinin kampındaki ürküntüleri
tetikliyor.
Türkiye: Hastalıklı Şişkinlik
Dünyada bütün bunlar olurken, Türkiye’deki bankacılık
sistemi ise tuhaf ve kanserli bir büyüme gösteriyor.
Öyle ki, 2001 ile 2006 arasında banka sektörü,
yüzde 204 büyümüş halde. Aynı dönemde banka sektöründeki
toplam krediler de 48 milyar YTL’den 244 milyar
YTL’ye çıktı. Ve bu altı yılda borsanın piyasa
değeri yüzde 368’lik bir artışla 47 milyar dolardan
220 milyar dolara tırmanmış durumda.
Borsadaki yabancı sermaye payı ise bütün rekorları
zorluyor. 2007 Mart ayında borsadaki yabancı payı
yüzde 71’e varmış durumda; yani hisse senetlerinin
toplam değerinin yüzde 71’ine uluslar arası şirketler
sahip. Aslında buna diğer ortaklıklar da katılınca
piyasanın aşağı yukarı tamamının uluslar arası
şirketlerin kontrolünde olduğu söylenebilir. Bu
arada hatırlatmak gerekiyor; Türkiye bankacılık
sisteminde şu anda artık İş Bankası hariç bütün
bankalar yabancılar tarafından resmi olarak satın
alınmış haldedir.
AKP destekçileri bu tabloyu “Türkiye ekonomisine
duyulan güven” gibi övünme gösterileriyle sunuyorlar
ama aslında kural basit: Çokuluslu hırsızlar herhangi
bir yerde tatlı bir kar ve avantajlı koşullar
(vergisiz ortam, vs.) gördüklerinde oraya üşüşüyorlar
ve ellerinden geldiği sürece bu karı yüksekte
tutmaya, mümkün olan en yüksek soygunu gerçekleştirmeye
çalışıyorlar. Ama bütün bunlar, tümüyle uluslar
arası ekonominin dengelerine ve işlerin tıkırında
gitmesine bağlı. Ayrıca, zaman zaman uluslar arası
sermayenin bir hükümeti ne kadar sevdiği de bu
işleyişin bozulmamasında rol oynuyor. En başta
Tayyip Erdoğan biliyor ki, bu muazzam miktardaki
sıcak para seçimlerden bir süre önce birden çekilseydi,
AKP bugün yüzde onlarda bir parti olarak kalırdı.
Oysa buna karşın, AKP hükümeti tam tersine dolardaki
ucuzlama ile milli gelir hesaplarını şişirerek
son yılların en avantajlı koşullarını kullanmıştır.
Sonuçta, bugünkü tablo, aynı zamanda riskin ne
kadar yüksek, muhtemel bir çöküşün de ne kadar
“muhteşem” olacağının göstergesidir.
Yapılan bir araştırmaya göre, 1994 krizi öncesinde
Türkiye 100 dolar büyüyebilmek için 31 dolar açık
vermekteydi. 2001 krizinden önce ise 100 dolarlık
büyüme için 67 dolar açık veriliyordu. 2007 Haziranında
ise bir yılda milli gelirde kaydedilen her 100
dolarlık büyüme için 71 dolarlık açık söz konusudur.
Yani aslında bir sınır noktasına gelinmiştir ve
sistem, tepetaklak olmaya açık durumdadır. Bu,
dışa bağımlı yeni-sömürge ekonomisinin ne kadar
ince dengeler üzerinde durduğunu gösteriyor. İşsizliği
ve yoksulluğu büyüten bu ekonomik yapı, bir bütün
olarak çok uluslu şirketlerin politikalarının
nasıl işleyeceğine bağlıdır. Dünya kapitalist
ekonomisinde durgunluk işaretleri arttıkça, henüz
sınırlı olan kriz unsurları çöküntülere dönüştükçe,
bu zincirin nasıl ve hangi şiddette kırılacağı
ise belirsizdir.
Önümüzdeki süreç, bütün bu patlama unsurlarının
politik inisiyatif çatışmalarıyla da iç içe geçerek
somut sonuçlar yaratacağı bir süreç olacaktır.
Son zamanlarda patron örgütlerinin hükümete “artık
yeter, diyet ödeme vaktidir” diye uyarılarda bulunması,
böyle bir telaştan da kaynaklanıyor. Ve kuşkusuz,
bütün bu gelişmeler devrimci hareketin de politik
gündeminin bir parçasıdır.
Devrimci hareket, karşı cephede olup bitenleri
dikkatle izleyerek çözümlemek ve somut karşılıklar
üretmek zorundadır.
.
|