Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

55. Sayı - Ekim 2007

TSavaş naralarının ortalığı kapladığı, kan içme çığlıklarının yükseldiği günlerde yaşıyoruz. Savaşın başından beri kayıplarını hep az gösteren devlet bu kez kan revan manşetleri bilerek kışkırtıyor ve şovenist histeriyi “bıçak kemiğe dayandı” noktasına taşıyor. 22-23 yıldır süren savaşın ilk kayıpları değil bu insanlar, son da olmayacaklar; ama garip bir biçimde süreç sıçratılıyor, bir tür “yarın çok geç olacak” atmosferi yaratılıyor.
Burası Türkiye… Bıktırıcı tekrarlar ülkesi… Bir daldan öteki dala atlıyoruz ve sonuçta hep aynı çıkmaz sokağa gelip dayanıyoruz.
Doğrusu seçimlerin bittiği akşam, burjuva sahnede bir süreliğine bir durulma olacağını, en azından bir tarafın durumu hazmetmek için zamana ihtiyaç duyacağını düşünmüştük. Ama ne gezer! Aradan daha bir ay bile geçmeden her şey yine en başa döndü ve aynı kargaşa ortalığı kapladı.
Önce Cumhurbaşkanlığı seçimleri geldi. Bir taraf zafer havaları çalarken diğer taraf da dişlerini sıka sıka bir süreliğine duruma katlanmak zorundaydı.
Sonra ise şu malum “sivil anayasa” curcunası ile karşılaştık. Seçimlerin hemen ardından verilen ilk işaretlere bakılırsa AKP’nin böyle bir hazırlığı epeydir yaptığı, kendisine yakın akademisyenlerle daha önce de taslaklar hazırladığı anlaşılıyor. Önce birkaç madde, sonra birkaç daha ve sonra nihayet taslak metninin tümü… Önce müthiş “sivilleşme” edebiyatları, “özgürlük nutukları” ve sonra sahte bir dağ tarafından dünyaya getirilmiş sefil bir fare… Bu kış da demokrasi gelmeyecek!
Dikkatle incelendiğinde aslında böyle bir anayasanın 80’ler sonrası başlatılan restorasyon programına denk düştüğü ve bu anlamda “olmakta olanın kayda geçirilmesi” anlamında düzen açısından bir ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. En azından neoliberal politikaların resmi olarak anayasa metnine yedirilmesi, eski metindeki gereksiz ve işlevsiz “sosyal” gevezeliklerin ayıklanması, işlerin tıkır tıkır yürümesini zaman zaman zorlaştıran “eski moda” işleyişin tasfiyesi, örneğin yargının ve diğer pürüzlü kurumların elinin zayıflatılması, vb. sistem için öteden beri gerekli olan işlerdi.
Bu anlamda “sivillik-resmilik” tartışmalarının ardında yatan şeyin düzen kurumlarının güç dengeleriyle ilgili bir sorun olduğu son derece açık görünüyor. Hükümeti “bu fantezilerden vazgeçin, işinize bakın” diye azarlayan TÜSİAD da aslında öteden beri bu dengelerin değişmesini, süreçleri yavaşlatan kurumların zayıflatılmasını istemekte ama hesaplaşmanın sertliğinin de zararlı olacağını düşünmektedir.
Sonuçta, büyük bir olasılıkla tartışma, törpülene törpülene bir yerlere varacak ve “türban”, vs. gibi gürültülü konular ön planda görünürken geri planda istenen sonuca varılacaktır.

“Sınır Ötesi” Neresi?
Türkiye’nin malum “Ermeni tasarısı sendrom günleri” ve nihayet “sınır ötesi operasyon” çığlıkları tam da bu günlere denk düştü.
Birincisini çok fazla önemsemek gerekmiyor. Üç-beş yılda bir tekrarlanan bir sendrom. Bu vesileyle Türkiye’de her seferinde yükseltilen şovenist dalga bir yana, dünyanın en kanlı katliamlarına imza atmış olan bir emperyalist ülke parlamentosundan “adalet” bekleyenlerin de ne istedikleri meçhul. Sonuçta bir dalgadır kabarıyor, sonra düşüyor, sonra yine birkaç yıl sonra gündemleşiyor; bu arada da ırkçılık alıp başını gidiyor, Türkiye de geçmişin günahlarını tersine çevirerek şovenist malzeme haline getiriyor.
Diğeri ise, son derece kritik. Parlamento, büyük çoğunluğu DTP’li olan 19 fire dışında tam kadro olarak tezkereyi onaylamış halde. Tezkere, hükümete bir yıllık bir yetki veriyor ve üstelik “mücavir alanlar” adı altında operasyonun yalnızca sınır alanlarını değil, daha ötesini de kapsayacağı ima ediliyor. İlk bakışta hemen yarın Bağdat üzerine sefer düzenlenecek, mehter davulları çalınacakmış gibi görünüyor; medya da böyle bir hava yaratıyor ama daha sonra bu havanın da aslında bir politik malzeme olarak kullanıldığı, kamuoyunun da kandırıldığı ortaya çıkıyor. Daha ikinci gün herkesin gözü kulağı ABD Dışişleri’nin yaptığı açıklamalara yöneltiliyor. Büyük kabadayılıklar küçük sözlerle geriye doğru itiliyor; Güneyli Kürtlerin “yola gelmeye başladığı” manşetleri ortalığı kaplıyor, “yetkiyi aldık belki yaparız” noktasına doğru varılıyor. Sonuçta, sınırları çizilmiş, fazla gürültü yaratmayacak türden sınırlı bir giriş-çıkışa “kimsenin bir şey demeyeceği” anlaşılmış gibi görünüyor. En son asker ölümleri “Bush’un bile sabrını taşırmış” oluyor ve kapı birazcık aralanıyor. Ama birazcık… Siyasi gerçekler CHP’nin uçuk teorilerine uymuyor.
Peki bu ölçüde zayıf, Güneyli Kürtlerden de destek almayan bir operasyonun Türkiye açısından yararı nedir? Görüldüğü kadarıyla bunun tek ciddi yararı, içerde topyekün bir ırkçı kalkışmanın önünü açmaktır. Gerçekten de son zamanlarda küçük küçük mitingler yapılıyor, DTP binaları bombalanıyor, DTP’li milletvekillerine yönelik provokasyonlar birbirini izliyor… Kirli bir süreç kirli araçlarla yürütülüyor ve süreç sonuna kadar zorlanıyor. Bu satırların yazıldığı 21 Ekim akşamı, sabahki Hakkari çatışmasının etkileri hala devam ediyordu ve bütün ajanslar linç ve DTP’ye saldırı haberleriyle doluydu. Yarın ve öbür gün daha kapsamlı saldırıların gerçekleşmesi ve DTP milletvekillerinin tasfiyesi kimseyi şaşırtmayacak.
Bütün bu karmaşa içinde Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı gibi “eski moda” bir ilkeyi savunmak zor görünüyor ama karışıklığa karşı yalın ve açık olanı dayatmak şu anda tam da gerekli olan tutumdur. Üstelik bu, bir nirengi noktasıdır da. Böyle bir yerden bakınca durum son derece net görünüyor: Siz bir güçler paylaşımı döneminde bir ulusun yaşadığı toprakları elinize cetvel alıp dörde bölerseniz, hayatın gerçekliği o sınırları tanımaz. Ahmed Arif’in dediği gibi içleri “pasaporta ısınmaz” bir türlü. İnkar da etseniz, imha da etseniz, sonunda bir yerden patlar. Sonra da siz, kendi elinizle çizdiğiniz o sınırları aşmak için kararlar almak zorunda kalırsınız. İşler böyledir… Özgürlük, yalnızca sömürgecilerin kullandığı bir lüks eşya değil, halkların bastırılamaz arzusudur.
Devrimci sosyalizm, bu konuda hiç geri adım atmadı ve atmayacak. Güney’deki liderlerin ABD ile olan ilişkisi de bu durumu değiştirmez. Kürt ulusunun özgürce yaşama hakkı -şu andaki önderliklerinin niteliğinden de bağımsız olarak- vardır ve bu hakkı nasıl kullanacakları konusunda karar verecek olanlar da onlardır.
Türkiye devrimci hareketi bugünkü kritik noktada eğilmeden bükülmeden bu yalın ve açık ilkenin arkasında durmak zorundadır. Aksi bir tutum, ipincecik bir köprünün üzerinden uçuruma yuvarlanmak anlamına gelecektir.
Ama bir nokta önemli: halkların kardeşliğini savunmak ve onu fiilen örmek, günlük hayatın içinde aynı şeylermiş gibi görünse de durum tam böyle değildir. Birincisi, bir verili durumda genel ilkeleri savunmaktır ve yalnızca bize değil kendisini solda tanımlayan herkese düşen bir görevdir. İkincisi ise Türkiye devrimini ayağa kaldırmak dediğimiz görevin ta kendisidir ve o bunun için iradesi olanların işidir. Biz, her iki görevin de aynı anda omuzlarımızda olduğunun bilincindeyiz… Gerekli olan şey, omuzlarımızın gücüne bakarak bunlardan birinden vazgeçmek değil, kendimizi bütün görevler için yeterli ve güçlü hale getirmektir.
Bunun yapılması imkansız değildir. Devrimci sosyalist hareket, bugünkü yaygaradan bağımsız olarak bunu yapabilecek kapasiteye sahiptir. Örgütsel düzeyimizi politik düzeyimizin hak ettiği noktaya ulaştırmak, bunun için yeterlidir. Her devrimci sosyalist bu son cümlenin altını çizmelidir; çünkü bu cümle bir sorunun ve bir görevin tanımıdır.
Yürüyüşümüz sürüyor; sorunu ve görevi daha iyi anlayarak…

.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19