TSavaş naralarının ortalığı kapladığı, kan içme
çığlıklarının yükseldiği günlerde yaşıyoruz. Savaşın
başından beri kayıplarını hep az gösteren devlet
bu kez kan revan manşetleri bilerek kışkırtıyor
ve şovenist histeriyi “bıçak kemiğe dayandı” noktasına
taşıyor. 22-23 yıldır süren savaşın ilk kayıpları
değil bu insanlar, son da olmayacaklar; ama garip
bir biçimde süreç sıçratılıyor, bir tür “yarın
çok geç olacak” atmosferi yaratılıyor.
Burası Türkiye… Bıktırıcı tekrarlar ülkesi… Bir
daldan öteki dala atlıyoruz ve sonuçta hep aynı
çıkmaz sokağa gelip dayanıyoruz.
Doğrusu seçimlerin bittiği akşam, burjuva sahnede
bir süreliğine bir durulma olacağını, en azından
bir tarafın durumu hazmetmek için zamana ihtiyaç
duyacağını düşünmüştük. Ama ne gezer! Aradan daha
bir ay bile geçmeden her şey yine en başa döndü
ve aynı kargaşa ortalığı kapladı.
Önce Cumhurbaşkanlığı seçimleri geldi. Bir taraf
zafer havaları çalarken diğer taraf da dişlerini
sıka sıka bir süreliğine duruma katlanmak zorundaydı.
Sonra ise şu malum “sivil anayasa” curcunası ile
karşılaştık. Seçimlerin hemen ardından verilen
ilk işaretlere bakılırsa AKP’nin böyle bir hazırlığı
epeydir yaptığı, kendisine yakın akademisyenlerle
daha önce de taslaklar hazırladığı anlaşılıyor.
Önce birkaç madde, sonra birkaç daha ve sonra
nihayet taslak metninin tümü… Önce müthiş “sivilleşme”
edebiyatları, “özgürlük nutukları” ve sonra sahte
bir dağ tarafından dünyaya getirilmiş sefil bir
fare… Bu kış da demokrasi gelmeyecek!
Dikkatle incelendiğinde aslında böyle bir anayasanın
80’ler sonrası başlatılan restorasyon programına
denk düştüğü ve bu anlamda “olmakta olanın kayda
geçirilmesi” anlamında düzen açısından bir ihtiyaç
olduğu anlaşılıyor. En azından neoliberal politikaların
resmi olarak anayasa metnine yedirilmesi, eski
metindeki gereksiz ve işlevsiz “sosyal” gevezeliklerin
ayıklanması, işlerin tıkır tıkır yürümesini zaman
zaman zorlaştıran “eski moda” işleyişin tasfiyesi,
örneğin yargının ve diğer pürüzlü kurumların elinin
zayıflatılması, vb. sistem için öteden beri gerekli
olan işlerdi.
Bu anlamda “sivillik-resmilik” tartışmalarının
ardında yatan şeyin düzen kurumlarının güç dengeleriyle
ilgili bir sorun olduğu son derece açık görünüyor.
Hükümeti “bu fantezilerden vazgeçin, işinize bakın”
diye azarlayan TÜSİAD da aslında öteden beri bu
dengelerin değişmesini, süreçleri yavaşlatan kurumların
zayıflatılmasını istemekte ama hesaplaşmanın sertliğinin
de zararlı olacağını düşünmektedir.
Sonuçta, büyük bir olasılıkla tartışma, törpülene
törpülene bir yerlere varacak ve “türban”, vs.
gibi gürültülü konular ön planda görünürken geri
planda istenen sonuca varılacaktır.
“Sınır Ötesi” Neresi?
Türkiye’nin malum “Ermeni tasarısı sendrom günleri”
ve nihayet “sınır ötesi operasyon” çığlıkları
tam da bu günlere denk düştü.
Birincisini çok fazla önemsemek gerekmiyor. Üç-beş
yılda bir tekrarlanan bir sendrom. Bu vesileyle
Türkiye’de her seferinde yükseltilen şovenist
dalga bir yana, dünyanın en kanlı katliamlarına
imza atmış olan bir emperyalist ülke parlamentosundan
“adalet” bekleyenlerin de ne istedikleri meçhul.
Sonuçta bir dalgadır kabarıyor, sonra düşüyor,
sonra yine birkaç yıl sonra gündemleşiyor; bu
arada da ırkçılık alıp başını gidiyor, Türkiye
de geçmişin günahlarını tersine çevirerek şovenist
malzeme haline getiriyor.
Diğeri ise, son derece kritik. Parlamento, büyük
çoğunluğu DTP’li olan 19 fire dışında tam kadro
olarak tezkereyi onaylamış halde. Tezkere, hükümete
bir yıllık bir yetki veriyor ve üstelik “mücavir
alanlar” adı altında operasyonun yalnızca sınır
alanlarını değil, daha ötesini de kapsayacağı
ima ediliyor. İlk bakışta hemen yarın Bağdat üzerine
sefer düzenlenecek, mehter davulları çalınacakmış
gibi görünüyor; medya da böyle bir hava yaratıyor
ama daha sonra bu havanın da aslında bir politik
malzeme olarak kullanıldığı, kamuoyunun da kandırıldığı
ortaya çıkıyor. Daha ikinci gün herkesin gözü
kulağı ABD Dışişleri’nin yaptığı açıklamalara
yöneltiliyor. Büyük kabadayılıklar küçük sözlerle
geriye doğru itiliyor; Güneyli Kürtlerin “yola
gelmeye başladığı” manşetleri ortalığı kaplıyor,
“yetkiyi aldık belki yaparız” noktasına doğru
varılıyor. Sonuçta, sınırları çizilmiş, fazla
gürültü yaratmayacak türden sınırlı bir giriş-çıkışa
“kimsenin bir şey demeyeceği” anlaşılmış gibi
görünüyor. En son asker ölümleri “Bush’un bile
sabrını taşırmış” oluyor ve kapı birazcık aralanıyor.
Ama birazcık… Siyasi gerçekler CHP’nin uçuk teorilerine
uymuyor.
Peki bu ölçüde zayıf, Güneyli Kürtlerden de destek
almayan bir operasyonun Türkiye açısından yararı
nedir? Görüldüğü kadarıyla bunun tek ciddi yararı,
içerde topyekün bir ırkçı kalkışmanın önünü açmaktır.
Gerçekten de son zamanlarda küçük küçük mitingler
yapılıyor, DTP binaları bombalanıyor, DTP’li milletvekillerine
yönelik provokasyonlar birbirini izliyor… Kirli
bir süreç kirli araçlarla yürütülüyor ve süreç
sonuna kadar zorlanıyor. Bu satırların yazıldığı
21 Ekim akşamı, sabahki Hakkari çatışmasının etkileri
hala devam ediyordu ve bütün ajanslar linç ve
DTP’ye saldırı haberleriyle doluydu. Yarın ve
öbür gün daha kapsamlı saldırıların gerçekleşmesi
ve DTP milletvekillerinin tasfiyesi kimseyi şaşırtmayacak.
Bütün bu karmaşa içinde Ulusların Kendi Kaderlerini
Tayin Hakkı gibi “eski moda” bir ilkeyi savunmak
zor görünüyor ama karışıklığa karşı yalın ve açık
olanı dayatmak şu anda tam da gerekli olan tutumdur.
Üstelik bu, bir nirengi noktasıdır da. Böyle bir
yerden bakınca durum son derece net görünüyor:
Siz bir güçler paylaşımı döneminde bir ulusun
yaşadığı toprakları elinize cetvel alıp dörde
bölerseniz, hayatın gerçekliği o sınırları tanımaz.
Ahmed Arif’in dediği gibi içleri “pasaporta ısınmaz”
bir türlü. İnkar da etseniz, imha da etseniz,
sonunda bir yerden patlar. Sonra da siz, kendi
elinizle çizdiğiniz o sınırları aşmak için kararlar
almak zorunda kalırsınız. İşler böyledir… Özgürlük,
yalnızca sömürgecilerin kullandığı bir lüks eşya
değil, halkların bastırılamaz arzusudur.
Devrimci sosyalizm, bu konuda hiç geri adım atmadı
ve atmayacak. Güney’deki liderlerin ABD ile olan
ilişkisi de bu durumu değiştirmez. Kürt ulusunun
özgürce yaşama hakkı -şu andaki önderliklerinin
niteliğinden de bağımsız olarak- vardır ve bu
hakkı nasıl kullanacakları konusunda karar verecek
olanlar da onlardır.
Türkiye devrimci hareketi bugünkü kritik noktada
eğilmeden bükülmeden bu yalın ve açık ilkenin
arkasında durmak zorundadır. Aksi bir tutum, ipincecik
bir köprünün üzerinden uçuruma yuvarlanmak anlamına
gelecektir.
Ama bir nokta önemli: halkların kardeşliğini savunmak
ve onu fiilen örmek, günlük hayatın içinde aynı
şeylermiş gibi görünse de durum tam böyle değildir.
Birincisi, bir verili durumda genel ilkeleri savunmaktır
ve yalnızca bize değil kendisini solda tanımlayan
herkese düşen bir görevdir. İkincisi ise Türkiye
devrimini ayağa kaldırmak dediğimiz görevin ta
kendisidir ve o bunun için iradesi olanların işidir.
Biz, her iki görevin de aynı anda omuzlarımızda
olduğunun bilincindeyiz… Gerekli olan şey, omuzlarımızın
gücüne bakarak bunlardan birinden vazgeçmek değil,
kendimizi bütün görevler için yeterli ve güçlü
hale getirmektir.
Bunun yapılması imkansız değildir. Devrimci sosyalist
hareket, bugünkü yaygaradan bağımsız olarak bunu
yapabilecek kapasiteye sahiptir. Örgütsel düzeyimizi
politik düzeyimizin hak ettiği noktaya ulaştırmak,
bunun için yeterlidir. Her devrimci sosyalist
bu son cümlenin altını çizmelidir; çünkü bu cümle
bir sorunun ve bir görevin tanımıdır.
Yürüyüşümüz sürüyor; sorunu ve görevi daha iyi
anlayarak…
.
|