Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

55. Sayı - Ekim 2007

Türkiye karışık zamanlardan geçiyor. Tam da at izi ile it izinin birbirine karıştığı, sapla samanı birbirinden ayırmanın güçleştiği zamanlar… Değişik gündem katmanları üst üste biniyor, her kafadan bir ses çıkıyor, emekçi sınıfların zihni alt üst oluyor.
Böylece aslında burjuvazi, üretimin yeni örgütleniş biçimlerinin ve postmodern ideolojik saldırısının avantajlı sonuçlarını da derlemiş oluyor. Çünkü, eski büyük fabrika düzenlerini parçalarken aynı zamanda işçi sınıfının yapısını ve aklını da parçalayan bu yeni iş örgütlenmesi, emekçilerin bir arada durdukları, bir arada mücadele edip deneyimlerden öğrendikleri bir havuzu dağıtmış oluyor. Medya bombardımanı ve gündemler karmaşası da bu somut durumun üstüne biniyor ve yozlaşmanın bütün biçimleriyle birleşen yoğun bir ideolojik kuşatma ile kitleleri iyice bunaltıyor.
Özal vakitlerinde bütün vatandaşları sözde “ekonomi uzmanı” yapan rüzgar, şimdi siyaset arenasında esiyor: herkes çok fena halde “siyaset uzmanı” oluyor; ama bu siyaset, ancak kenarlarda, suyun sığ olduğu yerlerde yapılabiliyor. Her şey yüzeyde akıp giden bir köpük tabakası gibi! Hiçbir temeli olmayan bir Amerikan düşmanlığı, ahmaklıkla bezenmiş bir “çağdaşlık” kremi, iyice seyreltilmiş bir demokratlık şampuanı, ahlaki yönü titizlikle ayıklanmış dini inanışlar… Ortalıkta hilesiz mal yok! Gerçekten özgür bir ülke olunup olunamayacağı ya da özgürlüğün gerçekte ne anlama geldiği, insanca yaşamanın gerçek anlamı, vb. bu tartışmaya hiçbir biçimde dahil değil! Bu sistem gerçekten değiştirilebilir mi? Değiştirilerek tümüyle sömürüsüz yeni bir sistem kurulabilir mi? Bütün bunlar birer soru olarak bile kitlelerin ufkundan uzakta tutuluyor. Düzen herkese kendi dar sınırlarında siyaset yapmayı, mahalle deyimiyle “kumda oynamayı” dayatıyor.
Bu daraltılmış siyaset alanı da egemen güçlerin inisiyatif savaşları tarafından toz dumana boğulmuş halde. Solun güçsüzlüğüne paralel olarak egemen güçlerin fraksiyonları bu karışıklık ve inisiyatif savaşlarını olabildiğince genişletme şansına sahipler ve şimdilik bu şansı bol bol kullanıyorlar.

Boşluğu Hoşlukla Doldurmak…
Ama keşke iş yalnızca emekçi kitlelerin genel ruh hali ile ilgili olsa!
Çoğu kez, bu karışıklığın içine solun çeşitli kesimleri ya da emekçileri temsil iddiasındaki sendika ve kitle örgütü temsilcileri de giriyor. Çoğu kez de bu güçler, herhangi bir omurga ve bir ilkesel zemin gözetmeksizin kendilerini balıklama bu havuzun içine atmakta bir sakınca görmüyorlar. O anda ortalıkta ne varsa, pişirilerek önümüze konulan yemek her neyse, yağı tuzu dert edilmeksizin çala kaşık yenmeye başlanıyor. Bu arada yıllardır bazı “çok özel” üniversitelerin bünyesinde örgütlenen ve son zamanlarda ÖDP gibi odakları da yetersiz bularak artık kendi kimlikleriyle ortaya çıkma kararı veren fanatik liberal fraksiyonlar nispeten verimli bir ortam yakalamış durumdalar. En çarpıcı simgesini Baykal’da bulan şovenist-faşizan akımın uğradığı ağır seçim yenilgisi ise bu cephedeki hevesleri iki katına çıkarmış durumda. MHP ile aynı çizgide buluşan ve gitgide halka yabancılaşarak çürüyen bu fraksiyon çöküntüye uğradıkça, (devrimci güçlerin zayıflığı koşullarında) genel olarak sol cenahta bir boşluğun açıldığı, bu boşluğun da “liberal” akım tarafından doldurulabileceği fikri bu hevesin temelidir.
Oportünizm, ağır bir niteleme gibi görünüyor; ama aslında durum bundan çok daha ağır. Mesele giderek “yedeklenme” ve “dahil olma”, sağın ve solun merkeze çekilmesi çabasının bir parçası olma meselesi haline geliyor…
Örneğin, Ufuk Uras’ın geçen sayımızda şöyle bir değinip geçtiğimiz sözleri böyle bir anlam taşıyor. “Verimlilik” ve “istihdam yaratan yabancı sermaye” gibi laflar, aslında hiç de “dil sürçmesi” değildir. Neoliberalizmin “sanayisizleştirme” operasyonunu, işsizliği artıran politikalarını hedef tahtasına koyar ve fakat bunun karşısına bir devrimin imkansızlığı ve gereksizliği fikrini oturtursanız, o zaman yapacağınız şey, mevcut dünya manzarasının “gerçeklerine uygun”(!) politikalar için düzene garanti vermektir: Aslında biz yabancı sermayeye, özelleştirmeye filan karşı değiliz ki, “verimli” olursa başımız üstüne!
Yine Uras’ın Küba’ya verdiği “demokrasi”(!) öğütleri de böyledir. Gülünüp geçilebilir; ama hafife alınamaz. Bu öğütleri okurken Baskın Oran’ın seçim öncesindeki bir TV programını anımsamadan yapamıyoruz: Oran’ın adaylığına sıcak baktığı pek belli olan program sunucusu soruyor: “Aydınlar, sanatçılar sizi epey destekliyorlar, ne diyorsunuz buna?” Baskın Oran yanıtlıyor: “Tabii sanat özgürlük ortamı ister. Biliyorsunuz, Sovyetler Birliği’nde her şey partinin baskısı altındaydı ve sanatçının özgürlükleri kısıtlanmıştı…”
Adeta bir refleks! Böyle bir soru karşısında “solun adayı”nın aklına ilk önce bu topraklarda hapislerde sürüm sürüm süründürülmüş sanatçılar ve şu andaki boğucu atmosfer değil, “Sovyetler’deki baskı ortamı” geliyor. Ne ilgisi var? Seçim Sovyetler Birliği’nde mi yapılıyor? Ama asıl sorun bu değildir. Sovyetler’deki (ya da Uras örneğinde Küba’daki) durumun ne olduğu ne olmadığı tartışması bir yana, aslında bu refleksin temel amacı, düzen sahiplerine mesaj iletmekten başkası değildir: Biz onlardan değiliz! Biz onlardan değiliz!
Böylece, “anlayışsız-kavrayışsız”(!) sol ile aralarındaki sınırı çiziyorlar ve adı artık zeka azlığı ve dinazorlukla birlikte anılan Baykal ekolünün boşalttığı alanda büyükçe bir arsa edinmeyi umuyorlar!
Bütün bunlar ciddiye alınabilir ya da alınmayabilir; önemli değil. Mesajın hedefi olan güçler bu inceliği anlarlar mı; o da bizim sorunumuz değil. Muhtemelen düzen sahiplerinin bir bölümü bu mesajı anlamaktadırlar. Çok bilinen bir gerçektir; sömürü piramidinin en üstündeki güçler, Türkiye’deki tanımlanışıyla oligarşinin çekirdek unsurları, bir altlarındaki orta-üst ya da orta kademe patronlardan daha makul adamlar gibi görünürler; sanat festivalleri ve hayır işleriyle kendilerini kuşatan bu unsurların soğuk bir faşizanlıkları vardır. Milyonlarca insanı sefalete sürükleyen ve bu topraklardaki her kıpırdanışı kanla ezen bütün temel karar ve politikaların direksiyonunda bizzat oturdukları halde, günlük hayatlarında ve kürsülerdeki tavırlarında rahat ve özgürlükçü tutumlar sergilerler. Sözgelimi bir Odalar Birliği toplantısında kan içmek isteyen konuşmacılara sık rastlanır ama TÜSİAD kongrelerinde herkes pek kibardır, sosyal haklar ve özgürlükler kimsenin ağzından düşmez. Sözgelimi bu topraklarda faşist çetenin MHP biçiminde örgütlendiği 1960’lardan beri bu çeteyle somut destek ilişkisi daha ağırlıklı olarak orta düzey patronlar arasında gözlenirken, bütün süreci organize eden asıl kaymak tabaka kendisini daha temkinli bir yerde tutmayı ya da öyle göstermeyi başarmıştır. Örneğin 12 Eylül darbesinin ardından söylenen “eskiden hep işçiler gülerdi şimdi gülme sırası bizde” sözü, Türkiye oligarşisinin merkezi unsurlarından birinin ağzından değil, daha alt düzeydeki patronlardan olan Halit Narin’in ağzından çıkmıştır. Buna karşın düzenin daha oturmuş ve kalantor unsurları aynı süreçte, orduya “müteşekkir olduklarını” belirten ve “ekonomik programın aksatılmaması, makul sürede demokrasiye geçilmesi” dileklerini ifade eden mesajlarla ve gizli mektuplarla yetinmişlerdir. Bütün bunlar rastlantı değildir; bütün bunlar direksiyona hakim olmanın rahatlığı ve kendine güveniyle ilgilidir.
Ve bu ekiptekiler, adına zaman zaman “parlamento” da denilen şu malum Hipodrom’da çok çeşitli atların olması gerektiğini bilirler ve hiçbir zaman tek ata oynamayı tercih etmezler; işlerinin geleceğini tek bir politik partiye bağlamayı istemezler. Efendileri ve iş ortakları olan emperyalistler de aynen böyledir. Onlar da Beyaz Saray’a bağlı ofislerde her gün her ülke üzerine senaryo çalışmaları yaparlar, A ülkesinde durumun ne alemde olduğunu, bu ülkedeki X gücü yıpranırsa kimlerin düzen boşluğunu doldurabileceğini tartışırlar. O yüzden düzenin görünen yüzlerine ve çok duyulan seslerine aşırı önem vermek, devrimci politikada zararlı bir tutumdur.
Yani sonuç olarak düzenin sahipleri cephesindeki bu daha soğukkanlı elit, bir belirli andaki politik kadrodan memnun olsalar bile, düzen içi muhalefetin de bir biçimde kontrol altına alınması ve düzenlenmesi işini boşlamaz; bu amaçla bütün olasılıkları masalarında tutarlar, siyasetin bütün aktörlerini yakından izler.

Devrimci Siyaset Açısından…
Bütün bu söylediklerimiz, elbette öncelikle düzen-içi görevlere talip olanlarla muslukları ve medyayı elinde tutanlar arasında bir meseledir; sonuç itibarıyla bu karşılıklı ilişki bizi değil onları ilgilendirir. Bilgi Üniversitesi’nden Kavala grubuna, oradan medyanın köşe başlarını tutan bazı yazarlara ve dini-bütün bazı neoliberallere dek uzanan bu politik odaklaşma da kuşkusuz oligarşinin ilgi alanı içinde bir yer tutmaktadır. Bu ilginin başka bir düzeye çıkması, “ilgi”den “tercih”e geçilmesi ise o kadar kolay değildir; o noktada işin içine bir dizi denge ve başka hesaplar girer, süreç daha karmaşıktır.
Ama bütün bu söylediklerimizin, devrimci siyaseti ilgilendiren yanları da vardır. Çünkü devrimci siyaset de bugünün koşullarında tuzaklarla dolu bir yolda yürümektedir. Böyle zamanlar, zaten genel olarak ağaçlarla orman arasındaki diyalektik ilişkinin görülmesinin zorlaştığı zamanlardır. Ek olarak devrimci güçlerin hali hazırdaki zayıflığı da yanlış yaklaşımları tetikleyen bir psikolojik atmosfere yol açmaktadır. Ama işte tam da bu nedenden ötürü güncel politikada sorunların özünü kaçırmayan bir sağlam yaklaşıma sahip olmak önemlidir; çünkü bugün yaptıklarınızın ülkenin genel politik hayatındaki etkisi zayıf olsa da, sizin kendi geleceğinizdeki rolü hayati önemdedir.
Üstelik bu tuzaklar çoğu kez, iki taraflıdır. Örneğin neoliberalizmin tipik görüntülerinden bazılarını öne çıkararak sorunu onlarla sınırlamak sağa doğru kaydıran bir eğilimdir ama kaba bir keskinlikle bütün bu somut olgulara karşı mücadeleyi boşlamak da yanlış bir tutumdur, vb…
Örneğin spekülatif alanları artırıp klasik imalat sanayiini çökerterek işsizliği artıran neoliberal politikalar ve üretimin esnek örgütlenişi ciddi bir olgudur. Ama siz bu olguyu sistemin özünden kopararak ele alırsanız, “istihdam yaratan” bir iktisat modelinin basit savunucuları haline dönüşürsünüz; giderek “para tüccarları” ve “gerçek sanayiciler” gibi yapay ayrım noktalarına kadar ulaşırsınız. Öte yandan “kapitalizm kapitalizmdir, yeni politikaların hiçbir önemi yoktur” gibi bir düz yerde durduğunuzda ise bu kez de sınıfın en yakıcı sorunlarından kopma riskiniz çok yüksektir.
Örneğin, borsanın emperyalist para spekülatörleri tarafından şişirilmesi anlamına gelen “sıcak para akışı” konusu da yine neoliberal sürecin ciddi bir olgusudur ve siz bu konuda da bir politika üretirsiniz. Temel perspektiflerinizi yitirmişseniz eğer, bu politika, “kumarbazlar gitsin ciddi sanayi yatırımcıları gelsin” cümlesi üzerinden biçimlenir ve siz yerli-yabancı sermayenin “iyisini-kötüsünü” ayırt eden bir noktaya varırsınız! Öte yandan yine düz bir yerden bakıp bu somut olguyu görmezden gelirseniz, düzenin nasıl işlediğini anlamakta ve emekçilere anlatmakta zorlanırsınız.
Örneğin, özelleştirmeler konusunda da durum böyledir. Eğer bu politikanın ideolojik, kültürel, vb. bütün ayaklarını görmezlikten gelerek yalnızca “işletmelerin ucuza gitmesi” ya da “işçilerin işinden olması” gibi noktalara takılırsanız, “iyi özelleştirmeler” gibi teoriler üretmeye başlarsınız ve giderek buna içi boşaltılmış bir “devlet karşıtlığı” teorisini de eklersiniz ve sıradan liberallerin safına geçersiniz. Ya da sorunu “ulusal çıkarlar” başlığı altında düşünmeye başladığınızda aynı şey olur; bu kez de yeni-sömürge Türkiye’de “milli” sermaye aramak gibi beyhude bir hayalin peşine düşersiniz. Ama öte yandan bu politikaların genel olarak toplumsallık fikrine olan saldırısını, emekçilerin hayatındaki önemini ve ayrıca çokuluslu tekellerin dalaverelerini görmezden gelmeniz, bu alandaki mücadeleyi hafife almanız da tam bir körlük olacaktır.
Örneğin, ordunun siyasetteki rolü üzerine düşünürken de önümüzde bir dizi tuzak vardır. Faşizmin yapısallığı ve sürekliliği üzerine açık bir fikriniz yoksa ve ülkenin demokratik olmamasının nedeni olarak “ceberut devlet geleneği” diye bir heyulayı hedef tahtasına koyuyorsanız, üstünde üniforma olmayan herkesi sivil zannedersiniz! Ordunun politik alana müdahalelerine ve darbe tehditlerine karşı çıkmayı demokrasi meselesinin o kadar merkezi bir yerine koyarsınız ki, bir süre sonra kendinizi politika alanında inisiyatif savaşları veren “üniformasız” burjuva politikacılarının safında bulursunuz. Hatta bu kadar “sivil” bir yerden bakınca seçim sonuçlarını bile “cuntacılara karşı halk iradesi” olarak görürsünüz.
Örnekler dizisi böylece uzatılabilir; dinci uygulamalara karşı dururken bir yere savrulabilirsiniz, çetelere karşı çıkarken bir başka yere, vs. vs… Siyasette her zaman ağaçlar ve orman vardır; ağaçlara bakıp ormanın bütünselliğini kaçırmak ya da bütünsel bakış adına somut mücadele alanlarını boşlamak mümkündür.

Kilit Sorun: Dönem Kavrayışı
Sonuç olarak bir kez daha dönüp dolaşıp geldiğimiz yer, bütünlüklü dönem belirlemesinin siyasi hayattaki vazgeçilmez rolüdür.
“Dönem kavrayışına sahip olmak devrimci ilerleyişin olmazsa olmazıdır. Dönem kavrayışı bütün ilişki, çelişki ve dinamiklere bütünsel bir bakış, geniş bir ufuk ve geçmiş, bugün ve gelecek bağıntısını kurabilmeyi sağlar. İçinde bulunulan tarihsel dönemi çözümlemek, onu dönüştürmenin devrimci olanaklarını görebilmeyi ve bu temelde devrimci bir politik hattın örülebilmesini mümkün kılar. Dönem kavrayışının eksikliği ise kaçınılmaz biçimde parçalı, eklektik bir düşünme tarzını, günlük bilinci aşmamayı, toplumsal bir devrim hareketi olmak hedef ve konumundan uzaklaşarak, sıradan bir tepki hareketi veya mezhepsel bir ideolojik akıma dönüşmeyi koşullar.” (M. Seyhan, Emperyalist Kapitalizm ve Devrim İlişkisini Anlamada Anahtar Olarak: Emperyalizmin Bunalım Dönemleri, SB 11. sayı) Yaklaşık 5 yıl önce söylediğimiz bu sözler, politik durum karmaşıklaştıkça, zihinler bulandıkça daha da anlamlı hale geliyor. Gerçekten de yeni tarihsel sürece ve bu sürecin Türkiye özgülündeki görünümlerine baktığımızda, olup bitenleri birbirine bağlamak, dönemin özellikleriyle Türkiye’nin tarihinden akıp gelen özgünlüklerini birleştirmek ancak bütünlüklü bir yaklaşımla mümkündür. Siyasal hayatta önümüze çıkan tek tek olguları tek tek olgular olarak kavramaya çalıştığımızda ise düzen teorisyenleri tarafından bir labirente dönüştürülen bu tablo içinde yolumuzu bulmak çok güç olacaktır. Devrimci sempatizanların ve solun çevresinde kümelenen kafalarındaki soru işaretlerini yanıt vermek ise böyle bir parçalı yaklaşımla hiç mümkün değildir.
En önemlisi de parçalı bir kavrayış, gitgide eklektik çözüm yollarını üretecek ve devrimci hareketi bütünlüklü bir müdahale noktasından kaydıracaktır.
Devrimci sosyalizm, sürecin başından beri, dünya kapitalist sisteminin yeni bir tarihsel döneme girdiğini ve parçaları az çok birbiriyle uyumlu büyük bir restorasyon programını hayata geçirdiğini söylüyor. Genel sömürü modellerinden, iş örgütlenmesinin değiştirilmesine, dünyadaki politik hegemonya biçimlerinden politik gericiliğin genel yayılmasına ve postmodern ideolojik saldırıya dek bu kapsamlı değişim, bütün kapitalist sistemi ve onun yeni-sömürge bir parçası olan Türkiye’yi yeniden biçimlendirmiş, hayatın bütün alanlarını etkilemiştir. Dolayısıyla, bütün bu tek tek alanlar, bir zincirin halkalarıdır ve böyle bir zinciri tek tek halkaları üzerinden anlamak ve çözmek mümkün değildir. Bu, her halkada olabildiğince büyük muhalefet güçlerini yaratmak ve örgütlemek görevini hiçbir biçimde ertelemez; ama zincirin bütününü kırmak için bütünlüklü bir devrimci müdahaleden başka bir yolun mevcut olduğunu düşünmek akıl almaz bir saflık olacaktır.
Bugünün görevi de zaten budur: Parçaları bütünle birleştirmek; bir yandan düzenle emekçi kitleler arasındaki her çatışma alanını bir örgütsel görev alanı olarak kabul ederken diğer yandan daha üst düzeyden, daha kapsamlı bir müdahale için güçleri biriktirmek ve örgütlenmek… Başka bir yoldan gidildiğinde, önümüze çıkacak olan şey, kaos ve zihin karışıklığından başka bir şey olmayacaktır. Unutulmamalıdır ki, oportünizm ve dogmatizm, insanların doğuştan kazandıkları “yetenekler” değildir; onları yaratan şey, süreci anlamakta ve çözüm bulmakta zorlanan insan zihninin yavaş yavaş üzerinde kaymaya başladığı eğik düzlemdir.


.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19