22 Temmuz seçimlerinden bu yana bir aydan fazla
zaman geçti; artık Eylül başındayız. Burjuva cephesindeki
siyaset karmaşası doğal olarak seçim şoklarıyla
biraz mola verdikten sonra şimdi yeniden ısınmaya
başlıyor.
Esasen 23 Temmuz sabahında da düzen içi çatışmanın
temel öğelerinden hiçbiri çözüme bağlanmış değildi
ve bugün de ufukta bir çözüm görünmüyor. İktidar
dalkavuklarının ve liberallerin “halk her şeye
nokta koydu” şamatasının hızı kesildikçe, ortada
bir “nokta” filan olmadığı, aksine durumun daha
da karıştığı anlaşılacak.
Bu arada, doğrusu eğlenceli bir “seçim sonrası
süreci” geçirdik diyebiliriz. Burjuva cephesi,
akademisyenler dünyası, medya, vb. komikliklerle
doluydu. “Halk muhtıra verdi” gibi manşetlere
tanık olduk örneğin, meğer ne cesaretliymiş basınımız
diye çok çok şaşırdık. Sosyologlar, kerameti kendinden
menkul siyaset bilimcileri, geceler boyu televizyonları
işgal ettiler, “bu iş nasıl oldu” diye kafa patlattılar;
öte yanda “halkın aptallığı”na iman etmiş “Halk
Partisi”nin yorumlarını de bol bol dinledik, vs.
vs… Ve tabii bu arada sol da bütün bu tartışmaları
kendi içinde yaşadı; sonuçları yorumlamaya, bütün
bunların ne anlama geldiğini anlamaya çalıştı.
Ama böyle durumlarda genellikle politik üretim
merkezlerinin, dergilerin, vb. söyledikleri tam
olarak yeterli olmaz. Özellikle solun, devrimci
hareketlerin çevresindeki sempatizan çemberleri
ve diğer çevre ilişkileri kendi kafalarındaki
soruları çözmeye çalışırlar, ülkenin ekonomik,
politik, kültürel tablosuyla seçimde ortaya çıkan
manzarayı üst üste koyup sonuçlar çıkarmak isterler.
Durumun berbatlığı ile bu berbatlığın şu andaki
sorumlusu olan siyasi partinin başarısının nasıl
bir arada açıklanabileceği onlar için çözülmesi
gereken bir muammadır, vs. vs…
Siyasete Bakmak ve Yöntem Kargaşası…
Bu arada pek çok kavram da yerinden oynadı ve
belki de işe önce oradan başlamak, bir süredir
boşlukta dolanan kavramları yerli yerine oturtmak
gereklidir. Bunu yapmak gerekiyor; çünkü bu süreçte
liberallerin yarattığı yanılsamaya soldan da katılmalar
olduğuna, ortalıkta “halk şunu istedi”, “halk
şuna karşı tavır koydu” sözlerinin dolaştığına
tanık olduk.
Temel soru şu: Devrimciler, seçimlere nasıl bakarlar
ve seçim sonuçları devrimci çözümleme için nasıl
bir anlam ifade eder?
Şüphesiz böyle bir sorunun muhatabı, seçimleri
bir iktidar elde etme biçimi olarak görenler değildir;
onlarla yolumuz en baştan zaten ayrı. Sorunun
hedefi, bu topraklardaki köklü dönüşümlerin ancak
bir devrim yoluyla mümkün olduğunu düşünen devrimci
kesimlerdir.
Nasıl bakmalıyız seçim sonuçlarına devrimciler
olarak? Ya da bugünlerde pek moda deyimle söylersek,
sonuçları nasıl “okumamız” gerekiyor?
Genel Seçim Üzerine Kısa Bir Özet…
Önce işin alfabesinden başlamakta yarar var. Çünkü
alfabe bazen unutuluyor.
Seçim, adı üstünde, seçme eylemidir. İyidir-kötüdür,
dürüsttür-hilelidir, vs. vs… ama netice itibarıyla
her seçim ortaya bir siyasi tablo çıkarır. Tabii
ki burada sözünü ettiğimiz şey, bildiğimiz, modern
anlamıyla “genel seçim”dir. Genel seçim de -yine
adı üzerinde- bir ülkede yaşayan belli bir yaşın
üzerindeki tüm yetişkin insanların oy kullanarak
o ülkenin parlamentosunu oluşturduğu bir eylemdir;
teorik olarak durum böyledir. Ve tabii, yine teorik
olarak aynı yetişkin insanlar o parlamentoya seçilme
hakkına da sahiptirler.
Soruna böyle bakılırsa her şey “yerli yerinde”
görünüyor. Yurttaşlar parlamentoyu, parlamento
hükümeti ve diğer yönetsel mekanizmaları inşa
ediyor; sonuç olarak biraz dolayımlı da olsa,
halkın iradesi gerçekleşmiş gibi duruyor.
Ama soruna biraz daha derinlemesine bakabiliriz…
Esasen burjuva devrimlerinin bir çocuğu olan “genel
seçim”, bir tarihsel evrimden geçerek bugüne gelmiştir.
Bilindiği gibi, bu evrimin öncesinde seçme-seçilme
eyleminin “genel” olmasını önleyen, yani ancak
belli nüfus kesimlerine seçme ve seçilme hakkı
tanıyan bir dönem de vardır; bir anlamda bu tür
“seçkinlerin seçimi” sistemi köleci Roma’ya kadar
uzanan bir serüvendir. “Demokrasi” kavramı eski
Yunandaki “Demos-Kratos” ikilisinden “Halk Yönetimi”
olarak şekillenmiştir ama burada “halk”tan kastedilen
o topraklarda yaşayan insanların tümü, yani köleler
de dahil tümü, değildir. Bu, seçkinlerin, özgür
yurttaş denilen köle sahiplerinin yönetimidir
ve seçim sistemi de bu kural üzerinden biçimlenmiştir.
Daha sonra bütün Avrupa’nın üzerine yüklenen karanlık
çağlar boyunca bu kadarı da ufukta görünmez; monarşilerin
ve kilisenin kaskatı düzeni içinde bugünkü anlamıyla
bir “seçim” düşünülebilir bir durum değildir.
Bütün bu daha geri biçimlerin sona ererek yerini
-teorik olarak- herkesin “seçme-seçilme” hakkının
olduğu bir sürece bırakması aslında çok da yeni
değildir. Daha 20. yüzyılın başında bile dünya,
örneğin siyahların ve kadınların oy hakkı için
mücadele verdiklerine tanık olmuştur. Yani, burjuva
devrimlerine ateşini veren duygu olan “halk iradesi”
söylemine karşın eski seçkinci sistemlerin garantilerinden
vazgeçip tam bir “genel seçim”e razı olmak, böylece
baldırı çıplakların önünü açmak, burjuvazi için
de çok kolay olmamıştır. Evet, monarşilerin ve
kilisenin hakkından gelmek için “genel oy” fırtınası
yararlı olmuştur; ama aslında en çok bilinen burjuva
devrimlerinin bile çok açık, sağlamlaşmış bir
“genel seçim” ilkesi yoktur. Daha doğrusu burjuvazi
iktidarını sağlamlaştırdığı her yerde, halkı yalnızca
“silahsızlandırmak”la kalmamış, ayrıca onun siyasi
iradesinin mutlaklığı üzerine devrimlerin yarattığı
efsaneyi de sonlandırmıştır. Mümkün olan her yerde
seçme-seçilme haklarına çeşitli sınırlar koymaya
çalışan burjuvazi, yer yer monarşi kurumlarını
korurken yer yer de parlamentoların tamamının
seçimle oluşmasını önleyen kurumlar yaratmış,
var olanları destekleyerek ayakta tutmuş, böylece
her şeyi “seçimlere” bırakmayan, seçimlerin sistem
üzerindeki etkisini sınırlayan önlemler almıştır.
Çünkü, netice itibarıyla ortaya bir sandık koyup
“halk neylerse güzel eyler, ben de ona razı olurum”
demek, burjuvazinin sınıf egemenliğinin yeterince
güvende olmadığı bir dönemde tehlikeli iştir.
Hatta bu durum, sınıf egemenliği araçlarının son
derece güçlü olduğu günümüzde bile pek “güvenilir”
bir durum değildir ve sürekli olarak bu araçlar
yenileriyle takviye edilmektedir.
Yani aslında denilebilir ki, gerçekten bugünkü
anlamıyla burjuva genel seçim, burjuvazinin sınıf
egemenliğinin sağlamlaşmasının bir sonucudur;
yani burjuvazinin politik, sosyal, kültürel egemenlik
araçları güçlendiği, böylece halk kitleleri üzerindeki
ideolojik hakimiyetinin perçinlendiği, “genel
seçim”in olası sakıncaları bertaraf edildiği oranda
sistem rayına girmiştir. Daha açıkça söylersek
burjuvazi, artık seçimlerin etkin biçimde manipüle
edilebildiği, seçim sonuçlarının büyük ölçüde
kontrol edilebildiği bir süreçte, ancak o zaman
nispi bir “gönül rahatlığı”na kavuşmuş ve özellikle
Avrupa ölçeğinde yüzyılın başından bu yana yaratılan
işçi aristokrasisini ve küçük burjuvaziyi de bu
rahatlığın garantisi olarak algılamıştır. Yoksa,
salt teorik olarak, salt kural olarak bakıldığında,
tam ve eksiksiz bir seçme-seçilme hakkı, burjuvazinin
sınıf egemenliğine de (yine teorik olarak!) yönelebilir
bir durum gibi görünür. Ama işte bütün bu süreç
boyunca burjuvazi, düzeni yeniden üreten okul
ve aile gibi çekirdek hücrelerden yeniden parlatılan
dini araçlara, muazzam iletişim araçlarından kontrol
altındaki kültür dünyasındaki hegemonyasına ve
ayrıca açık ya da örtülü baskı araçlarına dek
yüzlerce aracı kullanarak ve bunları durmadan
yetkinleştirerek aykırı olasılıkları neredeyse
sıfırlayabildiği bir noktaya ulaşmıştır. Ve tabii
bu arada, seçim sistemleri de gitgide karmaşıklaştırılarak
hem kural olarak, hem de mali güç bakımından “herkesin
katılamayacağı” bir oyuna dönüştürülmüş, böylece
bu bakımdan da bir garanti sağlanmıştır. Öyle
ki, özellikle seçilme hakkı artık her “yurttaş”
için en ileri emperyalist ülkelerde bile yalnızca
teorik bir haktır. Bugün herhangi bir gelişkin
kapitalist ülkede, örneğin iki partili bir sisteme
sahip olduğu sanılan ABD’de bile, bizim televizyonlardan
adını duyduklarımızın dışında yüzlerce parti ve
binlerce insan seçimlere katılmakta ve fakat bunların
hiçbir şansı olmamaktadır. Çünkü siyasi sistem,
mali oligarşinin denetlediği klanların elindedir
ve -zaman zaman küçük gedikler söz konusu olsa
da- kimse bu yerleşik düzeni yerinden oynatamamaktadır.
Ve nihayet, en son garanti de seçimle oluşan parlamentoların
“gerçek” yetkilerinin şu ya da bu yoldan kırpılmasıdır.
Lenin ‘in “en demokratik cumhuriyetlerde bile
asıl işler koridorlarda, bakanlık odalarında çevrilir”
dediği durum budur. Temel yasalar ne derse desin,
gitgide daha fazla işin bürokrasinin çarkları
arasında döndürülmesi ya da yürütmenin egemenlik
alanının durmadan genişlemesi sonuçta “seçim”
kavramının saf teorik anlamını tümüyle ortadan
kaldırmıştır. Emperyalizmle birlikte klasik burjuva
demokrasisinin sona erdiği yolundaki Marksist
tezin “seçimler” bağlamındaki dayanağı bütün bu
saydıklarımızdır. Gerçekten de burjuva devrimlerin
ilk dönemlerinde “yasama-yürütme-yargı” üçlüsünü
birbirinden ayırarak işe başlayan burjuvazi, daha
sonra yürütme gücünü ve ona bağlı asalak bürokrasiyi,
diğer baskı güçlerini giderek büyütmüş, parlamentonun
yetkilerini ise aynı ölçüde küçültmüştür. Emperyalist
döneme gelindiğinde ise mali oligarşi, devlet
mekanizmasını ve toplumsal yapıyı öyle sağlam
bir pranga altına almıştır ki, artık nispeten
“aykırı” seçim sonuçları bile sistemin temel yapılanışını
yerinden oynatamamaktadır. Faşizm, yani şu bildiğimiz
Mussolini-Hitler tarzı, aslında bu genel tablo
içinde uç bir durumdur; yoksa tablonun bizzat
kendisi faşizmin mantığına uygundur. Bu noktada
artık, ne eski “aydınlanma” geleneği, ne de “halk
iradesi” masalı geçerlidir; olağanüstü güçlendirilmiş
devlet mekanizması ve baskı aygıtları bütün süreci
belirlemektedir ve bu bağlamda “genel seçim” bir
süs haline dönüşmüştür.
Bu bağlamda diyebiliriz ki gerçek bir seçim, yani
halkın iradesinin gerçekten özgürce kendisini
ortaya koyduğu ve ülkedeki siyasal süreci gerçekten
belirlediği bir durum, günümüzde artık yalnızca
halk demokrasilerinin ve sosyalist ülkelerin bir
niteliğidir. “Genel seçim” ilkesi, bütün diğer
eski “ilerici” araçlar gibi çürümüş ve asalak
burjuvazinin elinde deforme olmuş, anlamını yitirmiştir;
bu araca -emekçi sınıfların kitlesel örgütleriyle
birlikte- gerçek proleter demokrasisine uygun
bir fonksiyon kazandıracak olan da yine sosyalistlerdir.
DTP: Gerçek Bir Özeleştiri
İçin
22 Temmuz akşamından beri
herkes aynı şeyi söylüyor: DTP, sert politikaları
ve PKK ile olan ilişkileri yüzünden Kürt
illerinde oy kaybediyor…
Öyleyse?
Öyleyse, DTP, daha yumuşamalı, daha daha
yumuşamalı ve iyice hizaya gemeli…
DTP de bu sözlere kulak verir gibi görünüyor.
Önce Kürt halkının tarihindeki en anlamlı
sahne olan Leyla Zana’nın o meclis kürsüsündeki
duruşu, “bir daha tekrarlanmayacak olan
bir yanlış” olarak niteleniyor; sonra her
türlü ılımlılık ve uyum sözleri veriliyor;
ve nihayet şu “el sıkışma” sahnesine sıra
geliyor. Kürt hareketinde “bu devrimciler
de her şeyi eleştiriyorlar” diye bir yaygın
söylem var biliyoruz. Ama biraz elimizi
vicdanımıza koyarak düşünelim; bu, aynı
mecliste olmaktan kaynaklanan öylesine bir
protokol davranışı bile değil ki! Bilerek
yapılıyor ve böylece provokasyonların önlendiği
iddia ediliyor.
Zana’nın yemini tekrarlanmayacak bir “hata”;
Bahçeli’nin ip sallayan elini sıkmak “doğru”
davranış…
Seçimlerden önce bağımsız adayları destekleme
gerektiğini, çünkü onların oradaki davranışlarıyla
sola da prestij sağlayabileceklerini düşünenlere
bunun nasıl bir garantisi olduğunu soruyorduk;
yine de soruyoruz. DTP bundan sonra ne yapacak?
Örneğin ABD emperyalizmine, neoliberalizme,
özelleştirmelere, vb. karşı politikalar
mı izleyecek? Lübnan katliamı sırasında
tek bir miting yapma zahmetine katlanmayan
DTP Filistin’de kan gövdeyi götürürken ne
yapacak? Özelleştirmelerde Ufuk Uras gibi
“verimlilik” açısından mı davranacak? Vs.
vs…
Peki bu arada, örneğin Diyarbakır gibi bir
kentte neden oy kaybediyor DTP?
Kürt halkı PKK’nin sert siyasetinden bezdi,
o yüzden mi oylar düşüyor?
Ya da tam tersine Kürt halkı, PKK artık
gitgide ulusal kurtuluşçu bir çizgiden koptuğu
için mi böyle davranıyor? Yani Kürt halkı,
uğruna acı çekilecek, acı çekmeye değecek
bir bağımsız ülke düşü artık yok edildiği
için mi “hiç olmazsa üç kuruş faydası olur”
umuduyla AKP’ye yöneliyor?
DTP’nin resmi özeleştirisinde her şey var;
ama bu soru yok.
Neden?
|
Seçmen İradesi-Halk İradesi ve Diğerleri…
Bu uzun açıklamadan sonra yeniden günümüze dönersek,
önce kavramlar bakımından düzeltmeler yapmak;
daha doğrusu kavramların doğru kullanımını ortaya
koşmak gerekiyor.
Liberal yazarlar ve AKP dalkavukları bir aydır
kafamızı şişiriyor. En çok kullandıkları ve kullana
kullana tabu haline getirdikleri kavram da “Seçmen
İradesi” dir. Ve tabii bu arada, el çabukluğu
ile bu kavram “halk iradesi” ile özdeşleştirilmekte;
halkımızın ortaya özgür irade koyarak sağı ve
AKP’yi tercih ettiği her gün binlerce kez tekrarlanmaktadır.
Mevcut düzenin sonuçlarından herhangi birine yapılan
bir itiraz ya da eleştiri artık bu klişe ile yanıtlanmaya
mahkum gibidir: “Ama halk sizin gibi düşünmüyor!”
Neoliberal dalkavuklar çetesi, bu tartışmaya tarihsel
kökenler bulmakta da pek zorlanmıyorlar. Önce
sol, bir bütün olarak CHP’nin şahsında şu sözde
sosyal-demokrasiyle özdeşleştiriliyor, sonra oradan
Kemalizme ve İttihatçılara, Jöntürklere kadar
gidiliyor. Sonuç olarak ortaya çıkarılan manzara,
“sağ”ın her zaman “halkın iradesi”ne yaslandığı,
“sol”un ise -bir bütün olarak solun!- halkın iradesini
benimsemediği, “halka rağmen” iktidar olmak isteyen
tepeden inmeci bir güç olduğudur.
“Halkın iradesi” böyle tecelli etmişse eğer, herkes
paşa paşa buna uyacak! Bu sonuca uymayanlar ise
“seçimde görüldüğü gibi” halk tarafından cezalandırılmaktadır!
Ağustos 2007 boyunca icat edilip önümüze dayatılan
yeni tabu budur. Ve bu tabu, az çok oturmuş, kitleler
arasında kendisine bir zemin de bulmuştur. Sıradan
emekçilerin de bir çoğu, bu konuda yapılan tartışmaları
“kendi iradesine” karşı saygısızlık olarak algılamaktadır.
Bu bir yanılsamadır evet, ama yüzde 46 rakamıyla
güçlü biçimde desteklenen bir yanılsamadır.
Aynı yanılsamaya kimi devrimci güçlerin de katılması
ise ilginçtir. Örneğin şöyle sözlerin söylenmesi
bu yanılsamanın ifadesidir: “22 Temmuz seçimlerinin
en temel sonucu, halkın 27 Nisan muhtırasıyla
başlatılan askeri faşist müdahale sürecine karşı
durması ve askeri faşist cephenin yenilgiye uğraması
oldu. Cumhuriyet tarihinde hep olageldiği gibi,
bir kez daha halk, darbecilere karşı çıktı, ordunun
siyasete müdahalesini istemediğini gösterdi ve
bu müdahalenin başlıca aleti olan CHP’ye yenilgiyi
yaşattı.” (27 Nisancılar Kaybetti, Atılım Günlük
Haber Bülteni, www.atilim.org)
Yani, “halk” seçimlerde bir “irade” koyuyor. Birilerini
cezalandırıyor, birilerine karşı çıkıyor ve bir
şeyleri istemediğini gösteriyor... Bu arada -yine
halkın- tek yaptığı hata, bu “irade”sini kullanırken
“yanılsamalı bir bilinçle ‘mazlum’ olarak gördüğü
AKP’nin yanında” saf tutmaktır…
Tablonun böyle basit olmadığını göstermek için
işe önce belli ayrımları yaparak başlamak gerekiyor.
Birincisi, “seçmen” adı verilen kitle, siyasal
ve sınıfsal bir kategori değildir. Bu kavram,
yasal olarak oy verme hakkı bulunan, çeşitli sınıflardan
oluşmuş şu kadar sayıdaki insan kitlesini bize
anlatır. “Seçmen” kitlesi, seçme eylemiyle bir
araya gelen, hatta bir araya değil sandık başına
gelen bir nüfus topluluğudur. Bu eylemde onlar,
yüzlerce değişik faktörün etkisiyle ellerindeki
mühürleri listenin şu ya da bu bölümüne basarlar
ve o günün geç vakitlerinde az çok netleşen bir
siyasi manzarayı yaratırlar. Onların birbirinden
farklı duygular ve isteklerle gerçekleştirdikleri
bu tercihler, ortaya belli yönlerde oluşan bileşkeler
çıkarır, rakamsal sonuçlar belirir. Elbette onların
eylemiyle ortaya çıkan siyasi tablo önemlidir,
bu tabloyu sınıfsal ve siyasal açıdan değerlendirmek
devrimci güçlerin görevidir, böyle bir değerlendirmenin
emekçi kitlelerin ruh hali ve davranış biçimleri
üzerine bize fikir vereceği de kesindir. Ancak.,
“seçmen” kavramıyla “halk” kavramını ve onun “iradesi”nin
birbirine karıştırmak tehlikelidir.
Halk, politik olarak tanımlanan bir güçtür ve
bu tanım da onu yapanın politik duruşuna bağlıdır.
Örneğin tipik liberal yaygaracılar için halk,
sırtında askeri üniforma olmayan “sivil” insanların
tümüdür. Devrimci literatürde ise aynı kavram,
emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin politikalarından
zarar gören ve potansiyel olarak bir devrimden
çıkarı olduğu düşünülen emekçi sınıf ve kategorilerin
toplamıdır. Böyle bir toplamın “iradesi” ya da
en azından istekleri ise, seçimlere ve seçim sonuçlarına
sığmayacak kadar derin ve kapsamlıdır. İşsizlik
ve yoksulluğun sona ermesi, insan onuruna yakışan
bir yaşam sürmek, itilip kakılmadan sağlık hizmeti
almak, çocukların iyi bir gelecek için eğitilmesi,
onur kırıcı emperyalist ilişkilerin sona ermesi,
vb. gibi istekler, elbette şu anda bir eylemli
“irade” ile kendisini ortaya koymamaktadır. Bütün
bu isteklerin bir “hoşnutsuzluk” hali olmaktan
çıkarak reel bir irade düzeyine yükselmesi, kuşkusuz
bu taleplerin sesi olmayı başarabilmiş bir devrimci
öznenin yokluğu ile ilgilidir.
Ama yine de bu durum, seçim sonuçlarına bakarken
“halk şunu istedi”, “halk bunu yaptı” gibi abartılı
yorumlar yapmamızı gerektirmez. Bu, nihayetinde
fazlasıyla düzen-içi bir düşünme biçimidir. Seçimde
ortaya çıkan rakamsal tablo ile halkın “ne istediği”
kategorik olarak farklı ölçütlerle değerlendirilesi
gereken şeylerdir; birincisi, halkın duyguları
ile ilgili belli bir fikir verir ama onun bütün
gerçeğini bize anlatmaz. Yani örneğin emperyalizme
hizmet konusunda son derece açıksözlü davranan
bir AKP’nin aldığı oy oranı, bu ülkede yaşayan
insanların yarısının ABD emperyalizmini çok sevdiği
anlamına gelmez. Bilindiği gibi en sıradan anketlerde
bile Türkiye’deki ABD karşıtlığının oranı her
zaman yüzde 90’lardadır.
Bugünkü durum, bu açıdan tam bir karmaşayı bize
anlatır. Örneğin, devrimci bir iradenin yokluğu
koşullarında, emekçi kitlelerin kendi derindeki
isteklerini en çok karşılayan, bu konularda en
çok söz söyleyen politik güçlere yönelmesi normal
bir davranıştır. Geçmişte de bunun çeşitli örnekleri
görülmüştür. Ancak 2007 itibarıyla burjuva siyasi
tablosu o kadar çoraktır ki, kitleler bu taleplere
şu kadarcık olsun yaklaşan bir alternatif bile
bulamamışlardır. Ve böylesi koşullar altında ortaya
korkunç bir boşluk çıkmış, bu boşluk da yüzlerce
değişik kanaldan etkilenerek 22 Temmuz akşamı
karşımıza çıkan tabloyu yaratmıştır. Bu, bir “irade”
ya da “istek” değil, karmaşık bir gerçekliktir.
Bu gerçekliği irdelemek, oradan yürüdüğümüz yola
ilişkin dersler çıkarmak kesin bir gereksinmedir.
22 Temmuz, bugün daha soğukkanlı biçimde bakabileceğimiz
bir siyaset dersidir. Bu düzeyde bir siyaset dersi,
her zaman olmaz. O yüzden iyi bakmak ve kendisini
karmaşa içinde gizleyen olguları da görmek gereklidir.
Ama, rakamsal sonucu günde yirmi dört saat kafamıza
bir çekiç gibi vuran ve herkesi “halka teslim
olmaya” çağıran dalkavuk liberallerin şamatasından
etkilenmeden…
Ezber
Bozmak mı, Ezbere Dahil Olmak mı?
Türkiye’de iki tane ezber
var…
Biri klasik ezber! Emperyalizmin işbirlikçiliği
ve patron dalkavukluğu…
İkincisi ise düzen vitrininin “yalnızca
solcuların kullanımı içindir” yazan standında
duran bir ezber…
Örneğin şöyle dersiniz: “Yabancı sermaye
ve krediler tabii ki ülkeye gelir. Önemli
olan bunu nerede kullandığınız önemli. Sermaye
akımlarına yarattığı katma değer, know how,
istihdama katkısı açısından bakıldığında
sonuç ne? Sıfır. Bu sermaye eroin bağımlılığı
gibi, kısa vadeli giriyor, çıkıyor. Yoksa
kim ülkeye yatırım yapılmasına, istihdam
alanı açılmasına karşı çıkabilir. İstihdam
yaratan yabancı sermayeye karşı çıkmak anlamsız.”
(Referans Gazetesi röportajı)
Şapkadan tavşan çıkarmak gibi bir şey! Neoliberal
“sıcak para” politikalarına karşı olmaktan
“yabancı sermayenin istihdam yaratanı iyidir”
sonucunu çıkarmak… Geleceklerse artı-değer
için gelsinler! Ondan bizde çok var!
“Pozitif politika yapmak lazım…”
Pozitif politika yapıyoruz… Halkımız negatifleri
sevmiyor!
Örneğin gazeteci PETKİM’i alan mafya grubuna
ilişkin Petrol-İş’in milliyetçi karşı çıkışlarını
sorduğunda, şöyle diyorsunuz: “Oradaki ideolojik
tartışmalara milliyetçi safsatanın bir parçası
olarak bakmak lazım. Karşı çıkışın temelinde
etkinlik verimlilik üzerinden bakılmalı.
Aksi ayıp bir şey.”
Etkinlik ve verimlilik…
Aksi ayıp bir şey! Çok ayıp!
Ufuk Uras meclise yürüyor… Mahir Hüseyin
Ulaş sloganlarıyla…
“İstihdam yaratan yabancı sermayeye” evet
demek için… “Etkinlik ve verimlilik” için…
Ayıp! Gerçekten de çok ayıp!
|
Halkın İstediği-İstemediği…
Bu şamata ortamında her biri kendi kendisini sosyolog
ve “halk adamı” ilan eden kalabalık bir dalkavuklar
korosu, Temmuz sonundan bu yana başlıca üç yalanı
halk kitlelerinin üzerine pompalamaktadır.
“Halk istikrar istiyor” cümlesi bunlardan birincisidir.
Halkın mevcut durumdan memnun olduğu, bir maceraya
atılmaktan da hoşlanmadığı, 22 Temmuz’un da bunun
göstergesi olduğu tezi, bugün, Eylül’e yaklaşırken
bile hız kesmeden tekrarlanıp duruyor.
Gerçek böyle değildir.
Seçim sonuçlarının halkın iradesini yansıttığı
yalanı da en çok bu cümleyle açığa çıkmaktadır.
Halkın ne istediği bellidir. İsteyen şu ya da
bu ölçüde güvenilir olan anketlere bakar, isteyen
sokağa, kahvelere, atölyelere, fabrikalara… Sonuçta
her iki durumda görülen şey, halkın daha iyi ve
insan gibi yaşamak, daha iyi bir gelecek gibi
basit isteklerinin olduğu ve bu konularda da büyük
bir umutsuzluk yaşadığıdır. Kimse yüzde yirmilere
varan işsizlikten, sokakların çetelere teslim
edilmesinden, IMF emirlerinden, vs… memnun değildir.
Ancak, öre yandan, bugün itibarıyla bu umutsuzluğu
umuda, kaygıyı iyimserliğe dönüştürecek bir güçlü
bir devrimci alternatif mevcut de değildir. Üstelik,
bu umutları sömürebilecek kapasiteye sahip bir
burjuva alternatif de ufukta görülmemektedir.
Yani uğruna bugünkü durumdan vazgeçebilecekleri
bir başka siyasi eğilimle karşı karşıya değildirler.
Böylesi koşullar altında sandık başına giden insanların
en azından yarısının sonunu bilmedikleri bir macera
yerine mevcut durumu tercih etmeleri, “halkın
istikrarı seçtiği” anlamına gelmez. Bu, “istikrar”
adı altında sürdürülen sömürü düzeninin kitleler
tarafından da onaylandığı anlamına değil, kitlelerin
büyük bir güvensizlik içinde boğulduğu anlamına
gelir. Burjuva dünyanın ideologları da aslında
bu manzaranın farkındadır; bu yüzden de “işte
halk düzeni onaylıyor, size de hariçten gazel
okumak düşüyor” şeklindeki büyük demagoji, aslında
bilinçli pompalanan bir psikolojik savaş yalanıdır.
“Halk hırçın ve sert tutumlardan hoşlanmıyor”
cümlesi, en çok söylenen yalanlar listesinde ikinci
sıradadır.
Gerçek böyle değildir.
Hatta denilebilir ki, son yıllarda ortaya atılmış
en büyük siyasi palavra budur!
Sorun çok açık ve basittir: Halk, emekçi kitleler,
ortalıkta estirilen hırçınlık ve cazgırlık gösterilerinin
arka planının boş olduğunu, herhangi bir biçimde
bir samimiyet taşımadığını, mevcut düzenin özüne
ilişkin bir içerik barındırmadığını bilmektedir.
İçinde yaşatıldıkları kör karanlığa ve bütün geri
niteliklerine karşın emekçi kitlelerin en iyi
bildikleri, en iyi sezdikleri gerçek budur. Günlük
hayatta sıradan bir insan bile sokaktaki gerçek
bir kavga ile boş ağız dalaşını birbirinden ayırt
edebilir; bunun için özel bir bilince ihtiyaç
yoktur.
Dahası, halkın hayli önemli bir bölümü, mevcut
siyasi aktörlerin gerçek temeller üzerinden gerçek
bir kavga yapabileceklerine de güvenmemektedir.
Koca bir seçim kampanyasının “kürsüden ip atma”
gösterilerinden ya da “laiklik” tartışmalarından
ibaret olması, gerçek muhalefet alanının darlığı
ile ilgilidir. Son derece sağlam kurulmuş neoliberal
politikalar sistemi ve emperyalizme olan kesin
bağlılık, bu alanlarda radikal bir burjuva muhalefet
yapmayı olanaksız kıldığı için, tartışma çıkmaz
bir sokakta ıvır zıvır konular üzerinden yürümekte
ve bu alanlardaki siyasi tansiyonun artması ise
halkta sempati değil, nefret duygusu oluşturmaktadır.
Yani bir burjuva politikacısı ağzını açıp bu ıvır
zıvır konular üzerinden en ağır lafları ettiğinde,
bu ona halkın saygısını sağlamamaktadır; çünkü
halk, bunun bir yalancı pehlivanlık olduğunu içgüdüsüyle
sezmektedir.
Halkın gerçekten “sert” bir mücadele çizgisi ve
söyleminden “hoşlanıp hoşlanmadığını” bilmek ise
ancak gerçekten temel sorunlar üzerinden yürümekle
mümkündür. Yani bu ülkede, emperyalist üsleri
kapatma ve tümünü defetme, IMF’yi kapı dışarı
etme, özelleştirmeleri ve tarımla ilgili yasaları
iptal etme, vs. gibi bir programla gerçek bir
kavgaya giriştiğinizde, ancak o zaman halkın bundan
“hoşlanıp hoşlanmadığını”(!) anlayabilirsiniz.
Oysa burjuva cephesinde böyle bir kavgayı -sahtekârca
bile olsa- verebilecek bir alternatif mevcut değildir.
O yüzden, bugünkü anlamsız kördöğüşüne karyı halkın
duyduğu tiksintiyi, genel bir ılımlılık tercihi
olarak yorumlamak, utanmazca bir liberal yalandır.
Üçüncü büyük yalan ise, “halkın genel olarak sağa
kaydığı, solu artık tercih etmediği” cümlesinde
somutlanmaktadır.
Bu da büyük bir yalandır, çünkü her şeyden önce
bu tespitin kendisine veri aldığı tablo gerçek
değildir.
Bu tespitin dayandığı veri, genel olarak sağcı-gerici-milliyetçi
partilerle onların karşısında durduğu var sayılan
CHP’nin uzun yıllardır az çok sabitlenmiş olan
oy oranlarıdır. “Sağ” ve “sol” kıyaslaması bu
tablo üzerinden yapılmakta ve genel olarak buradan
Türkiye’de solun şansının azami şu kadar olduğu
belirlemesine varılmaktadır. Meseleye böyle bir
at gözlüğüyle bakmak Türkiye’de öyle yaygın bir
eğilimdir ki, halk arasında da genel kabul gören
bu yaklaşım devrimci güçlerin günlük diline kadar
girmektedir.
Oysa bu veri doğru değildir. Solculuk-sağcılık,
ilericilik-gericilik, vb. gibi kavramların tümüyle
çarpılmış olduğu günümüzde hiç değildir. Devrimci
hareket, kendi varlık nedenine aykırı olan bu
tür bir sınıflandırmayı kabul edemez
Bu, CHP’nin bugün gelmiş olduğu gerici-faşizan
nokta ile de ilgili değildir; genel olarak bu
bir yanılsamadır. Devrimci hareket, bu ülkedeki
emekçilerin tümünün öncülüğüne taliptir. Başlangıç
itibarıyla onun daha dar kesimler üzerinde kendisini
var etmesi gerçeği, bu iddianın terk edilmesi
anlamına gelmez. Dolayısıyla, ülkedeki emekçilerin
bir bölümünü seçim sandığındaki tutumlarına göre
sağcı, kalan bölümünü solcu ilan etmek, böyle
bir yanlış sağ-sol ayrımını kabul etmek, devrimci
hareket için ölümdür; onun devrimci iddiasından
vazgeçmesidir.
Devrimci hareket, yeniden tekrarlamakta yarar
var, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin tümünün
öncülüğüne taliptir; bu onun sağ-sol gibi kavramları
gibi bütün kavramların bugünkü tanımlarını reddettiği
ve yeni ölçütleri devrimci pratik içinde şekillendireceği
anlamına gelir. Devrimci hareket, elbette bu topraklardaki
gerici ideolojilerin, şovenizmin ve sağ düşüncenin
bütün diğer kaynaklarının farkındadır; kitleleri
büyük ölçüde etkisi altında tutan bu ideolojik
biçimleri görmezden gelmemektedir. Ama, milyonlarca
insanın emperyalizmden, parababalarından nefret
ettiği, işsizlikten kırıldığı bir ülkede bu insanların
yaklaşık yüzde yetmişini defterden silen ve ancak
geriye kalan, kimlerden oluştuğu da tam olarak
bilinmeyen bir yüzde otuzu kendi zemini olarak
gören bir devrimci hareketin hiçbir şansı yoktur.
Devrimci hareket, bu topraklardaki emekçi insanların
hoşnutsuzluğunun ve taleplerinin ifadesi olmak
zorundadır; emekçi insanlar, şu andaki burjuva
politikasının riyakarlığı altında nasıl bölünmüş
olurlarsa olsunlar bu zorunluluk ortadan kalkmaz.
Kaldı ki, “halkın sağa kayması”ndan burjuva düzeyde
bile olsa söz edebilmek için, yine aynı burjuva
düzeyde bir sahte sola ihtiyaç vardır ve trajiktir
ki ortada böyle bir “sol” yoktur, hatta ufukta
bile görülmemektedir! Hatta, mevcut durumdaki
“sol” iddialı parti olan CHP’ye oy verenlerin
kaçta kaçının en azından emekten ve özgürlüklerden
yana olduğu da meçhuldür. Örneğin 2001’de DSP
seçmenlerine yönelik yapılan bir ankette, “DSP
olmasaydı kime oy verirdiniz” sorusuna verilen
ağırlıklı yanıt MHP idi. Bugün de CHP için benzer
bir tablonun geçerli olduğu rahatlıkla düşünülebilir.
Sonuç olarak, bu kavramsal çerçevenin bugünkü biçimi
tümüyle anlamsızdır ve kitlelerin bugünkü ve gelecekteki
eğilimlerini anlamak açısından yararlı değildir.
Devrimci hareket, bu tabloyu değil, kitlelerin gerçek
talep ve isteklerini veri almak zorundadır.
Sonuçlar Üzerine Toparlama
Şimdi yeniden 22 Temmuz’a dönebilir ve sanırız
artık daha sağlıklı şeyler söyleyebiliriz.
a) Her şeyden önce bir gerçeği yerli yerine oturtmak
gerekir: ABD başta olmak üzere emperyalizm ve
işbirlikçi büyük patronlar, bu seçimde son derece
açık bir biçimde tercihlerini AKP’den yana yapmışlardır.
Bu güçlerin kontrolündeki medya, borsa ve diğer
kanallar AKP’nin başarısı için, en azından engellenmemesi
için çaba göstermiştir. Burada “üç beş büyük patronun
bir partiyi desteklemesi seçmen açısından ne anlam
ifade eder” sorusu sorulabilir ama durum bu kadar
basit değildir. Elbette, siyasi hayatta patronların
desteklediği parti seçim kazanır dile bir kural
yoktur; hatta ortada ciddi bir alternatifin olduğu
başka koşullarda bu destek o siyasi partiyi mahvedebilir
de.
Ama 2007 Temmuz’unda olan şey, genel tabloyu etkileyen
bir destektir. Çünkü, artık gayet iyi bilinmektedir
ki, kriz ve çözüm musluklarını elerinde tutan
bu güçler, eğer isterlerse bir siyasi partiyi
ciddi biçimde sıkıntıya sokma olanaklarına sahiptirler.
Ve bu güçler, AKP’yi yıpratmak için harekete geçen
Genelkurmay ve onun çevresindeki diğer güçlere
destek vermemişlerdir. Seçimden önce, belli bir
tarihten itibaren para musluklarıyla oynayarak
ciddi krizler yaratmaları ve böylece hükümeti
yıpratmaları mümkün iken açık bir tercihle bunu
yapmamışlardır. Hatta bununla da yetinilmeyip
özellikle piyasaya sıcak para pompalanmış, AKP’nin
“sosyal” amaçla biraz para saçmasına ses çıkarılmamış,
ayrıca açıkça beyanlar da verilmiştir. Böylece,
yalnızca provokasyon ve şamatanın bir hükümeti
yıkmak için yeterli olmadığı, bu işin içinde mutlaka
ve mutlaka para sahiplerinin de yer alması gerektiği
de kanıtlanmıştır. Para sahipleri ise, içindeki
arızaları ve bazı aşırılıkları törpülemesi koşuluyla
sözlerini AKP’den yana söylemişlerdir.
b) Aynı süreçte, bir bölümü yolsuzluklardan partiye
ayrılan yüzdelerden, bir bölümü de “meçhul” kaynaklardan
gelen olağanüstü para miktarları AKP tarafından
bu seçimlerde harcanmış, “sosyal yardımlar”, göz
boyama dağıtımları, hepsi ve söylenenlerden daha
da fazlası yapılmıştır. Hemen her konuda pürüz
yaratan IMF gibi denetleyiciler ise, kuşkusuz
daha sonradan acısını çıkarmak koşuluyla seçim
döneminde süreci genel olarak sıkmamayı tercih
etmişlerdir. Güvenilir olmayan rakamlara göre
4 yılda AKP’nin toplam “sosyal rüşvet” miktarı
108 milyar YTL’den fazladır ve bunun hatırı sayılır
bir bölümü son alt ayda harcanmıştır.
Elbette bütün bunlar kendi başına bir parti için
“daha fazla oy” anlamına gelmez, gelmeyebilir.
Hatta yine başka koşullarda, apaçık seçim rüşveti
olan bu aşırı harcamalar, geri de tepebilir. Ancak
buradaki sorun, hakikaten de yardıma muhtaç durumdaki
milyonlarca insanın bu rüşveti elinin tersiyle
itme ve başka bir güce yönelme şansına sahip bulunmamasıdır.
Kitleler, bütün bunların rüşvet olduğunu bilmeyecek
kadar aptal değillerdir; ancak kendi gücüne, kendi
dayanışma ve mücadele kapasitesine uzun süredir
güvenini yitirmiş olan emekçi kitleler yaşadıkları
korkunç sıkıntıyı bir nebze olsun hafifletmek
kaygısındadırlar. Ve seçim, burjuva arenasında
asla bir ahlak yarışı değildir; kimse de zaten
burjuva parlamentosunu içinde evliyalar, meleklerin
dolandığı bir ulvi çatı olarak görmemektedir.
Dolayısıyla, yolsuzluk kanalıyla da olsa bir durumdan
yarar sağlamak, geçici de olsa bir olanaktan yararlanmak,
devrimci alternatifin yokluğu koşullarında halkın
tipik davranışlarıdır. Halkı sadece “halk” olduğu
için doğuştan ahlaklı ve erdemli bir topluluk
olarak görmek, zaten idealist bir yaklaşımdır.
c) Türkiye ekonomisindeki aşırı para şişkinliğinin
bir ekonomik büyüme anlamına gelmediği, kitlelere
ise hiç yansımadığı evet bir gerçektir; ama bu
illizyon biçimindeki yansımayı yine de ortadan
kaldırmaz. Bu, yalnızca rakamları ve eğrileri
dikkate alan iktisatçıların kavramakta zorluk
çektiği bir durumdur; ama gerçek hayatta ışıklı
vitrinler, alınıp satılan mallar, borsa panolarında
dönen para miktarları kitleler üzerinde belli
bir etki yapar. 2001 krizinin yıkıntıları üzerine
iktidara gelen AKP, bütün bu para akışının kapılarını
sonuna dek açmış, bütün vergi kolaylıklarını,
yeni yasaları para tüccarlarının emrine vermiş
ve genel bir yanılsama atmosferi yaratmıştır.
Böylece dış borçlanma olağanüstü boyutlara ulaşmış
ama öte yandan da kitleleri yanıltan bir tablo
oluşmuştur. Bugün toplam 621 bin kişinin bankalara
80 milyar YTL kredi kartı ve tüketici kredisi
borcu vardır ve bu kadarı bile sistemin nasıl
işlediğini göstermektedir. Özellikle 2007’nin
başından itibaren IMF’nin onayıyla para muslukları
açılınca ipin ucu iyice kaçmış ve örneğin yıllık
bütçede 56 milyon 850 bin YTL kaynak ayrılan Belediyelere
Yardım Denkleştirme Ödeneği’ne sadece ilk 5 ayda
aktarılan para 57 milyon 68 bin YTL’ye ulaşmıştır.
Aynı şekilde 2007’nin tamamı için tarımsal desteklere
ayrılan 5.3 milyar YTL’nin 5 milyar YTL’si seçimden
önce ödenmiş, bu alanda da para saçma politikası
uygulanmıştır. Doğrudan gelir desteği, mazot ve
gübre desteği kapsamında 1.6 milyar YTL, çay üreticisine
45 milyon YTL, fındık üreticisine 44 milyon YTL,
kütlü pamuk, ayçiçeği, soya, kanola, aspir için
1 milyar 50 milyon YTL, mısır üreticisine 210
milyon YTL, pancar üreticisine 96 milyon YTL seçimden
önce ödenmiştir.
Burada önemli olan rakamlar değildir; rakamlar
değişebilir, artabilir, azalabilir. Önemli olan,
gerçek bir muhalefetin olmadığı, tek kale maç
gibi yapılan bir seçimde bütün bu rakam yığınlarının
halk üzerinde yaptığı etkidir.
d) Bütün bunlara ek olarak elbette siyasi alandaki
gelişmeler, ordunun ikide birde çıkışlar yapıp
sonra kös kös geri adımlar atması, bin türlü komplo,
provokasyonların ortasında AKP’nin bir süre sonra
“mağdur” rolünde görünmeye başlaması gibi bir
dizi olgu “seçmen” dediğimiz o karmaşık kitlenin
tercihlerini etkilemiştir. Ancak, burada kitlelerin
“demokrasi” yönünde bir tercihte bulunması değil,
“muhalefet” cephesini tutarsız ve kendisine uzak
bulması söz konusudur. Büyük bir çaresizlik içindeki
emekçi kitleler, daha baştan kendilerini halkı
defterden silen ve cunta çığırtkanlığı yapan bu
cephenin temel sorunlar üzerinde hiçbir farkının
olmadığını görmüş ve koparılan gürültünün de gerçek
bir kavga olmadığını anlamıştır.
Sonuç olarak bu koşullarda önümüze çıkan tablo,
ne aptallıktan kaynaklanmaktadır, ne de iddia
edildiği gibi bir sağa kayma ya da “istikrar tercihi”
yapma, vs.dir. Bu tablonun bize anlattığı şey,
coğrafyamızdaki emekçi insanların tarihte hiç
görülmemiş ölçüde büyük bir çaresizliğin ve umutsuzluğun
pençesinde kıvrandığı, gerçek bir alternatifin
yokluğu koşullarında savrulduğudur. Bir yanda
mağdur rolünü oynayan ve diğer burjuva güçlerin
ahmaklıkları yüzünden en kolay seçim başarısını
elde eden AKP, diğer yanda ise kocaman bir boşluk!
Var olmayan bir rakibe karşı kazanılmış tarihin
en ucuz zaferi!
Devrimcilerin bu siyasi tablodan çıkaracakları
en önemli ders, kuşkusuz öncelikle bizim içinde
yaşadığımız dar ilişkiler dünyası ile kitlelerin
ruh hali arasındaki korkunç uçurumdur. Halkın
en temel isteklerine en yakın duran, hatta bu
taleplerin gerçek sözcüsü olan devrimci hareket,
bugün hâlâ onların hayatında gerçek bir alternatif
güç, bir çekim odağı değildir. Toplumun temel
çelişkilerine devrimci bir müdahalenin yapılamadığı,
yeni bir inisiyatifin ortaya konulamadığı koşullarda
kitleler sahte muhalefet biçimlerine de rağbet
etmemekte, son dört yılda açıkça halk düşmanı
politikalar izleyen bir hükümeti ayakta tutabilmektedirler.
Doğrusu bu, yakın tarihte görülmüş bir tablo değildir.
Bu, böyle bir müdahalenin ne kadar yakıcı bir
ihtiyaç olduğunun en açık kanıtıdır.
Rotayı Şaşırmadan Yürümek…
Sonuçta kesin olan şey, 23 Temmuz sabahının emekçiler
açısından bir gün öncesinden farklı olmadığıdır.
Türkiye’deki işsizlik oranı bir nebze bile azalmış
değildir; yoksulluk yerli yerinde durmaktadır,
sosyal haklar kuşa benzetilmiş, tarım mahvedilmiş
durumdadır. Ve yine 23 Temmuz sabahı düzenin kurum
ve sistemlerinden bir teki bile yerinden oynamış
değildir. Üstelik sistemin iç hesaplaşmalarının
da bir teki çözüme ulaşmamıştır. Dolayısıyla,
bir süreliğine ortam yumuşasa da pek yakında sert
çatışmaların yeniden başlayacağı kesindir.
Ve emekçiler, AKP’ye oy veren milyonlar da dahil
olmak üzere bütün emekçiler, 23 Temmuz’dan sonra
daha yoğun bir kaos ortamına sokulmaktadırlar.
Bir yanda patronların ve ABD emperyalizminin hizmetkârı
olan iktidar, diğer yanda ise içinde en basitinden
halkçılığı bile barındırmayan umutsuz bir boşluk…
Bugün bir kez daha görülüyor ki bu boşluk, ancak
ve ancak düzen dışı bir güç tarafından, düzenin
bütün kurallarını ve işleyişini reddeden devrimci
hareket tarafından doldurulabilir. Burjuva cephe,
kendi içinden bir sahtekar sol-sosyal demokrat
lider bile yaratamamaktadır; çünkü emperyalist
kuşatma ve katı neoliberal mengene farklı bir
politik çizgiye yaşama hakkı tanımamaktadır. Ya
hizaya gireceksin ya da bütün bu düzeni tümüyle
ve tam cepheden reddedeceksin. Arada bir yol yok!
Bugün oldukça zayıf da olsa ikinci yolda yürüme
onuru devrimci ve şansı yalnızca harekete aittir.
Birinci yol, bugün başarılar sağlasa da çürümenin
yoludur; ikinci yol halkın gerçek kurtuluş yoludur,
devrimin yoludur.
Şimdi zaman, devrimci bir çizgi üzerinden halkın
gerçek kurtuluş umudunu, gerçek partisini yaratma
ve büyütme zamanıdır. Devrimci sosyalizm, güncel
ayrıntılara hiç takılmadan bu zor ve zahmetli
yolda yürüyecek, halkın gerçek devrimci alternatifini
yaratacaktır. 22 Temmuz tarihi, bu görevin ne
kadar acil ve yakıcı hale geldiğini göstermesi
açısından ciddi bir siyaset dersidir.
Devrimci iradeyi güçlendirmek, güncel görevleri
atlamadan gözümüzü ufka dikmek ve halkların devrim
hareketini örmek asli görevimizdir. Gözümüzü ufka
dikmek, geleceği kazanmak için yoğunlaşmak bugün
her zamankinden daha önemlidir.
|