Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

54. Sayı - Eylül 2007

22 Temmuz seçimlerinden bu yana bir aydan fazla zaman geçti; artık Eylül başındayız. Burjuva cephesindeki siyaset karmaşası doğal olarak seçim şoklarıyla biraz mola verdikten sonra şimdi yeniden ısınmaya başlıyor.
Esasen 23 Temmuz sabahında da düzen içi çatışmanın temel öğelerinden hiçbiri çözüme bağlanmış değildi ve bugün de ufukta bir çözüm görünmüyor. İktidar dalkavuklarının ve liberallerin “halk her şeye nokta koydu” şamatasının hızı kesildikçe, ortada bir “nokta” filan olmadığı, aksine durumun daha da karıştığı anlaşılacak.
Bu arada, doğrusu eğlenceli bir “seçim sonrası süreci” geçirdik diyebiliriz. Burjuva cephesi, akademisyenler dünyası, medya, vb. komikliklerle doluydu. “Halk muhtıra verdi” gibi manşetlere tanık olduk örneğin, meğer ne cesaretliymiş basınımız diye çok çok şaşırdık. Sosyologlar, kerameti kendinden menkul siyaset bilimcileri, geceler boyu televizyonları işgal ettiler, “bu iş nasıl oldu” diye kafa patlattılar; öte yanda “halkın aptallığı”na iman etmiş “Halk Partisi”nin yorumlarını de bol bol dinledik, vs. vs… Ve tabii bu arada sol da bütün bu tartışmaları kendi içinde yaşadı; sonuçları yorumlamaya, bütün bunların ne anlama geldiğini anlamaya çalıştı. Ama böyle durumlarda genellikle politik üretim merkezlerinin, dergilerin, vb. söyledikleri tam olarak yeterli olmaz. Özellikle solun, devrimci hareketlerin çevresindeki sempatizan çemberleri ve diğer çevre ilişkileri kendi kafalarındaki soruları çözmeye çalışırlar, ülkenin ekonomik, politik, kültürel tablosuyla seçimde ortaya çıkan manzarayı üst üste koyup sonuçlar çıkarmak isterler. Durumun berbatlığı ile bu berbatlığın şu andaki sorumlusu olan siyasi partinin başarısının nasıl bir arada açıklanabileceği onlar için çözülmesi gereken bir muammadır, vs. vs…

Siyasete Bakmak ve Yöntem Kargaşası…
Bu arada pek çok kavram da yerinden oynadı ve belki de işe önce oradan başlamak, bir süredir boşlukta dolanan kavramları yerli yerine oturtmak gereklidir. Bunu yapmak gerekiyor; çünkü bu süreçte liberallerin yarattığı yanılsamaya soldan da katılmalar olduğuna, ortalıkta “halk şunu istedi”, “halk şuna karşı tavır koydu” sözlerinin dolaştığına tanık olduk.
Temel soru şu: Devrimciler, seçimlere nasıl bakarlar ve seçim sonuçları devrimci çözümleme için nasıl bir anlam ifade eder?
Şüphesiz böyle bir sorunun muhatabı, seçimleri bir iktidar elde etme biçimi olarak görenler değildir; onlarla yolumuz en baştan zaten ayrı. Sorunun hedefi, bu topraklardaki köklü dönüşümlerin ancak bir devrim yoluyla mümkün olduğunu düşünen devrimci kesimlerdir.
Nasıl bakmalıyız seçim sonuçlarına devrimciler olarak? Ya da bugünlerde pek moda deyimle söylersek, sonuçları nasıl “okumamız” gerekiyor?

Genel Seçim Üzerine Kısa Bir Özet…
Önce işin alfabesinden başlamakta yarar var. Çünkü alfabe bazen unutuluyor.
Seçim, adı üstünde, seçme eylemidir. İyidir-kötüdür, dürüsttür-hilelidir, vs. vs… ama netice itibarıyla her seçim ortaya bir siyasi tablo çıkarır. Tabii ki burada sözünü ettiğimiz şey, bildiğimiz, modern anlamıyla “genel seçim”dir. Genel seçim de -yine adı üzerinde- bir ülkede yaşayan belli bir yaşın üzerindeki tüm yetişkin insanların oy kullanarak o ülkenin parlamentosunu oluşturduğu bir eylemdir; teorik olarak durum böyledir. Ve tabii, yine teorik olarak aynı yetişkin insanlar o parlamentoya seçilme hakkına da sahiptirler.
Soruna böyle bakılırsa her şey “yerli yerinde” görünüyor. Yurttaşlar parlamentoyu, parlamento hükümeti ve diğer yönetsel mekanizmaları inşa ediyor; sonuç olarak biraz dolayımlı da olsa, halkın iradesi gerçekleşmiş gibi duruyor.
Ama soruna biraz daha derinlemesine bakabiliriz…
Esasen burjuva devrimlerinin bir çocuğu olan “genel seçim”, bir tarihsel evrimden geçerek bugüne gelmiştir. Bilindiği gibi, bu evrimin öncesinde seçme-seçilme eyleminin “genel” olmasını önleyen, yani ancak belli nüfus kesimlerine seçme ve seçilme hakkı tanıyan bir dönem de vardır; bir anlamda bu tür “seçkinlerin seçimi” sistemi köleci Roma’ya kadar uzanan bir serüvendir. “Demokrasi” kavramı eski Yunandaki “Demos-Kratos” ikilisinden “Halk Yönetimi” olarak şekillenmiştir ama burada “halk”tan kastedilen o topraklarda yaşayan insanların tümü, yani köleler de dahil tümü, değildir. Bu, seçkinlerin, özgür yurttaş denilen köle sahiplerinin yönetimidir ve seçim sistemi de bu kural üzerinden biçimlenmiştir. Daha sonra bütün Avrupa’nın üzerine yüklenen karanlık çağlar boyunca bu kadarı da ufukta görünmez; monarşilerin ve kilisenin kaskatı düzeni içinde bugünkü anlamıyla bir “seçim” düşünülebilir bir durum değildir.
Bütün bu daha geri biçimlerin sona ererek yerini -teorik olarak- herkesin “seçme-seçilme” hakkının olduğu bir sürece bırakması aslında çok da yeni değildir. Daha 20. yüzyılın başında bile dünya, örneğin siyahların ve kadınların oy hakkı için mücadele verdiklerine tanık olmuştur. Yani, burjuva devrimlerine ateşini veren duygu olan “halk iradesi” söylemine karşın eski seçkinci sistemlerin garantilerinden vazgeçip tam bir “genel seçim”e razı olmak, böylece baldırı çıplakların önünü açmak, burjuvazi için de çok kolay olmamıştır. Evet, monarşilerin ve kilisenin hakkından gelmek için “genel oy” fırtınası yararlı olmuştur; ama aslında en çok bilinen burjuva devrimlerinin bile çok açık, sağlamlaşmış bir “genel seçim” ilkesi yoktur. Daha doğrusu burjuvazi iktidarını sağlamlaştırdığı her yerde, halkı yalnızca “silahsızlandırmak”la kalmamış, ayrıca onun siyasi iradesinin mutlaklığı üzerine devrimlerin yarattığı efsaneyi de sonlandırmıştır. Mümkün olan her yerde seçme-seçilme haklarına çeşitli sınırlar koymaya çalışan burjuvazi, yer yer monarşi kurumlarını korurken yer yer de parlamentoların tamamının seçimle oluşmasını önleyen kurumlar yaratmış, var olanları destekleyerek ayakta tutmuş, böylece her şeyi “seçimlere” bırakmayan, seçimlerin sistem üzerindeki etkisini sınırlayan önlemler almıştır.
Çünkü, netice itibarıyla ortaya bir sandık koyup “halk neylerse güzel eyler, ben de ona razı olurum” demek, burjuvazinin sınıf egemenliğinin yeterince güvende olmadığı bir dönemde tehlikeli iştir. Hatta bu durum, sınıf egemenliği araçlarının son derece güçlü olduğu günümüzde bile pek “güvenilir” bir durum değildir ve sürekli olarak bu araçlar yenileriyle takviye edilmektedir.
Yani aslında denilebilir ki, gerçekten bugünkü anlamıyla burjuva genel seçim, burjuvazinin sınıf egemenliğinin sağlamlaşmasının bir sonucudur; yani burjuvazinin politik, sosyal, kültürel egemenlik araçları güçlendiği, böylece halk kitleleri üzerindeki ideolojik hakimiyetinin perçinlendiği, “genel seçim”in olası sakıncaları bertaraf edildiği oranda sistem rayına girmiştir. Daha açıkça söylersek burjuvazi, artık seçimlerin etkin biçimde manipüle edilebildiği, seçim sonuçlarının büyük ölçüde kontrol edilebildiği bir süreçte, ancak o zaman nispi bir “gönül rahatlığı”na kavuşmuş ve özellikle Avrupa ölçeğinde yüzyılın başından bu yana yaratılan işçi aristokrasisini ve küçük burjuvaziyi de bu rahatlığın garantisi olarak algılamıştır. Yoksa, salt teorik olarak, salt kural olarak bakıldığında, tam ve eksiksiz bir seçme-seçilme hakkı, burjuvazinin sınıf egemenliğine de (yine teorik olarak!) yönelebilir bir durum gibi görünür. Ama işte bütün bu süreç boyunca burjuvazi, düzeni yeniden üreten okul ve aile gibi çekirdek hücrelerden yeniden parlatılan dini araçlara, muazzam iletişim araçlarından kontrol altındaki kültür dünyasındaki hegemonyasına ve ayrıca açık ya da örtülü baskı araçlarına dek yüzlerce aracı kullanarak ve bunları durmadan yetkinleştirerek aykırı olasılıkları neredeyse sıfırlayabildiği bir noktaya ulaşmıştır. Ve tabii bu arada, seçim sistemleri de gitgide karmaşıklaştırılarak hem kural olarak, hem de mali güç bakımından “herkesin katılamayacağı” bir oyuna dönüştürülmüş, böylece bu bakımdan da bir garanti sağlanmıştır. Öyle ki, özellikle seçilme hakkı artık her “yurttaş” için en ileri emperyalist ülkelerde bile yalnızca teorik bir haktır. Bugün herhangi bir gelişkin kapitalist ülkede, örneğin iki partili bir sisteme sahip olduğu sanılan ABD’de bile, bizim televizyonlardan adını duyduklarımızın dışında yüzlerce parti ve binlerce insan seçimlere katılmakta ve fakat bunların hiçbir şansı olmamaktadır. Çünkü siyasi sistem, mali oligarşinin denetlediği klanların elindedir ve -zaman zaman küçük gedikler söz konusu olsa da- kimse bu yerleşik düzeni yerinden oynatamamaktadır.
Ve nihayet, en son garanti de seçimle oluşan parlamentoların “gerçek” yetkilerinin şu ya da bu yoldan kırpılmasıdır. Lenin ‘in “en demokratik cumhuriyetlerde bile asıl işler koridorlarda, bakanlık odalarında çevrilir” dediği durum budur. Temel yasalar ne derse desin, gitgide daha fazla işin bürokrasinin çarkları arasında döndürülmesi ya da yürütmenin egemenlik alanının durmadan genişlemesi sonuçta “seçim” kavramının saf teorik anlamını tümüyle ortadan kaldırmıştır. Emperyalizmle birlikte klasik burjuva demokrasisinin sona erdiği yolundaki Marksist tezin “seçimler” bağlamındaki dayanağı bütün bu saydıklarımızdır. Gerçekten de burjuva devrimlerin ilk dönemlerinde “yasama-yürütme-yargı” üçlüsünü birbirinden ayırarak işe başlayan burjuvazi, daha sonra yürütme gücünü ve ona bağlı asalak bürokrasiyi, diğer baskı güçlerini giderek büyütmüş, parlamentonun yetkilerini ise aynı ölçüde küçültmüştür. Emperyalist döneme gelindiğinde ise mali oligarşi, devlet mekanizmasını ve toplumsal yapıyı öyle sağlam bir pranga altına almıştır ki, artık nispeten “aykırı” seçim sonuçları bile sistemin temel yapılanışını yerinden oynatamamaktadır. Faşizm, yani şu bildiğimiz Mussolini-Hitler tarzı, aslında bu genel tablo içinde uç bir durumdur; yoksa tablonun bizzat kendisi faşizmin mantığına uygundur. Bu noktada artık, ne eski “aydınlanma” geleneği, ne de “halk iradesi” masalı geçerlidir; olağanüstü güçlendirilmiş devlet mekanizması ve baskı aygıtları bütün süreci belirlemektedir ve bu bağlamda “genel seçim” bir süs haline dönüşmüştür.
Bu bağlamda diyebiliriz ki gerçek bir seçim, yani halkın iradesinin gerçekten özgürce kendisini ortaya koyduğu ve ülkedeki siyasal süreci gerçekten belirlediği bir durum, günümüzde artık yalnızca halk demokrasilerinin ve sosyalist ülkelerin bir niteliğidir. “Genel seçim” ilkesi, bütün diğer eski “ilerici” araçlar gibi çürümüş ve asalak burjuvazinin elinde deforme olmuş, anlamını yitirmiştir; bu araca -emekçi sınıfların kitlesel örgütleriyle birlikte- gerçek proleter demokrasisine uygun bir fonksiyon kazandıracak olan da yine sosyalistlerdir.

DTP: Gerçek Bir Özeleştiri İçin

22 Temmuz akşamından beri herkes aynı şeyi söylüyor: DTP, sert politikaları ve PKK ile olan ilişkileri yüzünden Kürt illerinde oy kaybediyor…
Öyleyse?
Öyleyse, DTP, daha yumuşamalı, daha daha yumuşamalı ve iyice hizaya gemeli…
DTP de bu sözlere kulak verir gibi görünüyor. Önce Kürt halkının tarihindeki en anlamlı sahne olan Leyla Zana’nın o meclis kürsüsündeki duruşu, “bir daha tekrarlanmayacak olan bir yanlış” olarak niteleniyor; sonra her türlü ılımlılık ve uyum sözleri veriliyor; ve nihayet şu “el sıkışma” sahnesine sıra geliyor. Kürt hareketinde “bu devrimciler de her şeyi eleştiriyorlar” diye bir yaygın söylem var biliyoruz. Ama biraz elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim; bu, aynı mecliste olmaktan kaynaklanan öylesine bir protokol davranışı bile değil ki! Bilerek yapılıyor ve böylece provokasyonların önlendiği iddia ediliyor.
Zana’nın yemini tekrarlanmayacak bir “hata”; Bahçeli’nin ip sallayan elini sıkmak “doğru” davranış…
Seçimlerden önce bağımsız adayları destekleme gerektiğini, çünkü onların oradaki davranışlarıyla sola da prestij sağlayabileceklerini düşünenlere bunun nasıl bir garantisi olduğunu soruyorduk; yine de soruyoruz. DTP bundan sonra ne yapacak? Örneğin ABD emperyalizmine, neoliberalizme, özelleştirmelere, vb. karşı politikalar mı izleyecek? Lübnan katliamı sırasında tek bir miting yapma zahmetine katlanmayan DTP Filistin’de kan gövdeyi götürürken ne yapacak? Özelleştirmelerde Ufuk Uras gibi “verimlilik” açısından mı davranacak? Vs. vs…
Peki bu arada, örneğin Diyarbakır gibi bir kentte neden oy kaybediyor DTP?
Kürt halkı PKK’nin sert siyasetinden bezdi, o yüzden mi oylar düşüyor?
Ya da tam tersine Kürt halkı, PKK artık gitgide ulusal kurtuluşçu bir çizgiden koptuğu için mi böyle davranıyor? Yani Kürt halkı, uğruna acı çekilecek, acı çekmeye değecek bir bağımsız ülke düşü artık yok edildiği için mi “hiç olmazsa üç kuruş faydası olur” umuduyla AKP’ye yöneliyor?
DTP’nin resmi özeleştirisinde her şey var; ama bu soru yok.
Neden?

Seçmen İradesi-Halk İradesi ve Diğerleri…
Bu uzun açıklamadan sonra yeniden günümüze dönersek, önce kavramlar bakımından düzeltmeler yapmak; daha doğrusu kavramların doğru kullanımını ortaya koşmak gerekiyor.
Liberal yazarlar ve AKP dalkavukları bir aydır kafamızı şişiriyor. En çok kullandıkları ve kullana kullana tabu haline getirdikleri kavram da “Seçmen İradesi” dir. Ve tabii bu arada, el çabukluğu ile bu kavram “halk iradesi” ile özdeşleştirilmekte; halkımızın ortaya özgür irade koyarak sağı ve AKP’yi tercih ettiği her gün binlerce kez tekrarlanmaktadır. Mevcut düzenin sonuçlarından herhangi birine yapılan bir itiraz ya da eleştiri artık bu klişe ile yanıtlanmaya mahkum gibidir: “Ama halk sizin gibi düşünmüyor!”
Neoliberal dalkavuklar çetesi, bu tartışmaya tarihsel kökenler bulmakta da pek zorlanmıyorlar. Önce sol, bir bütün olarak CHP’nin şahsında şu sözde sosyal-demokrasiyle özdeşleştiriliyor, sonra oradan Kemalizme ve İttihatçılara, Jöntürklere kadar gidiliyor. Sonuç olarak ortaya çıkarılan manzara, “sağ”ın her zaman “halkın iradesi”ne yaslandığı, “sol”un ise -bir bütün olarak solun!- halkın iradesini benimsemediği, “halka rağmen” iktidar olmak isteyen tepeden inmeci bir güç olduğudur.
“Halkın iradesi” böyle tecelli etmişse eğer, herkes paşa paşa buna uyacak! Bu sonuca uymayanlar ise “seçimde görüldüğü gibi” halk tarafından cezalandırılmaktadır! Ağustos 2007 boyunca icat edilip önümüze dayatılan yeni tabu budur. Ve bu tabu, az çok oturmuş, kitleler arasında kendisine bir zemin de bulmuştur. Sıradan emekçilerin de bir çoğu, bu konuda yapılan tartışmaları “kendi iradesine” karşı saygısızlık olarak algılamaktadır. Bu bir yanılsamadır evet, ama yüzde 46 rakamıyla güçlü biçimde desteklenen bir yanılsamadır.
Aynı yanılsamaya kimi devrimci güçlerin de katılması ise ilginçtir. Örneğin şöyle sözlerin söylenmesi bu yanılsamanın ifadesidir: “22 Temmuz seçimlerinin en temel sonucu, halkın 27 Nisan muhtırasıyla başlatılan askeri faşist müdahale sürecine karşı durması ve askeri faşist cephenin yenilgiye uğraması oldu. Cumhuriyet tarihinde hep olageldiği gibi, bir kez daha halk, darbecilere karşı çıktı, ordunun siyasete müdahalesini istemediğini gösterdi ve bu müdahalenin başlıca aleti olan CHP’ye yenilgiyi yaşattı.” (27 Nisancılar Kaybetti, Atılım Günlük Haber Bülteni, www.atilim.org)
Yani, “halk” seçimlerde bir “irade” koyuyor. Birilerini cezalandırıyor, birilerine karşı çıkıyor ve bir şeyleri istemediğini gösteriyor... Bu arada -yine halkın- tek yaptığı hata, bu “irade”sini kullanırken “yanılsamalı bir bilinçle ‘mazlum’ olarak gördüğü AKP’nin yanında” saf tutmaktır…
Tablonun böyle basit olmadığını göstermek için işe önce belli ayrımları yaparak başlamak gerekiyor.
Birincisi, “seçmen” adı verilen kitle, siyasal ve sınıfsal bir kategori değildir. Bu kavram, yasal olarak oy verme hakkı bulunan, çeşitli sınıflardan oluşmuş şu kadar sayıdaki insan kitlesini bize anlatır. “Seçmen” kitlesi, seçme eylemiyle bir araya gelen, hatta bir araya değil sandık başına gelen bir nüfus topluluğudur. Bu eylemde onlar, yüzlerce değişik faktörün etkisiyle ellerindeki mühürleri listenin şu ya da bu bölümüne basarlar ve o günün geç vakitlerinde az çok netleşen bir siyasi manzarayı yaratırlar. Onların birbirinden farklı duygular ve isteklerle gerçekleştirdikleri bu tercihler, ortaya belli yönlerde oluşan bileşkeler çıkarır, rakamsal sonuçlar belirir. Elbette onların eylemiyle ortaya çıkan siyasi tablo önemlidir, bu tabloyu sınıfsal ve siyasal açıdan değerlendirmek devrimci güçlerin görevidir, böyle bir değerlendirmenin emekçi kitlelerin ruh hali ve davranış biçimleri üzerine bize fikir vereceği de kesindir. Ancak., “seçmen” kavramıyla “halk” kavramını ve onun “iradesi”nin birbirine karıştırmak tehlikelidir.
Halk, politik olarak tanımlanan bir güçtür ve bu tanım da onu yapanın politik duruşuna bağlıdır. Örneğin tipik liberal yaygaracılar için halk, sırtında askeri üniforma olmayan “sivil” insanların tümüdür. Devrimci literatürde ise aynı kavram, emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin politikalarından zarar gören ve potansiyel olarak bir devrimden çıkarı olduğu düşünülen emekçi sınıf ve kategorilerin toplamıdır. Böyle bir toplamın “iradesi” ya da en azından istekleri ise, seçimlere ve seçim sonuçlarına sığmayacak kadar derin ve kapsamlıdır. İşsizlik ve yoksulluğun sona ermesi, insan onuruna yakışan bir yaşam sürmek, itilip kakılmadan sağlık hizmeti almak, çocukların iyi bir gelecek için eğitilmesi, onur kırıcı emperyalist ilişkilerin sona ermesi, vb. gibi istekler, elbette şu anda bir eylemli “irade” ile kendisini ortaya koymamaktadır. Bütün bu isteklerin bir “hoşnutsuzluk” hali olmaktan çıkarak reel bir irade düzeyine yükselmesi, kuşkusuz bu taleplerin sesi olmayı başarabilmiş bir devrimci öznenin yokluğu ile ilgilidir.
Ama yine de bu durum, seçim sonuçlarına bakarken “halk şunu istedi”, “halk bunu yaptı” gibi abartılı yorumlar yapmamızı gerektirmez. Bu, nihayetinde fazlasıyla düzen-içi bir düşünme biçimidir. Seçimde ortaya çıkan rakamsal tablo ile halkın “ne istediği” kategorik olarak farklı ölçütlerle değerlendirilesi gereken şeylerdir; birincisi, halkın duyguları ile ilgili belli bir fikir verir ama onun bütün gerçeğini bize anlatmaz. Yani örneğin emperyalizme hizmet konusunda son derece açıksözlü davranan bir AKP’nin aldığı oy oranı, bu ülkede yaşayan insanların yarısının ABD emperyalizmini çok sevdiği anlamına gelmez. Bilindiği gibi en sıradan anketlerde bile Türkiye’deki ABD karşıtlığının oranı her zaman yüzde 90’lardadır.
Bugünkü durum, bu açıdan tam bir karmaşayı bize anlatır. Örneğin, devrimci bir iradenin yokluğu koşullarında, emekçi kitlelerin kendi derindeki isteklerini en çok karşılayan, bu konularda en çok söz söyleyen politik güçlere yönelmesi normal bir davranıştır. Geçmişte de bunun çeşitli örnekleri görülmüştür. Ancak 2007 itibarıyla burjuva siyasi tablosu o kadar çoraktır ki, kitleler bu taleplere şu kadarcık olsun yaklaşan bir alternatif bile bulamamışlardır. Ve böylesi koşullar altında ortaya korkunç bir boşluk çıkmış, bu boşluk da yüzlerce değişik kanaldan etkilenerek 22 Temmuz akşamı karşımıza çıkan tabloyu yaratmıştır. Bu, bir “irade” ya da “istek” değil, karmaşık bir gerçekliktir.
Bu gerçekliği irdelemek, oradan yürüdüğümüz yola ilişkin dersler çıkarmak kesin bir gereksinmedir. 22 Temmuz, bugün daha soğukkanlı biçimde bakabileceğimiz bir siyaset dersidir. Bu düzeyde bir siyaset dersi, her zaman olmaz. O yüzden iyi bakmak ve kendisini karmaşa içinde gizleyen olguları da görmek gereklidir. Ama, rakamsal sonucu günde yirmi dört saat kafamıza bir çekiç gibi vuran ve herkesi “halka teslim olmaya” çağıran dalkavuk liberallerin şamatasından etkilenmeden…

Ezber Bozmak mı, Ezbere Dahil Olmak mı?

Türkiye’de iki tane ezber var…
Biri klasik ezber! Emperyalizmin işbirlikçiliği ve patron dalkavukluğu…
İkincisi ise düzen vitrininin “yalnızca solcuların kullanımı içindir” yazan standında duran bir ezber…
Örneğin şöyle dersiniz: “Yabancı sermaye ve krediler tabii ki ülkeye gelir. Önemli olan bunu nerede kullandığınız önemli. Sermaye akımlarına yarattığı katma değer, know how, istihdama katkısı açısından bakıldığında sonuç ne? Sıfır. Bu sermaye eroin bağımlılığı gibi, kısa vadeli giriyor, çıkıyor. Yoksa kim ülkeye yatırım yapılmasına, istihdam alanı açılmasına karşı çıkabilir. İstihdam yaratan yabancı sermayeye karşı çıkmak anlamsız.” (Referans Gazetesi röportajı)
Şapkadan tavşan çıkarmak gibi bir şey! Neoliberal “sıcak para” politikalarına karşı olmaktan “yabancı sermayenin istihdam yaratanı iyidir” sonucunu çıkarmak… Geleceklerse artı-değer için gelsinler! Ondan bizde çok var!
“Pozitif politika yapmak lazım…”
Pozitif politika yapıyoruz… Halkımız negatifleri sevmiyor!
Örneğin gazeteci PETKİM’i alan mafya grubuna ilişkin Petrol-İş’in milliyetçi karşı çıkışlarını sorduğunda, şöyle diyorsunuz: “Oradaki ideolojik tartışmalara milliyetçi safsatanın bir parçası olarak bakmak lazım. Karşı çıkışın temelinde etkinlik verimlilik üzerinden bakılmalı. Aksi ayıp bir şey.”
Etkinlik ve verimlilik…
Aksi ayıp bir şey! Çok ayıp!
Ufuk Uras meclise yürüyor… Mahir Hüseyin Ulaş sloganlarıyla…
“İstihdam yaratan yabancı sermayeye” evet demek için… “Etkinlik ve verimlilik” için…
Ayıp! Gerçekten de çok ayıp!

Halkın İstediği-İstemediği…
Bu şamata ortamında her biri kendi kendisini sosyolog ve “halk adamı” ilan eden kalabalık bir dalkavuklar korosu, Temmuz sonundan bu yana başlıca üç yalanı halk kitlelerinin üzerine pompalamaktadır.
“Halk istikrar istiyor” cümlesi bunlardan birincisidir.
Halkın mevcut durumdan memnun olduğu, bir maceraya atılmaktan da hoşlanmadığı, 22 Temmuz’un da bunun göstergesi olduğu tezi, bugün, Eylül’e yaklaşırken bile hız kesmeden tekrarlanıp duruyor.
Gerçek böyle değildir.
Seçim sonuçlarının halkın iradesini yansıttığı yalanı da en çok bu cümleyle açığa çıkmaktadır. Halkın ne istediği bellidir. İsteyen şu ya da bu ölçüde güvenilir olan anketlere bakar, isteyen sokağa, kahvelere, atölyelere, fabrikalara… Sonuçta her iki durumda görülen şey, halkın daha iyi ve insan gibi yaşamak, daha iyi bir gelecek gibi basit isteklerinin olduğu ve bu konularda da büyük bir umutsuzluk yaşadığıdır. Kimse yüzde yirmilere varan işsizlikten, sokakların çetelere teslim edilmesinden, IMF emirlerinden, vs… memnun değildir. Ancak, öre yandan, bugün itibarıyla bu umutsuzluğu umuda, kaygıyı iyimserliğe dönüştürecek bir güçlü bir devrimci alternatif mevcut de değildir. Üstelik, bu umutları sömürebilecek kapasiteye sahip bir burjuva alternatif de ufukta görülmemektedir. Yani uğruna bugünkü durumdan vazgeçebilecekleri bir başka siyasi eğilimle karşı karşıya değildirler. Böylesi koşullar altında sandık başına giden insanların en azından yarısının sonunu bilmedikleri bir macera yerine mevcut durumu tercih etmeleri, “halkın istikrarı seçtiği” anlamına gelmez. Bu, “istikrar” adı altında sürdürülen sömürü düzeninin kitleler tarafından da onaylandığı anlamına değil, kitlelerin büyük bir güvensizlik içinde boğulduğu anlamına gelir. Burjuva dünyanın ideologları da aslında bu manzaranın farkındadır; bu yüzden de “işte halk düzeni onaylıyor, size de hariçten gazel okumak düşüyor” şeklindeki büyük demagoji, aslında bilinçli pompalanan bir psikolojik savaş yalanıdır.
“Halk hırçın ve sert tutumlardan hoşlanmıyor” cümlesi, en çok söylenen yalanlar listesinde ikinci sıradadır.
Gerçek böyle değildir.
Hatta denilebilir ki, son yıllarda ortaya atılmış en büyük siyasi palavra budur!
Sorun çok açık ve basittir: Halk, emekçi kitleler, ortalıkta estirilen hırçınlık ve cazgırlık gösterilerinin arka planının boş olduğunu, herhangi bir biçimde bir samimiyet taşımadığını, mevcut düzenin özüne ilişkin bir içerik barındırmadığını bilmektedir. İçinde yaşatıldıkları kör karanlığa ve bütün geri niteliklerine karşın emekçi kitlelerin en iyi bildikleri, en iyi sezdikleri gerçek budur. Günlük hayatta sıradan bir insan bile sokaktaki gerçek bir kavga ile boş ağız dalaşını birbirinden ayırt edebilir; bunun için özel bir bilince ihtiyaç yoktur.
Dahası, halkın hayli önemli bir bölümü, mevcut siyasi aktörlerin gerçek temeller üzerinden gerçek bir kavga yapabileceklerine de güvenmemektedir. Koca bir seçim kampanyasının “kürsüden ip atma” gösterilerinden ya da “laiklik” tartışmalarından ibaret olması, gerçek muhalefet alanının darlığı ile ilgilidir. Son derece sağlam kurulmuş neoliberal politikalar sistemi ve emperyalizme olan kesin bağlılık, bu alanlarda radikal bir burjuva muhalefet yapmayı olanaksız kıldığı için, tartışma çıkmaz bir sokakta ıvır zıvır konular üzerinden yürümekte ve bu alanlardaki siyasi tansiyonun artması ise halkta sempati değil, nefret duygusu oluşturmaktadır. Yani bir burjuva politikacısı ağzını açıp bu ıvır zıvır konular üzerinden en ağır lafları ettiğinde, bu ona halkın saygısını sağlamamaktadır; çünkü halk, bunun bir yalancı pehlivanlık olduğunu içgüdüsüyle sezmektedir.
Halkın gerçekten “sert” bir mücadele çizgisi ve söyleminden “hoşlanıp hoşlanmadığını” bilmek ise ancak gerçekten temel sorunlar üzerinden yürümekle mümkündür. Yani bu ülkede, emperyalist üsleri kapatma ve tümünü defetme, IMF’yi kapı dışarı etme, özelleştirmeleri ve tarımla ilgili yasaları iptal etme, vs. gibi bir programla gerçek bir kavgaya giriştiğinizde, ancak o zaman halkın bundan “hoşlanıp hoşlanmadığını”(!) anlayabilirsiniz.
Oysa burjuva cephesinde böyle bir kavgayı -sahtekârca bile olsa- verebilecek bir alternatif mevcut değildir. O yüzden, bugünkü anlamsız kördöğüşüne karyı halkın duyduğu tiksintiyi, genel bir ılımlılık tercihi olarak yorumlamak, utanmazca bir liberal yalandır.
Üçüncü büyük yalan ise, “halkın genel olarak sağa kaydığı, solu artık tercih etmediği” cümlesinde somutlanmaktadır.
Bu da büyük bir yalandır, çünkü her şeyden önce bu tespitin kendisine veri aldığı tablo gerçek değildir.
Bu tespitin dayandığı veri, genel olarak sağcı-gerici-milliyetçi partilerle onların karşısında durduğu var sayılan CHP’nin uzun yıllardır az çok sabitlenmiş olan oy oranlarıdır. “Sağ” ve “sol” kıyaslaması bu tablo üzerinden yapılmakta ve genel olarak buradan Türkiye’de solun şansının azami şu kadar olduğu belirlemesine varılmaktadır. Meseleye böyle bir at gözlüğüyle bakmak Türkiye’de öyle yaygın bir eğilimdir ki, halk arasında da genel kabul gören bu yaklaşım devrimci güçlerin günlük diline kadar girmektedir.
Oysa bu veri doğru değildir. Solculuk-sağcılık, ilericilik-gericilik, vb. gibi kavramların tümüyle çarpılmış olduğu günümüzde hiç değildir. Devrimci hareket, kendi varlık nedenine aykırı olan bu tür bir sınıflandırmayı kabul edemez
Bu, CHP’nin bugün gelmiş olduğu gerici-faşizan nokta ile de ilgili değildir; genel olarak bu bir yanılsamadır. Devrimci hareket, bu ülkedeki emekçilerin tümünün öncülüğüne taliptir. Başlangıç itibarıyla onun daha dar kesimler üzerinde kendisini var etmesi gerçeği, bu iddianın terk edilmesi anlamına gelmez. Dolayısıyla, ülkedeki emekçilerin bir bölümünü seçim sandığındaki tutumlarına göre sağcı, kalan bölümünü solcu ilan etmek, böyle bir yanlış sağ-sol ayrımını kabul etmek, devrimci hareket için ölümdür; onun devrimci iddiasından vazgeçmesidir.
Devrimci hareket, yeniden tekrarlamakta yarar var, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin tümünün öncülüğüne taliptir; bu onun sağ-sol gibi kavramları gibi bütün kavramların bugünkü tanımlarını reddettiği ve yeni ölçütleri devrimci pratik içinde şekillendireceği anlamına gelir. Devrimci hareket, elbette bu topraklardaki gerici ideolojilerin, şovenizmin ve sağ düşüncenin bütün diğer kaynaklarının farkındadır; kitleleri büyük ölçüde etkisi altında tutan bu ideolojik biçimleri görmezden gelmemektedir. Ama, milyonlarca insanın emperyalizmden, parababalarından nefret ettiği, işsizlikten kırıldığı bir ülkede bu insanların yaklaşık yüzde yetmişini defterden silen ve ancak geriye kalan, kimlerden oluştuğu da tam olarak bilinmeyen bir yüzde otuzu kendi zemini olarak gören bir devrimci hareketin hiçbir şansı yoktur. Devrimci hareket, bu topraklardaki emekçi insanların hoşnutsuzluğunun ve taleplerinin ifadesi olmak zorundadır; emekçi insanlar, şu andaki burjuva politikasının riyakarlığı altında nasıl bölünmüş olurlarsa olsunlar bu zorunluluk ortadan kalkmaz.
Kaldı ki, “halkın sağa kayması”ndan burjuva düzeyde bile olsa söz edebilmek için, yine aynı burjuva düzeyde bir sahte sola ihtiyaç vardır ve trajiktir ki ortada böyle bir “sol” yoktur, hatta ufukta bile görülmemektedir! Hatta, mevcut durumdaki “sol” iddialı parti olan CHP’ye oy verenlerin kaçta kaçının en azından emekten ve özgürlüklerden yana olduğu da meçhuldür. Örneğin 2001’de DSP seçmenlerine yönelik yapılan bir ankette, “DSP olmasaydı kime oy verirdiniz” sorusuna verilen ağırlıklı yanıt MHP idi. Bugün de CHP için benzer bir tablonun geçerli olduğu rahatlıkla düşünülebilir.

Sonuç olarak, bu kavramsal çerçevenin bugünkü biçimi tümüyle anlamsızdır ve kitlelerin bugünkü ve gelecekteki eğilimlerini anlamak açısından yararlı değildir. Devrimci hareket, bu tabloyu değil, kitlelerin gerçek talep ve isteklerini veri almak zorundadır.

Sonuçlar Üzerine Toparlama
Şimdi yeniden 22 Temmuz’a dönebilir ve sanırız artık daha sağlıklı şeyler söyleyebiliriz.
a) Her şeyden önce bir gerçeği yerli yerine oturtmak gerekir: ABD başta olmak üzere emperyalizm ve işbirlikçi büyük patronlar, bu seçimde son derece açık bir biçimde tercihlerini AKP’den yana yapmışlardır. Bu güçlerin kontrolündeki medya, borsa ve diğer kanallar AKP’nin başarısı için, en azından engellenmemesi için çaba göstermiştir. Burada “üç beş büyük patronun bir partiyi desteklemesi seçmen açısından ne anlam ifade eder” sorusu sorulabilir ama durum bu kadar basit değildir. Elbette, siyasi hayatta patronların desteklediği parti seçim kazanır dile bir kural yoktur; hatta ortada ciddi bir alternatifin olduğu başka koşullarda bu destek o siyasi partiyi mahvedebilir de.
Ama 2007 Temmuz’unda olan şey, genel tabloyu etkileyen bir destektir. Çünkü, artık gayet iyi bilinmektedir ki, kriz ve çözüm musluklarını elerinde tutan bu güçler, eğer isterlerse bir siyasi partiyi ciddi biçimde sıkıntıya sokma olanaklarına sahiptirler. Ve bu güçler, AKP’yi yıpratmak için harekete geçen Genelkurmay ve onun çevresindeki diğer güçlere destek vermemişlerdir. Seçimden önce, belli bir tarihten itibaren para musluklarıyla oynayarak ciddi krizler yaratmaları ve böylece hükümeti yıpratmaları mümkün iken açık bir tercihle bunu yapmamışlardır. Hatta bununla da yetinilmeyip özellikle piyasaya sıcak para pompalanmış, AKP’nin “sosyal” amaçla biraz para saçmasına ses çıkarılmamış, ayrıca açıkça beyanlar da verilmiştir. Böylece, yalnızca provokasyon ve şamatanın bir hükümeti yıkmak için yeterli olmadığı, bu işin içinde mutlaka ve mutlaka para sahiplerinin de yer alması gerektiği de kanıtlanmıştır. Para sahipleri ise, içindeki arızaları ve bazı aşırılıkları törpülemesi koşuluyla sözlerini AKP’den yana söylemişlerdir.
b) Aynı süreçte, bir bölümü yolsuzluklardan partiye ayrılan yüzdelerden, bir bölümü de “meçhul” kaynaklardan gelen olağanüstü para miktarları AKP tarafından bu seçimlerde harcanmış, “sosyal yardımlar”, göz boyama dağıtımları, hepsi ve söylenenlerden daha da fazlası yapılmıştır. Hemen her konuda pürüz yaratan IMF gibi denetleyiciler ise, kuşkusuz daha sonradan acısını çıkarmak koşuluyla seçim döneminde süreci genel olarak sıkmamayı tercih etmişlerdir. Güvenilir olmayan rakamlara göre 4 yılda AKP’nin toplam “sosyal rüşvet” miktarı 108 milyar YTL’den fazladır ve bunun hatırı sayılır bir bölümü son alt ayda harcanmıştır.
Elbette bütün bunlar kendi başına bir parti için “daha fazla oy” anlamına gelmez, gelmeyebilir. Hatta yine başka koşullarda, apaçık seçim rüşveti olan bu aşırı harcamalar, geri de tepebilir. Ancak buradaki sorun, hakikaten de yardıma muhtaç durumdaki milyonlarca insanın bu rüşveti elinin tersiyle itme ve başka bir güce yönelme şansına sahip bulunmamasıdır. Kitleler, bütün bunların rüşvet olduğunu bilmeyecek kadar aptal değillerdir; ancak kendi gücüne, kendi dayanışma ve mücadele kapasitesine uzun süredir güvenini yitirmiş olan emekçi kitleler yaşadıkları korkunç sıkıntıyı bir nebze olsun hafifletmek kaygısındadırlar. Ve seçim, burjuva arenasında asla bir ahlak yarışı değildir; kimse de zaten burjuva parlamentosunu içinde evliyalar, meleklerin dolandığı bir ulvi çatı olarak görmemektedir. Dolayısıyla, yolsuzluk kanalıyla da olsa bir durumdan yarar sağlamak, geçici de olsa bir olanaktan yararlanmak, devrimci alternatifin yokluğu koşullarında halkın tipik davranışlarıdır. Halkı sadece “halk” olduğu için doğuştan ahlaklı ve erdemli bir topluluk olarak görmek, zaten idealist bir yaklaşımdır.
c) Türkiye ekonomisindeki aşırı para şişkinliğinin bir ekonomik büyüme anlamına gelmediği, kitlelere ise hiç yansımadığı evet bir gerçektir; ama bu illizyon biçimindeki yansımayı yine de ortadan kaldırmaz. Bu, yalnızca rakamları ve eğrileri dikkate alan iktisatçıların kavramakta zorluk çektiği bir durumdur; ama gerçek hayatta ışıklı vitrinler, alınıp satılan mallar, borsa panolarında dönen para miktarları kitleler üzerinde belli bir etki yapar. 2001 krizinin yıkıntıları üzerine iktidara gelen AKP, bütün bu para akışının kapılarını sonuna dek açmış, bütün vergi kolaylıklarını, yeni yasaları para tüccarlarının emrine vermiş ve genel bir yanılsama atmosferi yaratmıştır. Böylece dış borçlanma olağanüstü boyutlara ulaşmış ama öte yandan da kitleleri yanıltan bir tablo oluşmuştur. Bugün toplam 621 bin kişinin bankalara 80 milyar YTL kredi kartı ve tüketici kredisi borcu vardır ve bu kadarı bile sistemin nasıl işlediğini göstermektedir. Özellikle 2007’nin başından itibaren IMF’nin onayıyla para muslukları açılınca ipin ucu iyice kaçmış ve örneğin yıllık bütçede 56 milyon 850 bin YTL kaynak ayrılan Belediyelere Yardım Denkleştirme Ödeneği’ne sadece ilk 5 ayda aktarılan para 57 milyon 68 bin YTL’ye ulaşmıştır. Aynı şekilde 2007’nin tamamı için tarımsal desteklere ayrılan 5.3 milyar YTL’nin 5 milyar YTL’si seçimden önce ödenmiş, bu alanda da para saçma politikası uygulanmıştır. Doğrudan gelir desteği, mazot ve gübre desteği kapsamında 1.6 milyar YTL, çay üreticisine 45 milyon YTL, fındık üreticisine 44 milyon YTL, kütlü pamuk, ayçiçeği, soya, kanola, aspir için 1 milyar 50 milyon YTL, mısır üreticisine 210 milyon YTL, pancar üreticisine 96 milyon YTL seçimden önce ödenmiştir.
Burada önemli olan rakamlar değildir; rakamlar değişebilir, artabilir, azalabilir. Önemli olan, gerçek bir muhalefetin olmadığı, tek kale maç gibi yapılan bir seçimde bütün bu rakam yığınlarının halk üzerinde yaptığı etkidir.
d) Bütün bunlara ek olarak elbette siyasi alandaki gelişmeler, ordunun ikide birde çıkışlar yapıp sonra kös kös geri adımlar atması, bin türlü komplo, provokasyonların ortasında AKP’nin bir süre sonra “mağdur” rolünde görünmeye başlaması gibi bir dizi olgu “seçmen” dediğimiz o karmaşık kitlenin tercihlerini etkilemiştir. Ancak, burada kitlelerin “demokrasi” yönünde bir tercihte bulunması değil, “muhalefet” cephesini tutarsız ve kendisine uzak bulması söz konusudur. Büyük bir çaresizlik içindeki emekçi kitleler, daha baştan kendilerini halkı defterden silen ve cunta çığırtkanlığı yapan bu cephenin temel sorunlar üzerinde hiçbir farkının olmadığını görmüş ve koparılan gürültünün de gerçek bir kavga olmadığını anlamıştır.
Sonuç olarak bu koşullarda önümüze çıkan tablo, ne aptallıktan kaynaklanmaktadır, ne de iddia edildiği gibi bir sağa kayma ya da “istikrar tercihi” yapma, vs.dir. Bu tablonun bize anlattığı şey, coğrafyamızdaki emekçi insanların tarihte hiç görülmemiş ölçüde büyük bir çaresizliğin ve umutsuzluğun pençesinde kıvrandığı, gerçek bir alternatifin yokluğu koşullarında savrulduğudur. Bir yanda mağdur rolünü oynayan ve diğer burjuva güçlerin ahmaklıkları yüzünden en kolay seçim başarısını elde eden AKP, diğer yanda ise kocaman bir boşluk! Var olmayan bir rakibe karşı kazanılmış tarihin en ucuz zaferi!
Devrimcilerin bu siyasi tablodan çıkaracakları en önemli ders, kuşkusuz öncelikle bizim içinde yaşadığımız dar ilişkiler dünyası ile kitlelerin ruh hali arasındaki korkunç uçurumdur. Halkın en temel isteklerine en yakın duran, hatta bu taleplerin gerçek sözcüsü olan devrimci hareket, bugün hâlâ onların hayatında gerçek bir alternatif güç, bir çekim odağı değildir. Toplumun temel çelişkilerine devrimci bir müdahalenin yapılamadığı, yeni bir inisiyatifin ortaya konulamadığı koşullarda kitleler sahte muhalefet biçimlerine de rağbet etmemekte, son dört yılda açıkça halk düşmanı politikalar izleyen bir hükümeti ayakta tutabilmektedirler. Doğrusu bu, yakın tarihte görülmüş bir tablo değildir.
Bu, böyle bir müdahalenin ne kadar yakıcı bir ihtiyaç olduğunun en açık kanıtıdır.

Rotayı Şaşırmadan Yürümek…
Sonuçta kesin olan şey, 23 Temmuz sabahının emekçiler açısından bir gün öncesinden farklı olmadığıdır. Türkiye’deki işsizlik oranı bir nebze bile azalmış değildir; yoksulluk yerli yerinde durmaktadır, sosyal haklar kuşa benzetilmiş, tarım mahvedilmiş durumdadır. Ve yine 23 Temmuz sabahı düzenin kurum ve sistemlerinden bir teki bile yerinden oynamış değildir. Üstelik sistemin iç hesaplaşmalarının da bir teki çözüme ulaşmamıştır. Dolayısıyla, bir süreliğine ortam yumuşasa da pek yakında sert çatışmaların yeniden başlayacağı kesindir.
Ve emekçiler, AKP’ye oy veren milyonlar da dahil olmak üzere bütün emekçiler, 23 Temmuz’dan sonra daha yoğun bir kaos ortamına sokulmaktadırlar. Bir yanda patronların ve ABD emperyalizminin hizmetkârı olan iktidar, diğer yanda ise içinde en basitinden halkçılığı bile barındırmayan umutsuz bir boşluk…
Bugün bir kez daha görülüyor ki bu boşluk, ancak ve ancak düzen dışı bir güç tarafından, düzenin bütün kurallarını ve işleyişini reddeden devrimci hareket tarafından doldurulabilir. Burjuva cephe, kendi içinden bir sahtekar sol-sosyal demokrat lider bile yaratamamaktadır; çünkü emperyalist kuşatma ve katı neoliberal mengene farklı bir politik çizgiye yaşama hakkı tanımamaktadır. Ya hizaya gireceksin ya da bütün bu düzeni tümüyle ve tam cepheden reddedeceksin. Arada bir yol yok!
Bugün oldukça zayıf da olsa ikinci yolda yürüme onuru devrimci ve şansı yalnızca harekete aittir. Birinci yol, bugün başarılar sağlasa da çürümenin yoludur; ikinci yol halkın gerçek kurtuluş yoludur, devrimin yoludur.
Şimdi zaman, devrimci bir çizgi üzerinden halkın gerçek kurtuluş umudunu, gerçek partisini yaratma ve büyütme zamanıdır. Devrimci sosyalizm, güncel ayrıntılara hiç takılmadan bu zor ve zahmetli yolda yürüyecek, halkın gerçek devrimci alternatifini yaratacaktır. 22 Temmuz tarihi, bu görevin ne kadar acil ve yakıcı hale geldiğini göstermesi açısından ciddi bir siyaset dersidir.
Devrimci iradeyi güçlendirmek, güncel görevleri atlamadan gözümüzü ufka dikmek ve halkların devrim hareketini örmek asli görevimizdir. Gözümüzü ufka dikmek, geleceği kazanmak için yoğunlaşmak bugün her zamankinden daha önemlidir.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19