Avrupa Ortaçağ’dan çıktığı zaman, kentlerin giderek
büyüyen burjuvazisi, kendi içinde devrimci öğeler
oluşturuyor, feodalizm içinde elde ettiği konumu
daha şimdiden çok dar geliyordu. Orta sınıfın,
burjuvazinin gelişmesi, feodal sistemin sürdürülmesi
ile bağdaşmaz bir hale gelmişti.
Roma Katolik kilisesi kendi hiyerarşisini feodal
model üzerinde örgütlemiş ve katolik dünyanın
topraklarının en az üçte birinin sahibi olmakla
birlikte feodal senyör durumuna gelmişti. Feodalizme
her ülkede tek tek saldırmadan önce, kutsal merkezinin
yıkılması gerekiyordu. Üstelik, burjuvazinin yükselmesine
paralel olarak bilimde de ilerlemeler kaydediliyordu.
Bu tam da burjuvazinin istediği şeydi. Hem kilisenin
tabularını yıkmak için hem de sanayi üretiminin
gelişmesi ve sistemleştirilmesi için yeni yöntemlere
ihtiyacı vardı burjuvazinin. Ve nihayet kilisenin
küçük hizmetkarlığında olan bilim başkaldırdı,
bilim olmadan hiçbir şey yapamayacağını bilen
burjuvazi, ayaklanmaya katıldı. Bu savaş çığlığını
her ne kadar üniversiteler ve zengin tüccarlar
attıysa da, feodal senyörlere karşı her yerde
kendi varolma savaşını vermek zorunda olan köylüler
ve kırsal nüfus arasında bir karşılık bulacağı
belliydi ve buldu da... Burjuvazi, feodal düzene
karşı, özgürlük ve kardeşlik adına savaşım verdiğini
söylüyordu büyük yığınlara. Ve vaatlerini dile
getirerek arkasına köylüleri ve kırsal nüfusu
da alarak sanayi devrimini gerçekleştirdi. Oysa
kapitalizm çerçevesi içinde sanayinin gelişmesi,
işçilerin sömürülmesi koşuluna dayandığı için,
zenginlikleri elinde bulunduran burjuvaziye bolluk
ve iktidar sağlayan yeni para derebeyleri oluşurken,
toplumun öteki kutbunda emekçi sınıfların yoksulluğunun
korkunç oranlarda arttığı görüldü. Sanayi devrimi,
sermayenin ve el emeğinin merkezileşmesi ile kentler
ve köyler arasındaki farklılıkların belirginleşmesiydi.
Böylece burjuvazinin karşısına yeni bir sınıf
dikildi: Proletarya. Proletarya, büyük çoğunluğuyla
tarım kökenli olan, zorunluluklar nedeniyle kentlere
akın eden yoksul kitlelerdi. Sanayi devrimi, burjuvazi
için zenginleşme yaratırken, işçi sınıfı için
tam bir hüsrandı. Büyük yoksulluk içinde olan
proletarya sesini yükseltti ve bir ruhu yeniden
diriltti. Bu arada, dinin etkisinin iyice azaldığı
Almanya ve Fransa’da işçiler isyancı oldular ve
baştan sona sosyalizme bulaştılar.; iktidarı kazanmaya
izin veren araçların yasallığı konusunda ön yargıları
olmaması için yeteri kadar nedenleri vardı ve
artık kaybedecek çok da fazla bir şeyleri yoktu.
Öte yandan, din de kapitalizmin sonsuza kadar
koruyucusu olmayacaktı. Prolateryanın tek çıkış
yolu artık sosyalizmden başka bir şey değildi.
Ütopik Sosyalizm;
Aslında insanlığın eşitlik ve dayanışma düşünün
ayaklanma alanlarından taşıp kağıda dökülmesi
işi ta 1600’lerde başlamıştı. Ünlü “Ütopya” eserinin
yazarı Thomas More, bu işe girişenlerden en çok
bilinenidir. Daha sonra gelen yüzyıllar boyunca
da Avrupa’nın bir yandan isyanlar patlarken diğer
yandan da komünist düşler kağıda dökülmeye devam
etti. Ama daha modern anlamdaki kapitalizm karşıtı
ütopya teorileri 1800’lerdeki isyanlara paralel
gelişecektir.
Modern sosyalizmin kurucularından olan Engels
1874’te bilimsel komünizmin ‘’ bütün o fantastik
düşüncelerine ve ütopyacıılıklarına rağmen, bütün
zamanların en yüce düşünürleri arasında yer alan
ve dehalarıyla, doğrulukları bugün bizim tarafımızdan
bilimsel olarak ispatlanmakta bulunan sayısız
şeyi çok önceden görebilen üç adamın; Saint-Simon,
Fourier ve Owen’ın omuzları üzerinde yükseldiğini’’
yazmıştı. Peki bunlar kimdi?
Saint-Simon, Kapitalizmin bağrında, üretimin anarşik
bir biçimde sanayiciler arasındaki acımasız bir
savaşım içinde geliştiğini, yığınlar için en büyük
acıları bunun doğurduğunu belirtiyordu. Sanayinin
gelişmesinin insanlara mutluluk getireceğine inanmış
olan Saint-Simon, usa uygun bir üretim örgütünün,
doğayı ortaklaşa işletmek için birleşmiş insanların
elinde sağlayacağı yararları anlatıyordu. Böylece
insanın insan tarafından sömürüsü ortadan kaldırılacak;
“insanların yönetiminden şeylerin yönetimine”
geçilecekti. Simon’a göre asıl karşıtlık emekçiler
ile aylaklar arasındaki karşıtlıktı. Aylaklar
üretime ve ticarete katılmadan hazırdan yiyenlerin
hepsini kapsıyordu. Ve ‘’işçiler’’ yalnızca ücretlileri
değil ama fabrikacıları, tüccarları, bankacıları
da kapsamına alıyordu. Aylakların entellektüel
ve siyasal egemenlikleri yitirdikleri apaçıktı.
Peki tasarladığı devlet yapısında yönetmek ve
egemen olmak kimin işiydi? Bunun yanıtını bilim
ve sanayi olarak koyar ortaya Saint-Simon. Bilim
demek bilginler, sanayi demek ön safta etkin burjuvalar,
tüccarlar, bankacılar, fabrikacılar demekti. Bu
burjuvalar bir tür kamu görevlileri, toplumun
güvenilir adamları rolüne dönüşecek ama gene de
işçiler karşısında, ekonomik ayrıcalıklarla da
donatılmış bir buyurma konumunu koruyacaklardır.
Bankacılar kredi düzenlemesi aracılığıyla, toplumsal
üretimin tümünü düzenlemeye aday olacaklardır.
Charles Fourier ise kapitalizmin bunalımlarını
inceliyor, rekabetin yıkıcı etkilerini suçluyordu.
Özellikle spekülasyon ve ticaretin kötülüklerini
ortaya koyuyordu. Erkeklerle kadınların eşitliğinden
yana olan Fourier, kadınların burjuvazi tarafından
sömürülmelerine karşı keskin bir eleştiri yürütüyordu.
Devleti, egemen sınıfın çıkarlarının savunucusu
olarak nitelendiriyor ve daha önce savaşım vermiş
olduğu hıristiyan dinine dönen burjuvazinin, artık
kendi işine gelen tevekkül gibi “ahlaki” fikirleri
nasıl yaydığını gösteriyordu. Bu kötülüklere karşı
çare olarak Ortaklaşma’yı ileri sürüyordu. Mülk
sahipleri, servetlerini, emeklerini, yeteneklerini
birleştirerek, küçük üretim toplulukları (phalansteres)
halinde örgütleneceklerdir, falansterler yetkinleşme,
ilerleme yetisi sonsuz olan insanlığa uyumlu bir
açılıp gelişme olanağı sağlayacaktır. Ücret sistemi
ortadan kaldırılacak; eğitim politeknik olacak;
şevkli yarışma, kamunun yararına yönelecek; gezegenin
zenginliklerini değerlendirecek olan büyük şantiyeler
kurulacakdı.
Fourier, diyalektiği Hegel gibi büyük bir ustalıkla
kullanır. Denk bir diyalektikle, insanın sonsuz
yetkinleşebilirliği üzerindeki gevezeliğe karşılık
olarak, her tarihsel evrenin bir yükselen kolu
olduğu gibi, bir de alçalan kolu olduğunu belirtir.
Ve bu görüşü tüm insanlık tarihine uygular. Kant’ın,
dünyanın gelecekteki sonunu doğa bilimine sokması
gibi, Fourier de tarih irdelemesine, insanlığın
gelecekteki sonunu sokar.
Robert Owen, 18. yüzyıl materyalistlerinin öğretilisi
olarak insanın özelliklerinin (erdem ya da kusurlarının)
ortam koşullarının bir ürünü olduğuna derin bir
şekilde inanan genç bir fabrikatördü. Owen; 500
kişinin çalıştığı bir dokuma fabrikasında müdür
olarak çalışmaya başladı. Daha sonraları 2000
kişinin çalıştığı New Lenark fabrikasının ortağı
konumuna geldi. Çalışanlarının 500 kadarı hayır
kurumlarından kimsesiz çocuklardı. Owen çalışma
koşullarında bazı değişiklikler yaptı. İşçilerin
yaşadığı evleri genişletti ve temizlenmesini sağladı,
çalışma saatlerini 14,5 saatten 10,5 saate indirdi.
10 yaşından küçük çocukların çalıştırılmamalarını
sağladı. İlk kez işçi çocukları için yuvalar kurdu
ve eğitimlerine önem verdi. Bazı nedenlerden dolayı
üretimin durduğu zamanlarda çalışanların ücretlerini
ödemeye devam etti. Hazırladığı bir kanun tasarısında
10 yaşından küçük çocukların çalıştırılmayacağı
ve 18 yaşından küçüklerin çalışma süresi ise 10,5
saate indirilecekti. Tasarı ancak 3 yıl sonra
yürürlüğe girdi.
Owen’ın özel mülkiyet, din ve aile kurumunu hedef
alması, kendisine karşı tepkilerin artmasına neden
oldu. Devlet adamları ona şüpheyle bakmaya başladılar
ve o güne kadar onu desteklemiş olanlarda desteklerini
geri çektiler. Ve beklenen oldu, Owen fabrika
yönetiminden uzaklaştırıldı. Ve o da Amerika’ya
gidip New Harmony adını verdiği bir topluluk kurdu
ancak bu başarısızla sonuçlandı ve servetinin
büyük bölümünü kaybetti.
Owen, kapitalist düzendeki yoksulluğu üretim sürecine
değil bölüşümün adil olmamasına; toplumsal bozuklukları
ise insan bilgisizliğine bağlıyordu. Uzun bir
süre yöneticilerin iyilikseverliliğine güvendi,
ahlaki inancına olan güvenini yitirmedi. Sermayenin
de üretimin bir ögesi olduğunu ve işçilerin ona
dostça davranması gerektiğini ileri sürdü. Ona
göre kapitalist düzenden kurtuluş şiddet yoluyla
olmazdı, ancak iyilik ve nezaketle ve insan akılnda
yapılacak büyük bir ahlaki devrimle başarıya ulaşılırdı.
Büyük ütopyacıların, Marx ve Engels’in belirtmekten
hoşlandıkları, yüksek değerleri olmuştur. Onlar,
tam gelişme halindeki kapitalizmin eksikliklerini
gördüler, tanımladılar ve haber verdiler ve kapitalizmin,
kendisini sonsuz sandığı bir zamanda, onun sonunu
görebildiler. İnsanın insan tarafından sömürüsünü
ortadan kaldırmak istediler. İlerici bir eğitimin
savunucuları olan ütopyacılar, insanlığın mutluluğunun
bu dünyada olanaklı olduğu inancı ile insanlığa
inandılar, güvendiler. Bu bakımdan sosyalizm tarihinde
birinci sırada önemi olan bir yer tutarlar.
Ancak buna rağmen neden başarılı olamadılar?
Ütopik sosyalistler kapitalizmin ilk aşamalarında
yaşamışlardır. Ancak kapitalizmin çok genç olmasından
kaynaklı bağrında sosyalizmi kuracak, kapitalizmi
alt edecek bir güce sahip değildir. Bu güç Kapitalizmin
zorunlu olarak gelişmesini yarattığı proletaryadan
başkası değildir. Çünkü burjuvazinin tüm gücü
ve tüm iktidarı proletaryayı sömürmesine bağlıdır.
Kapitalizmin karşısında cılız, birbirinden dağınık
ve henüz çok genç olan bir proletarya vardır.
Burjuvazinin içinden çıkmış olan büyük ütopyacılar,
sömürülen proletaryanın ıstıraplarını acıyla kaydediyorlar.
Ama bizzat bu durum, onların, proletaryanın içinde
sakladığı, ve burjuvazinin kendisini sonsuz sandığı
sırada, proletaryayı, geleceğin sınıfı yapan büyük
gücü görmelerine engel oluyor.
Sonuç olarak kapitalizmi ortadan kaldırmak için
nesnel bir çare bulamadıkları için sadece planlar
yapmaktan başka çareleri yoktu. Kapitalizmin gelişme
yasalarını bilmedikleri için sürekli eleştirdikleri
toplumla, düşledikleri toplum arasında bağ kuramıyorlardı.
Onlara ütopik denmesinin nedenleri işte budur.
Sınıf savaşımının gücünü akıllarından geçirmedikleri
için ve zaten olası bir ayaklanmadan korktukları
için sürekli öğüt veriyorlardı. İşte bunun içindir
ki, Saint-Simon, Fourier, Owen, başarıya ulaşamadılar.
Marx’ı büyük ütopyacılardan ayıran şey, düşünsel
bir toplum planı tasarlamak yerine, sosyalizmi,
bilimsel temeller üzerine kurmuş olmasıdır. Her
ne kadar kapitalizm konusundaki eleştirileri,
genellikle çok keskin olduysa da, büyük ütopyacılar,
Marx’a kesin bir üstünlük sağlayacak olan tarihsel
materyalizme sahip değillerdi henüz. O zaman,
kapitalist sömürünün sonuçlarını ortaya çıkarmakla
birlikte, bunların ancak mekanizmasını yakalayabildiler.
Bir karşı-tepki ile, proletaryanın, kapitalizmin
yıkılmasında zorunlu olarak oynayacağı rolü bulup
ortaya koyamadılar. Onların teorik güçsüzlüğü,
pratik bir güçsüzlükte ifadesini bulur.
Ve ancak Marx’ın sayesinde bilim, ütopyanın yerini
alır. Marx’ın sayesinde, ütopyacıların düşü, sosyalizm,
gerçek olur.
|