Türkiye bir kez daha siyasal derslerle dolu bir
dönemeçten geçiyor. Burjuva siyaset arenasındaki
hesaplaşmalar ve sıkışmalar, ortaya yeni bir çözümsüzlük
çıkardı.
Bu tablo üzerine çok şey söylendi, söylenmeye
de devam edecek. Böyle önemli siyasal değişiklikler,
her zaman genel değerlendirmelerin sonucu olur
ve herkes kendi meşrebince durumdan dersler çıkarır,
gelecek üzerine hesaplar yapar.
Devrimci sosyalizm açısından sonuç, bir görev
çağrısıdır. Tarih hiçbir dönemde bu kadar güçlü
bir biçimde devrimcileri göreve çağırmadı.
Seçimler ve sonrası üzerine sınıfsal, sosyal çözümlemeler
yapmak kolay; ya da “tamam, her ne olduysa oldu,
biz yine işimize devam edelim” demek de kolay;
işimiz zaten bu, elbette yapacağız. Ama asıl sorun,
bu tablo üzerinden çağrıldığımız tarihsel görevin
niteliğini belirlemektir.
Çok kabaca ve sıradan bir siyaset bilimcinin gözüyle
olay açıktır: Büyük çoğunluğu kuşkusuz emekçilerden
oluşan halk kitleleri sandığa gitmişler, kendisini
“sol” olarak göstererek kendilerini kandırmaya
çalışan bir kesimi dibe iterken, iktidardaki “sağ”
partiyi siyasette pek sık rastlanmayan bir biçimde
desteklemişlerdir. Genel olarak “sağ” kanatta
sayılan diğer partilerle birlikte düşünülürse,
oran oldukça yüksek noktalara çıkmaktadır.
Bu sayımızdaki bir başka sayımızda da tartışma
konusu ettiğimiz soru şudur: Bu, pratik olarak
ne anlama geliyor?
Ya da daha açık olarak soralım; bu, emekçi kitlelerin
artık “sol”dan iyice koptuğu ve onları bir devrim
için örgütlemenin olanaklarının kaybolduğu ya
da zayıfladığı anlamına mı geliyor?
Bu tabloya göre Türkiye’nin yaklaşık yüzde yetmişini
“sağcı”, geriye kalan yüzde yirmisini de “solcu”
olarak mı değerlendirmeliyiz? Yani bu tablo, 2007
Eylülünde Türkiye’deki siyasal durumun gerçek
bir özeti ve tanımı mıdır?
İşin açıkçası, bu ülkede yaklaşık kırk yıldır,
seçimlerde oluşan siyasi tablo, böyle bir bakış
açısıyla okunmuştur. Tabii ki devrimciler hiçbir
zaman öznel olarak böyle düşünmemişlerdir; ama
siyasetin genel arenasında ve halk kitleleri arasında
böyle bir değerlendirme hep olmuştur. Yani insanlar,
CHP’nin geleneksel sağcı partiler karşısındaki
oy oranını, genel olarak solun gücünü, kitlelerin
sola meyletme oranını yansıtan bir veri olarak
algılamışlardır. Böyle bir ölçü elbette siyasal
olarak doğru değildir; ancak zaman zaman tümüyle
de reddedilemeyecek bir olgudur. Her şeyden önce,
kendisini sosyalist cenahta tanımlayan güçlerle
CHP arasında hiçbir zaman tam bir kopuşma gerçekleşmemiştir;
bundan yalnızca doğrudan CHP kuyrukçuluğu yapan
siyasi hareketleri kastetmiyoruz; öte yanda bu
ilişkiyi politik olarak reddeden güçlerin de tabanında
hep bir karışıklık olagelmiştir. Hatta, bugün
bile, en sıkı boykotçu olarak bilinen siyasetlerin
(ya da kendi partisiyle seçime katılanların) çevre
çeper ilişkilerinin, ailelerinin, vb. bir çoğu
(içinden bin türlü küfür ederek de olsa) yine
CHP’ye oy vermektedirler. Bu insanların kimi Alevidir
ve karşıdaki İslami güçten ürkmektedir, kimisi
emperyalizme karşı tepkisini böylece bir sahte
yurtseverlik söylemini destekleyerek göstermektedir,
vb. vb… Sonuçta, özellikle 1970’ler boyunca devrimci
hareketlerin (çoğu da seçimleri sistematik olarak
boykot eden hareketlerin) güçlü oldukları yerler
ile CHP’nin güçlü olduğu yerlerin aşağı yukarı
aynı olması rastlantı değildir. Ayrıca bu, abartılacak
bir şey de değildir; sosyolojik ve siyasal bir
olgudur. Bir yerde, ilde, ilçede, mahallede sosyalist
güçler iyi bir performans göstermişlerse eğer,
bu durum sokakta devrimci harekete katkı sağlamakta
ama sağlam bir alternatifin olmadığı koşullarda
sandıkta da CHP’ye yaramaktadır; bugün bile durum
böyledir.
Bütün bunlardan hareketle siyaset bilimcileri
ve genel olarak siyasi süreçlerin diğer aktörleri
(kuşkusuz bir yanılsama yaratma amacını da güderek)
Türkiye’deki siyasi tabloyu böyle özetlemişler,
hatta giderek “yüzde altmış beş-yüzde otuz beş”lik
bir “sağ-sol” dengesini sabit veri olarak kabul
etmişlerdir. Açıkçası, günlük siyasal dilde devrimci
güçler de ara sıra ölçü çizgilerini bu ayrım üzerinden
ifade etmişlerdir. En azından tek tek devrimcilerin
konumu böyledir. Onların durumu, zaman zaman,
futbol konusundaki sosyalist görüşlerinden ötürü
“takım tutmayan” ama tuttuğu takım gol yediğinde
da içten içe üzülen insanların durumu gibidir.
Bu kısmen normaldir de. Yani kırk yıllık “solcu”
bir ilçede durum “sağın” lehine değiştiğinde,
devrimci kişi, elbette bunu kaygı verici bulmaktadır.
Ancak, sorunun bugün en can alıcı noktasını da
tam burası oluşturuyor.
Bu ayrım, gerçek midir?
Ve tabii ikinci soru: Bu ayrım sabit midir?
Yani, geçmişi değerlendirebiliriz, o önemli değil.
Ama şimdi, şu anda, 2007 Türkiye’sinde insanların
yüzde yetmişten fazlası “sağcı”, yüzde yirmisi
de “solcu” mudur?
Daha da önemlisi, bu kavramlar, doğru mudur, yerinde
midir? Ve eğer doğruysa ve durum böyle sabitlenmişse,
devrimci çalışma “akıntıya kürek çekme” eylemi
midir?
Bizim söylemimize alışkın okurlarımızın hemen
anlayacakları gibi bu sorun, devrimci hareketin
nasıl ve kime yönelik siyaset yapacağı sorunuyla
bağlantılıdır.
Devrimci hareket, bu mevcut tabloyu bir sabit
veri olarak kabul edecek midir, etmeli midir?
Yani, kendisini çaresizlikle şu ya da bu partinin
kıyılarına vuran emekçi A, kimdir? Nasıl bir insandır?
Biz o insanın artık orada kalacağını, oradan bu
cepheye geçemeyeceğini mi düşüneceğiz? Tersinden
düşünürsek, Kürdün ensesinde boza pişirmek gerektiğine
inanan ya da “özelleştireceksin hepsini” diye
ukalalık yapan ya da “aferin İsrail’e, bak nasıl
da kararlı!” diye inciler yumurtlayan bir başka
B kişisi, sadece CHP’ye oy verdiği için, Türkiye’nin
“sol” tarafından yer alma onurunu mu elde ediyor?
Devrimci sosyalist hareket, çok açık bir biçimde
böyle bir tabloyu reddediyor. Evet, ideolojiler
sorununu, dinin etkilerini, şovenist yükselişi,
vs. görmezlikten gelmiyoruz. Ama bütün bu ideolojik
biçimlerin üzerinde geliştiği o büyük çaresizliği
ve boşluğu görmeden, asıl o boşluğa yönelmeden
bir adım ilerlemek mümkün değildir. Evet, biz
devrimci hareketin her zaman, her ülkede başlangıçta
devrimci düşüncelere daha açık kesimler ve bölgeler
üzerinden yürüdüğünü de görmezlikten gelmiyoruz.
Ama buradan hareketle, işçi sınıfının ve emekçilerin
milyonlarcasını defterden silen, onları kaderine
terk eden ve dar alanlara çekilen bir anlayış
kabul edilemez.
Biz, çok açıkça, bu topraklarda yaşayan işçi sınıfı
ve emekçilerin öncülüğüne talibiz. Birazının değil,
tamamının öncülüğünden söz ediyoruz. Evet, devrimci
partiler, iktidarı elde ettikleri gün bile işçi
sınıfının tümünü kapsayamazlar, biz bunu da biliyoruz.
Ama yine de sınıfın tümüne yöneliyoruz, onun seçilmiş
bölümlerine, sahte ayrımlarla parçalanmış kesimlerine
değil.
Ve kimse bize “işte halkın isteği bu” diye ukalalık
etmesin!
Biz halkın isteklerini, onların derindeki kaygılarını
ve taleplerini biliyoruz. Zaman zaman bizzat devrimcilerin
de unuttuğu oluyor ama, biz halkız. Holding sahibi
adamların devrimciliğe heves etmiş oğulları ya
da kızları değiliz. Orada yaşıyoruz, onlarla yaşıyoruz,
sınıfsal bileşimimiz itibarıyla da biz onlarız.
Onların dertlerini de, isteklerini de biliyoruz.
Şu ya da bu seçimde ne olursa olsun, orada atan
nabız, “Amerika ne güzel bir demokratik ülke”
biçiminde değildir; “aferin size ülkeyi ne güzel
pazarlıyorsunuz” da değildir; “işsizlik ne hoş
bir şey, hatta daha da artıralım” hiç değildir.
Oradaki asıl dert; çaresizliktir, çıkışsızlıktır.
Oradaki asıl dert; daha açıkça, adını koyarak
söyleyelim, bizim yokluğumuzdur!
Bizim varlığımız ise, bir tek şeye bağlıdır: Bize!
Devrimci sosyalizm, düzen dışı, düzenle tam cepheden
hesaplaşan bir siyaset yapma biçimini bütün araçlarıyla
ve bütün biçimleriyle yaratmakla görevlidir. Bugünkü
karışıklıkların içinden çıkmanın nihai yolu, budur.
Programıyla, yol haritasıyla ve nihayet eylemiyle
kendisini bütün klasik tasniflerin dışına taşıyacak
olan devrimci sosyalizm, böylece “sol-sağ”, “ilerici-gerici”
gibi bütün ayrımları yeniden ve bu kez gerçek
temeller üzerinden yerli yerine oturtacak ve işte
o zaman memleketin kaçta kaçının ne olduğu, ne
olmadığı dosdoğru bir yerden anlaşılacaktır.
Ve böyle bir anlayış süreç içersinde hakim kılınabildiği
ölçüde Türkiye devrimci hareketi, artık bir daha
kendi yükselişini “sol tüccarların” oy potansiyeline
zemin yapmayacaktır. Herkes kendi yolundan, her
sınıf kendi bayrağının altında! Eğer günün birinde
seçimlere katılmanın uygun ve doğru olduğuna karar
verirse, o zaman devrimci sosyalizm de devrim
savaşının bir türevi olarak açık partisini kurmaktan
çekinmeyecek, devrimci savaşa yönelik kitlesel
sempatiyi kurda kuşa yem etmeyecektir.
Herkes kendi yolundan, her sınıf kendi bayrağının
altında!
Yolumuz ve perspektifimiz budur. Bu yolda geçerli
olan, yanlış yerden çizilmiş sahte sınır çizgileri
değil, bizim kızıl çizgimizdir. O çizgi üzerinden,
ülkeye ve işçi sınıfına bu perspektifle bakarak
yürüyeceğiz.
Bunu başarmamak için hiçbir gerekçemiz yoktur.
|