Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

54. Sayı - Eylül 2007

Türkiye bir kez daha siyasal derslerle dolu bir dönemeçten geçiyor. Burjuva siyaset arenasındaki hesaplaşmalar ve sıkışmalar, ortaya yeni bir çözümsüzlük çıkardı.
Bu tablo üzerine çok şey söylendi, söylenmeye de devam edecek. Böyle önemli siyasal değişiklikler, her zaman genel değerlendirmelerin sonucu olur ve herkes kendi meşrebince durumdan dersler çıkarır, gelecek üzerine hesaplar yapar.
Devrimci sosyalizm açısından sonuç, bir görev çağrısıdır. Tarih hiçbir dönemde bu kadar güçlü bir biçimde devrimcileri göreve çağırmadı.
Seçimler ve sonrası üzerine sınıfsal, sosyal çözümlemeler yapmak kolay; ya da “tamam, her ne olduysa oldu, biz yine işimize devam edelim” demek de kolay; işimiz zaten bu, elbette yapacağız. Ama asıl sorun, bu tablo üzerinden çağrıldığımız tarihsel görevin niteliğini belirlemektir.
Çok kabaca ve sıradan bir siyaset bilimcinin gözüyle olay açıktır: Büyük çoğunluğu kuşkusuz emekçilerden oluşan halk kitleleri sandığa gitmişler, kendisini “sol” olarak göstererek kendilerini kandırmaya çalışan bir kesimi dibe iterken, iktidardaki “sağ” partiyi siyasette pek sık rastlanmayan bir biçimde desteklemişlerdir. Genel olarak “sağ” kanatta sayılan diğer partilerle birlikte düşünülürse, oran oldukça yüksek noktalara çıkmaktadır.
Bu sayımızdaki bir başka sayımızda da tartışma konusu ettiğimiz soru şudur: Bu, pratik olarak ne anlama geliyor?
Ya da daha açık olarak soralım; bu, emekçi kitlelerin artık “sol”dan iyice koptuğu ve onları bir devrim için örgütlemenin olanaklarının kaybolduğu ya da zayıfladığı anlamına mı geliyor?
Bu tabloya göre Türkiye’nin yaklaşık yüzde yetmişini “sağcı”, geriye kalan yüzde yirmisini de “solcu” olarak mı değerlendirmeliyiz? Yani bu tablo, 2007 Eylülünde Türkiye’deki siyasal durumun gerçek bir özeti ve tanımı mıdır?
İşin açıkçası, bu ülkede yaklaşık kırk yıldır, seçimlerde oluşan siyasi tablo, böyle bir bakış açısıyla okunmuştur. Tabii ki devrimciler hiçbir zaman öznel olarak böyle düşünmemişlerdir; ama siyasetin genel arenasında ve halk kitleleri arasında böyle bir değerlendirme hep olmuştur. Yani insanlar, CHP’nin geleneksel sağcı partiler karşısındaki oy oranını, genel olarak solun gücünü, kitlelerin sola meyletme oranını yansıtan bir veri olarak algılamışlardır. Böyle bir ölçü elbette siyasal olarak doğru değildir; ancak zaman zaman tümüyle de reddedilemeyecek bir olgudur. Her şeyden önce, kendisini sosyalist cenahta tanımlayan güçlerle CHP arasında hiçbir zaman tam bir kopuşma gerçekleşmemiştir; bundan yalnızca doğrudan CHP kuyrukçuluğu yapan siyasi hareketleri kastetmiyoruz; öte yanda bu ilişkiyi politik olarak reddeden güçlerin de tabanında hep bir karışıklık olagelmiştir. Hatta, bugün bile, en sıkı boykotçu olarak bilinen siyasetlerin (ya da kendi partisiyle seçime katılanların) çevre çeper ilişkilerinin, ailelerinin, vb. bir çoğu (içinden bin türlü küfür ederek de olsa) yine CHP’ye oy vermektedirler. Bu insanların kimi Alevidir ve karşıdaki İslami güçten ürkmektedir, kimisi emperyalizme karşı tepkisini böylece bir sahte yurtseverlik söylemini destekleyerek göstermektedir, vb. vb… Sonuçta, özellikle 1970’ler boyunca devrimci hareketlerin (çoğu da seçimleri sistematik olarak boykot eden hareketlerin) güçlü oldukları yerler ile CHP’nin güçlü olduğu yerlerin aşağı yukarı aynı olması rastlantı değildir. Ayrıca bu, abartılacak bir şey de değildir; sosyolojik ve siyasal bir olgudur. Bir yerde, ilde, ilçede, mahallede sosyalist güçler iyi bir performans göstermişlerse eğer, bu durum sokakta devrimci harekete katkı sağlamakta ama sağlam bir alternatifin olmadığı koşullarda sandıkta da CHP’ye yaramaktadır; bugün bile durum böyledir.
Bütün bunlardan hareketle siyaset bilimcileri ve genel olarak siyasi süreçlerin diğer aktörleri (kuşkusuz bir yanılsama yaratma amacını da güderek) Türkiye’deki siyasi tabloyu böyle özetlemişler, hatta giderek “yüzde altmış beş-yüzde otuz beş”lik bir “sağ-sol” dengesini sabit veri olarak kabul etmişlerdir. Açıkçası, günlük siyasal dilde devrimci güçler de ara sıra ölçü çizgilerini bu ayrım üzerinden ifade etmişlerdir. En azından tek tek devrimcilerin konumu böyledir. Onların durumu, zaman zaman, futbol konusundaki sosyalist görüşlerinden ötürü “takım tutmayan” ama tuttuğu takım gol yediğinde da içten içe üzülen insanların durumu gibidir. Bu kısmen normaldir de. Yani kırk yıllık “solcu” bir ilçede durum “sağın” lehine değiştiğinde, devrimci kişi, elbette bunu kaygı verici bulmaktadır.
Ancak, sorunun bugün en can alıcı noktasını da tam burası oluşturuyor.
Bu ayrım, gerçek midir?
Ve tabii ikinci soru: Bu ayrım sabit midir?
Yani, geçmişi değerlendirebiliriz, o önemli değil. Ama şimdi, şu anda, 2007 Türkiye’sinde insanların yüzde yetmişten fazlası “sağcı”, yüzde yirmisi de “solcu” mudur?
Daha da önemlisi, bu kavramlar, doğru mudur, yerinde midir? Ve eğer doğruysa ve durum böyle sabitlenmişse, devrimci çalışma “akıntıya kürek çekme” eylemi midir?
Bizim söylemimize alışkın okurlarımızın hemen anlayacakları gibi bu sorun, devrimci hareketin nasıl ve kime yönelik siyaset yapacağı sorunuyla bağlantılıdır.
Devrimci hareket, bu mevcut tabloyu bir sabit veri olarak kabul edecek midir, etmeli midir? Yani, kendisini çaresizlikle şu ya da bu partinin kıyılarına vuran emekçi A, kimdir? Nasıl bir insandır? Biz o insanın artık orada kalacağını, oradan bu cepheye geçemeyeceğini mi düşüneceğiz? Tersinden düşünürsek, Kürdün ensesinde boza pişirmek gerektiğine inanan ya da “özelleştireceksin hepsini” diye ukalalık yapan ya da “aferin İsrail’e, bak nasıl da kararlı!” diye inciler yumurtlayan bir başka B kişisi, sadece CHP’ye oy verdiği için, Türkiye’nin “sol” tarafından yer alma onurunu mu elde ediyor?
Devrimci sosyalist hareket, çok açık bir biçimde böyle bir tabloyu reddediyor. Evet, ideolojiler sorununu, dinin etkilerini, şovenist yükselişi, vs. görmezlikten gelmiyoruz. Ama bütün bu ideolojik biçimlerin üzerinde geliştiği o büyük çaresizliği ve boşluğu görmeden, asıl o boşluğa yönelmeden bir adım ilerlemek mümkün değildir. Evet, biz devrimci hareketin her zaman, her ülkede başlangıçta devrimci düşüncelere daha açık kesimler ve bölgeler üzerinden yürüdüğünü de görmezlikten gelmiyoruz. Ama buradan hareketle, işçi sınıfının ve emekçilerin milyonlarcasını defterden silen, onları kaderine terk eden ve dar alanlara çekilen bir anlayış kabul edilemez.
Biz, çok açıkça, bu topraklarda yaşayan işçi sınıfı ve emekçilerin öncülüğüne talibiz. Birazının değil, tamamının öncülüğünden söz ediyoruz. Evet, devrimci partiler, iktidarı elde ettikleri gün bile işçi sınıfının tümünü kapsayamazlar, biz bunu da biliyoruz. Ama yine de sınıfın tümüne yöneliyoruz, onun seçilmiş bölümlerine, sahte ayrımlarla parçalanmış kesimlerine değil.
Ve kimse bize “işte halkın isteği bu” diye ukalalık etmesin!
Biz halkın isteklerini, onların derindeki kaygılarını ve taleplerini biliyoruz. Zaman zaman bizzat devrimcilerin de unuttuğu oluyor ama, biz halkız. Holding sahibi adamların devrimciliğe heves etmiş oğulları ya da kızları değiliz. Orada yaşıyoruz, onlarla yaşıyoruz, sınıfsal bileşimimiz itibarıyla da biz onlarız. Onların dertlerini de, isteklerini de biliyoruz. Şu ya da bu seçimde ne olursa olsun, orada atan nabız, “Amerika ne güzel bir demokratik ülke” biçiminde değildir; “aferin size ülkeyi ne güzel pazarlıyorsunuz” da değildir; “işsizlik ne hoş bir şey, hatta daha da artıralım” hiç değildir.
Oradaki asıl dert; çaresizliktir, çıkışsızlıktır.
Oradaki asıl dert; daha açıkça, adını koyarak söyleyelim, bizim yokluğumuzdur!
Bizim varlığımız ise, bir tek şeye bağlıdır: Bize!
Devrimci sosyalizm, düzen dışı, düzenle tam cepheden hesaplaşan bir siyaset yapma biçimini bütün araçlarıyla ve bütün biçimleriyle yaratmakla görevlidir. Bugünkü karışıklıkların içinden çıkmanın nihai yolu, budur. Programıyla, yol haritasıyla ve nihayet eylemiyle kendisini bütün klasik tasniflerin dışına taşıyacak olan devrimci sosyalizm, böylece “sol-sağ”, “ilerici-gerici” gibi bütün ayrımları yeniden ve bu kez gerçek temeller üzerinden yerli yerine oturtacak ve işte o zaman memleketin kaçta kaçının ne olduğu, ne olmadığı dosdoğru bir yerden anlaşılacaktır.
Ve böyle bir anlayış süreç içersinde hakim kılınabildiği ölçüde Türkiye devrimci hareketi, artık bir daha kendi yükselişini “sol tüccarların” oy potansiyeline zemin yapmayacaktır. Herkes kendi yolundan, her sınıf kendi bayrağının altında! Eğer günün birinde seçimlere katılmanın uygun ve doğru olduğuna karar verirse, o zaman devrimci sosyalizm de devrim savaşının bir türevi olarak açık partisini kurmaktan çekinmeyecek, devrimci savaşa yönelik kitlesel sempatiyi kurda kuşa yem etmeyecektir.
Herkes kendi yolundan, her sınıf kendi bayrağının altında!
Yolumuz ve perspektifimiz budur. Bu yolda geçerli olan, yanlış yerden çizilmiş sahte sınır çizgileri değil, bizim kızıl çizgimizdir. O çizgi üzerinden, ülkeye ve işçi sınıfına bu perspektifle bakarak yürüyeceğiz.
Bunu başarmamak için hiçbir gerekçemiz yoktur.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19