Bir kez daha yeni bir öğretim döneminin başındayız.
Üstelik şimdi artık kendi devamlılığını sağlamış
olan bir iktidar söz konusu ve bu, bütün alanlarda
olduğu gibi eğitimde de neoliberal adımların kesintisiz
biçimde devam edeceği anlamına geliyor. Elbette
başka bir olasılıkta da durum köklü biçimde değişmeyecekti
ama tekelci patronların hep söylediği gibi tek
başına iktidarın “emirleri yerine getirmek” bakımından
bir avantajı olduğu kesin.
Aslında Türkiye’nin eğitim sistemi, uzun süredir
kritik bir eşiği aşmış durumda. Zaman zaman alevlenen
ve solun da gereğinden fazla önem atfettiği YÖK
tartışmaları ya da ÖSS haksızlığı gibi konular,
daha genel ve daha köklü bir saldırının yanında
giderek sönükleşmeye yüz tutuyor.
Son derece açık: Başka bir çok alanla birlikte
eğitim sistemi de son yirmi yılın ardından artık
gerçek anlamda bir sınıfsal hiyerarşinin boyunduruğu
altına girmiş durumdadır. Son ayrıntıları küçük
küçük fırça darbeleriyle tamamlansa da genel olarak
sistem, “herkesin yerini ve haddini bildiği” bir
işleyişe çoktan kavuşmuştur.
Bu sağlık alanında da böyledir; orada da son ayrıntılar
şekilleniyor ve yakında artık kimin ne kadar hizmet
alacağı daha kesin sınırlarla belirlenecek: En
iyi ve süper özel hastaneler, orta karar olanlar,
semtlerdeki sözde hastane gerçekte “iğneci” küçük
klinikler ve nihayet çaresizlikten bunalmış kamu
hastaneleri…
Konut alanındaki sorunu çözmekte biraz zorlanıyorlar
ama onu da kent merkezlerindeki kamu arazilerinden
başlayarak çözmek ve sonra yıkımlarla adım adım
merkezi yerleri temizlemek istiyorlar. Bu konudaki
en büyük engel, özellikle İstanbul’un son 50 yıldaki
çarpık gelişimidir. 50 yıl boyunca kenti durmadan
eklenen dış çemberler ve her seferinde bazı çemberlerin
artık “içte” kalması, gitgide ortaya karmaşık
bir tablo çıkarmıştır.
Yoksulların semtleri ile süper zenginlerin mekanları
birbirinden kesin çizgilerle ayrılmamaktadır ve
kent merkezlerindeki muazzam rant kaynağı olabilecek
araziler hâlâ “çulsuzların işgali altında”dır.
Durumu “düzeltip” herkese “haddini bildirmek”,
bir yandan herkesi “oturması gereken yere” oturturken,
bir yandan da devasa yağma alanları yaratmak kuşkusuz
zaman alacaktır; ama bu işe de başlamışlardır.
Eğitim’de Sürecin Geldiği Aşama
İşin açıkçası, vahşi neoliberal düzen, eğitimde
daha fazla mesafe almıştır.
Bugün artık ta ilköğretimden başlayarak “iyi okul-kötü
okul”, “sıradan öğretim-süper öğretim” ayrımı
netleşmiş, bu okulların mali tabloları arasındaki
uçurum kesinleşmiş ve insanların geleceğinin nasıl
şekilleneceği daha ilk günden belli olmaya başlamıştır.
Geçmişte, sözgelimi 1960’larda, “aydınlanmacı”
kafa yapısına sahip özverili öğretmenlerin de
katkısıyla ilk ve orta öğrenimde bazı dengelerin
korunabildiği bir dönem vardır. Bu dönem boyunca
aşağıdan gelerek kendi kaderini zorlayan çocukların
öne fırlaması, dirsekleriyle kendisine toplumda
bir yer açması mümkün görünmektedir; bu tür öyküler
sık rastlanan öykülerdir. Ayrıca, sözünü ettiğimiz
dönemde, belli bir hızla büyüyen yeni-sömürge
kapitalizminin eleman ihtiyacı da durumu belirlemektedir.
Sözgelimi mühendislik fakültelerinden mezun olanların
1960’lardaki iş bulma oranı ile bugünkü mezunların
iş bulma oranlarını kıyaslamamız mümkün olsaydı
eğer, bu tablo daha iyi anlaşılırdı. Ama bu rakamlar
elimizde olmaksızın da günlük hayattan biliyoruz
ki, aradaki fark çok büyüktür; çünkü Türkiye bu
süreçte bir yandan kapsamlı bir “sanayisizleştirme”
operasyonundan geçerken, diğer yandan da politik
amaçlarla her köşeye bir üniversite açmış, ortalığı
işsiz mezunlarla doldurmuştur.
Sonuçta denilebilir ki, neoliberalizmin son yirmi
yıllık pratiği bütün bu konularda yapısal bir
değişiklik yaratmıştır.
Öncelikle işin “üniversite öncesi” bölümü, kesin
biçimde sınıfsal ayrışmaya uğratılmıştır. İlköğretim
ve Ortaöğretim, gözle görünür biçimde kategorilere
ayrılmış, bir yanda kaderine terkedilmiş okullar
ve diğer yanda kaymak tabakanın eğitim kurumları
iki uç nokta olarak şekillenmiştir. Bu arada bir
zamanlar efsane sayılan Anadolu Liseleri gibi
kurumların içi boşaltılmış ve sıradanlaştırılmış,
böyle ara kategoriler de yavaş yavaş sahneden
çekilmiştir. Hatta aynı şey, bir bütün olarak
soygun sistemi olan dershanelerde de yaşanmıştır.
Nasıl özel hastaneler, daha sonradan mahalle çapında
klinikler ve “beş yıldızlı” hastaneler olarak
ayrışmışsa, dersaneler alanında da benzeri bir
dönüşüm yaşanmış, orada da sınıfsal hiyerarşi
oturmuştur.
Açıkçasını söylemek gerekirse, aynı süreç, özellikle
ilk ve ortaöğrenimdeki eğitimcilerin de en yoğun
bozulma ve çürümeye uğradığı süreçtir. Geçmişteki
“yarı-Kemalist/yarı-solcu” ama kesinlikle eğitimi
ciddiye alan özverili öğretmen tipi, toplumun
bütün diğer kesimleri gibi yozlaşmaya uğramış,
“öğrencilerini aydınlatmayı” amaç edinmiş bir
eğitimci kuşağı tasfiye olurken, geriye ya hiçbir
özel “ideali” ya da amacı olmayan paragöz tipler
ya da büyük olanaksızlıklar ve yozlaşma karşısında
yorgun düşerek yenilgiyi kabullenen öğretmenler
kalmıştır. Böylece zor koşullar altında da olsa
öğrencinin umutlarını besleyen, onu eğitim konusunda
yüreklendiren motivasyon büyük ölçüde düşmüştür.
Ve nihayet en önemlisi, öğrenci velileri, yani
aileler de bu süreçte büyük bir deformasyona uğramışlardır.
Bizzat kendisi kendi geleceğinden umutlu olmayan
anne ve baba, toplumdaki hiyerarşiye, yükselme
kanallarının darlığına ve kendi mali durumunun
perişanlığına baktığında, artık bu sınıfsal gerçeği
zorlamanın anlamsız olduğuna karar vermektedir.
Yani çocuğunuz mevcut tablo içinde örneğin tıp
öğrenimi görme şansına sahip değilse, zaten zar
zor dönen, işsizliğin tehdidi altında bir aile
ekonomisi eğitim için bir “fazla kaynak” yaratamıyorsa,
okula gidip çocuğun durumunu izlemek, onun eğitimine
yardımcı olup yüreklendirmek de artık bir anlam
taşımamaktadır. On binlerce öğrencinin sınavlarda
“sıfır çekmesi” başka türlü, örneğin “yoksulların
aptallığı”yla açıklanamaz; buradaki sorun çok
açıkça geleceksizlik sorunudur ve bu duygunun
zihinlere artık kalıcı biçimde yerleşmesidir.
Öte yandan iş yüksek öğretime geldiğinde sınıfsal
bölünme aynı derinlikte sürmektedir. Öğrencilerin
yerleşme tercihi yapması için basılan kitapçık
her yıl biraz daha kalınlaşmakta, kimsenin içinden
çıkamadığı garip puanlama sistemleri yaratılmakta
ama öte yandan eğitim gitgide daha sefilleşmektedir.
Açıkçası bu alanda da sınıfsal piramit yerli yerine
oturmuştur. Evet, gençlik denilen kategori, çok
çeşitli sınıflardan oluşmaktadır ama bazıları
biraz daha “genç”tir, başka bazıları ise erkenden
yaşlanmaya başlamaktadır.
ÖSS barajlarını geçip ne kadar uydurma olursa
olsun bir bölüme “kapağı atmak” zaten başlı başına
bir sorundur. Ama bu başarıldığında da varılan
yer hüsrandır. Üniversite öğrenimi, çok açık şekilde
bölünmüş, ilk ve orta öğrenimdeki sürecin doğrudan
bir devamı olarak “sıradan okullar-kariyer üniversiteleri”
ayrımı netleşmiştir. Herhangi bir uyduruk üniversitenin
bir bölümünde okuyan öğrenci, daha en baştan kendi
şansının bilincindedir.
Yani bu alanda da aslında öğrenci kitlesinin hatırı
sayılır bir bölümü, yaşam beklentilerini duruma
göre sınırlamıştır. Tablo o kadar net ve belirgindir
ki, umutların ufku da buna uyum sağlamaya başlamıştır.
Akademisyenlerin manzarası ise artık tartışma
bile gerektirmeyecek ölçüde berbattır. Artık YÖK
gibi bir disiplin çerçevesi olmaksızın da bu akademisyen
kuşağı yeterince “disiplinli” ve yeterince çürümüştür.
ÖSS ve YÖK… Düzen Kamburlarından Kurtulabilir
mi?
Tabloyu böyle ana çizgileriyle özetleyerek asıl
gelmek istediğimiz soru işte tam da budur.
ÖSS ve YÖK gibi kurumları “düzenin kamburu” olarak
nitelemek belki biraz “erken” ve “abartılı” bir
değerlendirme gibi görünebilir; ama durum gerçekten
de böyledir ya da daha tedbirli bir deyimle söylersek
mevcut durum oraya doğru gitmektedir.
Belki her iki kurumun da “düzen içinden” girişimlerle
tasfiyesi şu anda mümkün görünmemektedir ama artık
bu gelişme tamamen hesap dışı değildir.
ÖSS cephesinde seçim sürecinde söylenenler tamamen
rastlantısal değildir. Örneğin CHP’nin bu konudaki
söylemi, -programatik ifadelerine bakılırsa eğer-
düzen açısından makul bir çerçeve oluşturmaktadır.
Pusula 07 başlıklı seçim beyannamesinde yer alan
“Lisenin son iki yılında öğrencilerin üçte birini
üniversiteye yönlendireceğiz” ifadesi, çok açıkça,
ÖSS’nin kaldırılmasının ne anlama geldiğini bize
anlatmaktadır. Son yıllarda çok yaygınlaşan “herkes
üniversiteye gitmeye mecbur değil” vecizesi böylece
kendisine pratik bir anlam bulmaktadır. Bu projenin
özü, “üniversiteye gitme hakkına sahip” olanları
önceden belirleyerek özel bir eleme sınavı olarak
ÖSS’yi gereksiz hale getirmektir. Amaç ÖSS’yi
kaldırmak değil, aynı süreci zamana yayarak işi
baştan “sağlama almak”, böylece öğrenim hayatına
en baştan “maçı kaybederek” başlayanların şansını
tamamen sıfırlamaktır.
Bütün bunlar belki hezimete uğramış bir partinin
anlamsız teorileri olarak görülebilir ama değil.
Neoliberal aklın yolu bir! Milli Eğitim Bakanlığı’nın
son hazırladığı ve ısıtmaya başladığı proje de
aynen bu çerçeve üzerinden hareket etmektedir.
Projenin kenar süslemeleri olan cümleleri sıyırıp
atarsanız, geriye kalan şey, tek sınavdan oluşan
bir eleme sistemini tasfiye etmek ve bunun yerine
işin en başından beri öğrencileri ayıklamak, sonuç
itibarıyla üniversiteye girmeyi tamamen ortaöğrenimin
kalitesine, yani sınıfsal piramidin satırına bırakmaktır.
Bu, tümüyle “sosyal-Darvinci” bir “altta kalanın
canı çıksın” projesidir ve üstelik ÖSS sisteminden
bile kötü olan yanı, rastlantısal sıçramaları
tamamen kontrol altına almasıdır. Artık herhangi
bir öğrencinin “son düzlükte” canını dişine takarak
bir performans göstermesi ve yarışı ortalarda
bir yerde tamamlaması olanaksız olacaktır; çünkü
artık böyle bir yarış yoktur! Bunun yerine, süreç
tamamen hangi sınıfın üyesi olduğunuzla, hangi
okulda okuduğunuzla ilgilidir.
Bütün bunlar belki henüz tartışma halindedir;
ama ÖSS tabusunun önümüzdeki süreçte neoliberal
cenahtan zorlanması ve bunun “büyük devrim” çığlıklarıyla
toplumun genel kabulüne sunulması zamanı artık
gelmiştir.
YÖK konusundaki sıkıntı tabii ki daha büyüktür.
Orada kabuk hem daha serttir, hem de düzenin kuruma
olan ihtiyacı daha kalıcıdır.
Ama buna karşın, orada görülmesi gereken şey şudur:
YÖK, artık üniversite sisteminin belirleyici öğesi
değildir; dolayısıyla tutulup çekildiğinde bütün
diğer halkaları darmadağın edecek bir halka da
değildir. Üniversite sistemindeki ana halka, sınıfsal
hiyerarşi, neoliberal bozulma ve sistemin genel
çürümesidir.
Kuruluşundan bu yana geçen yirmi küsur yılda YÖK
sistemi üniversite kurumunun içine o kadar çok
işlemiştir ki, artık kurumsal varlıktan öte, zihinlere
yerleşmiş bir olgu haline gelmiştir. Özellikle
öğretim üyeleri dünyasının çürümesi, düzen tarafından
emilmesi bugün öyle bir düzeye ulaşmıştır ki,
bu akşam YÖK kurumu resmi olarak ortadan kaldırılsa
yarın sabah bu dünya özgür ve bağımsız düşünme
yolunda adımlar atacak değildir.
Neoliberal kariyer mantığı, paragözlük, siniklik
ve statükoculuk ve bütün diğer yüz karası davranış
biçimleri artık bu kitleye içkin davranışlardır.
Örneğin, yıllardır kullanıla kullanıla değerini
yitirmiş bulunan “özerklik” kavramı, birden fiili
bir gerçeklik haline gelse, bugünkü akademisyen
kuşağının bu “özerklik”ten ne anlayacağı meçhuldür.
Daha doğrusu, hiç de meçhul değildir; daha şimdiden
bazı özel üniversitelerde kendisini biçimlendiren
ve örgütleyen bir liberal şampiyonlar grubu, bunu
“devletten özerklik-sermayeye biat etme” biçiminde
tanımlamaktadırlar.
Asıl mesele de zaten budur. İşin açıkçası, bir
12 Eylül kurumu olarak düzene sayısız hizmetlerde
bulunan (ve bu arada yaşlanan!) YÖK kurumu, bugün
artık bir demokrasi ve özgürlük tartışmasının
değil, düzenin kanatları arasındaki inisiyatif
kavgalarının konusudur. Kurum, ağırlıklı olarak
liberal ya da İslami cenahtan gelen baskıyla zorlanmakta,
buna karşın oligarşinin başka bir çelik çekirdeği
aynı kurumu bir tür “kale” gibi görerek korumaya
çalışmaktadır. Ve elbette, her iki tarafta da
bilim özgürlüğü ve eğitimin demokratikleştirilmesi
gibi bir kaygı söz konusu değildir. Ayrıca her
iki tarafın da üniversitenin bir ticaret müessesesi
olarak görülmesine bir itirazı yoktur; genel neoliberal
eğilim, iki tarafta da hakimdir.
Sürece Nasıl Bakmalıyız? Bir Perspektif Denemesi
Bütün bunları alt alta yazmamızın kuşkusuz bir
sebebi var. Biz, kurumlar üzerinden yaşanan bütün
bu karmaşanın solun ve devrimci hareketin pozisyonunu
etkilediğini ve bir sıkıntı yarattığını düşünüyoruz.
Uzun süredir YÖK ve ÖSS gibi kurumlar ve onların
yarattığı sonuçlar üzerine yoğunlaşan, özellikle
YÖK’ün baskıcı yanını ele alarak “atılmalar-soruşturmalar”
eksenini öne çıkararak mesafe almaya çalışan devrimci
güçler, bu konudaki ufuklarını yeniden gözden
geçirmek durumundadırlar.
Derin araştırmalara bile gerek duymaksızın ilk
elde görülebilen gerçeklik, genel olarak eğitim
dünyasında bugün sınıfsal sorunun son derece yakıcı
bir biçimde öne çıktığıdır. Bu, devrimci güçlerin
de yönelmesi gereken hedefi belirlemektedir. Yani
devrimci güçler, artık düzen içi bir hesaplaşmanın
da nesnesi olan YÖK tartışmalarında boğulmaktan
kendilerini sıyırıp daha sınıfsal bir platforma,
eşit ve özgür, parasız, ana dilde, eğitim platformuna
daha çok ayaklarını basmalıdırlar. Hem lise, hem
de üniversiteler düzeyinde devrimci, demokratik
çalışmanın ana ekseni olması gereken yer burasıdır.
Sınıfsal piramide vuran, milyonlarca insanı geleceksizliğe
iten, düzeni sorgulayan, onun demagojik örtülerini
sıyırıp deşifre eden daha derinlikli bir yaklaşım
esas alınmalıdır. Ve elbette böyle bir yaklaşım,
alternatif programatik çerçeveyi de kalın çizgilerle
vurgulamalı, devrimci bir programın eğitim alanında
neleri önüne koyduğu anlaşılır ve ikna edici bir
biçimde ortaya konulmalıdır.
Yani “herkes üniversiteye gitmeye mecbur mu” sorusunun
karşısına, “herkesin üniversiteye gitmesi mümkün
mü” sorusunu koymak ve oradan “herkesin üniversiteye
gitme hakkı vardır ve mümkündür” noktasına ulaşmak,
bir ana eksendir. Bugünkü ÖSS karşıtı liberal
yaygaranın özü, “herkes üniversiteye gitmese de
olur, bazıları da tamirci olsun”dur ve bu demagoji,
üniversiteye gidişin önünün sınıfsal olarak kesilmesi
olgusunun üstünü örtmektedir. Başka bir deyişle,
herhangi bir A gencinin tıp öğrenimi görmesi,
o insanın tıp öğrenimini “isteyip istememesine”
değil, sınıfsal konumuna, yani ilköğretimden itibaren
aldığı eğitimin düzeyine bağlıdır. Kapitalist
toplumda çocuklara sorulan şu meşhur “büyüyünce
ne olmak istiyorsun” sorusu her zaman anlamsızdır;
çünkü çocuğun “olmak istediği” şey ile gerçekte
“olacağı şey” arasında bir uçurum vardır. Ama
bugün, neoliberal çağda, Türkiye gerçeğinde artık
soru da, yanıt da tümüyle gereksiz bir komiklik
haline dönüşmüştür.
İşte devrimci çalışma, tam da bu ekseni temel
alarak yürümeli ve gençlik kitlesi içinde böyle
bir sınıfsal damarı aramalıdır. Bu, kuşkusuz demokrasiye
ilişkin diğer damarların, anti-emperyalist bir
çerçevenin ve yine özgürlükler gibi diğer temaların
ihmal edilmesi anlamına gelmez; ama esas alınması
gereken alan “gençlik ve gelecek”, daha doğrusu
“gençlik ve geleceksizlik” olmalıdır.
Yeni öğretim dönemiyle birlikte düzen cephesinde
yeni neoliberal adımlar hazırlanırken, bu adımlarla
statükocu monarşi arasında sıkışmamak için böyle
bir perspektife ihtiyacımız vardır.
|