Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

54. Sayı - Eylül 2007

Bir kez daha yeni bir öğretim döneminin başındayız.
Üstelik şimdi artık kendi devamlılığını sağlamış olan bir iktidar söz konusu ve bu, bütün alanlarda olduğu gibi eğitimde de neoliberal adımların kesintisiz biçimde devam edeceği anlamına geliyor. Elbette başka bir olasılıkta da durum köklü biçimde değişmeyecekti ama tekelci patronların hep söylediği gibi tek başına iktidarın “emirleri yerine getirmek” bakımından bir avantajı olduğu kesin.
Aslında Türkiye’nin eğitim sistemi, uzun süredir kritik bir eşiği aşmış durumda. Zaman zaman alevlenen ve solun da gereğinden fazla önem atfettiği YÖK tartışmaları ya da ÖSS haksızlığı gibi konular, daha genel ve daha köklü bir saldırının yanında giderek sönükleşmeye yüz tutuyor.
Son derece açık: Başka bir çok alanla birlikte eğitim sistemi de son yirmi yılın ardından artık gerçek anlamda bir sınıfsal hiyerarşinin boyunduruğu altına girmiş durumdadır. Son ayrıntıları küçük küçük fırça darbeleriyle tamamlansa da genel olarak sistem, “herkesin yerini ve haddini bildiği” bir işleyişe çoktan kavuşmuştur.
Bu sağlık alanında da böyledir; orada da son ayrıntılar şekilleniyor ve yakında artık kimin ne kadar hizmet alacağı daha kesin sınırlarla belirlenecek: En iyi ve süper özel hastaneler, orta karar olanlar, semtlerdeki sözde hastane gerçekte “iğneci” küçük klinikler ve nihayet çaresizlikten bunalmış kamu hastaneleri…
Konut alanındaki sorunu çözmekte biraz zorlanıyorlar ama onu da kent merkezlerindeki kamu arazilerinden başlayarak çözmek ve sonra yıkımlarla adım adım merkezi yerleri temizlemek istiyorlar. Bu konudaki en büyük engel, özellikle İstanbul’un son 50 yıldaki çarpık gelişimidir. 50 yıl boyunca kenti durmadan eklenen dış çemberler ve her seferinde bazı çemberlerin artık “içte” kalması, gitgide ortaya karmaşık bir tablo çıkarmıştır.
Yoksulların semtleri ile süper zenginlerin mekanları birbirinden kesin çizgilerle ayrılmamaktadır ve kent merkezlerindeki muazzam rant kaynağı olabilecek araziler hâlâ “çulsuzların işgali altında”dır. Durumu “düzeltip” herkese “haddini bildirmek”, bir yandan herkesi “oturması gereken yere” oturturken, bir yandan da devasa yağma alanları yaratmak kuşkusuz zaman alacaktır; ama bu işe de başlamışlardır.

Eğitim’de Sürecin Geldiği Aşama
İşin açıkçası, vahşi neoliberal düzen, eğitimde daha fazla mesafe almıştır.
Bugün artık ta ilköğretimden başlayarak “iyi okul-kötü okul”, “sıradan öğretim-süper öğretim” ayrımı netleşmiş, bu okulların mali tabloları arasındaki uçurum kesinleşmiş ve insanların geleceğinin nasıl şekilleneceği daha ilk günden belli olmaya başlamıştır. Geçmişte, sözgelimi 1960’larda, “aydınlanmacı” kafa yapısına sahip özverili öğretmenlerin de katkısıyla ilk ve orta öğrenimde bazı dengelerin korunabildiği bir dönem vardır. Bu dönem boyunca aşağıdan gelerek kendi kaderini zorlayan çocukların öne fırlaması, dirsekleriyle kendisine toplumda bir yer açması mümkün görünmektedir; bu tür öyküler sık rastlanan öykülerdir. Ayrıca, sözünü ettiğimiz dönemde, belli bir hızla büyüyen yeni-sömürge kapitalizminin eleman ihtiyacı da durumu belirlemektedir. Sözgelimi mühendislik fakültelerinden mezun olanların 1960’lardaki iş bulma oranı ile bugünkü mezunların iş bulma oranlarını kıyaslamamız mümkün olsaydı eğer, bu tablo daha iyi anlaşılırdı. Ama bu rakamlar elimizde olmaksızın da günlük hayattan biliyoruz ki, aradaki fark çok büyüktür; çünkü Türkiye bu süreçte bir yandan kapsamlı bir “sanayisizleştirme” operasyonundan geçerken, diğer yandan da politik amaçlarla her köşeye bir üniversite açmış, ortalığı işsiz mezunlarla doldurmuştur.
Sonuçta denilebilir ki, neoliberalizmin son yirmi yıllık pratiği bütün bu konularda yapısal bir değişiklik yaratmıştır.
Öncelikle işin “üniversite öncesi” bölümü, kesin biçimde sınıfsal ayrışmaya uğratılmıştır. İlköğretim ve Ortaöğretim, gözle görünür biçimde kategorilere ayrılmış, bir yanda kaderine terkedilmiş okullar ve diğer yanda kaymak tabakanın eğitim kurumları iki uç nokta olarak şekillenmiştir. Bu arada bir zamanlar efsane sayılan Anadolu Liseleri gibi kurumların içi boşaltılmış ve sıradanlaştırılmış, böyle ara kategoriler de yavaş yavaş sahneden çekilmiştir. Hatta aynı şey, bir bütün olarak soygun sistemi olan dershanelerde de yaşanmıştır. Nasıl özel hastaneler, daha sonradan mahalle çapında klinikler ve “beş yıldızlı” hastaneler olarak ayrışmışsa, dersaneler alanında da benzeri bir dönüşüm yaşanmış, orada da sınıfsal hiyerarşi oturmuştur.
Açıkçasını söylemek gerekirse, aynı süreç, özellikle ilk ve ortaöğrenimdeki eğitimcilerin de en yoğun bozulma ve çürümeye uğradığı süreçtir. Geçmişteki “yarı-Kemalist/yarı-solcu” ama kesinlikle eğitimi ciddiye alan özverili öğretmen tipi, toplumun bütün diğer kesimleri gibi yozlaşmaya uğramış, “öğrencilerini aydınlatmayı” amaç edinmiş bir eğitimci kuşağı tasfiye olurken, geriye ya hiçbir özel “ideali” ya da amacı olmayan paragöz tipler ya da büyük olanaksızlıklar ve yozlaşma karşısında yorgun düşerek yenilgiyi kabullenen öğretmenler kalmıştır. Böylece zor koşullar altında da olsa öğrencinin umutlarını besleyen, onu eğitim konusunda yüreklendiren motivasyon büyük ölçüde düşmüştür.
Ve nihayet en önemlisi, öğrenci velileri, yani aileler de bu süreçte büyük bir deformasyona uğramışlardır. Bizzat kendisi kendi geleceğinden umutlu olmayan anne ve baba, toplumdaki hiyerarşiye, yükselme kanallarının darlığına ve kendi mali durumunun perişanlığına baktığında, artık bu sınıfsal gerçeği zorlamanın anlamsız olduğuna karar vermektedir. Yani çocuğunuz mevcut tablo içinde örneğin tıp öğrenimi görme şansına sahip değilse, zaten zar zor dönen, işsizliğin tehdidi altında bir aile ekonomisi eğitim için bir “fazla kaynak” yaratamıyorsa, okula gidip çocuğun durumunu izlemek, onun eğitimine yardımcı olup yüreklendirmek de artık bir anlam taşımamaktadır. On binlerce öğrencinin sınavlarda “sıfır çekmesi” başka türlü, örneğin “yoksulların aptallığı”yla açıklanamaz; buradaki sorun çok açıkça geleceksizlik sorunudur ve bu duygunun zihinlere artık kalıcı biçimde yerleşmesidir.
Öte yandan iş yüksek öğretime geldiğinde sınıfsal bölünme aynı derinlikte sürmektedir. Öğrencilerin yerleşme tercihi yapması için basılan kitapçık her yıl biraz daha kalınlaşmakta, kimsenin içinden çıkamadığı garip puanlama sistemleri yaratılmakta ama öte yandan eğitim gitgide daha sefilleşmektedir. Açıkçası bu alanda da sınıfsal piramit yerli yerine oturmuştur. Evet, gençlik denilen kategori, çok çeşitli sınıflardan oluşmaktadır ama bazıları biraz daha “genç”tir, başka bazıları ise erkenden yaşlanmaya başlamaktadır.
ÖSS barajlarını geçip ne kadar uydurma olursa olsun bir bölüme “kapağı atmak” zaten başlı başına bir sorundur. Ama bu başarıldığında da varılan yer hüsrandır. Üniversite öğrenimi, çok açık şekilde bölünmüş, ilk ve orta öğrenimdeki sürecin doğrudan bir devamı olarak “sıradan okullar-kariyer üniversiteleri” ayrımı netleşmiştir. Herhangi bir uyduruk üniversitenin bir bölümünde okuyan öğrenci, daha en baştan kendi şansının bilincindedir.
Yani bu alanda da aslında öğrenci kitlesinin hatırı sayılır bir bölümü, yaşam beklentilerini duruma göre sınırlamıştır. Tablo o kadar net ve belirgindir ki, umutların ufku da buna uyum sağlamaya başlamıştır. Akademisyenlerin manzarası ise artık tartışma bile gerektirmeyecek ölçüde berbattır. Artık YÖK gibi bir disiplin çerçevesi olmaksızın da bu akademisyen kuşağı yeterince “disiplinli” ve yeterince çürümüştür.

ÖSS ve YÖK… Düzen Kamburlarından Kurtulabilir mi?
Tabloyu böyle ana çizgileriyle özetleyerek asıl gelmek istediğimiz soru işte tam da budur.
ÖSS ve YÖK gibi kurumları “düzenin kamburu” olarak nitelemek belki biraz “erken” ve “abartılı” bir değerlendirme gibi görünebilir; ama durum gerçekten de böyledir ya da daha tedbirli bir deyimle söylersek mevcut durum oraya doğru gitmektedir.
Belki her iki kurumun da “düzen içinden” girişimlerle tasfiyesi şu anda mümkün görünmemektedir ama artık bu gelişme tamamen hesap dışı değildir.
ÖSS cephesinde seçim sürecinde söylenenler tamamen rastlantısal değildir. Örneğin CHP’nin bu konudaki söylemi, -programatik ifadelerine bakılırsa eğer- düzen açısından makul bir çerçeve oluşturmaktadır. Pusula 07 başlıklı seçim beyannamesinde yer alan “Lisenin son iki yılında öğrencilerin üçte birini üniversiteye yönlendireceğiz” ifadesi, çok açıkça, ÖSS’nin kaldırılmasının ne anlama geldiğini bize anlatmaktadır. Son yıllarda çok yaygınlaşan “herkes üniversiteye gitmeye mecbur değil” vecizesi böylece kendisine pratik bir anlam bulmaktadır. Bu projenin özü, “üniversiteye gitme hakkına sahip” olanları önceden belirleyerek özel bir eleme sınavı olarak ÖSS’yi gereksiz hale getirmektir. Amaç ÖSS’yi kaldırmak değil, aynı süreci zamana yayarak işi baştan “sağlama almak”, böylece öğrenim hayatına en baştan “maçı kaybederek” başlayanların şansını tamamen sıfırlamaktır.
Bütün bunlar belki hezimete uğramış bir partinin anlamsız teorileri olarak görülebilir ama değil. Neoliberal aklın yolu bir! Milli Eğitim Bakanlığı’nın son hazırladığı ve ısıtmaya başladığı proje de aynen bu çerçeve üzerinden hareket etmektedir. Projenin kenar süslemeleri olan cümleleri sıyırıp atarsanız, geriye kalan şey, tek sınavdan oluşan bir eleme sistemini tasfiye etmek ve bunun yerine işin en başından beri öğrencileri ayıklamak, sonuç itibarıyla üniversiteye girmeyi tamamen ortaöğrenimin kalitesine, yani sınıfsal piramidin satırına bırakmaktır. Bu, tümüyle “sosyal-Darvinci” bir “altta kalanın canı çıksın” projesidir ve üstelik ÖSS sisteminden bile kötü olan yanı, rastlantısal sıçramaları tamamen kontrol altına almasıdır. Artık herhangi bir öğrencinin “son düzlükte” canını dişine takarak bir performans göstermesi ve yarışı ortalarda bir yerde tamamlaması olanaksız olacaktır; çünkü artık böyle bir yarış yoktur! Bunun yerine, süreç tamamen hangi sınıfın üyesi olduğunuzla, hangi okulda okuduğunuzla ilgilidir.
Bütün bunlar belki henüz tartışma halindedir; ama ÖSS tabusunun önümüzdeki süreçte neoliberal cenahtan zorlanması ve bunun “büyük devrim” çığlıklarıyla toplumun genel kabulüne sunulması zamanı artık gelmiştir.
YÖK konusundaki sıkıntı tabii ki daha büyüktür. Orada kabuk hem daha serttir, hem de düzenin kuruma olan ihtiyacı daha kalıcıdır.
Ama buna karşın, orada görülmesi gereken şey şudur: YÖK, artık üniversite sisteminin belirleyici öğesi değildir; dolayısıyla tutulup çekildiğinde bütün diğer halkaları darmadağın edecek bir halka da değildir. Üniversite sistemindeki ana halka, sınıfsal hiyerarşi, neoliberal bozulma ve sistemin genel çürümesidir.
Kuruluşundan bu yana geçen yirmi küsur yılda YÖK sistemi üniversite kurumunun içine o kadar çok işlemiştir ki, artık kurumsal varlıktan öte, zihinlere yerleşmiş bir olgu haline gelmiştir. Özellikle öğretim üyeleri dünyasının çürümesi, düzen tarafından emilmesi bugün öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, bu akşam YÖK kurumu resmi olarak ortadan kaldırılsa yarın sabah bu dünya özgür ve bağımsız düşünme yolunda adımlar atacak değildir.
Neoliberal kariyer mantığı, paragözlük, siniklik ve statükoculuk ve bütün diğer yüz karası davranış biçimleri artık bu kitleye içkin davranışlardır. Örneğin, yıllardır kullanıla kullanıla değerini yitirmiş bulunan “özerklik” kavramı, birden fiili bir gerçeklik haline gelse, bugünkü akademisyen kuşağının bu “özerklik”ten ne anlayacağı meçhuldür. Daha doğrusu, hiç de meçhul değildir; daha şimdiden bazı özel üniversitelerde kendisini biçimlendiren ve örgütleyen bir liberal şampiyonlar grubu, bunu “devletten özerklik-sermayeye biat etme” biçiminde tanımlamaktadırlar.
Asıl mesele de zaten budur. İşin açıkçası, bir 12 Eylül kurumu olarak düzene sayısız hizmetlerde bulunan (ve bu arada yaşlanan!) YÖK kurumu, bugün artık bir demokrasi ve özgürlük tartışmasının değil, düzenin kanatları arasındaki inisiyatif kavgalarının konusudur. Kurum, ağırlıklı olarak liberal ya da İslami cenahtan gelen baskıyla zorlanmakta, buna karşın oligarşinin başka bir çelik çekirdeği aynı kurumu bir tür “kale” gibi görerek korumaya çalışmaktadır. Ve elbette, her iki tarafta da bilim özgürlüğü ve eğitimin demokratikleştirilmesi gibi bir kaygı söz konusu değildir. Ayrıca her iki tarafın da üniversitenin bir ticaret müessesesi olarak görülmesine bir itirazı yoktur; genel neoliberal eğilim, iki tarafta da hakimdir.

Sürece Nasıl Bakmalıyız? Bir Perspektif Denemesi
Bütün bunları alt alta yazmamızın kuşkusuz bir sebebi var. Biz, kurumlar üzerinden yaşanan bütün bu karmaşanın solun ve devrimci hareketin pozisyonunu etkilediğini ve bir sıkıntı yarattığını düşünüyoruz. Uzun süredir YÖK ve ÖSS gibi kurumlar ve onların yarattığı sonuçlar üzerine yoğunlaşan, özellikle YÖK’ün baskıcı yanını ele alarak “atılmalar-soruşturmalar” eksenini öne çıkararak mesafe almaya çalışan devrimci güçler, bu konudaki ufuklarını yeniden gözden geçirmek durumundadırlar.
Derin araştırmalara bile gerek duymaksızın ilk elde görülebilen gerçeklik, genel olarak eğitim dünyasında bugün sınıfsal sorunun son derece yakıcı bir biçimde öne çıktığıdır. Bu, devrimci güçlerin de yönelmesi gereken hedefi belirlemektedir. Yani devrimci güçler, artık düzen içi bir hesaplaşmanın da nesnesi olan YÖK tartışmalarında boğulmaktan kendilerini sıyırıp daha sınıfsal bir platforma, eşit ve özgür, parasız, ana dilde, eğitim platformuna daha çok ayaklarını basmalıdırlar. Hem lise, hem de üniversiteler düzeyinde devrimci, demokratik çalışmanın ana ekseni olması gereken yer burasıdır. Sınıfsal piramide vuran, milyonlarca insanı geleceksizliğe iten, düzeni sorgulayan, onun demagojik örtülerini sıyırıp deşifre eden daha derinlikli bir yaklaşım esas alınmalıdır. Ve elbette böyle bir yaklaşım, alternatif programatik çerçeveyi de kalın çizgilerle vurgulamalı, devrimci bir programın eğitim alanında neleri önüne koyduğu anlaşılır ve ikna edici bir biçimde ortaya konulmalıdır.
Yani “herkes üniversiteye gitmeye mecbur mu” sorusunun karşısına, “herkesin üniversiteye gitmesi mümkün mü” sorusunu koymak ve oradan “herkesin üniversiteye gitme hakkı vardır ve mümkündür” noktasına ulaşmak, bir ana eksendir. Bugünkü ÖSS karşıtı liberal yaygaranın özü, “herkes üniversiteye gitmese de olur, bazıları da tamirci olsun”dur ve bu demagoji, üniversiteye gidişin önünün sınıfsal olarak kesilmesi olgusunun üstünü örtmektedir. Başka bir deyişle, herhangi bir A gencinin tıp öğrenimi görmesi, o insanın tıp öğrenimini “isteyip istememesine” değil, sınıfsal konumuna, yani ilköğretimden itibaren aldığı eğitimin düzeyine bağlıdır. Kapitalist toplumda çocuklara sorulan şu meşhur “büyüyünce ne olmak istiyorsun” sorusu her zaman anlamsızdır; çünkü çocuğun “olmak istediği” şey ile gerçekte “olacağı şey” arasında bir uçurum vardır. Ama bugün, neoliberal çağda, Türkiye gerçeğinde artık soru da, yanıt da tümüyle gereksiz bir komiklik haline dönüşmüştür.
İşte devrimci çalışma, tam da bu ekseni temel alarak yürümeli ve gençlik kitlesi içinde böyle bir sınıfsal damarı aramalıdır. Bu, kuşkusuz demokrasiye ilişkin diğer damarların, anti-emperyalist bir çerçevenin ve yine özgürlükler gibi diğer temaların ihmal edilmesi anlamına gelmez; ama esas alınması gereken alan “gençlik ve gelecek”, daha doğrusu “gençlik ve geleceksizlik” olmalıdır.
Yeni öğretim dönemiyle birlikte düzen cephesinde yeni neoliberal adımlar hazırlanırken, bu adımlarla statükocu monarşi arasında sıkışmamak için böyle bir perspektife ihtiyacımız vardır.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19