Aydınlanma, özet olarak 17. ve 18. yüzyıllarda
Tanrı, us, doğa ve insan kavramlarının yeni bir
bileşime ulaşmasıyla ortaya çıkan ve Avrupa’da
sanat, felsefe ve siyaset alanlarında ilerici,
devrimci gelişmelere yol açan düşünce akımıdır.
Aydınlanma düşüncesinin temelini, usu işler kılma
ve yüceltme oluşturur. Aydınlanma düşünürleri,
evrenin us aracılığıyla aydınlanabileceğini, bu
yolla insanların bilgiye, özgürlüğe, ve mutluluğa
ulaşabileceğini savunmuşlardır.
Aslında temelleri Rönesansın ürkek adımlarıyla
atılan Aydınlanma Çağı, genel olarak 4 alanda
etkili olmuştur :
Bilimsel Alanda Devrim
Yeni yeni oluşan modern bilim, baştan savma yanıtlara
ve Yunan - Roma biliminin safsatalarına karşı
çıkıyordu. Örneğin aralarındaki büyük ayrılıklara
karşın Bacon ve Descartes, geçmişe savaş açmış,
insanlığın yazgısını bilimin çizeceğini, bunun
için de ilahiyatın bilimden ayrılması gerektiğini,
deneyin zorunlu olduğunu vurguluyorlardı.
Bilimlerdeki yeni gelişmenin öncüsü Galileo Galilei
oldu. Tanrı’nın, biri doğa kitabı diğeri Kitabı
Mukaddes olmak üzere insana iki kitap gönderdiği
biçimindeki eğretilemeyi sürdürerek, doğa kitabının
matematiğin diliyle yazıldığını savundu. Doğayı
mekan ve hareket gibi matematiksel analize elverişli
özelliklere indirgeyerek, şaşmaz doğa yasalarıyla
betimlenebilir bir araştırma konusuna dönüştürdü.
Ayrıca Kopernik, Tycho Brahe ve Kepler’in gökbilim
çalışmalarını bir adım daha ileriye götürdü. Kopernik,
Ptolemaios’un yermerkezli evren düşüncesini, yerkürenin
güneş sisteminde bir gezegen olduğunu söyleyerek
sarsmıştı. Newton bazı matematik unsurlarına dayanarak
yerçekimi yasasını ve doğanın ussallığını ortaya
koydu.
Din Alanındaki Gelişmeler
Kilise, bu yeni olgular ve açıklamalar karşısında
bir süre direndiyse de, değişen düşünce ortamına
duyarsız kalamadı. 18. yüzyıl başlarında, köklü
değişimlere yol açabilecek birçok yeni düşünce
açıktan açığa tartışılmaya başlandı. Bilimsel
ilerlemeyle birlikte artık Hıristiyanlığın doğa
görüşünün, deneysel us karşısında ayakta duramayacağı
da ortaya çıkıyordu. Huzursuz zihinler, bütün
dinsel farklılıkların gerisinde her yerde ve bütün
insanlar için geçerli, doğadan kaynaklanan tek
bir din, ortak bir inançlar bütünü olduğu düşüncesine
yönelmeye başladı. Daha sonra ‘’Yaradancılık’’
adını alan bu akıma göre, Tanrı, us ve doğa arasında
bir denge kurulması gerekiyordu. Ve felsefe de
doğa bilimlerinin yöntemlerini izlemek zorundaydı.
Bu tür bir din anlayışı, mucize inanışına da son
veriyordu. Çünkü Tanrı’nın varlığına olanak sağlayan
yasaların aynı zamanda bu tür us dışı olgulara
yer vermesi düşünülemezdi.
1726’da İngiltere’ye sığınmadan çok önce Hıristiyanlık
karşıtı usculuğu savunan Voltaire, iki yıl sonra
ülkesine döndüğünde Yaradancılık akımının din
anlayışını çarpıcı bir biçimde kaleme aldı. Voltaire
varlığın kanıtlarını doğada gözlemlenebilen ve
toplum düzenini sürdürmek için varlığı zorunlu
olan bir Tanrı düşüncesini savunuyordu.
Kuşkusuz kurulu düzen de dini ve kendini savunmak
için önceden sınanmış yöntemlere başvurdu. Engisizyon
mahkemelerinin yanı sıra sivil mahkemeler de dinsel
yargılamalara girişerek idam cezaları verdi. Ardından
Yasak Kitaplar Listesi hazırlandı; kilise ve devlet
sansürü ortaya çıktı; kitap yayımı izne bağlandı,
kitaplar yakıldı. Gizlice satılan kitaplar, yazarı
belli olmayan yapıtlar, basımevi belirtilmemiş
yayınlar dönemi başladı.
Felsefede Aydınlanma
Sıra yeni görüşlerin ışığında insanın doğasını
açıklamaya gelmişti. Hıristiyanlığın bu konudaki
görüşü kesindi: İnsan, İsa’nın ödediği kefaret
aracılığıyla kurtuluşa erişinceye değin, Adem’in
ilk günahını sırtında taşıyacaktı. Oysa ussal
çıkarım, Tanrı’nın, kendi us gücünü ve iyiliğini
insana da aşıladığı yargısına götürmekteydi ve
bu çerçeve içinde ilk günaha yer yoktu.
İnsan doğasını incelemek için Newton’un yeni bilimsel
yöntemine başvuruldu. Öncülüğünü yapan Locke ,önce
zihnin işleyişini inceleyerek insan bilgisinin
boyutlarını ve sınırlarını araştırmaya koyuldu.
Bilginin tümünü deneyimden, düşünme edimiyle ayıklanıp
sınıflandırılmış duyumlardan kaynaklandığını savundu.
Doğuştan gelen idealar yoktu, insan zihni doğuşta
boş bir kağıt gibiydi; yaşamı boyunca edindiği
deneyimler sırasında dış dünyanın verileri bu
kağıdın üzerine yazılırdı. Locke göre insanı biçimlendiren,
yaşadığı ortamdı ve insanı geliştirmenin yolu
da yaşadığı ortamı geliştirmekten geçiyordu.
İngiltere’de Aydınlanma akımının son temsilcisi
olan David Hume’un felsefesinin temelinde de usçu
düşüncesinin kalkış noktasını oluşturan nedensellik
ilkesinden duyduğu kuşku yatıyordu. Ama Hume,
Locke’ tan farklı olarak her ideanın önce bir
izlenimi olması gerektiğini ileri sürüyor, deneyimlerin
temeline insanın saf algılarını koyuyordu.
İnsanın doğasını kavramaya çalışırken, etik sorunlar
da önem kazanıyordu. Uscu tümdengelim yöntemiyle
bakıldığında( usunu kullanan insan özünde iyi
olduğuna göre ), neyin doğru olduğunu bilmek,doğru
olanı yapmak demekti. Oysa doğru olanı bilenin,
her zaman doğru olanı yapmadığı görülüyordu. Bu
yüzden de ahlaksal davranışların temellerini araştırmak
gerekiyordu. Büyük usçu düşünürler bile, insan
doğasının düşünsel olmayan boyutunda, ahlaksal
uyarıcıların, yani tutkuların bulunduğunu kabul
ediyorlardı. Hıristiyanlık, hep insanın cennetteki
mutluluk özlemine ve cehennem acılarından duyduğu
korkuya seslenmişti. İnsana özgü bu eğilim kolayca
genelleştirilebilir ve yaşamın dinamik gücünü
haz arayışının ve acıdan kaçınma çabasının oluşturduğu
savunulabilirdi.
Ahlaksal davranışların kişinin kendi içinden kaynaklandığı
konusunda kuşkuya düşüldüğüne göre, bu davranışların
kaynağı belki de kişinin dışında aranmalıydı.
Hıristiyanların yanıtı hazırdı; Tanrı, Kitabı
Mukaddes aracılığıyla insanlara nasıl davranılması
gerektiğini bildirmişti. Tanrı ile ilişkisini
kesmiş düşünürler için yanıt yeterli değildi.
17. yy ortalarında Thomas Hobbes, doğal bir çerçevede
hazzın ve acının otoritesinde yaşayan insanların,
herkesin herkese karşı savaş içinde olduğu bir
kargaşa ortamına düşeceği sonucuna varmıştı. Bunun
tek çözümü, bir devlet kurmak ve kayıtsız şartsız
onun yasalarına boyun eğmekti.
Hobbes’un ardılları ahlak kargaşasına çözüm olarak,
topluluğun refahı üzerine kurulu yasalar bütünü
oluşturmayı önerdiler. Benmerkezci insanı toplumsal
varlığa dönüştürmenin tek yolunun iyi yasalar
yapmak olduğu ileri sürüyorlardı. İyi yasa yapma
sanatının özü, benlik tutkusuyla davranan insanları,
birbirlerine karşı her zaman adil olmaya yöneltmeyi
bilmekti. Jeremy Bentham, ‘’bırakınız yapsınlar’’
demokrasisinin ilkelerini bu birikim içinden bulup
çıkaracaktı.
Siyasal ve Toplumsal Düşünce
Yaradancıların dünya çapındaki doğa dini araştırmaları,
insanların ırk ya da gelenek farklılıklarını değil,
tam tersine ortak özelliklerini bulmaya yönelikti.
Hume’a göre, insan doğası temelinde çok değişmediğine
göre, bu yapının değişmez ve evrensel ilkelerini
bulmak gerekiyordu. Doğal hukuk kavramı, toplumsal
sorunlara uygulanınca bazı belirgin değişiklikler
geçirdi. Yeni anlayışa göre doğal hukuk, artık
olanı değil, olması gerekeni gösteriyordu ve olması
gerekenin çok uzağında bulunan insanlığın durumu
karşısında Aydınlanma, eleştirel, reformcu ve
giderek (devrimci) nitelik kazanacaktı.
Locke, Hobbes’un bireyciliğini ve devleti tanrısal
bir kurum değil, yararlı bir aygıt olarak gören
yaklaşımı benimsedi. Locke’ a göre doğal hukuk
insana başta yaşam, özgürlük ve mülkiyet olmak
üzere belli haklar tanımıştı. Herkesin kendi hakkını
tanımlayıp savunmasının yol açacağı kargaşayı
önlemek için, özellikle bireylerin hakkını savunmak
üzere bir siyasal topluluk oluşturulmuştu.
Devlet bireyin onayı ile kurulmuştu ve çoğunluğun
kararı ile yönetilmeliydi.
Kara Avrupasında ise, 18. yüzyılın huzursuz ortamının
nedenlerini araştırmak ve bunlara çare önermek
için koşullar uygun değildi. Fransa’da mutlakiyet,
kamuoyunu ve açık tartışmayı baskı altına almış,
feodal kurumları temizleyememişti. Devlet ile
Katolik Kilisesi arasındaki sıkı bağlar yüzünden,
Kilise’ye karşı gelmek devlete karşı gelmekle
eşanlamlıydı. Bütün bunlar siyasal düşüncelerin
gelişmesini engelliyordu. Voltaire yaşamı boyunca
Fransız tahtını savunmuş; kendisi de bir soylu
olan Montesquieu soylulara devlette daha çok görev
verilmesini önermiş; soylular ile kral arasındaki
çelişkiyi hiçbir zaman kavrayamamış olan Diderot,
bazen birini bazen diğerini tutmuş ama hiçbiri
mutlakıyete karşı olamamıştı. Hepsi reform konusundaki
umutlarını becerikli hükümdarlara bağlamıştı.
1762’de yepyeni bir siyaset kitabı yayımlandı;
Toplum Anlaşması... Rousseeau bu kitabında, bireyin
özgürlüğüne dokunulmaksızın onun ahlaksal erdemini
yüceltecek bir toplum modeli öneriyordu. Bu modele
göre, bireyler tüm güçlerini ve haklarını, bir
parçasını oluşturdukları ‘’genel irade‘’ye devredecekler,
böylelikle siyasal yaşama eşit oranda katılacaklardı.
Bu sözleşmeden sonra birey, gene doğal durumunda
olduğu gibi özgür olacak, ama doğal özgürlüğünün
yerini toplumsal özgürlük alacağından, doğal insan
ahlaksal bir varlığa dönüşecekti. Locke tanımlanmamış
bir çoğunluktan söz etmişti; Rousseeau ise siyasal
demokasi öneriyordu. ABD, bağımsızlık bildirgesi
ile Locke’cu öğretiyi benimsedi; Fransız devrimcileri
ise bildirilerinde Rousseeau’ nun genel irade
ve ulusal egemenlik kavramlarına yer verdiler.
Genel olarak Aydınlanma düşüncesi, Locke’un, mülkiyetin
doğal bir hak olduğu görüşünü aykırı bulmuyordu.
Ama Rousseeau, bu konuda kuşkuları olan Hume’a
katılıyor, siyasal demokrasinin görece bir eşitlik
olmaksızın gerçekleşemeyeceğini savunuyordu. Adam
Smith’ in ‘’Ulusların Zenginliği’’ adlı yapıtı
bir tür ekonomik bağımsızlık bildirisiydi.
İnsanların, ahlaksal ve toplumsal alanda kendi
geleceklerini kendilerinin belirlemesi düşüncesi,
Avrupa’ da bir dizi Ütopyacı görüşün ortaya çıkmasına
yol açtı. Yaşanan toplumlar umulanı sağlayamadığına
göre, yeni toplum modelleri kurmak gerekiyordu.
Bu görüşü savunan özellikle ‘’Yeni Atlantis’’in
yazarı olan Francis Bacon’dır. Bacon, alışılmış
eski kalıpların dışında yeni bilgi temelleri üzerine
kurulu toplum modelleri önerdi. Aydınlanmanın,
zamandışı öncesiz ve sonrasız gerçeklerine inen
en büyük darbe, bilimsel sorunların olduğu kadar
dünyadaki ve bütün olayları da sürekli değişim
açısından yeniden ele alan tarihsellik bilincinin
yükselişinden geldi. Aydınlanmanın son günlerinde
Batı düşüncesi, Edmund Burke, Hegel, Darwin ve
Marx’a doğru yol almaya başlamıştı. Marx’ın artık
dünyayı yorumlamakla yetinmeyip, dünyayı değiştirmek
gerektiğine ilişkin düşünceleri, gerçekten de
tarih, felsefe, siyaset, ekonomi alanlarında önemli
tespitlere ve bilimsel sosyalizmin hayat bulmasına
yol açmıştır.
|