Türkiye kamuoyu aylardır, “Sınır-Ötesi Operasyon”
gündemiyle yatıp kalkıyor, her gün yeni söylentiler
ortalığı kaplıyor; bir gün Genelkurmay “biz istiyoruz
ama n’apalım” açıklaması yapıyor, ertesi gün hükümet
bir şey söylüyor, daha sonra bir “uyum” gösterisi
yapılıyor ama o “uyum” da ancak üç gün sürüyor.
Öyle anlaşılıyor ki, bu mesele bir yandan inisiyatif
savaşlarının bir nesnesi olarak ele alınıyor,
diğer yandan da ucu okyanuslar ötesine giden problemleri
içinde barındırıyor.
İşin ucu ABD’ye kadar dayanıyor ve belli bir tıkanma
yaşanıyor ama bu ordunun boş durduğu anlamına
gelmiyor. Birdenbire icat edilen “tatbikat”lar
serisi, topçu atışları, güvenlik bölgesi adı altında
uygulanan ablukalar, vb. devam ediyor. Üstelik,
bölgedeki tabelalardan anlıyoruz ki, kamuoyunda
hiç dile gelmeyen bir tarih sınırını ordu koymuş
bile: Mayıs 2008! Yani Mayıs 2008’e kadar ordu
bölgede istediğini yapabilir!
Gerçekten de mesele Temmuz 2007 itibarıyla salt
bir askeri operasyon boyutunu aşmış durumdadır.
Mesele, 22 Temmuz seçimlerinin bölgedeki uygulamasından
Türkiye’nin Güney Kürdistan’da ve bütün bölgedeki
yayılmacı amaçlarına dek birçok unsuru içinde
barındırıyor.
Halka Söylenen Yalanlar...
Gerçekleri anlamak için önce yalanlardan yola
çıkmak gerekiyor.
Aylardır her asker cenazesinden sonra halka iki
tane yalan söyleniyor.
Birincisi, Kuzey’deki Kürt hareketinin varlığının
Güney’deki oluşuma bağlı olduğu, Güney’e operasyon
yapılırsa PKK’nin çökeceği iddiasıdır.
Bu iddia doğru değildir. PKK olgusunun bütün parçalarda
belli bir etkinliğinin olduğu, kamplarının bulunduğu
bir gerçek olmakla birlikte, operasyon bahanesi
yapılmak istendiği gibi onun dışsal olduğu iddiası
düpedüz yalandır.
PKK, esas itibarıyla Misak-ı Milli sınırları içindeki
Kürt toprağından doğmuştur, kendi kitlesel zeminlerini
orada yaratmış ve esas olarak orada büyüyüp gelişmiştir.
Hatta denilebilir ki, PKK, en azından oluşumu
itibarıyla TC sınırları içindeki Kürtlerin bir
örgütüdür. Sonradan, diğer parçalarda (ve hatta
İspanya’dan Avustralya’ya dek uzanan bir coğrafyada)
etkinlik kazanmış olması, bu gerçeği ortadan kaldırmamıştır.
Yani, Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay arasındaki
beş yüzü şurada beş bini burada polemiği ne olursa
olsun, PKK esas olarak burada, bu sınırlar içindedir.
Her şeyden önce esas kitlesel-politik kaynakları
buradadır.
Dolayısıyla, provokasyonlarla, istihbarat örgütlerinin
organize ettiği haber kampanyaları ve dezenformasyonla
bütün PKK varlığını ve eylemlerini Kandil hattına
bağlamak ve “oradan geliyorlar, öyleyse oraya
vuralım” diyerek bir söylem tutturmak düpedüz
demagojidir ve gerisinde başka amaçları barındırmaktadır.
İkincisini bizzat Genelkurmay Başkanı da istemeye
istemeye itiraf etti: Böyle bir harekat, askeri
bakımdan hiçbir anlam taşımamaktadır. Şimdiye
kadarki “sınır-ötesi” operasyonlarda da esasen
bir başarı sağlanmış değildir. Herkesten çok ordu
güçleri bilmektedir ki, PKK, bütün diğer gerilla
organizasyonları gibi böyle bir durumda geri çekilerek
en fazlasından vur kaç eylemlerini tercih edecek
ve Kandil’e ayak basan ordu, orada eski püskü
eşyalardan başka bir şey bulamayacaktır.
Bunu bilmek için aslında askeri uzman olmak gerekmiyor
ama yine de etkin bir medya kampanyası aynı yalanı
tekrarlamaktan geri durmuyor.
Saldırganlık ve Hegemonyacılık
Peki neden?
Durum bu kadar açık olduğu halde neden bu kampanya
ısrarla sürdürülüyor?
Bu sorunun tek bir yanıtı yok. Olgunun çeşitli
yanları var ve tümünü tek tek ele almak gerekiyor.
Sorunun bir bölümü, kuşkusuz oligarşi içindeki
çatışmalar ve seçim süreçleriyle ilgilidir. Bir
yandan şovenizmi sürekli biçimde tırmandırıp diğer
yandan hükümeti sıkıştırmak ve böylece bir parça
daha inisiyatif kazanmak ordunun amaçlarından
biridir. Ayrıca zaten, şovenizmin bu yolla tırmandırılması
hükümetle olan çatışmanın da ötesinde saptanmış
politikalardan biridir.
Öte yandan, 22 Temmuz sürecine kadar bölgeyi gitgide
artan bir ablukaya almak, özellikle yurtsever
kimliğiyle tanınan yöreleri bunaltmak, insanları
yöreden kaçırtmak da bir başka amaçtır. Kürt yurtsever
hareketi ideolojik olarak ne kadar geri bir noktaya
gelmiş olursa olsun kayda değer bir milletvekili
sayısını meclise sokması düzen açısından elbette
ciddi bir sıkıntıdır.
Ama bu iç tepişmelerin ötesinde asıl amaçlardan
biri kuşkusuz bölgeyle ilgilidir.
Türkiye oligarşisi, açıkça bölgede daha fazla
inisiyatif gösterme, kabadayılık ve saldırganlık
yoluyla bir parça daha fazla zemin kazanma peşindedir.
Bol keseden atan yazar-çizer takımının “Kerkük”
hesapları elbette boştur. ABD, Irak’ta asgari
bir istikrar çizgisi yakalayabildiği tek yer olan
Güney Kürdistan’ın böyle bir karmaşaya girmesine
izin vermeyecektir ve Türkiye’nin de ABD’nin inisiyatifi
dışında bir harekat yapma ihtimali yoktur.
Geçmişte defalarca Türk ordusuyla işbirliği yapmış
olan Güneyli Kürt liderler de buna dayanarak hareket
etmekte ve bu kez daha “dik” durmaktadırlar. Yani
sonuçta, Türkiye’nin önce sınırdan girmek, sonra
yavaş yavaş kalıcı bölgeler oluşturmak, sonra
da bölgenin aktörlerinden biri olmak gibi planları
olsa da, bunlar büyük efendinin duvarlarına çarpacaktır.
25 Haziran 2007 günü Cumhuriyet’te yayınlanan
Genelkurmay raporu da, “yakında Irak’taki gelişmelere
müdahil olma imkanlarımız tümüyle ortadan kalkacak”
derken bunu kastetmektedir. Aslında bu anlamda
hem ordunun, hem de genel olarak Türkiye devletinin
Güney açısından durumu hazin bir noktadadır.
Buna rağmen yapılan şey, sürecin zorlanması, çeşitli
manevralarla karşı tarafın yani Güney’deki yönetimin
sıkıştırılması, sürekli baskı altında tutulması
ve bu arada içerde azdırılan şovenizmin bir ölçüde
tatmin edilmesidir.
Sonuçta ortada bir harekat yoktur ve bildik anlamda
bir harekat da olacak gibi görünmemektedir. Buna
rağmen, mevcut kriz durumu provokasyonlarla sürdürülmekte,
tansiyon zaman zaman artırılıp zaman zaman düşürülmekte
ve süreç hep canlı tutulmaktadır. Önümüzdeki süreçte
yeni provokasyonlar ve yeni krizler üretilmesi
ve iplerin daha da gerilmesi bu bakımdan mümkündür.
Bir Kez Daha Devrimci Tutum Üzerine
Durumun böylesine karmaşık olması, devrimci güçler
açısından tam tersine bir tutumu, sadeliği gerektiriyor.
Devrimci ilkelere bağlanmış bir tavır, olguları
karşılamak için yeterlidir.
Her şeyden önce, özel olarak belirtmeye bile gerek
yok, kendi devletinin yayılmacı, hegemonyacı girişimlerine
karşı çıkmak, herhangi bir ülkedeki devrimcilerin,
sosyalistlerin görevidir. Güney’deki yapılanmanın
Amerikancı niteliği, bu görevi hiçbir biçimde
geçersiz kılmaz. Sorun, oradaki yapının niteliği
değil, buradaki yapının, yani Türkiye oligarşisinin
niteliğidir. Bu nitelik ise açıkça hegemonyacı
ve saldırgandır. Üstelik, bu yapı, Güney’deki
liderlerden çok daha fazla Amerikancıdır, ABD
emperyalizmi ile bağları, onlardan hem daha eski,
hem de daha sağlamdır.
İkincisi, ortalık ne kadar toz duman, karmakarışık
olursa olsun, Kürt halkının bağımsızlık ve özgürlük
isteği ve hakkını bundan tamamen bağımsız olarak
savunmak yine bir devrimci görevdir. Güneydeki
yapılanma onursuz biçimde ABD işgalinin bir parçası
olsa da, bu önderlikler Kürt halkının özlemlerini
emperyalist oyunlara bağlamış olsalar da, Kürt
halkı, bütün diğer halklar gibi bu haklara sahiptir
ve bu hak, hiçbir gerekçeyle reddedilemez.
En önemlisi de, Güney’e karşı TC tavrının kökeninde
yatan inkâr ve imhaya dayalı ırkçı ideolojik yapıdır.
Bu tavır, onca yıl sonra hâlâ “dağ Türkleri” ve
“kart-kurt” noktasındadır; Kürt ulusunun varlığını
tanımamakta, onun bir devletinin olabileceğini
asla kabul etmemektedir. Aradan geçen yıllar boyunca
edilen “Kürt realitesi” gibi laflar ne olursa
olsun, asıl mantık hep aynıdır: Herkesin devleti
olabilir, Kürtlerin asla!
Asıl ideolojik temel budur ve devrimci sosyalistler,
bütün diğer sebepler bir yana, salt bu nedenden
ötürü bile bu saldırgan politikaların karşısında
durmak zorundadırlar. Bir ulusun varlığının ve
haklarının reddi, devrimcilerin hiçbir biçimde
kabul edemeyecekleri bir şeydir.
Gündemi bu yolla geren Genelkurmay politikalarına
karşı çıkmak, daha doğrusu kitlelerin gerçek gündem
maddelerine yönelerek şovenist provokasyonları
etkisizleştirmek, önümüzdeki süreçte devrimci
güçlerin en önemli görevlerinden biri olacaktır.
|