Geçen sayımızda yayınlanmak üzere dergimize
gönderilen, ancak elimize geç ulaştığı için baskıya
yetişemeyen bu yazıyı, bu sayımızda okurlarımıza
sunuyoruz.
6 Haziran 1981’de şehit düşen önder yoldaşlarımız
ATİLLA ERMUTLU, TAMER ARDA, DOĞAN ÖZZÜMRÜT ve
ERCAN YURBİLİR’i; 25 Haziran şafağında ölümsüzleşen
AHMET SANER ve KADİR TANDOĞAN’ı; Haziran şehitlerimizi,
tüm devrim ve sosyalizm şehitlerimizi anıyor,
onurlu tarihimizi ve şehitlerimizi selamlıyoruz.
Devrim ve Parti tarihinde bazı günler, özel bir
yerde durur ve o tarihsel süreçle özdeşleşir;
tarihsel günler, o tarihsel sürecin bir özetidir,
her şeyi bünyesinde cisimleştirir, buradan geleceğe
köprü olur. Haziran ayı ve şehitlerimiz bizim
için böylesi bir tarihsel sürecin simgesi ve özetidir.
Haziran şehitlerimiz, partimizin önder kadroları
olma nitelikleri ile Partimiz için adeta ikinci
bir KIZILDERE’dir; ama şehitlerimiz, bir tarihsel
sürecin yapıcıları olmalarıyla aynı zamanda devrimimiz
için önemli bir yerde dururlar, adeta, bir devrim
sürecinin, 1974-81 sürecinin özeti olup, bu tarihsel
sürecin kazanımlarını, değerlerini temsil ederler.
Bu açıdan, her vesile ile Haziran şehitlerimiz
somutunda bu süreci irdelemek ve günümüzle bağını
kurmak gereklidir. Çünkü, bu tarihsel anda bir
devrim tarihi gizlidir ve oradan günümüze akan,
bizi ve devrimimizi besleyen güçlü damarlar vardır.
Tarih bilincinden yoksun bir parti geleceği kazanamaz;
21. yüzyılın Devrimci Komünist/Sosyalist partisi
bu bilinç ve güçle inşa edilecektir.
Mahir Çayan yoldaş önderliğinde 1965-70 Devrimci
Gençlik Hareketi içinde TİP ve MDD süreçlerini
yaşayıp, buradan devrimci kopuşları gerçekleştiren
ilk öncülerimiz, 1970 sonlarında partileşmişlerdir.
Bu Devrimci Komünist/Sosyalist politik irade,
yani THKP-C’nin kuruluşu, devrimimiz için bir
dönüm noktasıdır. Artık devrimimiz, bu kuruluş
iradesi ve 71 silahlı hareketi ile geriye dönülmez
bir devrim sürecine girmiş ve geleceğe yön vermiştir.
Devrimimiz ve devrimci tarihimiz bu süreçle başlamıyor,
ama artık bu süreç günümüze kadar uzanan sürecin
adeta temel dinamiği oluyor.
KIZILDERE, partimiz ve devrimimiz için yenilgiyi
ifade ediyor; partimiz, örgütsel olarak dağılıyor
ama geride devrimimize yön veren, devrimci sosyalist
ideolojik-politik-kültürel miras bırakıyor.
Haziran şehitlerimiz ve Devrimci Sosyalist Hareket,
parti tarihimizin onurlu bir halkası olan 1974-81
sürecini, bu devrimci miras üzerinden inşa ediyor.
Bu süreçte, 12 Mart açık faşizmi, 71 silahlı direnişinin
bu programı bozması ile geri çekilmiş, oligarşi
ve devrimci hareket için, yükselen sınıf mücadelesine
bağlı olarak yeni bir düzeyi ifade etmektedir.
Emperyalist- kapitalist sistem, hem içsel, hem
de sosyalizm ve devasa devrimci ulusal kurtuluş
savaşlarının rolü ile bu süreçte kriz sarmalına
girmiş, bu krizin ülkemize yansıması ve ülke içi
sınıfsal/toplumsal dinamiklerle buluşması sonucu,
sadece ekonomik değil, siyasal krizlerin de önünü
açmıştır. Oligarşi, tarihsel eğilimler ve çelişkilerin
de devamı olarak, bu süreçte iki ana merkezde
örgütlenmiş, bunlar aracılığı ile krizi aşma ve
yönetme arayışı içindedir.
Birincisi; 71 silahlı direnişinin de etkisi ile
oluşan kitlelerin düzene karşı tepkilerini “sol”dan
düzen içine toparlamaya çalışan ve o günlerde
kısmen de olsa başarılı olan Ecevit ve CHP’dir.
“Bu düzen değişmelidir” söylemleriyle kitlelerin
sömürücü düzene tepkilerini eritmeye çalışan,
orta sınıfların desteğini yanına alan CHP ve Ecevit,
sonradan da anlaşılacağı üzere, oligarşinin, tekelci
sermaye ve kapitalist büyük toprak sahiplerinin
bir kanadının temsilcisidir.
İkincisi ise, MC hükümetlerinde ifadesini bulan,
emperyalizm için hâlâ bir ihtiyaç olarak varlığını
koruyan AP ve diğer burjuva partileridir. MHP,
bu süreçte çok daha özel bir yerde durur. Baştan
bu yana emperyalizmin, özelikle de NATO ve CIA’nın
denetiminde kontr-gerillanın sivil gücü olarak
örgütlenmiş, işçi ve emekçilerin düzene yönelik
tepkilerini bastırmak için vurucu güç olmuştur.
Yeni-sömürgecilik üzerinde biçim alan sömürge
tipi faşizmin sivil vurucu gücüdür, faşizm en
çok MHP kanalı ile kendine taban bulma çabası
içindedir. Diğer burjuva partileri, elbette faşizme
bağlanıyorlar ve onun hizmetindedirler, ama bu
partilerin kitle tabanı, özellikle CHP’nin kitle
tabanı, orta sınıfların reformist taleplerini
de dillendirmektedir ve MHP ile özdeş değildir.
Ama bu çelişkili birlik, 12 Eylül açık faşizmi
sonrası, yeni-liberal politikalar ekseninde tüm
burjuva partilerin buluşması ile bozulmuş, faşizmin
yeniden yapılanması ile aynı MHP klasik faşist
yapılanma özelliğini korumasına rağmen özellikle
28 Şubat ve en son 27 Mayıs süreçlerinde görüldüğü
gibi, şovenist/ırkçı bir söylemle, sadece MHP
değil, CHP ve diğer burjuva partilerini içine
alan biçimde, çoğu kez sahte gündemler pompalanarak,
faşizm, yeni bir konseptle kitle tabanı yaratmak
istemektedir. Bu bir tür neo-faşist ya da popüler
milliyetçilik diyebileceğimiz durumu ifade etmektedir.
71 sonrasında oligarşinin bu iki ana kampı arasında
eritilmeye çalışılan işçi ve emekçi sınıfların
tepkileri ve hak arayışları, yaşanan sürekli kriz
ve sonuçlarından beslenmiş, 71 silahlı devriminden
güç alarak yükselmiş, bu iki gerici ve karşı-devrimci
barikatın dışında kendi mecrasını aramıştır. Devrimci
hareket örgütsüz ve dağınıktır, kitlelerin kendiliğinden
hareketi oldukça güçlüdür. 71 silahlı mücadelesi
kitleler ve devrimciler üzerinde büyük bir sempati
oluşturmuştur; ama bunları örgütleyip doğru yönlendirecek
devrimci yapılar yoktur; bunun arayışları vardır.
Sol ve devrimci hareket, 1965-71 sürecinin ideolojik
mücadelesinin devamı olarak, bu süreçte ön plana
çıkan 71 silahlı devrimci hareketin değerlendirmeleri
ve uluslararası sosyalist harekette yaşanan çelişki
ve çatışmalar üzerinden yeniden biçimlenmektedir.
Hiç şüphesiz en çok tartışılan ve temel bir unsur
olarak ayrıştıran, 71 değerlendirmesi ve THKP-C’dir.
Bu süreçte, istisnasız tüm sol ve devrimci oluşumlar,
red veya kabul merkezli, THKP-C ve KESİNTİSİZ
DEVRİM I-II-III üzerinden kendini tanımlamışlardır.
1974-75 süreci bu temelde ilk oluşumları içerir.
Devrimci sosyalist hareket, bu ortamda kurucu
yoldaşların ilk devrimci çalışmaları üzerinden,
hatta ilk başta kendilerine önderlik edebilecek
71 kadrolarına baş vurarak bu süreci örgütlemek
istemiş, ancak bu arayışların boş olduğunun farkına
varıp kendi öz gücü ile yoluna devam etmiştir.
Bu süreçte, dönemin bir özgünlüğü olarak örgütsüz
ve merkezileşememiş P-C grupları ortaya çıkmıştır.
Sol ve devrimci hareket, kendiliğindenci kitle
hareketini yakalamak istemektedir ve özellikle
71 silahlı mücadelesi temelinde yeniden saflaşmaktadır.
Devrimci sosyalist hareket, P-C devamı olarak,
bu siyasal ortam içinde, ideolojik alanda biraz
da savunma zemininde kalarak politik bir irade
olarak kendini inşa etmiş ve politik alanda kendine
yer açmıştır. P-C’nin bir “çelik çekirdeği” olarak
kendini tanımlayan ve diğer P-C güçleri ile mücadele
içinde bütünleşmeyi önüne koyan Devrimci sosyalist
hareket, partileşmeyi bu süreçte P-C güçleri ile
birlikte başarmayı önüne koymuştur. Devrimci sosyalist
hareket, sol ve devrimci harekete egemen olan
ideolojik keşmekeş içinde KESİNTİSİZ DEVRİM I-II-III’ü
temel programatik platform olarak benimsemiş,
politik alanda şehir gerillası temelinde önemli
adımlar atmış, bir dizi eksiklikler taşısa da
devrimimiz için her dönem savunulacak onurlu bir
mücadele tarihini örgütlemiştir.
Haziran şehitlerimiz ve tüm parti şehitlerimiz,
bu sürecin örgütleyicileri, KIZILDERE’den devralınan
devrim ve sosyalizm bayrağını en önde taşıyan
savaşçılar, devrimci tarihimizin yaratıcılarıdırlar.
12 Eylül: Bir Dönemeç
Devrimimiz, 12 Eylül açık faşizmi ile tümden tasfiye
edilmek istendi. 12 Eylül açık faşizmi, 12 Mart
açık faşizmin devamı olup emperyalizm ve tekelci
burjuvazinin çok daha kapsamlı saldırı programıdır.
Dahası, 24 Ocak kararlarında ifadesini bulan yeni-liberal
politikaların rahat uygulanması için, devletin
ve toplumun yeniden örgütlenmesidir. Bu anlamda
12 Eylül açık faşizmi, sadece işçi ve emekçilere,
tüm sol ve devrimci harekete yönelik kapsamlı
ve boyutlu baskı, işkence, katliam, kitlesel tutuklama
vb. değildir; yeni-sömürge kapitalizmin, yeni-liberal
politikalarla yeniden örgütlenmesi, buna uygun
yeni bir sermaye birikim düzeyi, tüm toplumu baştan
aşağı kesen ve ona yön veren bir dönemin, yeni
tarihsel sürecin başlangıcıdır.
Emperyalizme bağımlı yeni-sömürge ülkemizde yaşanan
sürekli krizden tekelci sermeye kendi lehine çözümler
aramış, yükselen ve düzenin sınırlarını zorlayan
işçi ve emekçi sınıfların mücadelesi, sadece tekelci
burjuvaziyi değil, tüm burjuvaziyi korkutmuş;
12 Eylül açık faşizmi, işbirlikçi tekelci sermaye
ve büyük kapitalist toprak sahiplerinin çıkarlarını
temsil etse de tüm burjuvazinin desteğini almıştır.
Emperyalizmin örgütlediği 12 Eylül açık faşizmi,
aynı zamanda, özelikle İran İslam devrimi ile
Ortadoğu’da ortaya çıkan boşluğu doldurmak amacını
güder. Siyasal açıdan her düzeyde emperyalizme
bağımlılık, bu temelde derinleşen sömürü, yeni
sermaye birikimi modeli ile ülkenin ekonomik açıdan
da tümüyle emperyalizmin açık pazarına dönüşmesi,
emperyalizm, yerli tekelci sermaye ve büyük kapitalist
toprak sahiplerini çıkarları temelinde devletin
ve toplumun yeniden örgütlenmesi; işte yeni dönemin
başlangıcı budur. Aslında bu, 1990’da reel sosyalist
ülkelerin çözülüşü ile dünyanın tümden yeniden
biçimlendirilmesiyle bütünlüklü olarak yeni bir
tarihsel süreci/dönemi başlatan restorasyon politikalarının,
yani emperyalizmin yeni bir dönemini yaratmayı
hedefleyen restorasyon politikalarının ülkemizdeki
ilk adımından başka bir şey değildir.
Bu kapsamlı restorasyon programının başarısı,
öncelikle devrimci ve sol hareketin ezilmesine
bağlıdır. Bu yüzden 12 Eylül açık faşizmi tam
bir vahşettir; işkence, kitlesel tutuklama, idam
sehpası, katliam, tüm demokratik hakların bir
çırpıda inkarı, sendika ve demokratik kitle örgütlerinin
kapanması, işten çıkarma, hukuksuzluk, tüm hak
arayışlarının bastırılması, özcesi koyu bir diktatörlüktür.
Burjuva partiler “beceriksiz” bulunup kapatılmış,
her şey cuntanın elinde toplanmış, sendikalar,
demokratik kitle örgütleri, devrimci-demokrat
basın kapatılmış, kitlesel tutuklamalar eşliğinde
tüm ülke açık hapishaneye dönüşmüş, toplum terörle
sindirilmiş, devlet yeniden örgütlenmiştir.
Doğal olarak bu kapsamlı saldırıların odağında
devrimciler, özelikle de silahlı devrim hareketi
vardır. Aslında 12 Eylül öncesi gerileyen sol
ve devrimci hareket, önemli ölçüde kendiliğinden
örgütlülüğü aşamamış, devrim için maddi koşulların
son derece olgun olduğu bir süreçte kitlelerin
taleplerine tam olarak yanıt olamamış ve onların
politik alanda örgütlenmesini tam olarak başaramamış,
hatta politik karakteri olmayan bölünmelerle giderek
kan kaybetmiştir. Devrimci sosyalist hareket dahil
tüm ana devrimci yapılar, siyasal ve programatik
düzeyde neyi savunuyor olursa olsun, ki bunlar
önemlidir, iç bölünmeler yaşamış, süreci aşacak
güçlü politik projelere sahip olunamamıştır.
Bu iç zayıflıklar, kapsamlı ve stratejik saldırılar
karşısında güçlü direnişler çıkaramaz. Zaten sol
ve devrimci hareketin bir kısmının da direnme
politikası yoktur. Nitekim, 12 Eylül açık faşizmi,
beklentilerden daha az bir direnişle karşılaşmıştır.
Her şeye rağmen direnenler vardır; Haziran şehitlerimiz
önderliğinde Devrimci Sosyalist Hareket ilk direnişi
örgütler, bu süreçte devrimimizin önünü açmak
için kapsamlı bir program için örgütsel hazırlıklar
vardır; ama özellikle Haziran şehitlerimiz somutunda
alınan örgütsel darbeler bu sürecin sağlıklı gelişmesini
önlemiş, bu ve bunu izleyen darbelerle Devrimci
Sosyalist Hareket giderek güç kaybetmiş, içe kapanmış,
süreci aşacak politik ve örgütsel projeler üretememiştir.
İşte 6 Haziran’da İsrail konsolosunun kaçırılması
eylemi hazırlığında şehit düşen ATİLLA ERMUTLU,
TAMER ARDA, DOĞAN ÖZZÜMRÜT, ERCAN YURTBİLİR; 25
Haziran’da idam sehpalarında partinin ve devrimin
onurunu temsil eden, anti-emperyalist bir eylemde
ABD’li ajanların cezalandırılmasında tutsak düşen,
ölümü zafer işaretleri ile karşılayan HAKKI KOLGU’nun
yoldaşları KADİR TANDOĞAN ve AHMET SANER yoldaşlar,
bu tarihsel sürecin öncüleridirler, devrimci tarihimizin
yapıcılarıdırlar.
Tarihin Bu Anında Şehitlerimizle Buradayız
Tarih bugün yeniden harmanlanıyor; her şey bu
temelde yeniden biçim alıyor.
Emperyalist-kapitalist sistem, 2. Paylaşım Savaşı
sonrası ABD emperyalizmi önderliğinde yeniden
örgütlenirken, bu süreç kapitalizmin daralan pazarlara
rağmen kar oranlarının yükseldiği, sosyalizmle
yarış içinde kendini yeniden ürettiği bir süreçtir.
Bu süreç, 1945-70 süreci “altın çağ” olarak da
tanımlanır. Ama 1970’ler devlet destekli kapitalizmin
gelişmesinin tıkandığı ve sosyalizmin, özellikle
de devrimci ulusal kurtuluş savaşlarının rolü
ile kriz sarmalına düştüğü yıllardır. Bu kriz
sarmalından çıkış için üretilen çözüm ise, yeni-liberal
politikalardır; ilk deneyler Şili, Güney Kore
vb. gibi ülkelerde uygulanır, ama 1980’lerde ABD
ve İngiltere’de egemenlik kuran bu politika, artık
emperyalist-kapitalist sistemi yönetmektedir.
2. Paylaşım Savaşı sonrası, emperyalist entegrasyonun
ekonomik ayağı olarak örgütlenen IMF, DB artık
bu politikaların yeni-sömürgelere dayatıcısı ve
denetleyicisidirler. Emperyalist-kapitalist sistem,
bu temelde, mali sermayenin egemenliği altında,
rantiyeye dayalı yeni bir sermaye birikimi ve
bu temelde sınıfsal ilişkilerin yeniden düzenlendiği
yeni bir tarihsel sürece girmiştir.
Sosyalizm, devrimci kurtuluş savaşları ve kapitalizme
karşı yükselen sınıf savaşları, geçmişte kapitalizm
bünyesinde “sosyal devlet”i bir yan ürün olarak
ortaya çıkarmıştır; ancak yeni-liberal politikalar
vahşi ve çıplak sömürüyü dayatmış, örneğin, “özelleştirme”
ve “esnek üretim” bu sömürünün temel eksenleri
olmuş, “sosyal devlet” eksenli kazanımların yok
edilmesi, kapsamlı emperyalist saldırı politikalarının
bir parçası olarak güncelleşmiştir.
Sosyalizmin büyük geriye düşüşü ile tüm bu gelişmelerin
iyice önü açılmış, dahası küresel saldırılarla
yeni bir tarihsel süreç, bu temelde, sömürü ve
egemenlik ilişkileriyle bütün emperyalist- kapitalist
sisteme egemen olmuştur. Artık, bu yeni tarihsel
süreçte, dünyanın 1/3’ünde sosyalizm egemen değildir,
başta Küba olmak üzere bir kaç ülke ile sınırlı
ve emperyalist-kapitalist sistemin saldırıları
karşısında savunma zemininde olan sosyalizm vardır.
Devrimci ulusal kurtuluş savaşları, bu süreçte,
kapitalizmin gelişmesine paralel olarak emperyalist
saldırılarla nispeten gerilemiştir. Dünyadaki
tüm güç dengeleri, ekonomik, sosyal, siyasal,
askeri, kültürel ilişkiler ve süreçler yeniden
biçimlenmektedir. Böylece, bir tarihsel dönem
kapanmış, yeni bir tarihsel dönem başlamıştır.
Bu dönemde sadece sosyalizmin çözülmesi değil,
sosyalizmin büyük geriye düşüşünden güç alarak
başlatılan “sosyalizm öldü” palavraları ve kapsamlı
ideolojik saldırılar da, hem emperyalist metropollerde,
hem de yeni sömürgelerde devletin yeniden biçim
almasıyla yeni bir düzeye ulaşmıştır. Derinleşen
kapitalist sömürü ve bu temeldeki siyasal, sosyal
sonuçları; yani işsizlik, yoksulluk, evsizlik,
hastalık, açlık, ahlaki çürüme, çevrenin bozulması,
yabancılaşma, artan oranda siyasal gericilik,
savaş ve işgal, vb. bu baskı mekanizmalarıyla,
metropol kapitalist ülkelerde burjuva diktatörlükleri,
yeni-sömürgelerde faşizmin yeniden kurumsallaşması
ile kontrol edilmek istenmiştir. Emperyalist saldırı
politikaları sadece sosyal yıkımı dayatmakla kalmamış,
işgal ve emperyalist savaşları mazlum halklara
dayatmış, yeni-sömürgecilik derinleşirken bununla
birlikte açık işgal ve sömürgecilik güncelleşmiştir.
Buradan emperyalizmin her şeye mutlak egemen olduğu
çıkmaz. Tam tersine, tüm bunlar sınıfsal ve ulusal
çelişkileri yeni biçimde büyütmektedir, emperyalist-kapitalist
sistemde, onun en zayıf halkalarında “patlayıcı
maddeleri” yoğunlaştırmakta, devrimleri güncelleştirmektedir.
İşçi sınıfı ve ezilen halkların kurtuluşu, sahte
“demokrasi” arayışlarında değil, devrim ve sosyalizmdedir.
Tükenen kapitalizmin sınırları bunun tüm maddi
koşullarını olgunlaştırmaktadır. Latin Amerika’da
gelişen mücadele başta olmak üzere Asya’da ve
özelikle bölgemizde emperyalizme karşı yükselen
mücadele, yer yer sınıfsal dinamiklerle buluşmakta
zorlansa da işçi sınıfı ve ezilen halklara kurtuluşun
kavgadan geçtiğini gösteriyor, devrimler için
zengin deneyler oluşturuyor.
Devrimimiz, dünya devriminin tüm devrimci dinamiklerinden
güç alarak sınıfsal zeminde, emperyalizmin ve
oligarşinin her türlü oyunu ve saldırılarını püskürterek
ilerleyecek, mevcut bağımlı, sömürücü, tepeden
tırnağa gerici ve şövenist düzeni tümden yıkacak,
bağımsız, eşit, özgür bir ülkede, insanca yaşamı
ifade eden sosyalizmi inşa edecektir.
Şehitlerimiz bu kavgada, önderlik edecek, yol
göstereceklerdir.
Onlar Öncülerdir, Önderlerdir
TDH’de özellikle son yıllarda bir süreci işaretlersek,
12 Eylül açık faşizminden bu yana, daha özel bir
vurgu ile 1990’lardan bu yana belki de en çok
çarpıtılan kavram ve kurum, öncü ve önderliktir.
Bilimsel sosyalizmin tarihinde de bu kavram vardır;
ama doğru, kendi ayakları üzerinde, çarpıtılmış,
yozlaştırılmış olarak değil.
Marksist Leninist parti, işçi sınıfının öncüsü,
kurmayı olup işçi sınıfı ve emekçi halkla özdeş
değildir; her zaman sınıf ve parti arasında bir
mesafe vardır ama bu mesafe, devrimci parti ile
sınıfı/halkı bir birbirinden kopuk, ayrı ayrı
yerde konumlandırmaz. M-L parti, işçi sınıfı ve
emekçi halkın en ileri unsurlarını bünyesinde
toplar, M-L düşünceyi kendine rehber edinir, işçi
sınıfı ve emekçi halka önderlik eder; partinin
“öncü” ve “kurmay” olması da bundandır; parti
sınıf ile özdeş, aynı olmaz, sınıfın seviyesine
“inmez”, sınıfa ve emekçi halka önderlik eder,
“yukarıdan” bilinç taşır, kendi seviyesine sınıfı
ve emekçi halkı çeker. Bu anlamda M-L parti, öncüdür.
Lenin’de çok daha belirgin olan “öncü parti” kavramı
da budur. Ve M-L bir partide, her şeyden önce,
bir önder kadrolar topluluğu olmazsa, bu önder
kadrolar topluluğu etrafında, parti üye ve savaşçıları
olmazsa, bunlar bir parti hukuku içinde örgütsel
yaşamı inşa edemezse, bunların işçi ve emekçi
sınıflarla kendine özgü ilişkiler bütünü olmazsa,
o parti, asla öncü parti olamaz.
Dikkat edilirse öncülük ya da önderlik kavramı,
tek bir anlam içermiyor, önde olmadan, öncülük
etmeden türüyor, kendiliğindenciliği aşarak iradeyi
ön plana çıkarıyor ve en yüksek biçimini öncü
partide, parti birliği içinde önder kadrolar topluluğunda
ya da başka ifade ile önder kurumlar/örgütlerde
ifadesini buluyor.
Marks ve Engels’in yaşamı ve mücadelesi, Marksizm’i
özellikle örgüt alanında geliştiren Lenin’in yaşamı
ve mücadelesi tam da budur; bu konuda iki baş
yapıt olarak,”Komünist Manifesto” ve “Ne Yapmalı”
bu anlayışın temelidir.
Ama bu doğru ve bilimsel anlayış, Lenin’in ölümünün
hemen ardından bozulmaya başlıyor. Lenin döneminde,
“Leninizm” ya da ucube sözlerle “tüm değerlerimizin
toplamı Lenin” vb. gibi tanımlar yoktur. Lenin,
devrime önderlik eden öncü partinin, Bolşevik
partinin önder kadrolarından biridir, eşitler
içinde öne çıkandır; kendi fikirleri ve devrimin
başarısı için parti içinde, diğer önder kadrolarla
mücadele eden Lenin partiyi bu temelde eğiten,
parti politikalarını oluşturandır. Ölümünden önce,
devrim yapan bir partinin önderi olarak diğer
önder kadroları birleştiren bir güç olarak, önder
kadroların kişilik özelliklerini bile dikkate
alarak olası bir parçalanma ve iç mücadeleyi önlemek
için, parti içinde önderlik mekanizmasını güçlendirmeye
yönelik daha geniş katılım ve daha çok kolektivizmi
önerdiği de biliniyor.
Ama sosyalizm tarihinde bilimsel sosyalizmin bozulması
da Lenin’in ölümünden sonra, 1930’larda başlıyor.
Lenin, emperyalist çağın Marks’ıdır; bundan dolayı,
emperyalist çağda Marksizmin, Marksizm-Leninizim
olarak tanımlanması, doğal, anlaşılır ve haklıdır.
Ama, burada durulmamış, yozlaşma da zaten bundan
sonra başlamıştır. Marksizm-Leninizme tek bir
ciddi katkı sunulmadan yeni “izm” ler çıkmış,
3. Enternasyonal de bunu kutsamıştır. “Marksizm-Leninizmin
daha üst aşaması” gibi ucube kavramlar bundan
sonra her yana saçılmış, örneğin, Maocu gelenekte
sık sık görüldüğü gibi, Marksizm-Leninizme bir
de, “daha yüksek aşama” olarak “Maoizm” eklenmiş,
dahası her ülkede Maocular içinde önder konumda
olanlar buna ek olarak bir de (örnek olsun) “Gonzalo
düşüncesi” gibi isimlerle tanımlanmıştır.
Hepsi bu değil, Maocu akımlar dışında da önderlik
sorunu bir ucubeye dönüşmüş, kişi kültü adeta
her şey yapılmış, “tüm değerlerin toplamı” gibi
tanımlarla, yeni önderlik kavramları ortaya çıkmıştır.
Hepsi bu olsa neyse; bu, bir sistem olmuş, demokrasinin
gelişmediği geri bıraktırılmış, sömürge ve yeni-sömürge
ülkelerde bu ucube anlayışlar toplumsal zeminden
beslenmiş, korkunç bir yabancılaşmanın ürünü olarak,
“önderlik” adeta tanrılaşmış ve her şey yapılmıştır.
Tabii bu sistemde parti vardır; ama bu parti “önderliğe”
ya da tek kişi olarak “önderlik kurumuna” bağlıdır,
demokrasi “önderliğin” çizdiği sınırlar içindedir;
parti, sosyalizm temelinde oluşan parti hukuku
içinde özgür bireylerin toplamı değil, bir cemaattir;
demokrasi, katılım, eleştiri, haklar vb. yoktur,
“en merkeziyetçi” olmak, verilen görevi yapmak,
güç karşısında tapınmak vb. vardır.
Devrimci sosyalizm tüm bu ucube anlayışları reddeder;
parti tarihimizin hiç bir aşamasında bu tip anlayış
ve pratiklere yer verilmemiştir, asla da bunlara
yer yoktur. Bizde önderlik kolektif bir kurumdur,
politika üreten, savaşan, yol gösteren, parti
çizgisini geliştiren, partiyi eğiten bir kurumdur.
Bu kurum, parti çizgisi ve değerlerimizi ifade
eden şehitlerimizi aşan, onlar üzerinde olan değil,
ona bağlı, kolektivizmi en ileri temsil edendir.
Bu kurum, sosyalizme yabancı “kişi kültünü” reddeder,
parti örgütü içinde yetkilerini partiden, P ve
C’lilerden alır. Bu kurum; “yanılmaz ve şaşırmaz”
değil, insan üstü, “yarı-tanrı” kadrolardan hiç
değil, Marksizm-Leninizmi kavramış, bunu kişiliğinde
somutlaştırmış, parti çizgisine bağlı ve onu devrimci
yenilenme eylemi ile geliştiren, manevi otoritesini
siyasal otorite ile bütünleştiren önder ve kurucu
kadroların bileşik güçünden oluşur. Bu kurum,
sosyalizme yabancı hiçbir şeyi temsil edemez,
parti yaşamında sosyalist ilişkileri en ileri
düzeyde kendinde cisimleştirir.
Başta Mahir yoldaş olmak üzere HAZİRAN şehitlerimiz
bu konuda bizler için örnektirler. Böylesi bir
önderlik vasıflarını simgeleyen şehitlerimiz gibi
yaşayacak, onlar gibi savaşacak, onlar gibi partiye
ve mücadeleye sahip çıkacak, onların yolunda devrime
önderlik edecek Devrimci Komünist/Sosyalist partiyi
inşa edeceğiz.
Bu Partinin Programı Devrim Programı Olacaktır
Böyle bir partinin, her şeyden önce, 21. yüzyılda,
yeni tarihsel dönemde evrensel ve özgül karakter
gösteren ve biriken tüm sorunlara devrimci çözüm
gücü olacak bir programa sahip olması gereklidir.
21. yüzyıl, 20. yüzyılın çözülmeyen devasa sorunlarını
devraldı, yeniden üretti; bundan dolayı, birbiri
ile ilişkili ama iki ayrı biçimde bu sorunlara
devrimci yanıt oluşturacak iki politik belgeye
ihtiyaç vardır. Birincisi program; ikincisi ise
sık sık ifade ettiğimiz gibi Manifesto ya da bildirge...
Bu iki politik belge, ideolojik birliğin, irade
birliğinin, tüm siyasal birikimimizi arkalayarak
almış olduğu somut biçim olacaktır. Bu iki politik
belge partinin üzerinde yükseleceği ideolojik-politik
zemindir, bu olmadan 21. yüzyılın Devrimci Komünist/Sosyalist
Partisi olamaz. Ama parti, bu hedef ve zeminden
öte hedef ve kurumlaşmanın toplamıdır.
Devrimci Komünist/Sosyalist partinin inşası; ideolojik
düzeyde bu program ve manifestonun üretimi, politik
düzeyde devrimci atılım, örgütsel düzeyde ise
kurumlaşma ve örgütlenmenin yeni bir düzeyi ile
başarılacaktır. Bu hedeflere yürüyoruz.
Devrim programımız sadece kapitalizmin, onun en
yüksek aşaması olarak emperyalizmin, emperyalizmin
günümüzde almış olduğu biçimin, yeni tarihsel
sürecin bir eleştirisi olmakla birlikte, bunu
aşan biçimde sosyalizm deneylerinin devrimci eleştirisi
üzerinden yeni bir sosyalizm anlayışına dayanacak,
ülke devrimin tüm sorunlarını bu temelde çözecektir.
Programımız; Marksizm-Leninizmin tüm birikimine,
Türkiye Devrimci Hareketinin bu alanda ürettiği
ve sahiplenilmesi gereken her adımına dayanmalı,
parti tarihimizin bu alandaki zayıf yanlarını
güçlendirmeli, devrimimizin tüm sorunlarına, işçi
sınıfının bakış açısı ile çözüm üretmelidir. Programımız,
“ulusun”, “halkın” değil, işçi sınıfının programıdır;
her sorunu bu temelde ele alır, içinde yaşadığımız
sürecin nesnelliğine dayanır, “olasılıklar”, “politik
manevralar” vb. üzerinden değil, işçi sınıfının
çıkarları temelinde stratejik çözümler üretir.
Bu program bir devrim programıdır; partiyi, işçi
sınıfını ve halkı bu program eğitir, onları devrime
hazırlar, sadece neleri yıkacağını değil, devrim
denilen büyük toplumsal eylemle neleri kuracağını
da somut olarak tanımlar.
Burada soru şudur; bu programın, yazılı bir belgeden
öte politik bir rol oynaması için ne yapmak gereklidir?
Biliniyor, bir program ne kadar devrimci olursa
olsun, eğer sınıf mücadelesi içinde somut karşılık
bulup örgütsel mekanizmalarla kitlelere mal edilemezse,
kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Politik rol
oynaması için bir programın elbet bu toplumsal
ilişkiler içinde mevcut sorunlara doğru çözümler
önermesi zorunludur; ama bu yetmez, bunun kitlelere
mücadele içinde mal edilmesi gereklidir.
O halde tek başına bir program ne kadar devrimci
olursa olsun, sadece program olduğu için politik
rol oynayamaz. Eğer siz, bu program temelinde
sınıf mücadelesinin en temel sorunlarına devrimci
müdahale edemiyorsanız, bunun için asgari örgütsel
mekanizmalara sahip değilseniz, Türkiye Devrimci
Hareketinde çok sık örnekleri görüldüğü gibi sadece
mevcut programlara yeni birini eklemiş olursunuz.
Anlaşılacağı üzere bu kapsamlı bir mücadeleyi
gerektirmektedir. Ama tüm bunlardan önce, parti
birliği için, ideolojik birliğimizin damıtılmış
biçimi olarak, bir programınız olmalıdır. Dahası,
eğer siz, bunca mücadele sürecine rağmen, bir
program bilinci oluşturamamışsanız ya da bu bilinç
zayıfsa, her şeyden önce buradan başlamak zorundasınız.
Hiç lafı gevelemeden doğrudan ifade edelim; Türkiye
Devrimci Hareketinde program bilinci zayıftır
ve tüm programlar, aşağı yukarı 3. Enternasyonal’in
1928 programının kötü bir kopyasıdır. Elbette
biz, 1928 programı dahil, Marksizlm-Leninizmin
tüm program birikimini önemseriz, buradan besleniriz;
ama bunu aşmak gibi bir görevimiz de vardır. Dahası,
program bilinci, programatik görüşlerimize ve
program için güçlü bir siyasal-teorik arka planımız
olmasına rağmen, Devrimci sosyalist hareket saflarında
çok daha zayıftır. Bunun farkındayız.
O halde biz, öncelikle buradan başlayacağız; yani,
bizim programımız, her cümlesi emperyalizme ve
oligarşiye karşı bir savaş çığlığı olup işçi sınıfının
bakış açısı ile sorunları ele alacak, nihai hedefimiz
olan komünizmden hiç şaşmadan bu ülkenin tüm sorunlarına
devrimci çözüm önerecektir. Biz bir devrim programını
üreteceğiz ve bunu çok sıkı, ciddi, katılımcı
bir tartışma süreci ile devrimci sosyalist hareket
saflarında bir bilinç oluşturarak somutlaştıracağız;
buradan, partinin inşası ve devrimci atılımla
programımız kitlelere taşınacak, kitlelerin elinde
politik karakter kazanacaktır.
Haziran şehitlerimizi andığımız bugünlerde; şehitlerimize
ve onların şahsında partiye, devrime, sosyalizme
bağlı kalarak katılımcı bir tarzla, 21. yüzyıl
devrimlerine katkı sunacak, bu ülkede devrimin
yolunu açacak devrim programını tartışmak, güçlü
bir parti ve program bilincine ulaşmak, yeniden
inşa sürecimizde bir adım daha atmak... İşte güncel,
somut ideolojik-politik görev budur!
Bu devrim programı; kapitalizmin geliştiği aşama
ve bunun üzerinde yükselen egemenlik biçimini,
emperyalizme bağımlı yeni-sömürge düzeni ve faşizmi
tümden yıkacak, parçalayacak, Kürt ulusunun özgürlük
sorunu dahil tüm demokratik sorunları çözecek,
bunları sosyalizme bağlayacak, demokratik ve sosyalist
görevlerin çözümünü kapsayacaktır. Anti-emperyalist
anti-oligarşik DHD, emperyalizmin siyasal, ekonomik,
kültürel tüm egemenlik biçimlerine son verecek,
tam bağımsız ve özgür bir ülke inşa edecek, emperyalizmin
işbirlikçisi oligarşinin ekonomik gücüne el koyacak,
onun tüm egemenlik biçimlerini parçalayacak, işçi
sınıfı ve tüm emekçi halkın kendi iktidarını kuracaktır.
Devrimci Halk İktidarı, hemen, hiç duraksamadan
sosyalizmi yukarıdan aşağı inşa edecek, özgür
ülkede insanca yaşamı kuracaktır; sürekli devrim
içinde, emperyalizmin yer yüzünden silinip kökünün
kazınması için, komünizmi dünya ölçüsünde kurmak
için savaşacaktır.
Devrimci Kurtuluş Bayrağını Yere Düşürmeyeceğiz
Devrimciler ölmez, devrim yenilmez. Devrimler
düz bir hat izlemez, zaman zaman geriye düşer
ama yeniden ayağa kalkar kendi yolunda ilerler.
Tarih hükmünü vermiştir; son sömürücü sistem olan
kapitalizm, tekelleşerek, sömürü ve egemenlik
biçimlerini evrenselleştirerek kendi sonunun tüm
maddi koşullarını yaratmıştır; tekelci kapitalizm
sosyalizmin arifesidir. 20. yüzyıl baştan aşağı
tam da budur. Bir yanda tekelleşen, asalak, çürüyen
kapitalizm ve bunun sonuçları olarak, açlık, yoksulluk,
hastalık, çevrenin bozulması, siyasal gericilik,
demokrasinin inkârı, işgal, savaş vb. gibi insanlığı
yok eden devasa sonuçlar; diğer yandan tüm bunlara
karşı insanlığın kurtuluşu için devrimler ve sosyalizm…
Eğer, devrimleri ve tüm eksik yanlarıyla sosyalizmi
dışta tutarsak, bu yüzyıl, utanç, insanlığı aşağılayan
bir yüzyıl olarak tanımlanır.
Tarih hükmünü vermiştir; dünya devriminin bir
parçası olarak devrim, bu ülkede zorunludur, ülkemiz
devrime gebedir; devrimimiz, tarihin bu hükmünü
yerine getirecektir. Kolay olmayacak, bu uzun
savaşta bazen geriye düşeceğiz ama kurtuluş bayrağını
zafere taşıyacağız.
Bu bayrak, Kızıldere’de, Maltepe’de, Beylerderesi’nde,
Haziran şafaklarında, çatışmalarda, idam sehpalarında,
direnişlerde, barikat başlarında hiç yere düşmedi.
Bu bayrak, Mahir oldu, Ulaş oldu, Cevahir oldu,
Fehmi oldu, Nurettin oldu, Bedrettin oldu, Atilla
oldu, Tamer oldu, Hakkı oldu, Kadir oldu, Ahmet
oldu, Didar oldu, Serpil oldu, Erdal oldu, Betül
oldu; biri diğerine devretti ve zafere kadar taşıma
sözü verdi. Onlar önderdir, gerilladır, savaşçılardır,
kurtuluş bayrağını onurla daha yükseklerde taşıyanlardır.
Bugün bu bayrak biz DEVRİMCİ KURTULUŞCULAR’ın
ellerindedir.
Zafere kadar taşıyacağız, şehitlerimizle birlikte!
HAZİRAN ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR!
KURTULUŞA KADAR SAVAŞ !
|