Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

53. Sayı - Temmuz 2007

İşbirlikçi cephenin iç ilişkilerini yeniden düzenlemek için öne çekilen ve büyük umutlar bağlanan seçimler, birkaç hafta içinde gerçekleşmiş olacak. Ve öyle görünüyor ki, bütün bu çabalar, bayrak yığınları, yerlerde uçuşan kağıt parçaları, umulanın tam tersine ortaya daha büyük bir karışıklık çıkaracak. En azından 23 Temmuz sabahı Türkiye, bir gün öncesine göre çok büyük değişiklikler gösteren, siyasi tablosu sakinleşmiş, düzene girmiş bir Türkiye olmayacak. Emekçiler açısından zaten durum böyle; ama egemenler açısından da sıkıcı bir tekrar söz konusu. Oradaki sular hiç durulmuyor. Belki, en çok AKP’nin biraz daha denetlenebilir olduğu bir meclis; belki CHP-MHP versiyonları, vs. vs… Bu arada, pek mümkün görünmüyor ama Uzan’ın Genç Partisi de meclise girerse eğer, bu olgunun bütün dünya üniversitelerinin sosyoloji kürsüleri için tez konusu olacağı kesin!
Sonuç itibarıyla bütün burjuva politik güçleri merkeze sıkıştıran, 80’lerden beri çerçevesi çizilmiş ekonomik-politik koşullar içinde en küçük bir demokrat davranışı bine olanaksız hale getiren Türk siyasi sistemi, şimdi yeni bir rüzgar yaratma konusunda bir yetenek gösteremiyor. Gösteremiyor; çünkü bu kadar tekdüze, bu kadar birbirinin aynılaşmış siyaset biçimleri ve partilerle bundan fazlası olmuyor; yeni rüzgarları bırakın hafif esintiler bile görülmüyor. Kimsenin seçmene söyleyebileceği, yepyeni, şaşırtıcı bir şey yok. Akşam haberlerinde verilen miting konuşmaları birbirinin aynı. Seçim beyannamesi adı altında piyasaya sürülen metinler tek bir ciddi farklılık içermiyor. “Ben bu ülkede şunu değiştireceğim” diyen kimse yok. O yüzden olsa gerek, daha dün “mazot” palavrasıyla dalga geçenler şimdi aynı palavra yarışına girmiş durumdalar.
Geriye tek bir manevra alanı olarak şovenizm kalmış; şimdi onun yarışı var, miting alanları tarihte ilk kez idam iplerinin platformdan atıldığını görüyor. İlk kez, seçim beyannamelerinin yarısı “terör”e ayrılıyor. Çünkü yazacak başka bir şey yok!
Bu durum, kuşkusuz Türkiye’yi daha büyük provokasyonların, daha büyük kavgaların içine sürükleyecek. Ortaya çıkacak olan tablo, hesaplaşmak isteyen güçlerin, özellikle Genelkurmay kanadının istediğini vermezse, başka çare yok! Geçtiğimiz ay, ABD’nin Hudson Enstitüsü’nde yapılan şu ünlü “senaryo çalışması” hikayesi patladığında, bir televizyon yorumcusu çok çarpıcı bir şey söylemişti. “Evet” diyordu yorumcu, “her zaman ABD’de ve başka yerlerde böyle senaryo çalışmaları yapılır; ama bizde bu senaryolar genellikle uygulanır!” Gerçekten de biraz AKP’nin gizli gayretiyle ortaya çıkarılan bu skandal, belki kendi başına önemli değil ama bir yerlerde, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ölümü dahil nelerin konuşulduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Genelkurmay resmi olarak ne derse desin, bu ve benzeri toplantılar her zaman yapılmakta ve efendiler ihtiyaç duyduklarında işbirlikçilerden bazılarını da çağırmaktadırlar. Zaten “Askeri Ateşe” statüsünün diplomaside bu işlerin üstünü örtmek için kullanıldığı bilinir.
Ayrıca, CHP’nin ağır topları olan eski Washington büyükelçileri de zaten reddetmiyorlar; Şükrü Elekdağ daha o gün söylemişti, “böylesi toplantılar hep olur, biz de gideriz” diye. Dahası, yine bilinen bir gerçektir, ABD’de binlerce insan bu işten “ekmek yemektedir!” Yeni-Sağ’ın kalesi ve teorik üretim merkezi olan Hudson Enstitüsü bunlardan yalnızca bir tanesidir. Daha yüzlerce vakıf, kurum, vs. vardır ve bunlar ayrıca yeni-sömürge ülkelerden gelen parlak öğrencilere burslar vermekle de ünlüdürler. Hatta ABD dışında da, örneğin Türkiye’de de makale adı altında yazılan raporlara her yıl yüz binlerce dolar akıtılmaktadır.
Şu meçhul Bilderberg toplantılarını ise hiç saymıyoruz; tutanaksız, tanıksız bu tuhaf toplantılarla ilgili çok fazla komplo teorisi üretmemiz gerekmiyor ama bir yerlerde ülkelerin kaderleriyle ilgili tartışılıp kararlar alındığı kesin. Ayrıca, bu arada emperyalizmin bir hayli eleman sahibi olduğu da kesin; yalnızca Tayyip’in danışmanları Cüneyt Zapsu, Egemen Bağış gibi adamları saymak yeter.
Türkiye, gerçekten de karışık zamanlar yaşıyor. Kirli bir satranç tahtası var ortada. Adımlar atılıyor, geri adımlar atılıyor ve savaş sadece seçim meydanlarında sürmüyor; hatta asıl çarpışmalar oralarda sürmüyor. Bir yandan polis ortalıktan armut gibi el bombası topluyor, kontra-ulusalcı çetelere yükleniyor, “Vatansever” güçlerimizin marifetleri ortaya dökülüyor, “üst düzey subaylarla ilişki”den söz ediliyor, Diyarbakır’daki bombalı katliam hakkında TİT bilgileri ortalıkta dolaşıyor; diğer yandan ise Şemdinli sanıklarına ceza veren mahkeme büyük bir ustalıkla, tam da hakim ve savcıların rutin değişim zamanında dağıtılıyor. Zaten davanın askeri mahkemeye devredilmesi işi daha önce halledilmişti.
Oysa meydanlar, koridorlar ve gizli kapaklı mekanlar kadar canlı ve hareketli değil. Cehennem sıcağında herkes uzatmaları oynuyor ve anketlerde görünen köy kılavuz olmaksızın da ortaya çıkacak gibi görünüyor.
Yani, sonuçta, neresinden bakarsak bakalım, “seçimler olacak, taşlar yerine oturacak, herkes de işine gücüne bakacak” şeklinde bir tahmin bugün için geçerli görünmüyor. Türkiye, “her an her şey olabilir” manzarasını koruyor.

***

Paranın Tanrısal Gücü ve Ulusal Zaafiyet!
OYAKBANK Satıldı...

Bugünlerde "ulusalcı"(!) cephenin yalancı pehlivanlarının ağzını bıçak açmıyor. "Anti-emperyalist", "milli" ordu, bankasını bir gecede satıverdi. OYAKBANK artık Hollandalı ING bankasının malı. Daha birkaç yıl önce "Canla kurulmuş, başla devam etmiş stratejik kurumların özelleştirilmemesi gerektiğini" söyleyen genel müdür, şimdi "canım banka ordunun değil ki" gibilerden açıklamalar yapıyor ama OYAK'ın ne demek olduğunu, bankanın da kimin bankası olduğunu bu ülkede herkes biliyor.
Paranın dini imanı yok! Para, sıcak ve tatlı! Bir ara "emekli generaller çok tepkili" yalanları pompalandı ama durum hiç de öyle değil. En çok "tepkili" olanın dediği, "eh olmuş bir defa"dan öte değildir. Cumhuriyet mitinglerinde "memleketi satıyorlar" diye haykıran eski rektör muavinleri ise ağızlarını açıp hiç bir şey söylemiyorlar!
3.5 milyar YTL'ye bankayı alan ING, dünyanın ilk 20 bankası arasında ve emperyalist kuruluşların hatırı sayılırlarından biri. Çeşitli alanlarda 50 ülkede faaliyet gösteriyor. Geçen yıl yapılan anlaşmayla Formula 1'de Renault'un üç yıl sponsorluğunu yapacak olan ING, bankacılık, sigorta ve portföy yönetimi alanlarında 50'den fazla ülkede 60 milyonun üzerinde bireysel, profesyonel ve kurumsal "işlev" görüyor.
Yani ortada öyle "canım yabancıya gitmemiş" denilebilecek bir durum da yok. Bal gibi de bir emperyalist tekelle karşı karşıyayız. Demek oluyor ki, "memleketini pazarlamak" sadece başbakana ait bir görev değilmiş!
Hemen belirtelim, OYAKBANK'ın satışı ile birlikte, yabancı sermayenin Türkiye bankalarındaki oranı yüzde 40.7'ye ulaşmıştır ve şu anda sermayesi "yerli"(!) olan bir tek İş Bankası kalmıştır. O da ne kadar yerliyse!
Sonuç, sürpriz değil. Türkiye yeni-sömürge bir ülke ve emperyalizm bu ülkenin bütün kurumlarına zaten hakimdir. Başkaları için sürprizse eğer, oturup onlar düşünsün!

Ortalıkta bu kadar karışıklık, ya da karışıklık gibi görünen şeyler olunca, devrimciler ne yapmalı? Aslında bu sorunun yanıtı oldukça basit. Elbette devrimciler bu tabloyu anlamaya, yorumlamaya çalışmalı, egemen sınıfların iç ilişkilerinin kritik noktalarını çözümlemeli. Ama öte yandan devrimciler, olgulara esas olarak oldukça yalın bir bilinçle bakmalı; sınıf bilinciyle… Kendi bayrağının altında durarak, o bayrağın hizasından… Kendi plan ve programıyla…
Çünkü şu son derece açık: Bugünün sorunu, esas olarak devrimci hareketin, genel olarak solun ve emekçilerin sürece ne kadar müdahil olduğu, olguların yönünü ne kadar etkileyebildiği, özcesi kitleler içinde ne ölçüde etkin olduğu sorunudur. Seçim tartışmalarının, oy verme-vermeme gibi tutumların bu çerçevede ne anlam ifade ettiği, nereden, nasıl bir perspektiften kaynaklandığı önemlidir. Yani “düzen partilerine oy yok” dediğinizde de, bununla nereye varmak istediğiniz, böyle bir tutumun sizin planlarınız içinde nereye yerleştiği önemlidir. Daha sade bir dille söyleyelim: siz, solun bugünkü tıkanma noktasını aşmak için somut bir harekat planına, bir programa sahip misiniz? Şu ya da bu seçimde, şu ya da tutumu alabilirsiniz; ama asıl nereye varmak istiyorsunuz, örneğin şu kadar süre sonra nerede, nasıl bir durumda olmak istiyorsunuz? Hangi hedeflere, hangi araçlarla varacaksın? Bugünkü daralmayı nasıl bir genişlemeye dönüştüreceksin? Asıl sıkıntılı nokta burasıdır ve Türkiye devrimci hareketi asıl bu alanda büyük bir zayıflık yaşanmaktadır. Örneğin bu sıkıntılı tabloyu aşmanın yolu, “meclisin ezberini bozmak”tan mı geçiyor? Bu, bir harekat planı mıdır?
Oy vermeme çağrısı yapanlara şimdilerde neredeyse “bozguncu” gözüyle bakılıyor. Bağımsız adaylar yoluyla DTP üzerinden bazı imkanların doğması, zaten bu yolun yolcusu olanları bugünlerde pek heyecanlandırıyor. Zaman zaman şöyle diyorlar; “peki ama on-onbeş adam girse meclise, yaptıklarıyla, ettikleriyle sola bir yarar, bir itibar sağlamazlar mı? Geçmişte, 1960’larda TİP’in böyle bir yararı olmadı mı?” Plan ilk bakışta makul görünüyor; ama buradaki “yarar”ı kimin sağlayacağı sorusu açıkta kalıyor. Gerçekten, kim sağlayacak bunu? “Geçmişteki hataları yapmayacağız, gerekirse AKP’ye destek de oluruz” diyen DTP mi? DTP’nin ABD-AB emperyalizmi konusunda, özelleştirmeler ve neoliberal soygun konusunda, vs. vs… nasıl bir duruş içinde olacağını bilen var mı? Yarın ABD’nin talebiyle bir yere asker gönderilmek istense DTP bağımsızları ne yapar, bilen var mı?
Yoksa, kendisini solla birlikte göstermek istemeyen “solcu” aday Baskın Oran mı sola meclisten katkı sağlayacak? Devrimcileri “sekterlik”le suçlaması kolay, ama bu sorular yine de ortada duruyor.
Devrimci sosyalist hareket, evet, bu seçim oyununa katılmayı, bu dalavereyi meşrulaştırmayı doğru bulmuyor. Her seferinde kitleleri figüran yerine koyan bu sandık oyununun bu kez de aynı çerçevede yürüyeceğini söylüyor ve oy vermeme çağrısı yapıyor. Sorun, klasik bir boykot sorunu da değildir. Yani nasıl olsa alıştık, bu seçimde de oy vermeme çağrısı yapalım olsun bitsin meselesi değil mesele. Devrimci sosyalist hareketin saplantıları, katılaşmış alışkanlıkları yok; bir başka durumda bir başka politika da uygulayabilir.
Asıl sorun, şu ya da bu politikanın bir genel programa oturup oturmadığı, asıl sorunun, devrimci hareketin nasıl atılım gerçekleştireceği sorununun politik yanıtının verilip verilmediğidir.
Devrimci sosyalist hareketin böyle bir planı var. Evet, var. Devrimci hareket, bugünkü etkisizlik, cılızlık haline mahkum değildir. Biz buna inanıyoruz. Bu makus talih, geriye çevrilebilir ve bir gelişme temposu yakalanabilir. Biz, geçen sayıda da açıkça söyledik, yalnızca 22 Temmuz’da olup bitecekleri değil, asıl bunu düşünüyoruz, asıl bu soruyu yanıtlamak derdindeyiz. Çevremizde olup bitenlere ilgisiz değiliz ama gözümüz kendi çizdiğimiz rotadadır.
Bu yüzden, karışıklık karşısında sadeliğin bugünkü durumda bir avantaj olduğunu düşünüyoruz. Egemen sınıfların iç çelişkilerinin derin çözümlemelerini elbette gerekli ve önemli buluyoruz, güncel olguları izleyip tutumlar almanın da önemine inanıyoruz; ama öte yandan bu tutumların bize muazzam yararlar sağlayacağını, kitlelerle aramızdaki bağları olağanüstü düzeyde geliştireceğini düşünmüyoruz. Bunu özellikle bugün söylememizin bir nedeni var; çünkü öyle görünüyor ki, Türkiye’nin yakın geleceği hiç “sakin” olmayacak; provokasyonlar, felaket senaryoları, zirveye taşınan şovenizm, yapay gündemler üzerinden fırtınalar… Bütün bunların arasında, politik eksenden yoksun bir biçimde durursanız sonuç kesinlikle sürüklenmedir; bugüne kadarki genel “tepki eylemi” çizgisinin derinleşerek devamıdır. Her gün her konuda bir şey söylemek ama gelecek üzerine hiçbir şey söylememek!
Devrimci sosyalist hareket, her gün olanları önemsiyor, önemseyecek. Her konuda söyleyecek sözü var, elbette onu da söyleyecek; ama kendi politik hattından, yol çizgisinden de ayrılmayacak. Kendimize politik omurga, yol çizgisi olarak saptadığımız kılavuz, devrimci yenilenme sürecimizin somut adımlarıdır. Program, manifesto ve devrimci atılım… Sağa sola bakacağız, yüzlerce kilometre uzağa da bakacağız, her konuda gerekeni yapacağız, ama gözümüz yine de kendi işimizde, kendi yol haritamızda olacak; hiçbir gerekçenin bizi bu hattan kaydırmasına izin vermeyeceğiz.
Dolayısıyla, “memleket bu haldeyken” bizim program tartışmalarıyla meşgul olmamız lüks değildir; zaman israfı ya da içine kapanıklık değildir. Mesele şuradadır ki, “memleketin hali” dediğimiz şey, zaten bu duruma müdahale etmesi gerekenlerin, müdahale etme iddiasında olanların “hali” ile ilgilidir; asıl çözülmesi gereken sorun budur.
Evet, tam da bu zaman, program ve yol haritası çalışmalarının yoğunlaşma zamanıdır. Devrimci sosyalistler, hayatın önümüze çıkardığı sorunları ve olguları bir an olsun atlamadan tam da bu soruna yönelmeli, enerjilerini bu kanala akıtmalıdırlar.
Önümüzdeki süreç zorludur. Yanlış ve çürük tahtalara basmadan ilerlemek, kendi hedeflerimizden şaşmadan, kendi bayrağımızın ardından yürümek, zor olacaktır. Ama bu yürüyüşün ödülü için değer.
.

PETKİM Satış Sözleşmesi ve Özelleştirmelerin Tümü Meşru Değildir
Halk Düşmanı Hırsızlar ve İşbirlikçileri
Halkın Öfkesine Çarpacak!

Seçimlere bir hafta kala Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun en büyük petro-kimya tesisi, kimsenin kim olduğunu bile bilmediği mafyatik bir Kazak-Rus grubuna satıldı. Böylece, yabancı sermayenin elindeki piyasa hisseleriyle (yüzde 24) birlikte PETKİM'in yüzde yetmiş beşi tümüyle yabancı sermayeye devredilmiş oldu.
Satış anından bu yana bütün tekel medyası, sözleşmiş gibi satışın ne kadar yüksek bir fiyatla yapıldığını söylüyor; fiyatın ne olduğu esasen önemli değildir. Esas önemli olan özelleştirmeci, neo-liberal politikanın pervasız biçimde kaynakları kurutmasıdır. Ama, aslında bu söylenen de yalandır; PETKİM, potansiyeli ve mevcut kapasitesi itibarıyla da ölçülemez değere sahip bir sanayi kuruluşudur. Yani hiç de söylendiği gibi "yüksek fiyatlar" söz konusu değildir. Üstelik, ihaleyi alan grup o kadar karanlıktır ki, haklarında Özelleştirme İdaresi Başkanlığı bile bir bilgiye sahip değildir. Haklarında tek bilinen şey, mafyanın kontrolündeki Rus bankalarının desteklediği karanlık Kazak şirketleri olduklarıdır. Daha sonra çıkan bilgilerde ise işin içine karapara yargılamaları, Asya-Avrupa Yahudi Konferansı başkanı iş adamları, ABD’li bankacılar girdi... Sonuç olarak, PETKİM satışı, kim alırsa alsın, kaç para verirse versin, neoliberal hırsızlık politikasının bir ürünüdür ve emekçi halklar tarafından kabul edilemez.

Hırsızlar Halka Hesap Verecek!
Biz, son derece açık söylüyoruz: Kim Türkiye'nin sanayi tesislerini, kamu kurumlarını ihalelerle ya da başka yollarla ele geçiriyor, satın alıyorsa, eli yanacaktır. Devrimci sosyalist hareket ve bu coğrafyanın emekçi halkları için hiçbir sözde satış anlaşması meşru ve geçerli değildir. Bu toprakların yer altı ve yer üstü zenginliklerini çalanlar ve bu hırsızlığa bekçilik ve ortaklık edenler kuşkusuz devrimci halk hareketi ve devrimci sosyalist hareket nezdinde "Halk Düşmanı" statüsünü kazanırlar, kazanacaklardır. Bu şirketlerin ve onların işbirlikçilerinin tümü, halkın nefretinin ve öfkesinin hedefidir.
Öte yandan devrimci sosyalist hareket, eski Sovyet cumhuriyetlerinin ekonomik birikimlerini gasp ederek kendisine sermaye yapan bu çapulcu-hırsız şirketlerin de ayrıca dünya halklarına hesap vereceğini yüksek sesle söylemektedir. Ayrıca, şimdiden muhatapları tarafından bilinmelidir ki, bu topraklarda gerçekleşecek olan anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi, bütün bu sözleşmelerin, anlaşmaların tümünü değersiz kağıt parçaları olarak görecek ve haraç mezat satılmış olan bütün kamu mallarını derhal ve tek kuruş bile ödemeksizin halkın malı haline getirecektir. Halk İktidarı, bu konularda kendisini uluslar arası sözleşme ve hukukla da bağlı saymayacak, eli hiçbir biçimde titremeyecektir.
Halk Kültür Merkezleri, ne PETKİM satışını, ne de genel olarak diğer özelleştirmeleri meşru saymamakta, bütün bunların açık bir hırsızlık olduğunu yinelemektedir.
Halk Kültür Merkezleri, bu satış başta olmak üzere bütün özelleştirme uygulamalarının sona erdirilerek yapılmış olanların da iptal edilmesini talep ediyor.
Halk Kültür Merkezleri, ülkenin zenginliklerini haraç mezat satışta çıkaranların halk düşmanı olduklarını açıkça söylüyor.

Kahrolsun Halk Düşmanı Hırsızlar ve İşbirlikçileri
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!

5 Temmuz 2007
HALK KÜLTÜR MERKEZLERİ


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19