İşbirlikçi cephenin iç ilişkilerini yeniden düzenlemek
için öne çekilen ve büyük umutlar bağlanan seçimler,
birkaç hafta içinde gerçekleşmiş olacak. Ve öyle
görünüyor ki, bütün bu çabalar, bayrak yığınları,
yerlerde uçuşan kağıt parçaları, umulanın tam
tersine ortaya daha büyük bir karışıklık çıkaracak.
En azından 23 Temmuz sabahı Türkiye, bir gün öncesine
göre çok büyük değişiklikler gösteren, siyasi
tablosu sakinleşmiş, düzene girmiş bir Türkiye
olmayacak. Emekçiler açısından zaten durum böyle;
ama egemenler açısından da sıkıcı bir tekrar söz
konusu. Oradaki sular hiç durulmuyor. Belki, en
çok AKP’nin biraz daha denetlenebilir olduğu bir
meclis; belki CHP-MHP versiyonları, vs. vs… Bu
arada, pek mümkün görünmüyor ama Uzan’ın Genç
Partisi de meclise girerse eğer, bu olgunun bütün
dünya üniversitelerinin sosyoloji kürsüleri için
tez konusu olacağı kesin!
Sonuç itibarıyla bütün burjuva politik güçleri
merkeze sıkıştıran, 80’lerden beri çerçevesi çizilmiş
ekonomik-politik koşullar içinde en küçük bir
demokrat davranışı bine olanaksız hale getiren
Türk siyasi sistemi, şimdi yeni bir rüzgar yaratma
konusunda bir yetenek gösteremiyor. Gösteremiyor;
çünkü bu kadar tekdüze, bu kadar birbirinin aynılaşmış
siyaset biçimleri ve partilerle bundan fazlası
olmuyor; yeni rüzgarları bırakın hafif esintiler
bile görülmüyor. Kimsenin seçmene söyleyebileceği,
yepyeni, şaşırtıcı bir şey yok. Akşam haberlerinde
verilen miting konuşmaları birbirinin aynı. Seçim
beyannamesi adı altında piyasaya sürülen metinler
tek bir ciddi farklılık içermiyor. “Ben bu ülkede
şunu değiştireceğim” diyen kimse yok. O yüzden
olsa gerek, daha dün “mazot” palavrasıyla dalga
geçenler şimdi aynı palavra yarışına girmiş durumdalar.
Geriye tek bir manevra alanı olarak şovenizm kalmış;
şimdi onun yarışı var, miting alanları tarihte
ilk kez idam iplerinin platformdan atıldığını
görüyor. İlk kez, seçim beyannamelerinin yarısı
“terör”e ayrılıyor. Çünkü yazacak başka bir şey
yok!
Bu durum, kuşkusuz Türkiye’yi daha büyük provokasyonların,
daha büyük kavgaların içine sürükleyecek. Ortaya
çıkacak olan tablo, hesaplaşmak isteyen güçlerin,
özellikle Genelkurmay kanadının istediğini vermezse,
başka çare yok! Geçtiğimiz ay, ABD’nin Hudson
Enstitüsü’nde yapılan şu ünlü “senaryo çalışması”
hikayesi patladığında, bir televizyon yorumcusu
çok çarpıcı bir şey söylemişti. “Evet” diyordu
yorumcu, “her zaman ABD’de ve başka yerlerde böyle
senaryo çalışmaları yapılır; ama bizde bu senaryolar
genellikle uygulanır!” Gerçekten de biraz AKP’nin
gizli gayretiyle ortaya çıkarılan bu skandal,
belki kendi başına önemli değil ama bir yerlerde,
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ölümü dahil nelerin
konuşulduğunu göstermesi açısından ilginçtir.
Genelkurmay resmi olarak ne derse desin, bu ve
benzeri toplantılar her zaman yapılmakta ve efendiler
ihtiyaç duyduklarında işbirlikçilerden bazılarını
da çağırmaktadırlar. Zaten “Askeri Ateşe” statüsünün
diplomaside bu işlerin üstünü örtmek için kullanıldığı
bilinir.
Ayrıca, CHP’nin ağır topları olan eski Washington
büyükelçileri de zaten reddetmiyorlar; Şükrü Elekdağ
daha o gün söylemişti, “böylesi toplantılar hep
olur, biz de gideriz” diye. Dahası, yine bilinen
bir gerçektir, ABD’de binlerce insan bu işten
“ekmek yemektedir!” Yeni-Sağ’ın kalesi ve teorik
üretim merkezi olan Hudson Enstitüsü bunlardan
yalnızca bir tanesidir. Daha yüzlerce vakıf, kurum,
vs. vardır ve bunlar ayrıca yeni-sömürge ülkelerden
gelen parlak öğrencilere burslar vermekle de ünlüdürler.
Hatta ABD dışında da, örneğin Türkiye’de de makale
adı altında yazılan raporlara her yıl yüz binlerce
dolar akıtılmaktadır.
Şu meçhul Bilderberg toplantılarını ise hiç saymıyoruz;
tutanaksız, tanıksız bu tuhaf toplantılarla ilgili
çok fazla komplo teorisi üretmemiz gerekmiyor
ama bir yerlerde ülkelerin kaderleriyle ilgili
tartışılıp kararlar alındığı kesin. Ayrıca, bu
arada emperyalizmin bir hayli eleman sahibi olduğu
da kesin; yalnızca Tayyip’in danışmanları Cüneyt
Zapsu, Egemen Bağış gibi adamları saymak yeter.
Türkiye, gerçekten de karışık zamanlar yaşıyor.
Kirli bir satranç tahtası var ortada. Adımlar
atılıyor, geri adımlar atılıyor ve savaş sadece
seçim meydanlarında sürmüyor; hatta asıl çarpışmalar
oralarda sürmüyor. Bir yandan polis ortalıktan
armut gibi el bombası topluyor, kontra-ulusalcı
çetelere yükleniyor, “Vatansever” güçlerimizin
marifetleri ortaya dökülüyor, “üst düzey subaylarla
ilişki”den söz ediliyor, Diyarbakır’daki bombalı
katliam hakkında TİT bilgileri ortalıkta dolaşıyor;
diğer yandan ise Şemdinli sanıklarına ceza veren
mahkeme büyük bir ustalıkla, tam da hakim ve savcıların
rutin değişim zamanında dağıtılıyor. Zaten davanın
askeri mahkemeye devredilmesi işi daha önce halledilmişti.
Oysa meydanlar, koridorlar ve gizli kapaklı mekanlar
kadar canlı ve hareketli değil. Cehennem sıcağında
herkes uzatmaları oynuyor ve anketlerde görünen
köy kılavuz olmaksızın da ortaya çıkacak gibi
görünüyor.
Yani, sonuçta, neresinden bakarsak bakalım, “seçimler
olacak, taşlar yerine oturacak, herkes de işine
gücüne bakacak” şeklinde bir tahmin bugün için
geçerli görünmüyor. Türkiye, “her an her şey olabilir”
manzarasını koruyor.
***
Paranın
Tanrısal Gücü ve Ulusal Zaafiyet!
OYAKBANK Satıldı...
Bugünlerde "ulusalcı"(!)
cephenin yalancı pehlivanlarının ağzını
bıçak açmıyor. "Anti-emperyalist",
"milli" ordu, bankasını bir gecede
satıverdi. OYAKBANK artık Hollandalı ING
bankasının malı. Daha birkaç yıl önce "Canla
kurulmuş, başla devam etmiş stratejik kurumların
özelleştirilmemesi gerektiğini" söyleyen
genel müdür, şimdi "canım banka ordunun
değil ki" gibilerden açıklamalar yapıyor
ama OYAK'ın ne demek olduğunu, bankanın
da kimin bankası olduğunu bu ülkede herkes
biliyor.
Paranın dini imanı yok! Para, sıcak ve tatlı!
Bir ara "emekli generaller çok tepkili"
yalanları pompalandı ama durum hiç de öyle
değil. En çok "tepkili" olanın
dediği, "eh olmuş bir defa"dan
öte değildir. Cumhuriyet mitinglerinde "memleketi
satıyorlar" diye haykıran eski rektör
muavinleri ise ağızlarını açıp hiç bir şey
söylemiyorlar!
3.5 milyar YTL'ye bankayı alan ING, dünyanın
ilk 20 bankası arasında ve emperyalist kuruluşların
hatırı sayılırlarından biri. Çeşitli alanlarda
50 ülkede faaliyet gösteriyor. Geçen yıl
yapılan anlaşmayla Formula 1'de Renault'un
üç yıl sponsorluğunu yapacak olan ING, bankacılık,
sigorta ve portföy yönetimi alanlarında
50'den fazla ülkede 60 milyonun üzerinde
bireysel, profesyonel ve kurumsal "işlev"
görüyor.
Yani ortada öyle "canım yabancıya gitmemiş"
denilebilecek bir durum da yok. Bal gibi
de bir emperyalist tekelle karşı karşıyayız.
Demek oluyor ki, "memleketini pazarlamak"
sadece başbakana ait bir görev değilmiş!
Hemen belirtelim, OYAKBANK'ın satışı ile
birlikte, yabancı sermayenin Türkiye bankalarındaki
oranı yüzde 40.7'ye ulaşmıştır ve şu anda
sermayesi "yerli"(!) olan bir
tek İş Bankası kalmıştır. O da ne kadar
yerliyse!
Sonuç, sürpriz değil. Türkiye yeni-sömürge
bir ülke ve emperyalizm bu ülkenin bütün
kurumlarına zaten hakimdir. Başkaları için
sürprizse eğer, oturup onlar düşünsün!
|
Ortalıkta bu kadar karışıklık, ya da karışıklık
gibi görünen şeyler olunca, devrimciler ne yapmalı?
Aslında bu sorunun yanıtı oldukça basit. Elbette
devrimciler bu tabloyu anlamaya, yorumlamaya çalışmalı,
egemen sınıfların iç ilişkilerinin kritik noktalarını
çözümlemeli. Ama öte yandan devrimciler, olgulara
esas olarak oldukça yalın bir bilinçle bakmalı;
sınıf bilinciyle… Kendi bayrağının altında durarak,
o bayrağın hizasından… Kendi plan ve programıyla…
Çünkü şu son derece açık: Bugünün sorunu, esas
olarak devrimci hareketin, genel olarak solun
ve emekçilerin sürece ne kadar müdahil olduğu,
olguların yönünü ne kadar etkileyebildiği, özcesi
kitleler içinde ne ölçüde etkin olduğu sorunudur.
Seçim tartışmalarının, oy verme-vermeme gibi tutumların
bu çerçevede ne anlam ifade ettiği, nereden, nasıl
bir perspektiften kaynaklandığı önemlidir. Yani
“düzen partilerine oy yok” dediğinizde de, bununla
nereye varmak istediğiniz, böyle bir tutumun sizin
planlarınız içinde nereye yerleştiği önemlidir.
Daha sade bir dille söyleyelim: siz, solun bugünkü
tıkanma noktasını aşmak için somut bir harekat
planına, bir programa sahip misiniz? Şu ya da
bu seçimde, şu ya da tutumu alabilirsiniz; ama
asıl nereye varmak istiyorsunuz, örneğin şu kadar
süre sonra nerede, nasıl bir durumda olmak istiyorsunuz?
Hangi hedeflere, hangi araçlarla varacaksın? Bugünkü
daralmayı nasıl bir genişlemeye dönüştüreceksin?
Asıl sıkıntılı nokta burasıdır ve Türkiye devrimci
hareketi asıl bu alanda büyük bir zayıflık yaşanmaktadır.
Örneğin bu sıkıntılı tabloyu aşmanın yolu, “meclisin
ezberini bozmak”tan mı geçiyor? Bu, bir harekat
planı mıdır?
Oy vermeme çağrısı yapanlara şimdilerde neredeyse
“bozguncu” gözüyle bakılıyor. Bağımsız adaylar
yoluyla DTP üzerinden bazı imkanların doğması,
zaten bu yolun yolcusu olanları bugünlerde pek
heyecanlandırıyor. Zaman zaman şöyle diyorlar;
“peki ama on-onbeş adam girse meclise, yaptıklarıyla,
ettikleriyle sola bir yarar, bir itibar sağlamazlar
mı? Geçmişte, 1960’larda TİP’in böyle bir yararı
olmadı mı?” Plan ilk bakışta makul görünüyor;
ama buradaki “yarar”ı kimin sağlayacağı sorusu
açıkta kalıyor. Gerçekten, kim sağlayacak bunu?
“Geçmişteki hataları yapmayacağız, gerekirse AKP’ye
destek de oluruz” diyen DTP mi? DTP’nin ABD-AB
emperyalizmi konusunda, özelleştirmeler ve neoliberal
soygun konusunda, vs. vs… nasıl bir duruş içinde
olacağını bilen var mı? Yarın ABD’nin talebiyle
bir yere asker gönderilmek istense DTP bağımsızları
ne yapar, bilen var mı?
Yoksa, kendisini solla birlikte göstermek istemeyen
“solcu” aday Baskın Oran mı sola meclisten katkı
sağlayacak? Devrimcileri “sekterlik”le suçlaması
kolay, ama bu sorular yine de ortada duruyor.
Devrimci sosyalist hareket, evet, bu seçim oyununa
katılmayı, bu dalavereyi meşrulaştırmayı doğru
bulmuyor. Her seferinde kitleleri figüran yerine
koyan bu sandık oyununun bu kez de aynı çerçevede
yürüyeceğini söylüyor ve oy vermeme çağrısı yapıyor.
Sorun, klasik bir boykot sorunu da değildir. Yani
nasıl olsa alıştık, bu seçimde de oy vermeme çağrısı
yapalım olsun bitsin meselesi değil mesele. Devrimci
sosyalist hareketin saplantıları, katılaşmış alışkanlıkları
yok; bir başka durumda bir başka politika da uygulayabilir.
Asıl sorun, şu ya da bu politikanın bir genel
programa oturup oturmadığı, asıl sorunun, devrimci
hareketin nasıl atılım gerçekleştireceği sorununun
politik yanıtının verilip verilmediğidir.
Devrimci sosyalist hareketin böyle bir planı var.
Evet, var. Devrimci hareket, bugünkü etkisizlik,
cılızlık haline mahkum değildir. Biz buna inanıyoruz.
Bu makus talih, geriye çevrilebilir ve bir gelişme
temposu yakalanabilir. Biz, geçen sayıda da açıkça
söyledik, yalnızca 22 Temmuz’da olup bitecekleri
değil, asıl bunu düşünüyoruz, asıl bu soruyu yanıtlamak
derdindeyiz. Çevremizde olup bitenlere ilgisiz
değiliz ama gözümüz kendi çizdiğimiz rotadadır.
Bu yüzden, karışıklık karşısında sadeliğin bugünkü
durumda bir avantaj olduğunu düşünüyoruz. Egemen
sınıfların iç çelişkilerinin derin çözümlemelerini
elbette gerekli ve önemli buluyoruz, güncel olguları
izleyip tutumlar almanın da önemine inanıyoruz;
ama öte yandan bu tutumların bize muazzam yararlar
sağlayacağını, kitlelerle aramızdaki bağları olağanüstü
düzeyde geliştireceğini düşünmüyoruz. Bunu özellikle
bugün söylememizin bir nedeni var; çünkü öyle
görünüyor ki, Türkiye’nin yakın geleceği hiç “sakin”
olmayacak; provokasyonlar, felaket senaryoları,
zirveye taşınan şovenizm, yapay gündemler üzerinden
fırtınalar… Bütün bunların arasında, politik eksenden
yoksun bir biçimde durursanız sonuç kesinlikle
sürüklenmedir; bugüne kadarki genel “tepki eylemi”
çizgisinin derinleşerek devamıdır. Her gün her
konuda bir şey söylemek ama gelecek üzerine hiçbir
şey söylememek!
Devrimci sosyalist hareket, her gün olanları önemsiyor,
önemseyecek. Her konuda söyleyecek sözü var, elbette
onu da söyleyecek; ama kendi politik hattından,
yol çizgisinden de ayrılmayacak. Kendimize politik
omurga, yol çizgisi olarak saptadığımız kılavuz,
devrimci yenilenme sürecimizin somut adımlarıdır.
Program, manifesto ve devrimci atılım… Sağa sola
bakacağız, yüzlerce kilometre uzağa da bakacağız,
her konuda gerekeni yapacağız, ama gözümüz yine
de kendi işimizde, kendi yol haritamızda olacak;
hiçbir gerekçenin bizi bu hattan kaydırmasına
izin vermeyeceğiz.
Dolayısıyla, “memleket bu haldeyken” bizim program
tartışmalarıyla meşgul olmamız lüks değildir;
zaman israfı ya da içine kapanıklık değildir.
Mesele şuradadır ki, “memleketin hali” dediğimiz
şey, zaten bu duruma müdahale etmesi gerekenlerin,
müdahale etme iddiasında olanların “hali” ile
ilgilidir; asıl çözülmesi gereken sorun budur.
Evet, tam da bu zaman, program ve yol haritası
çalışmalarının yoğunlaşma zamanıdır. Devrimci
sosyalistler, hayatın önümüze çıkardığı sorunları
ve olguları bir an olsun atlamadan tam da bu soruna
yönelmeli, enerjilerini bu kanala akıtmalıdırlar.
Önümüzdeki süreç zorludur. Yanlış ve çürük tahtalara
basmadan ilerlemek, kendi hedeflerimizden şaşmadan,
kendi bayrağımızın ardından yürümek, zor olacaktır.
Ama bu yürüyüşün ödülü için değer.
.
PETKİM Satış Sözleşmesi
ve Özelleştirmelerin Tümü Meşru Değildir
Halk
Düşmanı Hırsızlar ve İşbirlikçileri
Halkın Öfkesine Çarpacak!
Seçimlere bir hafta kala
Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun en büyük petro-kimya
tesisi, kimsenin kim olduğunu bile bilmediği
mafyatik bir Kazak-Rus grubuna satıldı.
Böylece, yabancı sermayenin elindeki piyasa
hisseleriyle (yüzde 24) birlikte PETKİM'in
yüzde yetmiş beşi tümüyle yabancı sermayeye
devredilmiş oldu.
Satış anından bu yana bütün tekel medyası,
sözleşmiş gibi satışın ne kadar yüksek bir
fiyatla yapıldığını söylüyor; fiyatın ne
olduğu esasen önemli değildir. Esas önemli
olan özelleştirmeci, neo-liberal politikanın
pervasız biçimde kaynakları kurutmasıdır.
Ama, aslında bu söylenen de yalandır; PETKİM,
potansiyeli ve mevcut kapasitesi itibarıyla
da ölçülemez değere sahip bir sanayi kuruluşudur.
Yani hiç de söylendiği gibi "yüksek
fiyatlar" söz konusu değildir. Üstelik,
ihaleyi alan grup o kadar karanlıktır ki,
haklarında Özelleştirme İdaresi Başkanlığı
bile bir bilgiye sahip değildir. Haklarında
tek bilinen şey, mafyanın kontrolündeki
Rus bankalarının desteklediği karanlık Kazak
şirketleri olduklarıdır. Daha sonra çıkan
bilgilerde ise işin içine karapara yargılamaları,
Asya-Avrupa Yahudi Konferansı başkanı iş
adamları, ABD’li bankacılar girdi... Sonuç
olarak, PETKİM satışı, kim alırsa alsın,
kaç para verirse versin, neoliberal hırsızlık
politikasının bir ürünüdür ve emekçi halklar
tarafından kabul edilemez.
Hırsızlar Halka Hesap
Verecek!
Biz, son derece açık söylüyoruz: Kim Türkiye'nin
sanayi tesislerini, kamu kurumlarını ihalelerle
ya da başka yollarla ele geçiriyor, satın
alıyorsa, eli yanacaktır. Devrimci sosyalist
hareket ve bu coğrafyanın emekçi halkları
için hiçbir sözde satış anlaşması meşru
ve geçerli değildir. Bu toprakların yer
altı ve yer üstü zenginliklerini çalanlar
ve bu hırsızlığa bekçilik ve ortaklık edenler
kuşkusuz devrimci halk hareketi ve devrimci
sosyalist hareket nezdinde "Halk Düşmanı"
statüsünü kazanırlar, kazanacaklardır. Bu
şirketlerin ve onların işbirlikçilerinin
tümü, halkın nefretinin ve öfkesinin hedefidir.
Öte yandan devrimci sosyalist hareket, eski
Sovyet cumhuriyetlerinin ekonomik birikimlerini
gasp ederek kendisine sermaye yapan bu çapulcu-hırsız
şirketlerin de ayrıca dünya halklarına hesap
vereceğini yüksek sesle söylemektedir. Ayrıca,
şimdiden muhatapları tarafından bilinmelidir
ki, bu topraklarda gerçekleşecek olan anti-emperyalist,
anti-oligarşik halk devrimi, bütün bu sözleşmelerin,
anlaşmaların tümünü değersiz kağıt parçaları
olarak görecek ve haraç mezat satılmış olan
bütün kamu mallarını derhal ve tek kuruş
bile ödemeksizin halkın malı haline getirecektir.
Halk İktidarı, bu konularda kendisini uluslar
arası sözleşme ve hukukla da bağlı saymayacak,
eli hiçbir biçimde titremeyecektir.
Halk Kültür Merkezleri, ne PETKİM satışını,
ne de genel olarak diğer özelleştirmeleri
meşru saymamakta, bütün bunların açık bir
hırsızlık olduğunu yinelemektedir.
Halk Kültür Merkezleri, bu satış başta olmak
üzere bütün özelleştirme uygulamalarının
sona erdirilerek yapılmış olanların da iptal
edilmesini talep ediyor.
Halk Kültür Merkezleri, ülkenin zenginliklerini
haraç mezat satışta çıkaranların halk düşmanı
olduklarını açıkça söylüyor.
Kahrolsun Halk Düşmanı
Hırsızlar ve İşbirlikçileri
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!
5 Temmuz 2007
HALK KÜLTÜR MERKEZLERİ
|
|