Emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından son
yirmi yıldır emekçi halklara yöneltilen neoliberal
saldırı dalgası, özellikle sağlık ve eğitim gibi
toplumsal hizmet alanlarını vuruyor.
Büyük şatafatlarla “her vatandaşı sosyal güvenceye
alıyoruz” diye şişirilen Genel Sağlık Sigortası
(GSS) projesi de 1980’lerden bu yana başlatılan
atakların sonuncusudur. AKP’nin hazırladığı, CHP’nin
de seçim beyannamesinde “düzeltip uygulayacağız”
diye sahiplendiği proje, büyük bir “buluş” gibi
sunulsa da, aslında düpedüz emperyalist bir dayatma
olarak karşımızdadır.
Bilindiği gibi, 1980’lerden itibaren dünyada neoliberalizmin
yükselmesiyle, devlet harcamalarının ve müdahalelerinin
ekonomiye zarar verdiği ve krizin nedeninin devletin
yaptığı, üretken olmayan sosyal harcamalar olduğu
söylenmeye başlamıştı. Devletin sosyal sigorta
kurumlarına yaptığı harcamalar, “kara delik” olarak
niteleniyor ve tabii bu arada “prim ödemeyenler”in
kim olduğu hiç sorulmuyor, unutturulmaya çalışılıyordu.
Çözüm ise belliydi: Devletin küçültülmesi, sosyal
güvenliğin özelleştirilmesi, bütün çalışanlar
için özel sigortacılığın uygulanması! Böylece
büyük uluslararası şirketlerin kârı ve özel sağlık
yatırımları artacak, “kaliteli” sağlık hizmeti
sunacak özel kuruluşların yurt geneline yayılacaktı!
Özel sigorta kuruluşlarından ve sözü edilen “kaliteli”
sağlık hizmetlerinden kimlerin faydalanabileceğini
sormak gereksizdir; en azından emekçilerin faydalanamayacağı
kesin.
Bu uygulamaların en önemli ayağını oluşturan özelleştirmeler
ile hedeflenen, kamu varlıklarının satılması yoluyla
tekrar borç alabilmek için borç faizlerinin ödenmesidir.
Yine benzeri bir yaklaşımla sosyal güvenlik fonları,
satılacak varlıkların bitmesi durumunda yeni bir
kaynak olarak ele alınmaktadır.
Dünya Bankası Emrediyor Hükümetler Uyguluyor
Ülkemizde 24 Ocak kararları ile başlayan süreç
2000’li yıllarda hız kazanmış, son dönem hükümet
politikaları ile deyim yerindeyse tavana vurmuştur.
İçindeki “genel” kelimesiyle gerçekten geneli
kapsarmış gibi bir hava uyandıran Genel Sağlık
Sigortası (GSS), bu uygulamaların en çarpıcı olanlarındandır.
GSS, geliştirilmiş bir sağlık reformu olarak sunulmakta,
“sağlık güvencesi olmayan kişilere bu güvenceyi
sağlamak üzere” kurulacak bir finansman sistemi
olarak dile getirilmektedir. Oysa bu ne yeni bir
uygulamadır ne de hükümetin dile getirdiği gibi
bir reformdur. Aslında kendileri bile buna reform
demekten kaçınmaktadırlar. Sağlık Bakanlığı, Temel
Sağlık Dergisi’nde şu ifade yer almıştır: “Bugüne
kadar Bakanlığımız bünyesinde ulusal ve uluslararası
katılımla yapılmış çok sayıda çalışma ve proje
ortaya konmuş ve bu projeler “reform” olarak adlandırılmıştır.
Farklı adlarla da olsa, bu kurumun aynı amaca
hizmet eden çok sayıda projeye ev sahipliği yaptığını
biliyoruz. Bugün bir reformdan söz etmeyişimiz,
tamamen yeni bir görüş ortaya koymadığımızın bilincinde
olduğumuz içindir.”
Yazıda da belirtildiği üzere bu tamamen yeni bir
görüş olmadığı gibi özellikle eski sosyalist ülkelerde,
IMF ve Dünya Bankası (DB) patentli uygulamaların
aynısıdır.
DB, Haziran 2002’deki raporunda SSK, Bağ-Kur ve
Emekli Sandığı’nın sunduğu çeşitli sağlık sigortaları
ile devlet memurlarına sunulan hizmetlerin ve
Yeşil Kart gibi programların birleştirilerek tek
bir zorunlu sosyal sağlık sigortası sistemi ya
da Sağlık Fonu haline getirilmesi gerektiğini
buyurmuştur. Ancak raporda asıl önemli olan nokta,
Sağlık Fonu’nun “özerk” olması ve “profesyonelce
yönetilmesi” emirleridir. Bu, tam bir “para havuzu”
yaratma çabasıdır. Zaten Sağlıkta Dönüşüm Programı
da bizzat DB’nın onayına tabi “Saha Koordinatörleri”
eliyle yürütülmeye başlamıştır.
Aslında daha da geriye gidersek, Türkiye’de sözde
“sağlık reformu” çalışmaları çok eskilere dayanmakla
birlikte, 16 Ağustos 1990 tarihinde Türkiye ile
Dünya Bankası arasında imzalanan Sağlık Projesi
İkraz Anlaşması’yla başlamıştır. 1992 yılında
devleti küçültme ve kamu personel sayısını azaltma
çerçevesinde, erken emeklilik uygulaması başlamış,
25 Ağustos 1999’da emeklilik yaşı 60 ve 58; prim
ödeme gün sayısı 7000 güne çıkarılmıştır. 2001
yılında Bireysel Emeklilik Sigortası uygulaması
başlamış, 2003 yılında Sosyal Güvenlik Kurumu
kurulmuş, sosyal güvenliğin tek çatı altında toplanması
ve GSS’nin kurulmasına ilişkin çalışmalar başlamıştır.
Aynı yıl Haziran ayında yasa taslağı mecliste
görüşülmüştür. 4857 sayılı iş kanunu ile emeklilik
yaşı kademeli olarak artırılarak 68, prim ödeme
gün sayısı 9000 iş günü olarak belirlenmiştir.
AKP Döneminde Hızlanan Süreç ve “Reform”un
Temel Noktaları
Sıra AKP’ye geldiğinde ise kapılar artık daha
açıktır; çünkü geçmişte tek partili bir hükümet
olmadığı için ağır yürüyen süreç AKP ile hızlanmış,
ilgili yasalar, bu dönemde hızla meclisten geçirilmiştir.
İlgili yasa maddeleri bütün olarak değil de çeşitli
başlıklar halinde ayrı ayrı çıkarılmış, zaten
siyasetten uzak olan kitleler farkında olmadan,
uygulamalar başlatılmıştır. Uygulamaların bir
kısmı Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesi’ne başvurması
sonucu 2008 yılına ertelense de irdelenmesi gereken
konunun bütünüdür.
Dünya Bankası, 29 Temmuz 2004 tarihli “Sosyal
Güvenlik Sisteminde Reform” metninde, mevcut sosyal
güvenlik sisteminin bütçe üzerinde yarattığı baskı
nedeniyle borç ve faiz oranlarını arttırdığı,
enflasyonu ve işsizliği körüklediği ve iktisadi
gelişme ve toplumsal barış açısından tehdit oluşturduğu
dile getirilmiştir. Önümüzdeki 15-20 yılın, Türkiye’ye
sosyal güvenlik sisteminde fon birikimi bakımından
tarihi bir fırsat sunduğu ve yaşlı nüfusu artmakta
olan Türkiye’nin bu fırsatı değerlendirmesi gerektiği
söylenmektedir.
Bu ifadeler aslında programların arkasında kimlerinin
parmağı olduğunu göstermektedir. Artı-değer hırsıyla
gözü dönmüş tekelci kapitalizm, emekçilerin damla
damla teriyle ödediği emeklilik fonlarını özel
aracı kurumların emrine tahsis edecek, bu paralar
borsaya akıtılacak ve sermaye kumarbazlarına kaynak
oluşturacaktır.
Sağlıkta dönüşüm başlarken, devletin sağlık hizmeti
sunmasının sosyal güvenlik kurumlarını verimsizleştirdiği,
mevcut sağlık sisteminin ihtiyaca cevap vermediği
ve devletin temel sağlık ihtiyacını özel sektörü
teşvik ederek yerine getirmesi gerektiği dile
getirilmiştir. Oysa bugüne gelinen süreçte sağlığa
genel bütçeden yeterli pay ayrılmamış (Son 20
yılda ortalama %3), kamu sağlık kuruluşlarına
yatırım yapılmamış, teknik, tıbbi, fiziki altyapı
ve personel istihdamı ihtiyaçlar doğrultusunda
donatılmamıştır. Bununla birlikte sağlığa ayrılan
bütçenin %60’ı özel sağlık kuruluşlarına ‘’teşvik’’
adı altında aktarılmış, döner sermaye uygulamaları
devam etmiştir. Yani genel olarak özelleştirme
furyasında kullanılan taktik geçerlidir: önce
bir alana yatırım yapma, onu çökert, sonra da
“devletin hantallığı ve verimsizliği” üzerine
feryatlar kopar!
Sağlığı Piyasaya Açmak…
Öte yandan, “Sağlıkta Dönüşüm”le hedeflenen, merkezi
planlama yerine bölgesel/yerel yönetim-denetimin
olması, hizmet sunumu ile finansmanının ayrılması,
finansman, hizmet sunumu ve istihdam alanında
özelleştirmelerin olmasıdır. Yaşanacak olan, vergi
temelli sağlık finansmanından sigorta temelli
finansmana geçiş, özerk sigorta fonlarının kuruluşu,
cepten ödemelerin artması ve taşeronlaşmanın yaygınlaştırılmasıdır.
Amaç sağlığı piyasaya açmak, devletin sağlıktaki
sorumluluğunu azaltmak, hastaneleri ek gelir kaynakları
yaratmaya zorlamak, kullanıcı ödentilerini bir
finansman mekanizması olarak kurumsallaştırmak,
sağlık çalışanları üzerindeki iş yükü ve işsizlik
riskini artırmak ve personel maliyetlerini azaltmaktır.
Bu anlayışla, sağlık, bir kamu hizmeti olarak
değil, ticarileştirilmiş devlet hastaneleri ile
özel sağlık kurumlarından satın alınan bir meta
olarak görülmektedir. Uygulamada planlama ve denetleme
Sağlık Bakanlığı’na, finansman Sosyal Güvenlik
Kurumu’na (GSS), sağlık hizmeti sunumu yerel yönetimler
ve özel sağlık kurumlarına bırakılmaktadır. Finansmanı
sağlanan sağlık hizmetleri için ödenecek bedeller,
Maliye Bakanlığını, Sağlık Bakanlığını, Devlet
Planlama Teşkilatı Müsteşarlığını, Hazine Müsteşarlığını
ve Sosyal Güvenlik Kurumu’nu temsil eden toplam
beş üyeden oluşan, Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma
Komisyonu tarafından her bir sağlık hizmeti için,
Genel Sağlık Sigortası bütçesi de dikkate alınarak
belirlenecektir. Kurum, idari kararlarla sağlık
hakkını geniş ölçüde kısıtlayabilecektir. Bu durumda
sürekli tedavi gerektiren ve tedavi masrafları
fazla olan hastalıkların kapsam dışında tutulması
beklenmelidir. Kapsam dışı sağlık hizmetlerini,
parası olanlar özel sağlık kuruluşlarından alacaklar
veya özel sağlık sigortası yoluna gideceklerdir.
Parası olmayanlar ise sağlık hizmetlerinden -her
zamanki gibi- yararlanamayacaklardır.
Oluşturulan Prime Dayalı Sağlık Sigortası uygulamasına
göre, tüm maaşlı çalışanlar için prime esas kazanç
üzerinden %12.5’luk bir pay ödenecek; bunun %5’ini
çalışan, %7.5’nu işveren ödeyecektir. Serbest
çalışanlar gelirlerinin %12’sini sağlık primi
olarak yatıracaklardır. Aylık geliri asgari ücretin
1/3’ünden fazla olan herkesten düzenli olarak
GSS primi toplanacaktır. Aylık geliri asgari ücretin
üçte birinden az olan kişiler bu kapsama girmeyecek,
bu primlerin hangi kaynaktan olduğu bilinmemekle
birlikte devlet tarafından, asgari ücret üzerinden
ödeneceği belirtilmektedir. Yapılan düzenlemelerle,
tam da sosyal güvenliğe en çok ihtiyacı olan gelir
düzeyi düşük kesimler, daha açık bir deyişle,
ev hizmetlerinde çalışan kadınlar, tarım ve orman
işlerinde süreksiz olarak çalışan topraksız ve
az topraklı köylüler, gündelikçi kentliler, küçük
esnaf, tarımda geçici faaliyette bulunan köylüler,
zorunlu sosyal güvenlik kapsamı dışında bırakılmışlardır.
Herkese Sağlık Hizmeti: Yalanlar ve Gerçekler
Önemli bir gelişme olarak vurgulanan 18 yaş altındaki
çocuklara ücretsiz bakılacağı ifadesi doğru değildir;
eğer anne ve baba prim ödüyorsa çocuklarına bakılacaktır.
Prim ödemeyene sağlık hizmeti verilmeyecek, hizmetler
temel teminat paketi adı altında sınırlandırılacak
ve kurumca belirlenen tanı ve tedavi giderleri
ödenecektir. GSS herkes için zorunlu tutulmakta,
yararlanabilmek için işverene bağlı çalışanların
bir yıl içinde 90 gün prim ödemiş olması, primini
kendi ödeyenlerin borcunun bulunmaması gerekmektedir.
Burada önemli bir nokta ödenmesi gereken katkı
paylarıdır. Bunlar ayakta tedavide muayene için
2 YTL, ilaç, protez/ortez, araç-gereç için %10-20
oranında katkı payı ödenmesi şeklinde olacaktır.
Ağız ve diş sağlığı hizmetlerinde sınırlama getirilmiş,
18-45 yaş arası protez tedavilerinin ödenmeyeceği,
diğer yaş gruplarında %50’sinin ödeneceği belirtilmiştir.
Kız çocuklarına yönelik koruma kaldırılmış, “bakmakla
yükümlü olunan” kapsamından çıkarılarak ölen sigortalıdan
%25 oranında ölüm aylığı alan bir konuma getirilmiştir.
Memur emeklilerinin maaşlarında %33, SSK ve Bağ-Kur
emeklilerinin maaşlarında %23 düşüş gerçekleştirilecektir.
Bu değişiklikler ile mali sorumluluk ya da prim
ödeme yükümlülüğü çalışan kesime yüklenmekte,
tam da kapitalizmin özüne uygun olarak bireysel
sorumluluk vurgusu öne çıkarılmaktadır.
Diğer önemli bir nokta ise, yeni “Kamu Yönetimi
Temel Kanunu” ile birçok merkezi kamusal görevin
yerel yönetimlere bırakılması, sağlık bakanlığının
taşra birimlerinin tasfiyesi, kamu sağlık kurumlarının
il özel idareleri ve belediyelere devri ön görülmektedir.
Bunun yanında kamuya ait hastanelerin işletme
haklarının en çok 49 yıl süre ile hastane kurabilen
ve işletebilen tüzel kişilere kiralanması gündeme
gelmiştir.
Öte yandan, yıllık Bütçe Uygulama Talimatları
ile sağlık alanına bir çok kısıtlama getirilmekte,
ayrıca da yayınlanan tebliğ ve genelgelerle sağlık
alanına ciddi darbeler indirilmektedir. Örneğin,
1 Temmuz 2006 Tebliğiyle tanı ve tedavi hizmetlerine
ciddi kısıtlamalar getirilmiştir. Buna göre birinci
basamak resmi ve özel sağlık kuruluşlarına başvuran
hastalar için vaka başına 11 YTL ödeme yapılması
kararlaştırılmıştır. İkinci basamak sağlık kurumlarına
yapılacak ödemeler ise sağlık kurumu ve ilgili
klinik bölüme göre farklı olmakla birlikte 19
ile 54 YTL arasında değişmektedir. Bu tutar tıp
fakültesi hastanelerine yapılacak ödemelerde %50
oranında artırılarak uygulanacaktır. Yani hastalığınız
ne olursa olsun sizin için sosyal güvenlik kurumunuzun
yapacağı ödeme bellidir. Bu durumda ya ciddi bir
hastalığa yakalanmamak için kendinize iyi bakacaksınız,
ya tutarın fazlasını cebinizden ödeyeceksiniz.
Bu durumda ileri tetkik ve tedavi gerektiren hastaların
hele de ceplerinde paraları yoksa yeterli bir
sağlık hizmeti almaları mümkün değildir. Fatura
yine emekçilere çıkarılmıştır.
Daha sonra ise 12 Eylül 2006’da Maliye Bakanlığı
genelgesiyle bir çok ilacın temini rapora bağlanmış
yada bazı ilaçlar tedavi değerleri olmadığı gerekçesiyle
ödeme kapsamından çıkarılmıştır.
Nihayet bu tebliğlere 15 Haziran 2007’de bir yenisi
eklenerek hastanelere başvurmak için sevk zorunluluğu
kaldırılmış ama bu da kaliteyi artırmak yerine,
özel kurumların kasalarının dolmasına hizmet etmiştir.
“Devrim” Yap, Sağlık Ocaklarını Kapat!
Bir diğer değişiklik, birinci basamak sağlık hizmetlerindeki
sorunları çözmek iddiası ile ortaya atılan ‘Aile
Hekimliği’ uygulamasıdır. Hükümetin uzun çalışmalar
sonucu getirdik dediği sistem, aslında IMF ve
Dünya Bankası’nın, özellikle eski sosyalist ülkelerde
uyguladığı sistemdir. Aile hekiminin görevleri,
ilk kayıtta ev ziyareti ile kendisine bağlı kişilerin
sağlık durumlarının tespit etmek, temel laboratuar
hizmetlerini vermek/verilmesini sağlamak, bununla
birlikte kişiye yönelik koruyucu, tedavi ve rehabilite
edici sağlık hizmetlerini sunmak olarak tanımlanmıştır.
Yıllık yapılacak sözleşmelerle istidam edilecek
aile hekimleri, yürüttükleri sağlık hizmeti için
kişi başına ücret alacaklar, bina ve diğer giderlerini
kendileri karşılayacaktır. İlk başlarda sağlık
ocakları aile hekimlerine kiralanacak, hekimler
birlikte çalışacakları sağlık personelinin maaşını
da ödeyecektir. Birinci basamak sağlık hizmetlerini,
sağlık ocaklarına soktuğu “yazar kasalarla” paralı
hale getiren düzenleme ile aile hekimliğine geçilen
illerde 600’ün üzerinde sağlık ocağı kapatılmış,
yerlerine “aile hekimi muayenehaneleri” açılmıştır.
Bu arada 1 Temmuz 2007’den itibaren “birinci basamak
sağlık kuruluşlarında verilecek hizmetler için
ücret talep edilmeyecektir” diyen bir genelge,
devrim adı altında yayınlanmış, yıllardır çökertilen
sağlık ocağı hizmetleri içi boşaltılarak, tamamen
seçim öncesi bir göz boyama aracı olarak kullanılmıştır.
Aile hekimleri aslında ailelerin değil kişilerin
hekimi olacak, aile fertleri istedikleri (neye
göre seçecekleri bilinmez) hekimleri altı aylık
sürelerde değiştirebilmek üzere seçeceklerdir.
Aile hekimine müracaatta muayene için 2 YTL, laboratuar
hizmetleri için %10 katkı payı ödenecektir. Bu
durumda aşılama, bebek ve gebe takibi, aile planlaması
gibi koruyucu hekimlik hizmetleri yeterince verilemeyecektir.
Çünkü ekip hizmeti olarak sunulması gereken sağlık
hizmeti, sadece aile hekimine indirgenmiştir.
Bu uygulamalarla bulaşıcı hastalıklar yaygınlaşmış,
gereksiz ilaç ve teknoloji kullanımı artmış, çocuk
sağlığı göstergeleri kötüye gitmeye başlamıştır.
Dünya Bankası Mücadelenin Yolunu Gösteriyor!
Bütün bu gelişmeler IMF’yi kısmen de olsa memnun
etmiştir. Hükümetin 19. stand-by anlaşması 5.
gözden geçirmeye ilişkin niyet mektubunda dillendirilen
ifadelere bakıldığında memleketi satışa çıkarma
konusunda ne kadar da istekli oldukları göze çarpmaktadır.
“2007 yılı başında uygulamaya konulacak olan genel
sağlık sigortası uygulamasının, mali sürdürülebilirliğini
temin etmek amacıyla sağlık harcamalarının program
hedefleri dahilinde tutulması için gerekli ilave
tedbirlerin ivedilikle alınması hususunda tereddüt
edilmeyecektir. Türkiye’nin yatırım ortamının
iyileştirilmesi amacıyla sürdürülen çalışmalar,
sonuçlarını, bugüne kadar görülmemiş düzeyde özelleştirme
ve doğrudan yabancı yatırım geliri elde edilmesi
suretiyle göstermiştir. Doğrudan yabancı yatırımların,
özel birleşme ve satın alımlar ve yatırım ortamındaki
iyileşmenin etkisiyle, geçen yılın rekor seviyedeki
rakamlarını rahatlıkla aşması beklenmektedir...”
Adı geçen mektupta her bir işletmede işten ayrılanların
en fazla %10’u kadar yeni personel alımı yapılacağı,
işten ayrılanların en fazla %50’si kadar yeni
memur alımı yapılması, Sosyal Güvenlik Kurumu’na
tıbbi tedavi ve ilaçlardaki katkı paylarını değiştirme
yetkisi veren düzenlemenin TBMM’de onaylanması
gibi sözler de verilmiştir. Ek olarak sosyal güvenlik
kuruluşlarının açıklarının, merkezi yönetim bütçesinden
yapılan transferlerle karşılanacağı, böylece söz
konusu kuruluşların faiz dışı hesaplarının dengede
olmasının beklendiği ifade edilmiştir.
IMF’ye verilen sözler için fazla yoruma gerek
yok; neyin kimler için yapılmaya çalışıldığı çok
net olarak görülmektedir. Bütün fatura emekçilere
çıkarılmakta, özelleştirme, devletin piyasalardaki
kontrolünün azaltılması ve tüm hizmetlerin serbest
piyasaya açılması çabaları kapitalizmin kar oranını
artırmayı hedeflemektedir.
Tüm bu uygulamalar, DB ve IMF’ye kapı kulluğu
zihniyetiyle yapılmakta, sağlık ocaklarını aile
hekimliğine, sağlık kurumlarını sağlık işletmelerine
ve vatandaşı müşteriye dönüştüren bir yaklaşımı
ifade etmektedir. Kitlelere devrim adı altında
sunulan uygulamaların zihinleri karıştırması söz
konusu bile değildir; çünkü emekçiler ve bu ülkenin
tüm onurlu insanları bu “devrim”in(!) ne olduğunu
çok iyi bilmektedirler.
Bütün bunlarla nasıl mücadele edileceği ise aslında
DB’nın Mart 2003 tarihli dokümanında bile belirtilmiştir.
“Sağlık reformunun başarısı, siyasi irade ve kamu
kabulünün gücüne bağlıdır. Bunlar olmaksızın en
iyi tasarlanmış tedbirlerin bile başarısızlığa
uğraması söz konusu olacaktır.”
Yani onlar bile bize yapmamız gerekeni işaret
etmektedirler; bu uygulamaları kabul etmeyin!
Tek yol, bu düzenin ipliğini pazara çıkarmak,
tüm enerjimizi sandıktan çıkacak sonuçlara değil,
kendimize yoğunlaştırmak ve halklara sağlıkta,
eğitimde, barınmada ve tüm yaşam alanlarında insanca
bir yaşam sunmanın yolunu; yani devrimi seçmektir.
|