Son aylarda Türkiye, işbirlikçiler cephesindeki
olağanüstü siyasi çalkantılara tanık oldu, insanlar
özellikle Nisan ve Mayıs boyunca tam bir toz duman
içinde bir o yana bir bu yana savrulup durdular.
Cumhurbaşkanlığı meydan savaşları, büyük mitingler,
bayrak denizleri, kimin kimden daha vatansever
olduğu üzerine abuk sabuk tartışmalar… Hani komplocu
gazetecilerin çok sevdiği “düğmeye basmak” deyimi
var ya, tam da öyle işte; sanki bir “düğmeye”
basılmış gibi ortalık birbirine girdi, “rejim
tehlikede” çığlıkları yükselirken alanlar doldu
taştı. Sonunda bir yandan bayrak, diğer yandan
sopa sallayarak süreci erken seçim noktasına kadar
getirdiler. Şimdi aynı korku tüneli, sağda solda
patlayan bombalarla devam ediyor…
Sonuç olarak medyadaki dalkavuklar korosu ne kadar
gizlemeye çalışırsa çalışsın, bütün bu çok bayraklı
karmaşanın arkasında haki üniformalı bir gücün,
Genelkurmay’ın durduğunu aslında herkes bilmektedir.
İşin Türkçesi, ordu, hiç de gizlemeye çaba harcamaksızın,
hatta özellikle abartarak bir parti gibi siyasete
müdahale etmekte, provokasyonlarla ve psikolojik
savaş yöntemleriyle olayları yönlendirmektedir.
Bir yandan mitingler örgütlenirken, diğer yandan
birbiri ardına darbe tehditleri, uzun uzun basın
toplantıları, “web sitesi muhtıraları” son birkaç
ayda birbirini izlemiş, böylece çatışma giderek
keskinleşmiştir. Daha doğrusu bu, doğrudan çarpışma
biçiminde bir keskinlik değildir; doğrudan bir
çarpışma için taraflardan birinin ne gücü ne de
iradesi vardır. Bir taraf, arkasındaki büyük askeri-ekonomik
güce yaslanarak emirler dikte etmekte ve kitleleri
de bu oyunun içine çekmekte; diğer taraf ise yüzüne
kişiliksiz bir “mağduriyet” maskesi takarak homurdana
homurdana geri basmaktadır. Bu arada, bütün bunlar
olup biterken, evlerde, kahvelerde, otobüslerde,
yani kitlelerin yaşam alanlarında neyin şekillendiğini
ise şu anda hiç kimse tam olarak tahmin edemiyor;
bunun en azından yüzeysel bir göstergesine ulaşmak
için 22 Temmuz akşamını beklemek gerekecek.
Ancak bu arada, olayların aynası içinde, bir gerçek
de kendisini yeniden ve daha açıkça ortaya koymuş
bulunuyor: Yeni-sömürge Türkiye’nin oligarşisinin
bugünkü manzarası, 1960’lı, 70’li yıllardan daha
farklı ve daha karmaşık bir tablo göstermektedir.
Tablonun bir yanı, aslında belli bir sadeleşmeyi
de ifade ediyor. Daha önceki yazılarımızda da
ifade ettiğimiz gibi, geçmişte zayıf da olsa süreçte
konum tutabilen daha geri-feodal güçlerin tasfiyesi
bugün büyük ölçüde tamamlanmış ve tekelci burjuvazinin
siyasal egemenliği perçinlenmiştir. Ayrıca, bu
arada, emperyalist ilişki de -deyim yerindeyse-
daha derinleşmiş ve emperyalistlerle işbirlikçiler
arasında daha köklü, daha “içerden” ilişkiler
oluşmuştur.
Diğer yandan ise yeni süreç, oligarşik bloğun
iç ilişkileri bakımından karmaşanın artışı anlamına
gelmiştir.
Bu karmaşanın iktisadi zeminini her şeyden önce
1980’lerde başlayan restorasyon ve yeni ekonomik
düzen oluşturmaktadır. Geçmişte, 1950’lerden başlayarak
“ithal ikamesi” ile karakterize olan dönemde nispeten
sabit konumlara sahip olan bir avuç ailenin (Koçlar,
Sabancılar, vb.) düzeni, yeni süreçte elbette
tümüyle yerinden oynamamıştır ama bu arada artık
arenaya yeni ve çok hırslı güçler de çıkmaya başlamıştır.
Sonuçta emperyalist uluslararası şirketlere göbekten
bağımlı da olsa eski düzen, büyük ölçüde üretime,
imalat-montaj sanayine dayanan bir sistemdi ve
bin türlü yönetmelikle, yasayla korunan bu sistem
mevcut şebekeye kolayca eklenmek isteyen yeni
hırsızları bir ölçüde engelliyordu. Oysa değişik
sektörlere ve bu arada para oyunlarına, yüksek
riskli ama daha hızlı para kazanma yöntemlerine,
kamu işletmelerinin yok pahasına ele geçirilmesine,
vb. vb. kapı açan neoliberal sistem, oyun alanını
biraz daha genişletmiştir. Üstelik, bu kez artık
uyuşturucudan banka hortumlamaya kadar yüzlerce
karanlık yoldan akıp gelen büyük para miktarları
ekonomiye girmiş ve bu paraların sahipleri de
belli oranda güç kazanmışlardır. Şili’deki benzerleri
“piranhalar” diye adlandırılan bu gözü dönmüş
hırsızlarla, aynı hırsızlığı yılların oturmuş
ilişkileri içinde yapan eski tekelciler arasındaki
çatışma, hızlı yükselişler ve hızlı düşüşlerle
kendini ortaya koydu. Zaman zaman kalabalıklaşan
hırsız çetesi, zaman zaman sadeleştirme operasyonlarıyla
daraltılıyor, sonra yine yeni unsurlar beliriyordu.
Ve tabii, bu arada, elindeki medya gücünü kullanarak
politik-ekonomik avantajlar sağlayan tekeller
ve çok büyük para miktarlarını klasik banka/devlet
dolaşımına sokmaksızın toplayan ve piyasada döndüren
İslami kesimler de işin bir başka cephesiydi.
Ama hepsi bu kadar değil.
Bu süreç, orduyu da geçmişte olduğundan daha fazla
öne çıkardı; ya da başka bir deyişle söylersek,
politik-ekonomik bir güç olarak ordu, gündelik
politikada artık daha fazla ve daha açıkça ağırlığını
hissettirir hale geldi.
Aslında, bu bir anlamda her zaman vardı; daha
doğrusu ordunun siyasi hayattaki rolü, Türkiye
Cumhuriyeti’nin tarihine ilişkin bir şeydir. Kemalist
dönem diyebileceğimiz zaman diliminde durum zaten
böyledir. Ayrıca özgün bir durum olarak Türkiye
oligarşisi, yeni-sömürgeciliğin tarihi boyunca
da her zaman askeri bir kanada sahip olmuştur.
“Askeri bir kanat” diyoruz; çünkü bu ilişki -tarihsel
geleneklerin de etkisiyle- hiçbir zaman basit
bir “eklenme” ilişkisi olmamıştır. Yani, örneğin
bazı küçük Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi
bir avuç işbirlikçi ve onlara hizmet eden, üç
beş kırıntı ile doyurulan derme çatma bir ordu
tablosu Türkiye’de söz konusu değildir. Örnek
olsun diye söyleyelim; Nikaragua’da devrim öncesinde
bütün ülkeye hakim olan Somoza ailesi ile Ulusal
Muhafız Ordusu arasındaki ilişki ya da Küba’da
Batista ile gerici Küba ordusu arasındaki ilişki
böyle basit bir ilişkidir. Bu ilişki içersinde
herhangi bir generalin görevden alınması, hatta
tutuklanması çok kolay ve mümkün işlerdir.
Oysa Türk ordusu -az sonra ayrıntılarıyla göreceğimiz
gibi- başlangıçtaki bazı sıkıntıların aşılmasından
sonra, belli bir süreç boyunca başka yeni-sömürgelerde
rastlanmayan bir yoldan adım adım emperyalist-kapitalist
işleyişe dahil olmuş ve böylece bir yandan düzene
hizmet konusunda çelişkiler ve tereddütler aşılırken,
diğer yandan da ordunun bizzat kendisi ülkenin
en büyük ekonomik-politik güçlerinden biri haline
gelmiştir.
Bu, gerçekten de Türkiye’ye özgü bir durumdur.
Bildiğimiz kadarıyla diğer yeni-sömürgelerde bu
düzeyde bir başka örnek mevcut değildir. Bir yandan
en derin tekelci kapitalist ilişkilerin içinde
yer almak ve emperyalist çıkarların en sağlam
savunucusu rolünü her dönem başarıyla yerine getirmek,
ama bütün bunlara karşın kendisini “siyasetin
ve ticaretin üstünde” bir kurum gibi sunabilmek,
üstelik kendi etrafında bir “ulusallık” halesi
yaratmak gerçekten de yeni-sömürgeler dünyasında
örneklerine pek rastlanan bir durum değildir,
bunun yine Türkiye’ye özgü nedenleri vardır.
Bütün bu bakımlardan Türk ordusunun içinden geçip
geldiği aşamaları incelemek ve bu gücü tanımak
devrimci hareket için bir zorunluluktur.
İmparatorluk Geleneklerinden Cumhuriyete…
Türk devleti ve dolayısıyla ordusu, uzun bir tarihin
içinden bugüne geliyor.
Sürecin bir ucu kuşkusuz, Ortadoğu, Afrika ve
Avrupa’nın bir bölümünde yüzlerce yıl hüküm sürmüş
olan büyük bir imparatorluğa, Osmanlı’ya dayanıyor.
Osmanlı tarihi ise bir anlamda askeri bir tarihtir;
çünkü bu tarih esas olarak “fetih”ler ve “ganimet”lerle
yürüyen, yeni yeni toprakların işgal edilmesinden
beslenen bir tarihtir. Büyük askeri dehalardan
söz edilemez belki; ama bunun yerini dolduran
sürekli akın mantığı vardır ve bu akınlar, sürecin
en zirve noktasında Avrupa’nın ortalarına kadar
gelip dayanmıştır.
Dolayısıyla Osmanlı’nın tarihi Osmanlı ordusunun
tarihinden ayrı ele alınamaz. Bu ordu ise, aslında
aynı dönemde bütün Avrupa’da geçerli olan sistemin
çok dışında değildir: Sabit birlikler ve toplama
güçler…
Giderek sayıları artan sabit birlikler, Yeniçeri
Ocağı örneğindeki gibi kendine özgü kışla düzeni
olan güçlerdir ve tarih boyunca bir çok düzenleme
ile yeniden yeniden organize edilmişlerdir. Diğerleri
ise, sefer ve savaş zamanlarında imparatorluğun
her köşesinden, ama en çok da en sadık bölgelerden
toplanan köylü-askerlerdir. Özellikle Alevi-Bektaşi
ocaklarının aktif biçimde kullanıldığı bu sistem,
uzun süre Osmanlı’yı idare etmiş, önemli başarılar
da sağlamıştır. Ancak daha sonraları Batı dünyasının
almaya başladığı mesafe ve buna karşın Osmanlı’nın
içine girdiği gerileme, sürekli başarı ve fetihlerle
beslenen bu düzeni de bozmaya başlamıştır. Böylece
bir yandan disiplinsizlik sürece hakim olurken
diğer yandan da yönetime dönük eski sadakat zayıflamış
ve “ordunun siyasete müdahalesi” diye adlandırılabilecek
bir durum olağanlaşmıştır. Sürekli ayaklanmalar,
sadrazamların, hatta padişahların hayatına mal
olan “muhtıra”lar bu dönemin günlük olaylarıdır.
Bu kurumları, özellikle Yeniçeri Ocağı’nı yeniden
düzenleme çabaları da aslında ciddi bir sonuç
vermemiş, netice itibarıyla Osmanlı’nın dağılma
ve büyük sömürgeci güçlerin yörüngesine girme
süreci hızlanarak devam etmiştir.
Bu süreçte, yeniçerilerin tasfyisenin ardından
kurulan “Batı tipi” ordu yapılanması da politik
yaşama müdahale açısından bir süre sonra çok daha
sistematik ve partileşen bir yapıya kavuşmuştur.
Osmanlıdaki ilk modern siyasal parti olan İttihat
ve Terraki Cemiyeti (İTC) esasen tümüyle ordu
içinden çıkmıştır. İTC kuruluşundan kısa bir süre
sonra politik ve toplumsal yaşama egemen olmuştur.
I. Paylaşım Savaşı macerası sona erdiğinde, aslında
artık bir ordudan söz etmek bile zordur. Bütün
kademelere tam bir karmaşa ve başıbozukluk hakimdir,
parça parça kaybedilen sömürge topraklarından
geri dönen her rütbeden askerler -Yorgun Savaşçı
romanında çarpıcı bir biçimde resmedildiği gibi-
İstanbul’da öfkeli ve şekilsiz bir yığın halinde
toplanmaktadır. Tam bu noktada, ordunun üst kademesinden
Mustafa Kemal ve başka subayların başlattığı hareket,
İstanbul’un sembolik şekilde terk edilmesiyle
sonuçlanmış ve artık bu noktadan sonra aslında
yeni bir ordunun serüveni başlamıştır. Mustafa
Kemal'in kendisi askeri ve politik yaşamında İTC'yle
parladığı gibi, başlattığı hareket de esasen İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin politik ve askeri mantığından
beslenmiştir. Bu arada, zaten dağılmış olan merkezi
politik-askeri otoriteden emir almayan, kendi
komuta merkezini inşa etmeye başlayan bu hareket
giderek güç kazanmış, adım adım Anadolu’daki duruma
hakim olarak kendisini yeni bir ordu biçiminde
örgütlemiştir. Bu, elbette eski ordu geleneklerinden
bir ölçüde kopuş anlamına gelmiş, ortaya daha
fazla halkın içinde yaşayan, daha radikal yöntemler
kullanan bir mekanizma çıkmıştır; ama öte yandan
bu mekanizma, klasik askeri örgütlenme kurallarından
ve mantığından da ayrılmış değildir. Kurucularının
sınıfsal niteliği, siyasal görüşleri ve alışkanlıkları
gereği bu ordu, daha sonraları 1960’larda dünyada
örneklerine sık rastlanacak olan halk orduları
gibi değildir. Belki başlangıç olarak şatafatı,
süsü-püsü daha azdır; daha halkçı gibi görünen
bir havası vardır ama Anadolu’daki yerel direniş
güçlerinin giderek sola kaymasındaki tehlikeyi
kısa sürede fark eden yöneticiler eski gelenekleri
yeniden inşa etmekte gecikmemişlerdir. Özellikle
sürecin bir aşamasında Ali Fuat Paşa gibi önemli
unsurların bile neredeyse “gerilla”yı andıran
yerel giysiler giymeye başlamaları ve ordunun
halkla doğrudan temasının artması, yönetim kademelerinde
öyle bir telaş yaratır ki, Mustafa Kemal ve yakın
ekibi, bir yandan bazı görevden almaları gerçekleştirir,
diğer yandan da resmi bir genelge ile işleyiş
kuralları ortaya koyarlar. Bir dizi talimat ile
“ordunun halktan doğrudan iaşe almasının yasaklanması”,
“askeri birlik alanlarına herkesin girmesinin
önlenmesi”, “giyim kuşamın düzenlenmesi”, vb.
tedbirleri alınır. Okul kitaplarında “düzenli
orduya geçiş” diye anlatılan bütün bu önlemlerin,
savaşın zorunluluklarından kaynaklandığı söylenebilirse
de, bu açıklama yeterli değildir. Esas olarak
atılan bu adım, politik bir adımdır ve savaşın
başlangıcında kısmen dağılarak halkla “çok fazla
iç içe geçen” ordu mekanizmasının yeniden elitleştirilmesi
çabasıdır. Görevden almaların gerekçeleri ne olursa
olsun, göreve getirilenler (örneğin İsmet İnönü)
artık hep eski klasik askeri geleneğin temsilcileridir.
Ki, bilindiği gibi aynı süreç, Anadolu’daki hareket
içersinde yer alan “çete”lerden tehlikeli olanlarının
(Çerkes Ethem gibi) ezilmesi, sadık olanlarının
ise (Topal Osman, vb. gibi) merkeze çekilerek
kontrol altına alınması sürecidir. Tümüyle ayrı
bir gelenekten, Kızıl Ordu bünyesinden gelerek
savaşmak isteyen Mustafa Suphi ve arkadaşları
ise zaten daha Trabzon’u geçemeden katledilmişlerdir.
Böylece, savaş sona ererken Ankara’da yalnızca
belirleyici bir politik odak oluşmamış, askeri
anlamda da ortaya, sadeleşmiş, Bolşevik esintilerden
tümüyle temizlenmiş bir klasik ordu mekanizması
çıkmıştır. Bu orduyla yeni Cumhuriyetin yönetim
mekanizması bir ve aynıdır. Bugünkü anlamıyla
düşünürsek, bu yönetim tipik bir askeri cunta
rejimidir; yönetimde siviller yok değildir ama
askeri kadrolar kesinlikle belirleyicidir.
Cumhuriyet süreci başladığında, yönetimin kıblesi
bellidir. Kemalist kadro, yüzünü kesin biçimde
Batı’ya ve kapitalizme dönmüştür, oradan yürüme
kararındadır. İzmir İktisat Kongresi’nin kararları
bu konuda yeterince açıktır. Esasen, daha önceki
yazılarımızda sık sık ifade ettiğimiz gibi (bkz.
Ulusalcılık, Anti-Emperyalizm ve Kesintisiz Devrim
Üzerine Notlar, 51. sayı) bu yönelim, emperyalizme
ilişkiler konusunda da esnek ve isteklidir; ancak
1900’lü yılların ilk çeyreğinde emperyalist cephede
henüz geri ülkelere yatırım yapma gibi bir perspektif
ve durum söz konusu değildir.
Sonuçta, böylece içine girilen süreç, devlet eliyle
kapitalist birikim yaratma diye tanımlanabilecek
bir süreç olmuştur. Bir yandan özellikle 1929
sonrasında devletçi uygulamalar artarken, diğer
yandan da ticaret sermayesinin en irileri ile
devlet mekanizması giderek iç içe geçerek, “özel
teşebbüs” büyümeye başlamıştır. Doğal olarak bu
yönelim, öncelikle eski askerleri kapsamıştır.
M. Kemal’in bizzat kendisi dahil olmak üzere “milli
mücadele”nin kadrolarının çoğu özel müteşebbis
olarak ekonomiye girmişler, bankaların, şirketlerin
yönetim kademelerinde konum elde etmişlerdir.
“Nitekim o sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini
teşkil eden, dünkü Milli Mücadeleciler ve o günkü
devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi
karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi
arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları,
kimi taahhüt işleri, kimi de türlü şekilde komisyonculuklar
peşine düşmüş bulunuyordu.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan
akt. Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde
Türkiye, Sf: 761) Bu, gerçekten de parlak bir
özettir. Gerçekten de Şeker Şirketi’nden İş Bankası’na
dek tüm sanayi ya da bankacılık alanlarında süreç
boyunca köşe başları bu kesim tarafından tutulmuştur.
Özellikle İş Bankası, eski politikacılar, askerler,
tüccarlar, Anadolu eşrafının en irilerini bir
araya getiren bir koalisyon gibidir. Devletin
açtığı yağlı kapılardan herkes bir şeyler kazanmaktadır.
O günlerde rüşvetle suçlanan bir milletvekilinin
meclisteki savunması durumu özetlemektedir: “Hepiniz,
başta reisimiz olmak üzere, zenginleşmek lazımdır,
demokrasi zenginliğe dayalıdır demiyor muydunuz?
Hepiniz aynı şekilde işlere girmediniz mi?” (S
Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, Akt. Stefanos Yerasimos,
age, Sf: 761)
Sonuç olarak düzen oturmakta, bir yandan devlet
işletmeleri, diğer yandan da ticaret ağırlıklı
bir sermaye birikimi büyümekte, bu arada da komünistler
ve muhalif güçler demir yumrukla ezilmektedir.
Bu arada ordu, özel olarak varlığını ve ağırlığını
politik alanda göstermemekte, yani bugün olduğu
gibi bir ikinci iktidar odağı gibi davranmamaktadır;
çünkü zaten bu kurum, resmi olarak kim tarafından
yönetilirse yönetilsin “ebedi şef”in kontrolü
ve ağırlığı altındadır. Üzerindeki elbisenin rengi
ne olursa olsun, M. Kemal, ordunun da tek hakimidir.
Zaman zaman ordu içersinde pürüzler olduğunda
ise Serbest Fırka operasyonunda olduğu gibi oraya
da bir “balans ayarı” yapılmakta, durum düzene
sokulmaktadır.
Yeni-Sömürgecilik ve Ordunun Yeniden Örgütlenmesi
“18 Şubat 1952’de NATO’ya katılan Türkiye Cumhuriyeti,
Silahlı Kuvvetlerinde modernizasyon çalışmalarını
başlattı.”
Genelkurmay resmi web sitesinde ordunun “tarihçe”si
anlatılırken yeni-sömürgeciliğin başlangıcı böyle
tek bir cümleyle özetleniyor…
Bu “modernizasyon”un ne anlama geldiği doğrusu
incelemeye değer bir konudur.
Bu yazımızda, Türkiye’nin yeni-sömürgeleşme sürecinin
ayrıntılarını yeniden ele alacak değiliz. Ancak,
bu bağımlı kapitalistleşme süreciyle Genelkurmay’ın
“modernizasyon” dediği şeyin aynı zaman dilimine
denk düşmesi rastlantı değildir. 1946 Nisanında
ABD’nin Missouri zırhlısının boğazın sularında
görünmesi ve büyük bir şatafatla karşılanması,
hatta utanmayıp o günün anısına pul bile bastırılması,
bir anlamda simgeseldir. Daha sonra yapılan gizli
ve açık ikili anlaşmaların haddi hesabı yoktur.
Bilinen ilk ikili anlaşma 23 Şubat 1945’te 4780
sayılı kanunla gerçekleşir: Sınırları belirsiz,
bulanık bir anlaşmadır bu. Daha sonra 27 Şubat
1946 tarihli anlaşma gelir; ki bununla ABD’nin
savaş artığı malzemelerini alması koşuluyla Türkiye’ye
10 milyon dolar verilmekte ve ayrıca mülkiyetin
yine ABD’ye ait olacağı da not düşülmektedir.
Ardından 7 Mayıs, 6 Aralık 1946 anlaşmaları gelir
ve artık gerisini saymak hem gereksiz, hem de
imkânsızdır. Kesin olan şey, bütün anlaşmaların
(yani Genelkurmay’ın şu “modernizasyon” dediği
şeyin) son derece küstahça düzenlenmiş uşaklık
anlaşmaları olduğudur.
Burada en kritik nokta Kore Savaşı’dır. Yani Genelkurmay’ın
“insanlık idealleri uğruna” katıldığımızı söylediği
şu Kore Savaşı! Şöyle devam ediyor Genelkurmay’ın
web sitesindeki tarihçe: “Kore’ye gönderilen takviyeli
piyade tugayı girdiği savaşlarda, azmiyle, kahramanlığıyla,
ruhuyla, bir çok ülke ordularına örnek gösterildi.
Türk Silahlı Kuvvetleri Kore’de 731 şehit verdi.”
Amerikan çıkarları uğruna ölenlerin ne kadar “şehit”
olacağı tartışması bir yana, gerçek tümüyle bu
bilgiye aykırıdır. Bu dönemin Amerikan ordusunda
“cheap soldier” (ucuz asker) deyimi en yaygın
deyimdir ve bundan kastedilen de ağırlıklı olarak
Türk askeridir. 1958’de Türkiye’nin ABD büyükelçisi
olan Suat Hayri Ürgüplü’nün bizzat kendisinin
verdiği rakamlarla “Türk askeri 136 dolara, ABD
askeri ise 5500 dolara mal olmaktadır.” Yıllar
sonra 1980’lerde ABD Savunma Bakan Yardımcısı
Richard Perle’nin verdiği rakam da bellidir: “Bir
tek Amerikan askerini Türkiye’de tutmak bize 90
bin dolara mal oluyor. Oysa bir tek Türk askerinin
Türk Hükümetine maliyeti yılda 6 bin dolardır.”
Sonuçta rakamlar biraz değişmiş, ama mantık değişmemiştir.
Kore savaşı günlerinde ABD Kore Askeri Müşavir
Grubu Komutanı General W.L. Roberts’in Türk askeri
hakkındaki sözleri son derece aşağılayıcı ve onur
kırıcıdır: “Mükemmel bekçi köpekleri!” (Doğan
Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni) Kore 8. Ordu Komutanı
General Walker ise “düşman çok üstün bir güçle
karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek
zorunda kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum”
demektedir. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi)
Yani ortada “insanlık idealleri” filan değil,
bal gibi Amerikan çıkarları vardır. Bağımsızlık
mücadelesi veren Kore halkına karşı savaş ilan
eden Amerikan emperyalizmi, bir dizi başka ülkeyle
birlikte Türkiye’yi de bu kanlı savaşa davet etmiş
ve bunun karşılığında işbirlikçi yöneticilere
NATO’ya giriş sözü verilmiştir. Sonuçta olan şey,
kahramanlık değil, yüzlerce Anadolu gencinin emperyalist
çıkarlar uğruna hiç bilmedikleri bir diyarda katliama
uğratılmasıdır. Bu onursuzluğu halklarımıza yaşatanlar
ise karşılığında yardımlar, ikili anlaşmalar ve
NATO üyeliği elde etmişlerdir. Bugün “çuval” olayı
yüzünden “ulusal onur”un zedelendiğini söyleyenlerin,
bütün bu aşağılanma örneklerini görmezlikten gelmesi,
kuşkusuz son derece ilginçtir.
Dönemin Mantığı: İleri Karakol Olmak
Böylece girilen sürecin mantığı bellidir. Türkiye’nin
anılan dönemdeki önemi ağırlıklı olarak bulunduğu
coğrafyadan kaynaklanmaktadır. Amerikalılar Kore
meselesinde olduğu gibi genel strateji konusunda
da açık sözlü, daha doğrusu boşboğazdırlar. Söylenen
şey, açıkça Türkiye’nin Sovyetler’e karşı bir
kalkan olarak kullanılacağıdır. Örneğin Mayıs
1951’de Herald Tribune gazetesinin feryadı ilginçtir:
“Türkiye neden NATO’ya alınmıyor? Amerikan milletinin
sırf kendi çocuklarının ölmesini istemesi yüzünden
mi?” (a.g.e)
Savunma Bakanı, Vietnam kasabı Mc Namara da Türkiye’yi
“Amerikan savunmasının bir devamı olarak” gördüğünü
açıkça söylemektedir. Yine Başkan J.F.Kennedy,
“30 milyondan fazla nüfusu olan Türkiye, ABD yardım
dağıtıcıları tarafından esas olarak askeri bir
dayanak noktası şeklinde düşünülmüştür” derken
aynı gerçeği dile getirmektedir.
Üstelik böylece Türkiye ordusuna biçilen rol,
gerçek bir savaş da değildir. Amerikalılar bu
konuda da boşboğazdırlar ve açıkça “geciktirme”
teorileri kurmaktadırlar. Örneğin General Aloe’ye
göre, “genel bir savaş halinde Ortadoğu’daki Sovyet
ilerlemesinin birkaç hafta, hatta birkaç gün geciktirilmesi,
Türkiye’ye yapılan askeri yardımın bedelini karşılamaya
yeterlidir.”
Çok sonraları, 1977’lerde bile Amerikan Senatosu
için hazırlanan bir raporda, “bir Sovyet tecavüzü
karşısında Türk Ordusu, ancak arazinin çetinliğinden
yararlanarak bir ‘oyalama savaşı’ verebilecektir”
denmektedir. Yani sonuç olarak, sosyalizmin yayılmasının
yarattığı korkudan doğan tipik Amerikan paranoyası,
emperyalist politikaların en azından bir bölümünü
belirlemektedir. Aynı günlerde her köşede bir
“komünist tehdit” gören ve bunun için bizzat kendi
ülkesini bile tam bir neo-faşist cehenneme çeviren,
binlerce insanı sorgulamalardan geçiren ABD, dünya
ölçeğinde de en saldırgan güçtür. Türkiye’nin
yeni sömürgeci ilişkilere dahil edilmesi işte
tam da bu dönemde gerçekleşmektedir.
Yeniden Organizasyon ve İç Tehdit
Ama hepsi bu kadar değil!
Yeni-sömürge ilişkisi, salt askeri bir gereksinme
değil, komplike bir bağımlılık ilişkisidir. Aynı
süreç, bir yandan işbirlikçilerle ortak yatırımların
yapıldığı, Türkiye kapitalizminin emperyalizme
bağımlı bir şekilde hızla geliştirildiği, diğer
yandan ise politik bağımlılığın sağlama alındığı
bir dönemdir.
Bu, askeri alan dahil her alanda büyük bir sızma
ve yeniden biçimlendirme operasyonu anlamına gelmiştir.
Her şeyden önce, ABD yardımlarının karşılığı çok
nettir. 1952’de kabul edilen bir Kongre yasasının
maddeleri aynen şöyledir: “a) Birleşik Amerika
hükümetlerinin imzalamış olduğu ikili veya çok
taraflı anlaşma ve sözleşmelerde, askeri taahhütleri
yerine getirmekten şu veya bu sebeple kaçınan
ülkelere hiçbir biçimde iktisadi yardım yapılmaz.
b) Birleşik Amerika Devletlerinin güvenliğini
artırmaya hizmet etmeyen hiçbir iktisadi ve teknik
yardım yapılmaz.” (aktaran: Emin Değer, Oltaya
Yakalanmış Türkiye, sf: 141) Yani Amerikan emperyalizmi,
kimseye boşuna yardım yapmak niyetinde değildir.
Ayrıca, ABD bu dönemde yaptığı her anlaşmada,
Türkiye’ye verdiği ya da sattığı askeri malzemelerin
kullanımı konusunda da kısıtlamalar koymakta;
daha doğrusu bu malzemelerin kendi inisiyatifi
dışında kullanımını kesin biçimde yasaklamaktadır.
“Türkiye ve Yunanistan’a Yardım Kanunu” olarak
bilinen ünlü 75-80 sayılı ABD Kongre Yasası son
derece açıkça belirtir: “Türkiye hükümeti yapılan
yardımı tahsis edilmiş gayeler uğruna kullanacaktır.
Sorumluluklarının icrası sırasında görevini serbestçe
yapabilmesini mümkün kılmak için, bu hüküm misyon
şeflerine ve temsilcilerine (siz CIA ajanları
diye de okuyabilirsiniz-SB) yapılan yardımın kullanılışı
ve işleyişi hakkında rapor, malumat ve müşahade
şeklinde isteyebileceği her türlü kolaylık ve
yardımı sağlayacaktır.” (age, sf: 191)
Bu kadar da değil. Kanun, açıkça şunları da söylüyor:
“Madde 3: İşbu kanun uyarınca yardım alınmasına
takaddüm eden bir şart olarak yardım isteyen hükümet:
a) Yardımın etkili şekilde ve yardımı alan ülkelerin
taahhütlerine uygun olarak kullanılıp kullanılmadığını
izlemek amacıyla ABD memurlarının ülkeye serbestçe
girişlerini; b) ABD basın ve radyo temsilcilerinin
bu tip yardımların kullanılmasıyla ilgili olarak
serbestçe müşahadelerde bulunmasına ve kapsamlı
malumat vermesine müsaade etmeyi; (…) f) işbu
kanun uyarınca yardım alan ülkede, Birleşik Devletler
yardımının amacı, kapsamı, karakteri, kaynağı,
miktarı ve gelişmeleri hakkında ayrıca tam ve
devamlı olarak bilgi vermeyi kabul edecektir.”
(Akt: age, sf: 190)
Üstelik, kanun bu kadarla da yetirmemekte, Türkiye’ye
bir de Amerikan propagandası zorunluluğu getirmektedir.
Maddelerden biri aynen şöyledir: “Türkiye hükümeti,
bu yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği,
miktarı ve işleyişi hakkında Türkiye’de tam ve
devamlı yayın yapacaktır.”
Bilindiği gibi bu yasa, pratikte de uygulanmıştır.
1960’lı yıllarda Kıbrıs’a yönelik harekat yapma
hevesine kapılan Türkiye’ye ABD Başkanı Johnson’un
gönderdiği mektup, Türkiye tarihinin en onursuz
belgelerindendir. Johnson, İsmet İnönü’ye yazdığı
mektubunda apaçık bir dille “oturun oturduğunuz
yerde, benden aldığınız silahları benim iznim
olmadan kullanamazsınız” demiştir. Bu, öyle konjonktürel
bir uygulama da değildir; sonuç olarak aynı işleyiş
bugün de mevcuttur.
Ayrıca yeni-sömürgeci ilişkinin ordu üzerindeki
belirleyiciliği sadece basit anlaşma maddeleriyle
de ilgili değildir. İşler bu noktaya geldiğinde,
artık doğrudan müdahale ve biçimlendirme yöntemleri
de devrededir. ABD Kamu Yönetimi Uzmanı ve Türkiye’de
DPT’de çalışmalar yapan Podol’un dediği gibi,
“on yıldan fazla süredir Türkiye’de faaliyette
bulunan Amerikan Yardım Programı, şimdi meyvelerini
vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan
eğitimi görmüş bir Türkün bulunmadığı bir bakanlık,
bir kamu iktisadi teşekkülü hemen hemen kalmamıştır.”
(akt. Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi)
Gerçekten de 1950’den sonraki on yıl; ya da daha
doğrusu 1970’e dek uzanan 20 yıl tam bir felakettir.
Bütün devlet kurumlarında Amerikalı uzmanlar cirit
atmakta, bazıları Devlet Planlama Teşkilatı, Hazine,
İçişleri gibi en kilit kurumlarda ve bakanlıklarda
doğrudan çalışmakta, bu arada ABD üniversitelerinin
ve CIA vakıflarının himayesinde parlak Türk öğrenciler
geleceğe hazırlanmaktadır! Bunlardan bazılarını
Türkiye halkları sonradan pek iyi tanıyacaktır.
En kapsamlı “çalışma” ise kuşkusuz ordu üzerinde
yapılmıştır. O günleri yaşayan bir subay olan
Orhan Erkanlı’nın anılarından bir bölümünü -uzun
da olsa- buraya aktarmak yararlı olacaktır: “1947
senesinde Truman Doktrini ile başlayan Amerikan
askeri yardımı pek çok tabii neticeleri de beraberinde
getirdi. Ankara’da bir Amerikan Askeri Yardım
Kurulu faaliyete geçti. Bu kurula bağlı olarak
tümenlere kadar her büyük karargaha birer askeri
ekip (Field Team) verildi. Amerikan silah ve askeri
malzemesinin kullanılmasını öğretmek için ordunun
çeşitli mekteplerinde Amerikalıların nezaretinde
kurslar açıldı ve birçok subay ve astsubayımız
aynı maksatla Batı Almanya ve Amerika’ya kurslara
gönderildiler. (…) Kısa zamanda ordumuzun kuruluşunu
da değiştirdik. Kuruluşları Amerikalılara benzetirken
personel ve malzeme kadrolarını aynen aldık. Siyasi
alanda hükümeti büyüleyen ‘küçük Amerika’ olma
hayali, askerleri de sardı ve “Kardeş Amerikan
Ordusu” olmak hedefine doğru süratle yol aldık.
Kuruluş ve kadrolar değişince, eğitim ve ikmal
usullerini, taktik kurallarını değiştirmek de
faydalı mütalaa edildi. Amerikan ordusunun, eğitim,
ikmal ve taktikle ilgili bütün kitaplarını (talimatnameler)
tercüme ettirerek aynen uygulamaya başladık. Hatta
o kadar ki, Amerikan İdari Talimatnamesi’nde ‘papaz”
yazılan yere biz ‘alay imamı’ koyacak kadar tercümede
sadık kaldık. Kıyafetten kara kazana kadar her
şey değişti, bütün askeri okullarımız Amerikan
askeri okullarına benzetildi. Harp Okulları dahi
yön, tedrisat, startejik ve taktik konsept değiştirdi,
Amerikanlaştı.” (Akt: Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni)
Durum tam da Amerikan Yardım Heyeti Başkanı General
Pendleton’un dediği gibidir: “1940’ların sonundan
1950’lerin ortalarına kadarki dönemde Türk ordusunu
adeta yeniden inşa ettik diyebiliriz.’’ (M.A.Birand,
Emret Komutanım, s.364)
Bugünler, “Türk generallerinin Amerikalı çavuşlardan
kurs aldığı” günlerdir ve tabii aynı döneme onlarca
askeri üssün, radar ve casusluk tesislerinin kurulması
denk düşmüştür.
Emekli Amiral Sezai Orkunt’un verdiği rakamlara
göre, açılan üs sayısı 1963’te 101’e, 1966’da
112’ye ulaşmış ve bu üslerin toplam alanı 35 milyon
metrekareyi aşmıştır. (age, s. 264)
Çok ilginçtir, 1972’de Mahir Çayan ve yoldaşlarının
Ünye Radar Üssü’nü basıp İngiliz ajanlarını kaçırmalarını
“nefretle” kınayanlar, ordu bildirilerinde olayı
“misafirlerimize saldırı” olarak tanımlayanlar,
bu adamların Ünye gibi bir yerde ne aradıklarından
hiç söz etmemişlerdir! Söz etmemişlerdir; çünkü
İncirlik gibi büyük üslerin yanında bu türden
yüze yakın casusluk üssü, her köşede vardır ve
asıl amaçları sosyalist ülkeleri dinlemek, provokasyonlar
yapmaktır.
‘’...Türkiye’deki ABD istihbarat tesisleri, Sovyetler
Birliği’nin füze denemelerinin izlenmesinde ve
bilgi temininde en önemli kaynaktır. (...) Halen
diğer yerlerde kullanabilme imkanına sahip olduğumuz
hiçbir istasyon ve diğer sistemlerle Türkiye’de
kaydettiğimiz bilgiyi temin etmemiz mümkün değildir.’’
(Dışişleri Siyasi İşler Daire Başkanı Philip C.HABİP,
15 Eylül 1976, aktaran S.ORKUNT, age, s.272)
Bu üsler üzerinde Türkiye’nin en küçük bir tasarruf
hakkı, dün de bugün de yoktur. Hatta öyle ki,
1957’de ünlü U-2 casus uçaklarından birini Sovyetler
düşürdüğünde ve bunun ardından büyük bir gerginlik
patladığında, İncirlik üssünde görevli Türk komutanın
bundan haberi bile yoktur. Bütün söyleyebildiği
şey şudur: “Evet, böyle bir uçak var ve zaman
zaman uçuş yapıyor ama biz ne yaptığını bilmiyoruz.
(…) Bizden kimseyi yanına yanaştırmıyorlar.” (akt.
Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye, sf: 194)
İşte tablo böyledir… Ve bugün de durum değişmiş
değildir.
Ve yine biliniyor, bu dönemde Türkiye, Ortadoğu’nun
en gerici rejimleri olan İran ve Pakistan’la askeri
ittifak içine sokulmakta, böylece bölgede faşist
bir odaklaşma yaratılmaya çalışılmaktadır.
Ama mesele yalnızca Sovyet tehdidi de değildir.
O yıllarda Amerikan Askeri Yardım Kurulu’nun Harp
Okulları’nın eğitim süresinin bir yıla indirilmesi
isteğinin gerekçesi çok ilginçtir. Kurul, “Türk
Ordusu, deniz aşırı bir harekat yapmayacağı ve
büyük çaplı bir kara harekatını gerilla savaşları
içinde ve tabur üniteleri halinde idare edeceğine
göre, üç yıllık bir eğitime” gerek olmadığını
söylemektedir. Gerçi o dönemde bu istek belli
bir dirençten ötürü gerçekleşmemiştir ama Türk
Ordusu’na daha o günden nasıl bir “iç-savaş ordusu”
misyonu biçildiğini anlamak açısından örnek ilginçtir.
Bu “iç savaş örgütlenmesi” meselesi, esasen dönemin
ABD stratejisine de uygundur. 1956 yılında Rockefeller
Grubu’nun ABD hükümeti için hazırladığı bir rapor
son derece çarpıcıdır: “Bizim güvenliğimizi sadece
askeri saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırılar
yanında ondan daha tehlikeli ama saldırı görünüşünde
olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler,
içerden yapılan değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu
maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen
ihtilalci hareket şeklinde, bazen demokratik akımlar
ve reform hareketi biçiminde karşımıza çıkmaktadır.
Bu anlamda Yunanistan bize birinci örneği, Vietnam
ikinci örneği ve Nihayet Ortadoğu olayları üçüncü
örneği verdi. Bizim amacımız bu ve benzeri akımları
önlemek olmalıdır. Bu akımlar dikkatleri üzerlerine
çekecek dereceye geldiklerinde, o vakit bizim
izlememiz gereken iki yol vardır. Gerek bizim,
gerekse de komünist olmayan diğer dünya devletlerinin
güvenliğini sağlamak için, mahalli kuvvetler ve
akımlar tarafından sıkıştırılmış olan dost hükümet
ve rejimlere silahlı yardımlar yapmak zorunluluğu
duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale
ne klasik askeri stratejiye ne de geleneksel diplomatik
müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin
kendine özgü bir biçimi ve niteliği vardır.” (Emin
Değer, age. sf: 204)
Yeterince açık ve dürüst!
1960’larda Başkan Johnson’un danışmanlığını yapan
Prof. Restow’un dediği gibi: “Bütün ulusal kurtuluş
hareketleri komünist olmaya mahkumdur. Bu sebeple
ezilmelidir.” (Emin Değer, age, sf: 204) Ve tabii,
bu ezme teorisinin en önemli ayağı da kuklalaştırılmış,
yeniden şekillendirilerek “hizmete hazır” hale
getirilmiş yeni-sömürge ordularıdır.
Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan genel sonuç,
işte tam da tam Mahir Yoldaş’ın “emperyalizmin
içsel olgu olması” ya da “işgalin gizlenmesi”
dediği olgudur. Bir yandan yeni-sömürge kapitalistleşmesi
ile, diğer yandan politik arenadaki etkinliğiyle
ve nihayet ordunun emperyalist çıkarlara göre
yeniden düzenlenmesi ile yapılan şey, emperyalist
gücün dışsal-kaba sömürgeci yüzünün gizlenmesi
ve onun bizzat ülkenin yönetici oligarşisinin
içinde belirleyici rol almasıdır.
Kavga ve Sıkıntılı Barış
Yeni-sömürgeciliğin bu ilk on yılı (1950-1960) özellikle
ordunun reorganizasyonu bakımından gerçekten de
olağanüstü adımlarla doludur.
Ancak yine de emperyalizm-ordu ilişkileri açısından
ortaya çıkan şey, deyim yerindeyse tam bir “ruh
birliği” değildir. Yani, ordu kademeleri ile yeni-sömürgeciliğin
en sadık öncüleri olan Demokrat Parti kadroları
arasında kapanmayan bir açı vardır. Denilebilir
ki, bu dönemde ordunun fiziki yapısıyla ve konseptiyle
ilgili dönüşümler gerçekleştirilmiş, ancak zihinsel
anlamda dört dörtlük bir “ehlileştirme” başarılamamıştır.
Bunun için çeşitli nedenler sayılabilir.
Herşeyden önce, 1945 sonrası, emperyalist kapitalizmin
yeni bir tarihsel dönemini, 3. Bunalım dönemini
ifade etmektedir. Yeni-sömürgecilik bağlamında ülke
ve ordu yeni yeni düzenlenmektedir. Tüm toplumsal,
ekonomik, kültürel, siyasal, askeri, vb. alanlara
uzanan bu düzenlemeler, her alanda kendi kadrolarını,
ideolojik, politik, psikolojik söylem ve atmosferini
yaratmaktadır. 1945 öncesi sürecin politik ve kültürel
atmosferi artık değişime uğramakta, yeni bir politik
ve kültürel atmosfer gelişmektedir. Hiç kuşkusuz
bunun karşısında, 1945 öncesi sürecin etkin olan
güçlerinin bir bölümü kendi statükolarını koruma
bağlamında direniş içine girmiştir. Süreç hazmedilememektedir.
Milli Şef, CHP, tek partili siyasal yapı, düz Kemalist
söylem içinde biçimlenmiş olan ordu ve diğer pek
çok düzen kurumunda etkin olan bu güçler yeni dönemle
birlikte güç kaybına uğramışlardır.
İkincisi, sözü edilen dönem, bugünkü tablodan farklı
olarak ordunun özellikle alt kademelerinin ekonomik
ve sosyal olarak tatmin edilemediği bir dönemdir.
Bu kademelere üst düzey bir konfor sağlanamamakta,
halk kitleleri ile bağları kesilmiş elit bir topluluk
tam olarak yaratılamamaktadır. Bunun için, sonradan
akıl edilecek olan OYAK gibi kurumlar da yoktur.
O günlerde çok yaygın olan “albaylar pazarda elinde
fileyle geziyor” lafları, bu tepkinin ifadesidir.
Böyle bir durum ise kitlelerdeki hoşnutsuzluğun
ordunun alt kademelerinde de bir yankı bulmasına
neden olmakta, bazı hallerde bu yankı Kemalizm noktasını
da aşarak sola doğru uçlar vermektedir.
Öte yandan, ABD küstahlığının uç örnekleri ve ortalıkta
dolanan “bozuk-hurda silah” söylentileri -ki bunlar
söylenti değil gerçektir- yine bu kademelerde sıkıntı
yaratmakta, bu sıkıntı zaman zaman kendine özgü
tepkilere yol açmaktadır.
Ve nihayet, birinci noktayla bağlantılı olarak,
içinden gelinen kökenler itibarıyla da oligarşinin
sivil kadroları ile askerler arasında bir başka
çelişki de vardır. Kendisini, bir ölçüde eski “ittihatçı”
geleneğe bağlı hisseden ordu kademeleri, karşı tarafı
eski “itilafçı-padişahçı” akımın devamı saymakta
ve aradaki ilişki bir türlü ısınmamaktadır. Bu arada
ordunun temellerinde var olan modernist eğilim de
en gerici tarikatlarla işbirliği içinde olan iktidarla
uyum içinde değildir.
Sonuçta ordu, kendisini bürokrasinin sıradan bir
müdürlüğü gibi horlayan iktidarla barışık değildir.
Süreçten ekonomik anlamda nasibini alamamanın da
etkisiyle bu açı büyümekte; iki taraf da birbirini
etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Hatta belli aşamalarda
çelişki öyle noktalara ulaşmaktadır ki, örneğin
1950 seçimlerinin zaferini kutlayan Demokrat Partililer
Genelkurmay binasının önünden geçerken malum el
işaretlerini yapmakta ya da ordu içinde hala ağırlığı
olan İnönü’ye fiziki saldırıda bulunacak kadar ileri
gitmektedirler.
Ekonomik kriz ve 1958 IMF programının ardından gelen
1960 darbesi, böyle bir tablonun eseridir. Darbe,
daha ilk bildirisinden itibaren emperyalizme ve
NATO gibi kurumlara olan bağlılığını açıkça ilan
etmiş, mevcut statükoyu koruyacağını garantilemiştir.
Ama öte yandan ordu, DP kadrosuyla sert bir şekilde
hesaplaşmış, idam sehpaları kurmaya kadar gitmiştir.
Bütün bunlar olurken, tek bir ikili anlaşmaya bile
dokunulmamış, hatta yenileri yapılmıştır. Tek bir
üsse dokunulmamış, hatta yenileri açılmıştır. Ve
ayrıca, Kore hizmetkârlığı resmi dilde hâlâ bir
“kahramanlık destanı”dır!
Nitekim, bu dönem, yeni-sömürgeci işleyiş açısından
bir kesinti anlamına gelmemiş, birkaç küçük aksama
dışında süreç ilerleyişine devam etmiştir. Ancak,
bu arada, emperyalistler ve yerli işbirlikçileri,
yeni-sömürge ilişkisinin nimetlerinin kesimler arasında
dengeli dağıtılması gerektiğini kavramaya başlamışlardır.
Daha açıkça söylersek, 1960 darbesi ve sonraki kaynaşmalar,
ordunun alt kademelerindeki hareketlilik, konfor
ve güvence eksikliğinin tepkiler yaratıp ordunun
düzenle ideolojik bütünleşmesini geciktirdiğini
gözler önüne sermiştir. Emperyalizm ve işbirlikçileri
bunun farkına varmışlardır; ama esasen ordunun bizzat
kendisi de bunu kavramıştır.
Yeni Barış Dönemi: Bir Holdingin Önlenmek
İstenmeyen Yükselişi
1960 darbesinin bu alanda yaptığı girişim, yani
OYAK’ın kuruluşu, tam da bu gerçeğe denk düşmektedir.
Doğrusu böyle bir kurum yaratma fikri kimin aklından
çıkmıştır tam olarak bilmiyoruz; muhtemelen darbeyi
yapan askerlerin de böyle bir “orduyu koruma”
kaygısı vardır; yasanın görüşülmesi sırasında
yapılan konuşmalar, genel olarak “bir ev sahibi
bile olamayan subayların kötü durumu” üzerinedir.
Ama öte yandan, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin
bu işin arkasında durduğu kesindir. Çünkü “ordu
mensuplarının sosyal durumunu iyileştirme” adı
altında tezgahlanan girişim, süreç içinde anlaşılmıştır
ki, aslında tam bir ideolojik bütünleştirme ve
sistemle ordu arasındaki açının kapatılması harekatıdır.
3 Ocak 1961 tarihinde Milli Birlik Komitesi tarafından
kabul edilen 205 sayılı yasa ile kurulan OYAK,
daha kurulduğu anda son derece ilginç bir hukuki
ve kurumsal yapıya sahiptir.
OYAK’ın üyeleri daimi ve geçici üyeler olmak üzere
ikiye ayrılır. Üyelikleri mecburi olan daimi üyeler,
orduda görevli subay, askeri memur ve astsubaylardır.
Ayrıca Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel
Kumandanlığı, OYAK’ta çalışanlar da istedikleri
takdirde daimi üye olabilirler. Kurumun geçici
üyeleri yedek subaylardır.
Kurumun kontrolü ise kesin biçimde üst düzey generallerin
elindedir. Karar alıcı bazı organlarda siviller
de olmakla birlikte askerler duruma hakimdir.
Üç yılda bir Milli Savunma Bakanı veya Genelkurmay
Başkanı başkanlığında toplanan Temsilciler Kurulu’nda
50 ila 100 arasında üye bulunur. Genel Kurul ise
40 kişiden oluşur ve bu 40 kişinin sadece 9’u
sivildir, ki onlar da Milli Savunma Bakanı, Maliye
Bakanı, Sayıştay Başkanı, Umumi Murakabe Heyeti
Başkanı, Türkiye Bankalar Birliği İdare Heyeti
Başkanı, Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları
ve Ticaret Borsaları Birliği Başkanı ve Milli
Savunma Bakanı tarafından seçilecek özel sektörde
ve mali ve iktisadi konularda deneyimli olan 3
kişidir. Yani Genel Kurul, kesin biçimde kuvvet
komutanlarının kontrolü altındadır.
Yedi kişilik yönetim kurulunun ise resmi olarak
üçü ordu üyesidir. Diğer dört kişi Milli Savunma
Bakanı, Maliye Bakanı, Sayıştay, Umumi Murakabe
Heyeti Başkanı, Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı
ve Bankalar Birliği Başkanı’ndan oluşan özel bir
komite tarafından seçilir. Ancak 1976’dan itibaren
özel komitenin seçtiği bir kişi de asker olmaya
başlamış ve askerler çoğunluk durumuna geçmiştir.
Hatta 2001 yılındaki Yönetim Kurulu’nun yapısına
bakıldığında, emeklilerle birlikte asker sayısı
altıdır.
OYAK’ın ticari ve sınai faaliyetlerde bulunacak
bir kolektif sermaye grubu olarak işlemesi daha
kuruluş yasasından itibaren öngörülmüştür. Emekli
Sandığı, SSK, Bağ-Kur gibi diğer sosyal güvenlik
kuruluşlarıyla karşılaştırıldığında serbest fonların
kullanımında gelir gayeli yatırımlar yapma açısından
diğerlerine tanınmayan serbestlik OYAK’a tanınmıştır.
Örneğin Emekli Sandığı serbest fonlarının en fazla
%40’a kadarını ve ancak iktisadi devlet teşekküllerinin
veya KİT’lerin kurduğu şirketlere yatırabilmekte,
malvarlığının ancak %40’ını geçmemek üzere gayrımenkul
edinebilmekte, bunun dışında devlet tahvili, hazine
bonosu vs. alabilmektedir. OYAK yasasında ise
bu konuda hiçbir kısıtlama yoktur!
OYAK, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı ve özel
hukuk hükümlerine tabi olup, mali ve idari bakımdan
özerk bir tüzel kişiliktir. Ancak, kurumun her
çeşit malları ile gelir ve alacaklarının, devlet
malları gibi sayılması öngörülmüştür ve bunlara
karşı suç işleyenlerin, devlet mallarına suç işleyenler
gibi muameleye tabi tutulacakları belirtilmektedir.
Daha açıkçası, OYAK’a örneğin haciz götürmek mümkün
değildir. Ayrıca OYAK, geniş vergi ayrıcalıklarına
sahiptir. OYAK’a bağlı iştirakler normal bir şekilde
vergi ödemesine rağmen OYAK’ın kendisi kurumlar
vergisinden, her türlü gider vergisinden, üye
aidatları gelir vergisinden, kuruma yapılacak
bağışlar ve kurumun üyelerine yapacağı yardımlar
veraset ve intikal vergisiyle gelir vergisinden,
kurumun her türlü muamelesi damga resminden muaftır.
Ayrıca, bir diğer avantaj üye aidatlarıdır. 2001
yılı itibariyle 193.000 üyesi olan OYAK, bu üyelerden
düzenli nakit girişi sağlamaktadır. (Daimi üyelerin
maaşından ayda %10, yedek subaylardan % 5) Örneğin
1974 yılındaki nakit girişlerin % 52.8’i, 1978
yılında ise % 42.3’ünü üye aidatları oluştururken,
1994 yılı net kurum kârının da %17.48’ini üye
aidatları oluşturmaktadır.
Yani tam olarak söylersek OYAK, devlet tarafından
korunan ve kollanan özel türden bir tekelci holdingtir.
OYAK: Cennet Bahçesinde Para Kazanmak
2000 yılında OYAK’ın “sivil” Genel Müdürü Coşkun
Ulusoy şöyle diyordu: “Sonuçta iş hayatı da bir
savaştır. Binlerce yıl kanla sınanan askeri prensipler
iş hayatına uygulanırsa, hata olasılığı sıfırdır.”
Daha sonra aynı sözler, 2001 krizi sırasında da
tekrarlanacak ve “ileri görüşlülük” sayesinde
OYAK’ın krizden etkilenmediği söylenecekti.
Peki bu işin sırrı nedir?
Aslında bu sır değil, herkesin bildiği bir gerçekliktir.
Dünyada 600 binin üzerinde silahlı adama sahip
başka bir holding örneği yoktur!
Dünyada her ay kasasına tamamen ekonomi dışı bir
yoldan, yani zorunlu üye aidatlarından trilyonlar
giren bir başka holding de yoktur!
Dünyada bütün diğer tekellere karşı bu kadar çok
yasayla korunan bir başka tekel yoktur!
Ve nihayet, dünyada başka hiçbir holding, politikayı
bu kadar açıkça belirleyen eli silahlı bir fiziki-siyasi
güce dayanma avantajına sahip değildir.
Bütün bu avantajlara dayanan OYAK, kurulduğu günden
itibaren emperyalist şirketlerle işbirliği içinde
şirketler kurmaya girişmiş, günümüzde ise Türkiye’nin
en büyük tekellerinden biri haline gelmiştir.
Ayrıca yine OYAK, kurulduğu andan itibaren Türkiye’deki
işbirlikçi tekellerle organik ilişki içindedir.
Örneğin ilk genel kurulunda dönemin büyük sermayesini
temsil eden Vehbi Koç ve Kazım Taşkent de üyedir.
Hatta bu ilk Genel Kurul’da Koç, “...konut yaptırmak
için arsalar alınsın, ama OYAK’ın kendi inşaat
yapma yoluna gitmesin... Endüstriye girilmek isteniyorsa,
Sınai Kalkınma Bankası ve İş Bankası’nın tavsiye
ettikleri işlere ortak olunmalı, hisse senedi
alınmalıdır. Hiçbir suretle OYAK yönetimi ele
almamalıdır” gibi endişe belirten sözler de söyler.
Çünkü, işin açıkçası tekelci burjuvazi, bu kuruluşun
rakip firma olmasını istememekte ve daha çok “fonlarını
nasıl kullanırız” hesabı yapmaktadır. Ancak, ordu,
daha başından itibaren tavır koyar ve itirazlar
bıçak gibi kesilir. “Kürsüye çıkan bazı üyeler”
diyor Koç, “OYAK’ın kuruluşu işimize gelmediği
için bu tavsiyeleri yaptığımızı söylediler ve
en ağır şekilde bizi suçlayıp eleştirdiler.”
Böylece önü tamamen açılan OYAK, hemen ertesi
yıl, Amerikan Goodyear Lastikleri ile işbirliğini
başlatır. Ve sonra, arkası gelir…
Sonuçta, 2002 yılı itibariyle OYAK bünyesinde
26’sı doğrudan iştirak, 9’u da iştiraklere bağlı
şirketler olmak üzere toplam 35 şirket barınmaktadır.
Bu yatırımların büyük bir kısmında OYAK kontrolü
elinde tutmaktadır. OYAK’a bağlı şirketlerden
1999’da 12, 2000’de 8, 2001’de de 9 tanesi Türkiye’nin
500 büyük sanayi kuruluşu içinde yer almış, 2000
ve 2001’de 5 şirketi en çok kâr eden ilk 50 kuruluş
arasında yer almıştır. OYAK bu şirketlerde, bir
yandan Renault, Axa, Goodyear, Elf gibi dünya
devi yabancı sermaye gruplarının yanısıra İslami
Kalkınma Bankası gibi ilginç kuruluşlar ile diğer
yandan da Sabancı, çok yakın bir zamana kadar
Koç, Eti, Yaşar Holding, Gama gibi yerli büyük
sermaye ile ve de Halk Bankası, Ziraat Bankası,
SSK gibi kamu kuruluşları ile çeşitli düzeylerde
ortaklık içindedir. 1961 yılında 4 bin 871 dolar
olan net kurum varlığı 2001 yılı sonu itibariyle
668 milyon dolara ulaşan OYAK, Türkiye’nin ilk
beş holdingi arasında yer almaktadır. Kârların
gelişimi açısından bakıldığında, 1990’da Koç ve
Sabancı’nın ardından üçüncü sırada yer alan OYAK,
1996’da da Koç, Sabancı ve Çukurova’nın ardından
dördüncü sırada yer almıştır.
2000 yılı toplam ciroları üzerinden bakıldığında
da OYAK da 4.9 milyar dolar ile üçüncü büyük holding
olarak gözükmektedir.
Otomotiv sektörüne 1962’de Goodyear hisselerini
satın alarak küçük bir giriş yapan OYAK, 1963’te
traktör ve kamyonet imal eden Türkiye Otomotiv
Endüstrileri A.Ş.’ne (TOE) iştirak etmiş, 1964’te
de satış faaliyetlerini yürütmek üzere Motorlu
Araçlar Ticaret A.Ş.’yi (MAT) kurmuştur. OYAK
1967’de yine satış ve pazarlama şirketi olarak
MAİS’i kurduktan sonra 1969’da da Renault ile
anlaşarak uzun yıllar Koç grubuyla birlikte Türkiye’deki
binek otomobili piyasasını kontrol etmesini sağlayacak
Oyak-Renault’yu kurmuştur. Çimento alanına Çukurova
Çimento ile giren OYAK, 1969’da Türkiye Çimento
Sanayii ile beraber Bolu, Ünye ve Mardin Çimento
şirketlerinin yapımına başlamıştır. Bu dönemde
OYAK gelirlerinin büyük bir kısmı kar oranı yüksek
ticaret ve hizmet kesimlerindeki yatırımlardandır,
yani esas gelir üretici şirketlerden değil satış
şirketlerinden gelmektedir. Örneğin 1977 yılında
üretici şirketlerden 70 milyon TL gelirken, satış
şirketlerinden (MAİS, MAT, Oyak Yatırım ve Oyak
Sigorta) 267 milyon TL gelmiştir ve bunun yaklaşık
% 75’i MAİS gelirleridir.
1980 sonrası dönemde ise otomotiv ve çimento sektörleri
devam etmiş, 1990’larda buna finans sektörü de
eklenmiştir. 1980’lerin başında OYAK, Eti Pazarlama
ve Tam Gıda, Entaş Tavukçuluk, Pınar Et şirketlerine
ortak olur. 1980 sonrasında ihracata yönelik atılımlar
başlayınca, OYAK, Arap dünyasına yönelmiş, sermayedarları
arasında İslam Kalkınma Bankası’nın bulunduğu
Eti grubu şirketleri öne çıkmıştır. İnşaat sektörüne
1970’lerin sonunda Kutlutaş grubuyla ortak bir
holding kurarak giren Oyak, 1982’de kendi inşaat
şirketini kurar. 1978’de kurulan OMSAN ile de
taşımacılık sektörüne atlamıştır.
1989’dan itibaren ise OYAK, neo-liberal özelleştirme
politikaları ve finansal yatırımlarla büyümeye
başlar. OYAK özellikle çimento sektöründe özelleştirme
işine girmiş ve 1992’de Sabancı ile birlikte Niğde
ve İskenderun Çimento’yu, 1996’da da GAMA ile
birlikte Elazığ-Altınova Çimento’yu satın almıştır.
OYAK, finans sektörüne 1984’te Oyak Menkul Değerler’i
kurarak girmiş, daha sonra 1990’da Alarko ve Cerrahoğlu
gruplarıyla birlikte First National Bank of Boston
A.Ş.’ye ortak olarak 1996’da bankanın adını Oyakbank
olarak değiştirmiştir. 2001’de Sümerbank’ı almış,
Fransız AXA ile işbirliği yaparak 1995’te Axa-Oyak
Hayat Sigorta’yı, 1999’da Axa-Oyak Holding’i kurmuştur.
Üye aidatlarından gelen düzenli nakit paraya sahip
olan OYAK, özellikle kriz yıllarında büyük karlar
elde etmiştir. Örneğin kriz yılı olan 1994’te
kurum karı 5.4 trilyon (TL) olarak gerçekleşmiş,
bunun 2.8 trilyonu (% 51.8) iştiraklerden, 2.3
trilyonu ise (% 42.6) finansal yatırımlardan kaynaklanmış
ve finansal yatırımlar bir önceki yıla göre %
315 artış göstermiştir.
Yine kriz yılı olan 2001’de 594.4 trilyonluk (TL)
toplam kurum kârının 282 trilyonu (% 47.4) iştiraklerden,
242 trilyonu (% 40.7) ise finansal faaliyetlerden
kaynaklanmıştır. Ayrıca imalat sanayiindeki üretici
firmaların da gelirlerinin büyük oranda ana faaliyet
dışı alanlardan, yani finansal piyasalardan elde
edilen gelirler olduğu düşünülecek olursa kriz
yıllarında ve bütün bir 1990’lar boyunca finansal
faaliyetlerden gelen gelirlerin oranının çok daha
büyük olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Sonuç olarak OYAK, bugün Türkiye’nin işbirlikçi
tekellerinden biridir ve üstelik kâr ve bilançolar
açısından kaçıncı olursa olsun, politik ve mali
avantajlar bakımından birinci sıradadır. Ayrıca
bu tekel, psikolojik bakımdan da birinci sıradadır;
çünkü bu tekelin arkasındaki güç, düz silahlı
kuvvetlerin dışında ayrıca istihbarat örgütlerini
ve dezenformasyon araçlarını da kontrolünde tutmaktadır.
Yani nereden bakarsanız bakın, kapitalist oyunun
normal kurallarının da ötesinde kaynaklara ve
güçlere sahip olan, son derece özgün bir kurumla
karşı karşıyayız. Ekonomik güç, politik ve fiziki
gücü artırmakta, bu güçler ise ekonomik alanda
“mucizevi” bir gelişme yaratmaktadır.
Bu, 2000’ler itibarıyla Türkiye oligarşisinin
yapısını belirleyen bir olgudur.
Unutulan Bir Başka Holding: TSKGV
Bu arada, doğrudan bir holding değilmiş gibi görünen
savunma sanayi kuruluşlarını da unutamayız; çünkü
bu kurumlar da muazzam miktarlarda sermayeyi kontrol
etmekte ve sonuç olarak ordunun ekonomik-politik
gücüne kaynaklık etmektedir.
Özellikle 1980 sonrası dönemde Türkiye’deki askeri-sınai
kompleks büyük bir genişleme göstermiştir. İlk
bakışta “yerli bir savunma sanayi” gibi ulvi bir
amaç güden bu kurumlaşma, aslında ordunun kolektif
bir sermayedar olarak piyasadaki varlığıdır.
1970’lerin ikinci yarısında Kara, Deniz ve Hava
Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıfları kurulmuş ve
onların bünyesinde de Aselsan, Tusaş, İşbir, Havelsan
gibi şirketlerin temeli atılmıştır. Bu alandaki
asıl gelişme ise 1985’te “Silahlı Kuvvetlerin
modernizasyonu projesi bağlamında” olmuş ve bu
tarihte 10 yıllık toplam 12 milyar dolar harcama
öngörülmüş, daha sonra 1996 yılında 30 yıl için
150 milyar dolar olarak yeniden tanımlanmış, en
son olarak da 2000 yılında 10 yıl için 20 milyar
dolar olarak açıklanmıştır.
Bu bağlamda en önemli yasal düzenleme “Savunma
Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı’nın
Kurulması”na (1989’dan itibaren Savunma Sanayii
Müsteşarlığı) ilişkin yasadır. Bu yasayla “Savunma
Sanayii Yüksek Koordinasyon Kurulu”, “Savunma
Sanayii İcra Komitesi”, “Savunma Sanayii Müsteşarlığı”
ve onun bünyesindeki “Savunma Sanayii Destekleme
Fonu” (SSDF) kurulmuştur. Vergi ve denetim muafiyetleri
tanınan SSDF Sayıştay Kanunu, Devlet İhale Kanunu
ve Genel Muhasebe Kanunu dışında tutulmuş, kurumlar
vergisinden, yapılacak bağış ve yardımlar dolayısıyla
veraset ve intikal vergisinden, yapılacak muameleler
dolayısıyla damga vergisinden, banka ve sigorta
muameleleri vergisinden muaf kılınmıştır.
Bakanlar Kurulu’nun belirlediği yüzdeler üzerinden
fonun gelir kaynakları şöyledir: Gelir ve Kurumlar
vergisi üzerinden % 5, Akaryakıt Tüketim hasılatı
üzerinden % 5 (1998’de iptal edildi), her türlü
alkol içki ve tütün mamulleri satışı üzerinden
% 10, milli piyango safi hasılatının %95’i, at
yarışı ve müşterek bahis safi hasılatının % 10’u,
spor-toto hasılatının % 1.8’i, spor-loto hasılatının
% 3.6’sı, talih oyunları gayri safi hasılatının
% 15’i, bedelli askerlik gelirleri, hafif silah
satış geliri net hasılatının % 80’i, genel bütçeden
yapılacak aktarmalar, MSB bütçesinden yapılacak
aktarmalar, fon malvarlığı gelirleri, bağış ve
yardımlar, diğer fonlardan aktarmalar. Bu kaynaklar
üzerinden 1985-2000 tarihleri arasında fonda toplam
11.6 milyar dolar toplanmış ve bunun % 70.1’i
projeler için harcanmıştır. Fonun toplam personeli
25 bin civarında, yıllık cirosu ise yaklaşık 1
milyar dolardır.
Sektördeki gelişme sektör sermayesinin örgütlenme
sürecinde de izlenebilmektedir. 1990’da kurulan
Savunma Sanayii İmalatçıları Derneği’nin (SASAD)
üye sayısı 1991’de 21 iken 2002’ye gelindiğinde
61’ e çıkmıştır ki dernek sektördeki şirketlerin
% 98’ini temsil ettiğini belirtmektedir. Bu 61
üye arasından 10 tanesi TSKGV’na bağlı şirketlerdir.
Sektördeki bir diğer örgütlenme sadece yüzde yüz
yerli 7 şirketin içinde yer aldığı ve 1999’da
kurulan Savunma Sanayii Derneği’dir (SADER). Dernek
üyelerinden Aselsan, Roketsan, Havelsan TSKGV’nın
bünyesindeki şirketler olup diğer 4 şirket Kale
Kalıp, Nurol Makine, STFA ve Otokar’dır. Silah
sanayiinde faaliyet gösteren ve ihalelere katılan
şirketlere bakıldığında Mercedes-Benz, MAN, STFA-Savronik,
Alarko, Otokar-Koç, Çukurova-BMC, Sabancı-TEMSA,
Nurol holding gibi Türkiye’nin büyük sermaye temsilcilerinin
bu pastadan pay almak üzere yerlerini aldıkları
görülmektedir.
1987 yılında tüm vakıfları bünyesinde birleştiren
“Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı”nın
kurulması bir sıçrama noktasıdır.
Vakıf bugün itibariyle 15 şirkette hisse sahibidir
ve bunların 4 tanesinde neredeyse tüm hisselere
sahiptir. Ortakları arasında Lockheed Martin,
General Electric, Daimler-Chrysler, Northern Telecom
gibi dünya devlerinin yanı sıra STFA, Kutlutaş,
Kale Kalıp, Profilo gibi yerli büyük sermaye grupları
ve Türk Hava Kurumu, Makine Kimya Endüstrisi Kurumu
(MKEK), Savunma Sanayi Müsteşarlığı gibi kurumlar
da bulunmaktadır.
TSKGV, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay 2. Başkanı,
Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı ve M.S.B. Savunma
Sanayi Müsteşarı’ndan oluşan Mütevelli Heyeti
tarafından yönetilmektedir. 1987-99 arasında toplam
gelirler arasında en yüksek payın % 46.44 ile
faiz gelirlerinde olduğunu, ardından ise % 23.44
ile iştirak kar paylarının ve % 15.98 ile kambiyo
gelirlerinin geldiği görülmektedir. Bağışlardan
gelen gelirler ise toplamın sadece % 3.27’sini
oluşturmaktadır.
2000 yılı itibarıyla TSKGV’nin mal varlığı, 446.584.000
dolardır ve 2001 yılında en büyük 500 sanayi kuruluşu
içindeki toplam 17 savunma şirketinin 6 tanesi
TSKGV’nindir. Yine 2001 yılında en çok kar eden
ilk 50 kuruluşa bakılacak olursa TSKGV’nin üç
şirketinin bulunduğu görülmektedir.
Yani sonuç olarak TSKGV de, artık sadece bir “vakıf”
olarak değerlendiremeyecek ölçüde büyümüş bir
tekeldir. Hem bir tekeldir, hem de diğer tekellere
yağlı kapı açan bir aracı kurumdur. Bütün bu açılardan
bakıldığında, ilk bakışta OYAK gibi doğrudan ordunun
holdingi olarak düşünülmese de, aslında bütün
yönetsel kademeleri orduya aittir ve netice olarak
kontrol ettiği devasa sermaye miktarlarıyla ordunun
ekonomik-politik gücünü perçinleyen bir kurumdur.
Holdingleşmenin Sonucu: Emperyalizmle Bütünleşme
Halkla Ayrışma
Şüphesiz bu ölçüde büyümüş bir sermaye gücü, ordunun
-şu ya da bu hükümetle değil ama- düzenle olan
ilişkilerini belirlemektedir.
Burada bir ayrım noktasını koymak gerekiyor. Sonuç
olarak, evet, her yeni-sömürgede yerel ordu düzenin
nimetlerinden yararlanır; korumakta olduğu emperyalist-kapitalist
işleyiş, onlara bazı avantajlar sağlar. Düzen,
en azından üst kademelerin rahat etmesini, konfor
içinde yaşamasını sağlar ve bu zaten sistemin
güvenliği açısından gereklidir. Zenginler lokmaları
atıştırırken kenarda sefil halde bekleyen bir
ordu, dünyanın her yerinde risk unsurudur; böyle
bir tablo eninde sonunda o ordunun mensuplarının
halka ve yoksullara yakınlık duymasına yol açar.
Bu yüzden, egemenler ordunun belli kademelerini
hoş tutmayı bilirler. Ama yine de çoğu yeni-sömürgede
bu ilişki, içten bir derin ortaklık biçiminde
değil, basit uşaklık düzeyindedir. Sonuçta egemen
blok, ordu üzerinde daha fazla inisiyatif sahibidir.
Türkiye gerçekliğinde ise, yukarıda anlatmaya
çalıştığımız tablo ve devlet gelenekleri, kültürel
yapı gibi bir dizi başka faktörün de etkisiyle
özgün bir durum vardır. Bu kez önümüzde, okullarından
lojmanlarına, alışveriş merkezlerinden dinlenme
tesislerine, holding olanaklarından ayrı sosyal
güvenlik ve sağlık kurumlarına dek tümüyle kendine
yeterli, halkla teması tümüyle kaybolmuş devasa
bir topluluk vardır. 1950’lerin 60’ların çatışmalı
ortamındaki düzenle çelişme durumları sona ermiş,
bugünü ve geleceği sallantıda sıradan “devlet
memuru” statüsü geçmişte kalmış, böylece içindeki
muhalif damarları da kurutulmuş bir kurum ortaya
çıkarılmıştır. Evet, belki eski yıllarda da en
üst düzey generallere emekli olduktan sonra bazı
holdinglerde uyduruk meclis üyelikleri verilirdi;
ama bugün gelinen aşama bunu çok çok aşmış; ordu
kademeleri bu “bahşiş”in çok ötesine geçerek fiilen
tekel patronu haline gelmişlerdir.
Bu, düzenle ordunun ideolojik bütünleşmesinin
tamamlanması, aykırı eğilimlerin belirme ihtimalinin
sıfırlanmasıdır. Yani artık bir general, ekonomik-politik
hayata bakarken temelde herhangi bir patron gibi
düşünmekte, temel kurgu olarak olaylara aynı pencereden
bakmaktadır. Bu, yukarıda bir yerde espri olarak
söylediğimiz gibi bir “ruh birliği”dir artık.
Şu ya da bu siyasal parti ya da hükümetle çelişmek,
bir tekel grubu ile herhangi bir nedenle çatışma
içinde olmak, sözünü ettiğimiz bu birliğin özünü
zedelemez. Bu anlamda, günümüzdeki sert çıkışlar,
vs. artık 1950’lerde, 60’lardaki gibi içinde nisbi
olarak yurtsever eğilimler barındırmamakta, tümüyle
oligarşi içi çıkar ve hegemonya savaşlarının bir
parçası olarak gelişmektedir.
Üstelik ordu, bunu kendi alt kademeleri için de
geçerli hale getirmiştir. Bu büyük mekanizmanın
sağladığı olanaklarla “kapalı devre” bir hayat
içersinde tatmin edilen ordu mensupları, halk
kitlelerinden tümüyle kopuk hale getirilmişler,
yoksullara, işçilere yönelik herhangi bir ilgi
ve sempatiye kapılmaları önlenmiştir. Orduevleri
5 yıldızlı otellerin lüksünü aratma- yacak hizmetleri
generallere komik ücretlerle vermekte, sayılamayacak
ölçüde fazla olan ayrıcalıklar yoluyla yukarıdan
aşağıya pek çok imtiyazlar sunulmaktadır. Ayrıca
bu durum, iç yönetmelikler ve yasalarla da sağlama
alınmıştır. Bu yasalarda ordu mensupları, hatta
harbokulu öğrencileri için konulan yasakların
önemli bölümü, onların halkla “yüzgöz” olmasını
önleme amacına yöneliktir.
Sonuçta kuşkusuz, her devrim, gelişmesinin belli
bir aşamasında devlet kurumları ve bu arada ordu
içinde de “vicdani yarılma” dediğimiz aykırı eğilimleri
ve devrimci hareketin kitleselleşmesine bağlı
olarak özellikle henüz geldikleri emekçi kökenle
bağları tümüyle kopmamış alt rütbeli subaylar
arasında şu ya da bu düzeyde bir etki-sempati
ve katılım yaratır ya da yaratabilir; ama bugünkü
aşamada böyle bir eğilimden söz etmek düpedüz
hayal ürünüdür.
Savaşın Avantajı: Gücün Bağımlılık Yapması
Ve tabii bu konuyu bir genel sonuca doğru ulaştırırken,
son yirmi yılın özgün bir olgusu olan Kürt savaşından
söz etmeden geçemeyiz. Bu olgu, ordunun politik
arenadaki gücünün artışıyla doğrudan ilişkilidir;
çünkü Kürt ulusal hareketinin mevcut statükoyu
tehdit eden hızlı yükselişi, ordunun süreçteki
rolünü ve hükümetlerle, vs. mesafesini açmıştır.
Sonuç itibarıyla ödleklikle malul olan tekelci
burjuvazi, bu denli büyük bir tehdit karşısında
mevcut düzeni savunabilecek bir güce bağımlıdır.
Üstelik savaş ilerledikçe bu güç, konu üzerine
daha fazla deneyim biriktirmiş ve “sivil” otoritenin
vakıf olmadığı, dolayısıyla inisiyatif koymakta
gelip yine orduya danışacağı bir savaş sürecinde
gitgide daha fazla “özerk” davranma şansını elde
etmiştir.
Yani, böylesi koşullar, normal şartlar altında
OYAK gibi konularda ya da ihalelerde, vs. oluşabilecek
mızmızlıkların ya da güç kavgalarının önünü belli
ölçüde kesmektedir. Devletin her türlü ekonomik
faaliyetten elini eteğini çekmesini isteyen, hatta
belediyelerin tanzim mağazalarından rahatsız olan
en hızlı liberaller ve serbest piyasacılar bile,
sıra ordunun şirketlerine geldiğinde seslerini
kesmektedirler. Ordunun korku verici mekanizmasının
kriz dönemleri başta olmak üzere her dönemde OYAK
cephesine avantaj sağladığını bal gibi bildikleri
halde kimse göğsünü şişirip bunun neoliberal düzene
aykırı bir haksızlık olduğunu haykırmamakta, herkes
“üç maymun” oyununu oynamaktadır. Örneğin vergi
muafiyetleri ve üye aidatlarının kullanılması
apaçık bir “haksız rekabet” yarattığı halde kimse
gıkını çıkarmamaktadır.
Ordunun her ankette “en güvenilir kurum” olarak
çıkması da, tipik kapitalist rekabet tezgahlarının
ona karşı işletilememesinden kaynaklanmaktadır.
Klasik bir kapitalist davranış olarak her zaman
rakip şirketlerin açığını kollayan ve medyayı
kullanarak inisiyatif ve pazar savaşları gerçekleştiren
tekeller, iş orduya geldiğinde suskunluğa gömülmektedirler.
Öyle ki, ordu kademelerindeki bazı yolsuzlukların
açığa çıkarılması işini bile -bunu yapma cesaretine
sahip kimse ortalıkta olmadığı için- bizzat ordunun
kendisi yapmaktadır.
Bütün bunlar böyledir; çünkü, hem tipik neoliberal
yöntemleri uygulayan hem de komuta kademesinden
kaynaklanan bir disipline ve bütünlüğe sahip olan
ordu, bütün diğer güçler arasında en derli toplu
duran güç konumundadır. Ayrıca, Kürt savaşı boyunca
kendi istihbarat ve kontra aygıtlarını da güçlendiren
(ki zaten MİT gibi normal istihbarat aygıtları
da her zaman yarı-askeri kurumlardır) ordu, böylece
etrafındaki korku halesini büyütmüş, dokunulmazlığını
perçinlemiştir. Elindeki bilgi toplamı, ona hem
siyasette, hem de iş dünyasında ayrı bir güç sağlamaktadır.
Ki bu aygıtları kullanan ordu, psikolojik savaş
yöntemleriyle toplum üzerinde de kendi konumunu
sağlamlaştırıcı bir “çalışma” da yürütmekte, şovenizmin
kışkırtılması ve provokasyonlar yoluyla geniş
kitleler arasındaki “tek umut olma” yanılsamasını
yeniden üretmektedir. Kafası karışan, kaos içinde
bunalan çeşitli toplumsal kesimler ve bu arada
işçi sınıfının büyük çoğunluğu, pratikte orduyu
klasik nefret imgesi olan büyük patronların dünyasından
ayrı bir yere koymakta; ayrıca yine bu kafa karışıklığı
içinde, politikadaki en “kafası karışık olmayan”
güç imajı çizen orduya belli bir eğilim duymaktadır.
Sonuç itibarıyla, bu artık öyle bir sabitlik noktasına
varmıştır ki, anayasa ve yasaların ne dediğinden
tamamen bağımsız olarak politikada kimin kime
bağlı olduğu güç ilişkileriyle belirlenmektedir.
Yüksek Askeri Şura, artık bir tanrı mabedi gibidir.
Ordunun başbakanlığa bağlı olması ise gitgide
göstermelik bir yasa maddesi haline dönüşmüştür.
Savunma Bakanlığı bütçesini tartışmak zaten anlamsız
bir zaman kaybıdır. Yanılıp da kazara orduyu sorgulayan
davalar açmak (Şemdinli davasında olduğu gibi)
hukuk cephesi açısından bir işten atılma nedenidir.
Her şeyin üstünde duran MGK ise zaten, adı tavsiye
de olsa düpedüz kararlar alan ve dayatan bir mekanizmadır.
Zaman zaman “sivil” baskı aygıtları alanından
(polis) yapılmak istenen inisiyatif atakları ise
yine güç meselesinden ötürü sönük kalmaya mahkum
olmaktadır.
Genel Sonuç: Para, Silah ve Güç
Sonuç itibarıyla diyebiliriz ki, 1960 sonrasında
başlayan ve özellikle 1980’lerden sonra hızlanan
ordunun düzene tümüyle entegre edilmesi ve ideolojik
birliğin sağlanması süreci, esas olarak başarıya
ulaşmış, amaçlanan bütünlük sağlanmıştır.
Ancak, bu yapılırken, lambadan çıkan cin örneğinde
olduğu gibi, sürece ağırlık koyabilecek ölçülerde
büyümüş ve büyümekte olan bir ekonomik-politik
odak da yaratılmıştır. Silah ve para, birbirini
büyütüp güçlendirmiştir. Sonuçta ordu, emperyalist-kapitalist
düzenle bütün temel noktalarda barışmış ama buna
karşın düzen içindeki diğer güç odaklarıyla kavga
edebilecek, inisiyatif savaşları verebilecek bir
büyüme noktasına varmıştır. Bunun işin başlangıcında
öngörülüp öngörülmediği ya da bu kadarının mevcut
tekeller tarafından hoşnutlukla karşılanıp karşılanmadığı
sorusu önemli olmakla birlikte artık varılan noktada
bu reel durum, itiraz edilebilir, normal yollardan
değiştirilebilir bir aşamayı çoktan aşmıştır.
Ordu, istense de istenmese de oligarşik yönetimin
güçlü bir bileşenidir ve onunla çatışarak güçten
düşürme imkânının bulunmadığı koşullarda tekeller
açısından geriye kalan en makul yol, bu durumu
muhafaza etmek ve bu arada onunla işbirliğine
giderek savunma sektörünün nimetlerinden yararlanmaktır.
Zaman zaman AB kriterleri yolundan bazı kısıtlamalar
getirme denemeleri yapılsa da şimdilik izlenen
temel politika böyledir.
Bu durumun devrim mücadelesi bakımından not edilmesi
gereken önemli bir sonucu ise, sürecin nispeten
daha zorlaşmasıdır. Bu kadar çok düzenle bütünleşmiş
ve ayrıca kendini onun içinde etkin bir odak haline
getirmiş olan bir ordu mekanizması, devrimci hareket
açısından, düzenle ilişkisi sadece maaş düzeyinde
olan bir mekanizmadan daha ciddi bir rakiptir.
Çünkü böyle bir tablo içinde devrimin ayrıştırıcı
etkisi daha geç ortaya çıkacak ve “vicdan yarılması”
dediğimiz bölünme, yani karşı cephe içindeki güçlerden
bir bölümünün devrimin ilerlemesiyle birlikte
saf değiştirmesi hali, daha güç olacaktır.
PAŞALARIN
ŞİRKETLERİ-ŞİRKETLERİN PAŞALARI
Aylık ekonomi dergisi
Forbes Türkiye, Haziran sayısında şirketlerde
yöneticilik yapan emekli generalleri kapak
konusu yaptı. Haberde, emekli generallerin
siyasete girerek güç ve statüye ulaşmak
yerine milyar dolarlık cirolara sahip şirketleri
tercih etmesinde güç dengesinin giderek
iş dünyasına doğru kaymasının etkili olduğu
belirtiliyordu. Forbes’in listesinde şirket
yönetim kurullarında ve üniversite, vakıf
mütevelli heyetlerinde yer alan 50 generalin
adı geçiyor. Bunlardan bazılarının adları
şöyle:
l Hikmet Bayar (E.Org.) Akbank Yönetim Kurulu
Üyesi
l Sabri Deliç (E.Org.) Profilo Holding Başkan
Yardımcısı
l Münir Kemal Yavuz (E.Org.) Evyap Yönetim
Kurulu Üyesi
l Erol Tutal (E.Korg.) Nurol Holding Yönetim
Kurulu Başkan Danışmanı
l Ahmet Özteker (E.Korg.) İşbir Elektrik
Yönetim Kurulu Başkanı
l Turhan Özer (E.Kora.) Ülker İstişare Kurulu
Üyesi
l Atilla Kıyat (E.Kora.) Orta Anadolu Tekstil
Yönetim Kurulu Üyesi
l Varol Atalay (E.Tüma.) Viking Marin Ortağı
l Mehmet Ali Güler (E.Tüma.) Yonca&Onuk
Tersanesi Yönetim Kurulu Üyesi
l Taner Balkış (E.Tüma.) Ditaş Yönetim Kurulu
Üyesi
l Sezer Bilgili (E.Tuğg.) Baytur Yönetim
Kurulu Başkanı
l Atilla Öksüz (E.Tuğg.) THY Yönetim Kurulu
Üyesi
l İdris Koralp (E.Tuğg.) Kaya Holding Yönetim
Kurulu Danışmanı
l Veli Küçük (E.Tuğg.) Stratejik Güvenlik
Koruma Yönetim Kurulu Başkanı
l Devrim Çorbacıoğlu (E.Tuğg.) Hatko Yönetim
Kurulu Üyesi
Emekli generallerin bir bölümü ise vakıfların
mütevelli heyetlerinde görev yapıyor. Derginin
haberine göre Amerika'nın en büyük 500 şirketi
arasında yer alan listede ise 59 asker kökenli
yönetici bulunuyor.
Sonuçta, hizmet hizmettir! Orduda ya da
şirket yönetiminde!
Bu arada şirketlerin eski askerleri göreve
almasının ihalelerde nasıl kolaylıklar sağladığına
ise haberde hiç değinilmiyor.
|
Ulusallık Nedir? Ordu Ulusal Bir Kurum mudur?
Ve bütün bunların yanında asıl mesele, bu mekanizmanın
-yukarıda anlattığımız yöntemler ve araçlarla-
kendi varlığını “siyasetin ve paranın üstünde”,
“ulusun bütününü temsil eden” bir kurum gibi sunabiliyor
olmasıdır. Bu, iki yönlü bir süreçtir. Bir yandan
“psikolojik savaş” ve propaganda yöntemlerini
çok iyi bilen -ki bunun kursunu NATO bünyesinde
almışlardır- ordu, böyle bir yanılsamaya sürekli
biçimde yeniden üretmektedir; diğer yandan ise
solun gerileme koşullarında çaresiz ve umutsuz
biçimde savrulan emekçi kitleler böyle bir yanılsamaya
hazırdırlar. Çivisi çıkmış ve artık hiçbir kurumuna
güvenilemez olan mevcut düzenin çamuru içinde,
az çok “sağlam” ve “derli toplu” görünen bir güç
olarak duran ordu, prim yapmaktadır. Bütün bunların
üzerine şovenizm ve “bölünme sendromu” gibi unsurlar
eklendiğinde, ki bu sendrom da büyük ölçüde psikolojik
savaş yöntemleriyle yaratılmaktadır, ordu tek
“ulusal” kurum olarak ortalıkta görünmektedir.
Oysa bu, son derece büyük bir yanılsamadır. “Ulusallık”,
eğer en basit sözlük anlamıyla “bütün ulusun çıkarlarını
savunmak” ise, yukarıda, ayrıntılı bir biçimde
göstermiş olduğumuz gibi ordu, emperyalist şirketlerle
iç içe geçmiş kocaman bir tekelci holdingtir ve
salt bu bakımdan bile hiçbir biçimde “ulusal”
değildir. Durduğu yer, emperyalistlerin ve bir
avuç tekelcinin yanıdır. Onlar ne kadar “ulusal”sa,
ordu da o kadar “ulusal”dır.
Sadece bu da değil, bütün eğitim ve organizasyonunu
ABD ve NATO’ya borçlu olan ordu, holdingleşme
meselesinin de ötesinde, salt bu bakımdan bile
emperyalist mekanizmaya bağlıdır, o mekanizmanın
bir dişlisidir. NATO eğitiminden geçmemiş bir
üst düzey komuta görevlisi olamayacağı gibi, bu
mekanizmaya aykırı davranan birinin zaten komuta
kademelerinde yükselme şansıda yoktur.
Dolayısıyla, eğer “ulusallık”tan kastedilen şey,
anti-emperyalizm ise bu tümüyle yakıştırmadan
ibarettir. Bugüne dek böyle bir teze kanıt oluşturacak
tek bir uygulama ya da tutum bile yoktur. Ordu
mekanizmasının şu ana kadar göstermiş olduğu en
“ulusal” tavır, (ki buna şovenist demek daha doğrudur)
Hakkari’deki Kürde karşıdır; Washington’daki beyaz
adama karşı değil!
Bugüne dek ordunun örneğin ülkemizdeki emperyalist
üsler konusunda tek bir itirazda bulunduğuna tanık
olunmamıştır. Bunun tek bir örneği bile yoktur.
Aksine, ordu, resmi anlaşmaların ve yasaların
da ötesinde kendi inisiyatif alanlarında ABD emperyalizmin
işlerini kolaylaştırmaya azami gayret göstermiştir.
Yeni-sömürgeciliğin tarihi boyunca, üslerle ya
da ikili anlaşmalarla ilgili şöyle ya da böyle
bir sorun, bir tartışma, çatışma yaşandığında
da bu, mutlaka ve mutlaka sorunu yaşayan Türk
Ordusu mensubunun tasfiyesiyle ya da susturulmasıyla
sonuçlanmıştır. Özellikle İncirlik’le ilgili olarak
yakın süreçte de geçmiş yıllarda da bunun birçok
örneği vardır; çeşitli Amerikan küstahlıklarıyla
karşılaşan subaylar, şöyle ya da böyle görevden
alınıp bir kenara konulmuşlardır. En son İncirlik’teki
onur kırıcı arama tartışmasında ve daha önce “çuval”
vakasında, konuyla ilgili subaylar şu anda tasfiye
edilmişlerdir.
Bugüne dek ordunun, emperyalist politikalar ve
bu politikaların jandarmalığını yapan IMF/DB gibi
güçlerle de bir çatışması olmamış, bu kurumlara
yönelik tek bir olumsuz söz söylenmemiştir. Bayrak
mitinglerinde “memleketimizi satıyorlar” diye
çığlık atarak AKP hükümetini suçlayanların görmezden
geldiği gerçek budur. Bir tekelci holding olan
ve bu tekel durumunun koordinatlarıyla hareket
eden ordu, IMF politikaları ile hiçbir biçimde
çelişme içinde değildir, bu politikalara karşı
bir itiraza da sahip değildir. Örneğin tarımın
bu kuruluşlar tarafından göz göre göre çökertilmesi
ve toprakların kurutulması, “ulusal” bir kurum
olan ordunun ilgi alanına hiç girmemiştir. Çiftini
çubuğunu kaybetme tehlikesine karşı alanlara gelip
IMF’den hoşnutsuzluğunu belirten köylü ile umudunu
bağladığı ordu arasında böyle bir paralellik hiç
mevcut değildir.
Aynı biçimde bugüne dek ordu mekanizması, neoliberal
politikaların en önemli ayağı olan özelleştirmeler
konusunda da tek bir itiraz yöneltmiş değildir.
“Kamu kurumlarının yabancılara satılmaması” ya
da “stratejik kurumların elde tutulması” gibi
itirazların arkasında ordunun olduğu söylenebilirse
de, bu gerçek değildir; bu tür söylemler daha
çok özelleştirme ihalelerinde psikolojik baskı
yaratma amaçlıdır. Nitekim Erdemir ihalesini böyle
bir psikolojik baskı ortamında kazanan ordu, daha
ihalenin ertesi günü Erdemir’e yabancı ortak bulma
arayışına girmiştir.
Yine ordu, IMF-DB tarafından emredilip uygulanan
sağlık, eğitim, sosyal güvenlik kurumlarının deformasyonu,
“kamu reformu” gibi konularda da bugüne dek bir
itiraz ortaya koşmuş değildir. Kendi mensuplarının
eğitimini, sağlığını, sosyal durumunu zaten çoktan
garantilemiş olan ordu, hastane önlerindeki kuyruklarla,
eğitimdeki acımasız “altta kalanın canı çıksın”
düzeni ile hiçbir biçimde ilgili değildir. Yani,
medyadaki dalkavukların sık sık öne sürdükleri
gibi ordu, “kamucu” bir eğilime sahip değildir.
Ordunun tek refleks noktası gibi görünen “irtica”
meselesi ise oldukça karışık bir meseledir. Birincisi,
zaten her çeşit şeriatçı uygulama, bir ölçüde
“içe-kapalı” ekonomi uygulamaları anlamına gelir
ve bu anlamda bu tür durumlar zaten neoliberal
kapitalist model çerçevesinde kabul edilemez durumlardır.
Yani itirazın bir bölümü, düpedüz kapitalist pazar
mantığının kendisinden kaynaklanmaktadır. Yani,
parayı mevcut kapitalist finans sisteminin dışında
bir alanda döndüren islami sermaye gruplarının
tasfiye edilmesi, sistemin doğasının gereğidir.
Örneğin A grubunun büyük miktarlarda parayı din
sömürüsüyle toplayıp sonra da bu sermaye ile sözgelimi
bir marketler zinciri açması, aynı alanda faaliyet
gösteren diğer tekeller için rahatsız edicidir.
Bu girişim tasfiye edildiğinde ise sonuç bellidir;
diğer tekellerin market alanındaki pazar payının
artırılması!
İkincisi, “irtica” meselesi, bir ucu Washington’a
uzanan bir meseledir. ABD emperyalizminin Ortadoğu
politikalarının temel noktalarından biri olan
“aşırı dincilerle mücadele” bahanesi, İran’a,
Filistin’e yönelik provokasyon hareketleri, ordunun
“çağdaşlık” savaşının da arkasındaki temel motiftir.
Yani bu politikalar, bir “aydınlama” geleneğinin
ya da “ilerici” düşüncelerin uzantısı değil, ABD
politikalarının parçasıdır. Yoksa aynı ordu, işine
geldiği zaman Hizbullah gibi en karanlık gericileri
destekleyip Kürt hareketinin üstüne salmakta bir
sakınca görmemiştir.
Dolayısıyla bugünlerde her mitingte sıkça dile
getirilen BOP meselesi de esas olarak ordunun
itiraz alanı içinde değildir. Çünkü BOP politikaları,
gösterildiği gibi yalnızca “ılımlı İslam” meselesi
değildir, daha boyutlu bir “bölgeyi yeniden biçimlendirme”
operasyonu söz konusudur ve ordu da “bölgenin
büyük oyuncusu olmak” mantığı içinde bu sürece
katılmaya hazır durumdadır ve özelikle İsrail’le
kurduğu ilişkiler bağlamında katılmaktadır da…
Sonuç olarak karşımızdaki olgu, türlü propagandalarla
kendisini nasıl gösterirse göstersin, hiçbir biçimde
“ulusal” ya da “anti-emperyalist” olmayan, olması
da mümkün olmayan bir mekanizmadır. Olması mümkün
değildir; çünkü bizzat onun düşünme biçimini artık
içinde bulunduğu emperyalist iş ilişkileri ve
politik bağlantılar belirlemektedir. O kadar ki,
artık sürecin önü ta Harp Okullarından itibaren
kesilmekte ve kafalar bu doğrultuda şekillenmektedir.
O yüzden, 1960’larda ordunun alt kademelerinde
ve Harp Okullarında görülen sola dönük eğilimlerin
bugün canlanmasını beklemek, aşırı saflıktan başka
bir şey olmayacaktır. Hatta, daha da ötesi, ordu
bugün toplumdaki genel anti-Amerikancı havayı
Kürt düşmanlığına yönelterek eritme yönünde de
ciddi bir görev üstlenmiş görünmektedir.
ORDU ve SİYONİST
İSRAİL
Geçmişten beri hep sıcak
olan Türkiye-İsrail ordu ilişkileri, özellikle
1996 Şubatı'nda Genelkurmay İkinci Başkanı
Çevik Bir'le İsrail Savunma Bakanı arasında
bağlanan 'savunma işbirliği' anlaşmasıyla
stratejik boyuta geldi. Belgeden Erbakan
hükümetinin bile haberi yoktu. Öyle ki,
anlaşmayı Savunma Bakanı yerine Genelkurmay
Başkanı imzalamış, bu çerçevede Ocak 1998'de
yapılan Türk-İsrail ortak tatbikatından
da hükümet haberdar edilmemişti. Nitekim
Doğu Akdeniz'de tatbikat sürerken Türk Dışişleri
bu gelişmeyi yalanlamakla meşguldü.
Daha sonra da yapılan bir dizi anlaşmaya
göre, İsrail uzmanları 48 adet AF-4 (600
Milyon Dolar) Türk savaş ucaklarını modernize
etmiş ve ABD markalı M-60 savaş tanklarının
gece haraket etme, görme kabiliyetlerini
geliştirmek ve 120 mm'lik mermilerle donatımı
anlaşması imzalanmıştı. Ayrıca anlaşmada
1000 adet Merkawa markalı savaş tanklarının
ortak üretimi de yer alıyor. Tüm bunların
dışında ortak stratejik anlaşmada İsrail'in
Türkiye'ye anti-Radar "Dalila"
füzelerini, "Chez" adlı savunma
Füzelerini, havadan-havaya "Popeye
II" ile "Python-4" Füze sistemlerini
vermesi beklenirken önceden uyarı 4 adet
"Falcon" adlı casusluk amaclı
uçaklar ve yakın saldırılar için binlerce
"Galil" markalı Kalaşinkofun Türkiye'ye
verildiği basında belirtiliyordu. Bu arada
İsrail’de eğitim gören pilotları ve kontr-gerilla
elemanlarını ise saymıyoruz bile.
Daha da önemlisi, İsrail’in Haaretz gazetesinin
2004 Temmuz’undaki haberine göre, iki ülke
orduları, gelecekte teknoloji ve lojistik
daireleri, ortak mühimmat, askeri malzeme
ve savaş malzemesi depolanmasında işbirliğine
gitmeyi de tartışıyorlar.
Yani, pek “ulusal” ordumuz, Ortadoğu’nun
kasabı olan siyonistlerle el sıkışmakta
ve “büyük ağabey”in emriyle işbirliği yapmakta
bir sakınca görmüyor!
|
Halk Devrimi-Halk Ordusu
Bütün bu anlattıklarımızdan sonra, geriye dönüp
şöyle bir soru sorabiliriz: Başka türlü bir ordu
mümkün müdür?
Evet, elbette mümkündür! Başka türlü bir düzen nasıl
mümkünse, başka türlü bir ordu da mümkündür.
Anti-emperyalist anti-oligarşik demokratik halk
devrimi, bütün emperyalist güçleri bu topraklardan
kovacak, onların askeri, siyasi, ekonomik, kültürel,
vb. bütün kurumlarını ülkemizden süpürüp atacak,
bugüne dek emperyalistlerle yapılmış bütün açık-gizli,
ikili-çoklu askeri ve sivil anlaşmaları yırtıp atacak,
bütün emperyalist askeri-siyasi-ekonomik kurumlarla
ilişkisini kesecek ve bu kurumlarla imzalanmış sözleşmeleri,
vs. geçersiz sayacak ve tümüyle özgür ve bağımsız
bir ülke yaratacaktır. Aynı zamanda bu devrim, emperyalizmin
coğrafyamızdaki işbirlikçilerinin ve genel olarak
bütün tekellerin hırsızlıkla edindikleri mal varlıklarına
el koyacak, ekonominin bütün kilit noktalarını kamulaştırarak
halkın malı haline getirecektir. Ve nihayet böyle
bir devrim, araya tek bir saniyelik özel aşama koyma
gereği duymaksızın sosyalizme doğru yürüyecek ve
nihai olarak da komünist bir dünyanın kurulması
için devrimci bir müfreze görevini üstlenecektir.
Doğaldır ki böyle bir devrim, bugünkü emperyalist-kapitalist
ilişkileri koruyan oligarşik yapının dağıtılması,
bütün baskı aygıtlarının derhal ortadan kaldırılması
ve yerine devrimci halk iktidarının demokratik organlarının
geçirilmesi anlamına gelecektir. Bu organlar, halk
ordusu, halk milisi, halk mahkemeleri, vb… asla
eski mekanizmanın onarılmış biçimleri olmayacak,
doğrudan emekçi halkı temsil eden, onun tarafından
yaratılarak denetlenen yapılar olacaktır.
Bu bağlamda devrim, bugünden yaratmaya başlayacağı
bir devrimci halk ordusuyla ve milis güçleriyle
yürüyecektir.
Devrimci halk ordusu, ne demektir?
Aslında tanım, gayet açık ve yalındır. Halk ordusu,
halkın kendi ordusudur. Halk ordusu, her şeyden
önce işçi sınıfı ve emekçi halktan oluşan sonuna
kadar politik bir ordudur. Bu anlayış, bugünkü “politika
üstü ordu” yanılsamasını savurup atar ve açıkça,
halk ordusunun emekçi halktan yana olduğunu, onun
soyguncular üstündeki diktatörlüğünün aracı olduğunu
ortaya koyar. Doğal olarak böyle bir ordu, her kademesinde
devrimci partinin örgütlendiği ve öncülük ettiği
bir yapılanma olacaktır.
Böyle bir anlayış, emekçi kitleleri ve halkı, ülkeyi
koruyanlar ve korunanlar diye bir asker-sivil ayrımıyla
bölmeyi baştan reddeder. Bu ülkede yaşayan her emekçi,
namuslu, yurtsever her yurttaş, ülkeyi ve devrimi
savunma hak ve görevine sahiptir ve bunun için silaha
sarılmaya hazır olacaktır. Bu anlamda, bir fabrika
işçisi de, bir tiyatro eleştirmeni de, vb. vb. devrimi
savunma konusunda halk ordusuyla aynı onur ve sorumluluğu
paylaşır, uygun örgütsel biçimler altında bu görevi
paylaşır. Öte yandan, halk ordusunun görevi de yalnızca
askeri bir görev değildir. Halk ordusunun sonuna
kadar politik bir ordu olmasının anlamı onun yalnızca
klasik askeri görev alanlarında değil, sokakta,
emekçi kitlelerin omuz başında yerini almasıdır.
Ülkeyi ve devrimi savunma cephelerinde sıradan emekçileri,
aynı amaçla düzenlenen kitle gösterilerinde de halk
ordusu askerlerini görmek devrimci halk iktidarı
sürecinde hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Doğal olarak böyle bir ordunun üyeleri, savunma
ihtiyaçları dışında hiçbir özel ayrıcalığa sahip
olmayacak, askeri ve teknik bakımdan zorunlu alanlar
dışında halktan kopuk hiçbir özel yaşam alanına
sahip olmayacaktır. Bugünkü ordunun kendi üyelerini
halktan soyutlamak için yarattığı bu özel dinlenme,
alışveriş, vb. alanları tümüyle ortadan kaldırılacaktır.
Böylece, ordunun içindeki askeri bakımdan zorunlu
hiyerarşik ilişkilerin de salt askeri zorunluluk
çerçevesinde kalması, sosyal avantaj ya da dezavantajlara
yol açmaması sağlanacaktır.
Dahası, böyle bir ordu üretimden ve halkın yaşamsal
ihtiyaçlarından, sağlık ve eğitim alanlarından kopuk
bir elit topluluk olmayacak, mümkün olan her yerde
ve her alanda ülkedeki devrimci kuruluş çalışmasının
doğal parçası olarak konumlanacaktır.
Ve nihayet böyle bir halk ordusu, sonuna dek enternasyonalist
bir ordu olacaktır. Burada sözünü ettiğimiz ordu,
emperyalistlerin emirleriyle sağa sola koşturan
bir ordu değil, bütün dünyadaki ama özellikle bölgemizdeki
halk hareketlerini destekleyen bir ordu olacaktır.
Devrimci halk iktidarı ve halk ordusu, ezilen halkların
kurtuluş mücadelesine açık ve tereddütsüz bir destek
sunacak, bunun için gerekirse askeri yardımdan çekinmeyecektir.
Bu anlamda halk ordusu, kendisini dar ülke çıkarlarıyla
sınırlı gören klasik askeri anlayıştan uzak tutacaktır.
Böyle bir ordu gerçekten mümkün müdür? Evet, mümkündür.
Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin yenilmesi,
özgür bir ülkede insanca bir yaşamın kurulması nasıl
mümkünse, böyle bir halk ordusunun inşası da mümkündür.
Esasen bir devrimci iktidar için başka bir yol da
yoktur.
Ve hiç şüphesiz, böyle bir ordu, holdingleşerek
halk düşmanı patronlarla ve emperyalistlerle bütünleşmiş,
böylece kendi içinden çıktığı halk kitlelerine yabancılaşmış
bir ordudan çok daha saygın ve onurlu olacaktır.
|