Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

52. Sayı - Haziran 2007

Son aylarda Türkiye, işbirlikçiler cephesindeki olağanüstü siyasi çalkantılara tanık oldu, insanlar özellikle Nisan ve Mayıs boyunca tam bir toz duman içinde bir o yana bir bu yana savrulup durdular. Cumhurbaşkanlığı meydan savaşları, büyük mitingler, bayrak denizleri, kimin kimden daha vatansever olduğu üzerine abuk sabuk tartışmalar… Hani komplocu gazetecilerin çok sevdiği “düğmeye basmak” deyimi var ya, tam da öyle işte; sanki bir “düğmeye” basılmış gibi ortalık birbirine girdi, “rejim tehlikede” çığlıkları yükselirken alanlar doldu taştı. Sonunda bir yandan bayrak, diğer yandan sopa sallayarak süreci erken seçim noktasına kadar getirdiler. Şimdi aynı korku tüneli, sağda solda patlayan bombalarla devam ediyor…
Sonuç olarak medyadaki dalkavuklar korosu ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, bütün bu çok bayraklı karmaşanın arkasında haki üniformalı bir gücün, Genelkurmay’ın durduğunu aslında herkes bilmektedir. İşin Türkçesi, ordu, hiç de gizlemeye çaba harcamaksızın, hatta özellikle abartarak bir parti gibi siyasete müdahale etmekte, provokasyonlarla ve psikolojik savaş yöntemleriyle olayları yönlendirmektedir. Bir yandan mitingler örgütlenirken, diğer yandan birbiri ardına darbe tehditleri, uzun uzun basın toplantıları, “web sitesi muhtıraları” son birkaç ayda birbirini izlemiş, böylece çatışma giderek keskinleşmiştir. Daha doğrusu bu, doğrudan çarpışma biçiminde bir keskinlik değildir; doğrudan bir çarpışma için taraflardan birinin ne gücü ne de iradesi vardır. Bir taraf, arkasındaki büyük askeri-ekonomik güce yaslanarak emirler dikte etmekte ve kitleleri de bu oyunun içine çekmekte; diğer taraf ise yüzüne kişiliksiz bir “mağduriyet” maskesi takarak homurdana homurdana geri basmaktadır. Bu arada, bütün bunlar olup biterken, evlerde, kahvelerde, otobüslerde, yani kitlelerin yaşam alanlarında neyin şekillendiğini ise şu anda hiç kimse tam olarak tahmin edemiyor; bunun en azından yüzeysel bir göstergesine ulaşmak için 22 Temmuz akşamını beklemek gerekecek.
Ancak bu arada, olayların aynası içinde, bir gerçek de kendisini yeniden ve daha açıkça ortaya koymuş bulunuyor: Yeni-sömürge Türkiye’nin oligarşisinin bugünkü manzarası, 1960’lı, 70’li yıllardan daha farklı ve daha karmaşık bir tablo göstermektedir.
Tablonun bir yanı, aslında belli bir sadeleşmeyi de ifade ediyor. Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi, geçmişte zayıf da olsa süreçte konum tutabilen daha geri-feodal güçlerin tasfiyesi bugün büyük ölçüde tamamlanmış ve tekelci burjuvazinin siyasal egemenliği perçinlenmiştir. Ayrıca, bu arada, emperyalist ilişki de -deyim yerindeyse- daha derinleşmiş ve emperyalistlerle işbirlikçiler arasında daha köklü, daha “içerden” ilişkiler oluşmuştur.
Diğer yandan ise yeni süreç, oligarşik bloğun iç ilişkileri bakımından karmaşanın artışı anlamına gelmiştir.
Bu karmaşanın iktisadi zeminini her şeyden önce 1980’lerde başlayan restorasyon ve yeni ekonomik düzen oluşturmaktadır. Geçmişte, 1950’lerden başlayarak “ithal ikamesi” ile karakterize olan dönemde nispeten sabit konumlara sahip olan bir avuç ailenin (Koçlar, Sabancılar, vb.) düzeni, yeni süreçte elbette tümüyle yerinden oynamamıştır ama bu arada artık arenaya yeni ve çok hırslı güçler de çıkmaya başlamıştır. Sonuçta emperyalist uluslararası şirketlere göbekten bağımlı da olsa eski düzen, büyük ölçüde üretime, imalat-montaj sanayine dayanan bir sistemdi ve bin türlü yönetmelikle, yasayla korunan bu sistem mevcut şebekeye kolayca eklenmek isteyen yeni hırsızları bir ölçüde engelliyordu. Oysa değişik sektörlere ve bu arada para oyunlarına, yüksek riskli ama daha hızlı para kazanma yöntemlerine, kamu işletmelerinin yok pahasına ele geçirilmesine, vb. vb. kapı açan neoliberal sistem, oyun alanını biraz daha genişletmiştir. Üstelik, bu kez artık uyuşturucudan banka hortumlamaya kadar yüzlerce karanlık yoldan akıp gelen büyük para miktarları ekonomiye girmiş ve bu paraların sahipleri de belli oranda güç kazanmışlardır. Şili’deki benzerleri “piranhalar” diye adlandırılan bu gözü dönmüş hırsızlarla, aynı hırsızlığı yılların oturmuş ilişkileri içinde yapan eski tekelciler arasındaki çatışma, hızlı yükselişler ve hızlı düşüşlerle kendini ortaya koydu. Zaman zaman kalabalıklaşan hırsız çetesi, zaman zaman sadeleştirme operasyonlarıyla daraltılıyor, sonra yine yeni unsurlar beliriyordu. Ve tabii, bu arada, elindeki medya gücünü kullanarak politik-ekonomik avantajlar sağlayan tekeller ve çok büyük para miktarlarını klasik banka/devlet dolaşımına sokmaksızın toplayan ve piyasada döndüren İslami kesimler de işin bir başka cephesiydi.
Ama hepsi bu kadar değil.
Bu süreç, orduyu da geçmişte olduğundan daha fazla öne çıkardı; ya da başka bir deyişle söylersek, politik-ekonomik bir güç olarak ordu, gündelik politikada artık daha fazla ve daha açıkça ağırlığını hissettirir hale geldi.
Aslında, bu bir anlamda her zaman vardı; daha doğrusu ordunun siyasi hayattaki rolü, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihine ilişkin bir şeydir. Kemalist dönem diyebileceğimiz zaman diliminde durum zaten böyledir. Ayrıca özgün bir durum olarak Türkiye oligarşisi, yeni-sömürgeciliğin tarihi boyunca da her zaman askeri bir kanada sahip olmuştur. “Askeri bir kanat” diyoruz; çünkü bu ilişki -tarihsel geleneklerin de etkisiyle- hiçbir zaman basit bir “eklenme” ilişkisi olmamıştır. Yani, örneğin bazı küçük Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi bir avuç işbirlikçi ve onlara hizmet eden, üç beş kırıntı ile doyurulan derme çatma bir ordu tablosu Türkiye’de söz konusu değildir. Örnek olsun diye söyleyelim; Nikaragua’da devrim öncesinde bütün ülkeye hakim olan Somoza ailesi ile Ulusal Muhafız Ordusu arasındaki ilişki ya da Küba’da Batista ile gerici Küba ordusu arasındaki ilişki böyle basit bir ilişkidir. Bu ilişki içersinde herhangi bir generalin görevden alınması, hatta tutuklanması çok kolay ve mümkün işlerdir.
Oysa Türk ordusu -az sonra ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi- başlangıçtaki bazı sıkıntıların aşılmasından sonra, belli bir süreç boyunca başka yeni-sömürgelerde rastlanmayan bir yoldan adım adım emperyalist-kapitalist işleyişe dahil olmuş ve böylece bir yandan düzene hizmet konusunda çelişkiler ve tereddütler aşılırken, diğer yandan da ordunun bizzat kendisi ülkenin en büyük ekonomik-politik güçlerinden biri haline gelmiştir.
Bu, gerçekten de Türkiye’ye özgü bir durumdur. Bildiğimiz kadarıyla diğer yeni-sömürgelerde bu düzeyde bir başka örnek mevcut değildir. Bir yandan en derin tekelci kapitalist ilişkilerin içinde yer almak ve emperyalist çıkarların en sağlam savunucusu rolünü her dönem başarıyla yerine getirmek, ama bütün bunlara karşın kendisini “siyasetin ve ticaretin üstünde” bir kurum gibi sunabilmek, üstelik kendi etrafında bir “ulusallık” halesi yaratmak gerçekten de yeni-sömürgeler dünyasında örneklerine pek rastlanan bir durum değildir, bunun yine Türkiye’ye özgü nedenleri vardır.
Bütün bu bakımlardan Türk ordusunun içinden geçip geldiği aşamaları incelemek ve bu gücü tanımak devrimci hareket için bir zorunluluktur.

İmparatorluk Geleneklerinden Cumhuriyete…
Türk devleti ve dolayısıyla ordusu, uzun bir tarihin içinden bugüne geliyor.
Sürecin bir ucu kuşkusuz, Ortadoğu, Afrika ve Avrupa’nın bir bölümünde yüzlerce yıl hüküm sürmüş olan büyük bir imparatorluğa, Osmanlı’ya dayanıyor. Osmanlı tarihi ise bir anlamda askeri bir tarihtir; çünkü bu tarih esas olarak “fetih”ler ve “ganimet”lerle yürüyen, yeni yeni toprakların işgal edilmesinden beslenen bir tarihtir. Büyük askeri dehalardan söz edilemez belki; ama bunun yerini dolduran sürekli akın mantığı vardır ve bu akınlar, sürecin en zirve noktasında Avrupa’nın ortalarına kadar gelip dayanmıştır.
Dolayısıyla Osmanlı’nın tarihi Osmanlı ordusunun tarihinden ayrı ele alınamaz. Bu ordu ise, aslında aynı dönemde bütün Avrupa’da geçerli olan sistemin çok dışında değildir: Sabit birlikler ve toplama güçler…
Giderek sayıları artan sabit birlikler, Yeniçeri Ocağı örneğindeki gibi kendine özgü kışla düzeni olan güçlerdir ve tarih boyunca bir çok düzenleme ile yeniden yeniden organize edilmişlerdir. Diğerleri ise, sefer ve savaş zamanlarında imparatorluğun her köşesinden, ama en çok da en sadık bölgelerden toplanan köylü-askerlerdir. Özellikle Alevi-Bektaşi ocaklarının aktif biçimde kullanıldığı bu sistem, uzun süre Osmanlı’yı idare etmiş, önemli başarılar da sağlamıştır. Ancak daha sonraları Batı dünyasının almaya başladığı mesafe ve buna karşın Osmanlı’nın içine girdiği gerileme, sürekli başarı ve fetihlerle beslenen bu düzeni de bozmaya başlamıştır. Böylece bir yandan disiplinsizlik sürece hakim olurken diğer yandan da yönetime dönük eski sadakat zayıflamış ve “ordunun siyasete müdahalesi” diye adlandırılabilecek bir durum olağanlaşmıştır. Sürekli ayaklanmalar, sadrazamların, hatta padişahların hayatına mal olan “muhtıra”lar bu dönemin günlük olaylarıdır. Bu kurumları, özellikle Yeniçeri Ocağı’nı yeniden düzenleme çabaları da aslında ciddi bir sonuç vermemiş, netice itibarıyla Osmanlı’nın dağılma ve büyük sömürgeci güçlerin yörüngesine girme süreci hızlanarak devam etmiştir.
Bu süreçte, yeniçerilerin tasfyisenin ardından kurulan “Batı tipi” ordu yapılanması da politik yaşama müdahale açısından bir süre sonra çok daha sistematik ve partileşen bir yapıya kavuşmuştur. Osmanlıdaki ilk modern siyasal parti olan İttihat ve Terraki Cemiyeti (İTC) esasen tümüyle ordu içinden çıkmıştır. İTC kuruluşundan kısa bir süre sonra politik ve toplumsal yaşama egemen olmuştur.
I. Paylaşım Savaşı macerası sona erdiğinde, aslında artık bir ordudan söz etmek bile zordur. Bütün kademelere tam bir karmaşa ve başıbozukluk hakimdir, parça parça kaybedilen sömürge topraklarından geri dönen her rütbeden askerler -Yorgun Savaşçı romanında çarpıcı bir biçimde resmedildiği gibi- İstanbul’da öfkeli ve şekilsiz bir yığın halinde toplanmaktadır. Tam bu noktada, ordunun üst kademesinden Mustafa Kemal ve başka subayların başlattığı hareket, İstanbul’un sembolik şekilde terk edilmesiyle sonuçlanmış ve artık bu noktadan sonra aslında yeni bir ordunun serüveni başlamıştır. Mustafa Kemal'in kendisi askeri ve politik yaşamında İTC'yle parladığı gibi, başlattığı hareket de esasen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin politik ve askeri mantığından beslenmiştir. Bu arada, zaten dağılmış olan merkezi politik-askeri otoriteden emir almayan, kendi komuta merkezini inşa etmeye başlayan bu hareket giderek güç kazanmış, adım adım Anadolu’daki duruma hakim olarak kendisini yeni bir ordu biçiminde örgütlemiştir. Bu, elbette eski ordu geleneklerinden bir ölçüde kopuş anlamına gelmiş, ortaya daha fazla halkın içinde yaşayan, daha radikal yöntemler kullanan bir mekanizma çıkmıştır; ama öte yandan bu mekanizma, klasik askeri örgütlenme kurallarından ve mantığından da ayrılmış değildir. Kurucularının sınıfsal niteliği, siyasal görüşleri ve alışkanlıkları gereği bu ordu, daha sonraları 1960’larda dünyada örneklerine sık rastlanacak olan halk orduları gibi değildir. Belki başlangıç olarak şatafatı, süsü-püsü daha azdır; daha halkçı gibi görünen bir havası vardır ama Anadolu’daki yerel direniş güçlerinin giderek sola kaymasındaki tehlikeyi kısa sürede fark eden yöneticiler eski gelenekleri yeniden inşa etmekte gecikmemişlerdir. Özellikle sürecin bir aşamasında Ali Fuat Paşa gibi önemli unsurların bile neredeyse “gerilla”yı andıran yerel giysiler giymeye başlamaları ve ordunun halkla doğrudan temasının artması, yönetim kademelerinde öyle bir telaş yaratır ki, Mustafa Kemal ve yakın ekibi, bir yandan bazı görevden almaları gerçekleştirir, diğer yandan da resmi bir genelge ile işleyiş kuralları ortaya koyarlar. Bir dizi talimat ile “ordunun halktan doğrudan iaşe almasının yasaklanması”, “askeri birlik alanlarına herkesin girmesinin önlenmesi”, “giyim kuşamın düzenlenmesi”, vb. tedbirleri alınır. Okul kitaplarında “düzenli orduya geçiş” diye anlatılan bütün bu önlemlerin, savaşın zorunluluklarından kaynaklandığı söylenebilirse de, bu açıklama yeterli değildir. Esas olarak atılan bu adım, politik bir adımdır ve savaşın başlangıcında kısmen dağılarak halkla “çok fazla iç içe geçen” ordu mekanizmasının yeniden elitleştirilmesi çabasıdır. Görevden almaların gerekçeleri ne olursa olsun, göreve getirilenler (örneğin İsmet İnönü) artık hep eski klasik askeri geleneğin temsilcileridir. Ki, bilindiği gibi aynı süreç, Anadolu’daki hareket içersinde yer alan “çete”lerden tehlikeli olanlarının (Çerkes Ethem gibi) ezilmesi, sadık olanlarının ise (Topal Osman, vb. gibi) merkeze çekilerek kontrol altına alınması sürecidir. Tümüyle ayrı bir gelenekten, Kızıl Ordu bünyesinden gelerek savaşmak isteyen Mustafa Suphi ve arkadaşları ise zaten daha Trabzon’u geçemeden katledilmişlerdir.
Böylece, savaş sona ererken Ankara’da yalnızca belirleyici bir politik odak oluşmamış, askeri anlamda da ortaya, sadeleşmiş, Bolşevik esintilerden tümüyle temizlenmiş bir klasik ordu mekanizması çıkmıştır. Bu orduyla yeni Cumhuriyetin yönetim mekanizması bir ve aynıdır. Bugünkü anlamıyla düşünürsek, bu yönetim tipik bir askeri cunta rejimidir; yönetimde siviller yok değildir ama askeri kadrolar kesinlikle belirleyicidir.
Cumhuriyet süreci başladığında, yönetimin kıblesi bellidir. Kemalist kadro, yüzünü kesin biçimde Batı’ya ve kapitalizme dönmüştür, oradan yürüme kararındadır. İzmir İktisat Kongresi’nin kararları bu konuda yeterince açıktır. Esasen, daha önceki yazılarımızda sık sık ifade ettiğimiz gibi (bkz. Ulusalcılık, Anti-Emperyalizm ve Kesintisiz Devrim Üzerine Notlar, 51. sayı) bu yönelim, emperyalizme ilişkiler konusunda da esnek ve isteklidir; ancak 1900’lü yılların ilk çeyreğinde emperyalist cephede henüz geri ülkelere yatırım yapma gibi bir perspektif ve durum söz konusu değildir.
Sonuçta, böylece içine girilen süreç, devlet eliyle kapitalist birikim yaratma diye tanımlanabilecek bir süreç olmuştur. Bir yandan özellikle 1929 sonrasında devletçi uygulamalar artarken, diğer yandan da ticaret sermayesinin en irileri ile devlet mekanizması giderek iç içe geçerek, “özel teşebbüs” büyümeye başlamıştır. Doğal olarak bu yönelim, öncelikle eski askerleri kapsamıştır. M. Kemal’in bizzat kendisi dahil olmak üzere “milli mücadele”nin kadrolarının çoğu özel müteşebbis olarak ekonomiye girmişler, bankaların, şirketlerin yönetim kademelerinde konum elde etmişlerdir. “Nitekim o sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden, dünkü Milli Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü şekilde komisyonculuklar peşine düşmüş bulunuyordu.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan akt. Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Sf: 761) Bu, gerçekten de parlak bir özettir. Gerçekten de Şeker Şirketi’nden İş Bankası’na dek tüm sanayi ya da bankacılık alanlarında süreç boyunca köşe başları bu kesim tarafından tutulmuştur. Özellikle İş Bankası, eski politikacılar, askerler, tüccarlar, Anadolu eşrafının en irilerini bir araya getiren bir koalisyon gibidir. Devletin açtığı yağlı kapılardan herkes bir şeyler kazanmaktadır. O günlerde rüşvetle suçlanan bir milletvekilinin meclisteki savunması durumu özetlemektedir: “Hepiniz, başta reisimiz olmak üzere, zenginleşmek lazımdır, demokrasi zenginliğe dayalıdır demiyor muydunuz? Hepiniz aynı şekilde işlere girmediniz mi?” (S Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, Akt. Stefanos Yerasimos, age, Sf: 761)
Sonuç olarak düzen oturmakta, bir yandan devlet işletmeleri, diğer yandan da ticaret ağırlıklı bir sermaye birikimi büyümekte, bu arada da komünistler ve muhalif güçler demir yumrukla ezilmektedir. Bu arada ordu, özel olarak varlığını ve ağırlığını politik alanda göstermemekte, yani bugün olduğu gibi bir ikinci iktidar odağı gibi davranmamaktadır; çünkü zaten bu kurum, resmi olarak kim tarafından yönetilirse yönetilsin “ebedi şef”in kontrolü ve ağırlığı altındadır. Üzerindeki elbisenin rengi ne olursa olsun, M. Kemal, ordunun da tek hakimidir. Zaman zaman ordu içersinde pürüzler olduğunda ise Serbest Fırka operasyonunda olduğu gibi oraya da bir “balans ayarı” yapılmakta, durum düzene sokulmaktadır.

Yeni-Sömürgecilik ve Ordunun Yeniden Örgütlenmesi
“18 Şubat 1952’de NATO’ya katılan Türkiye Cumhuriyeti, Silahlı Kuvvetlerinde modernizasyon çalışmalarını başlattı.”
Genelkurmay resmi web sitesinde ordunun “tarihçe”si anlatılırken yeni-sömürgeciliğin başlangıcı böyle tek bir cümleyle özetleniyor…
Bu “modernizasyon”un ne anlama geldiği doğrusu incelemeye değer bir konudur.
Bu yazımızda, Türkiye’nin yeni-sömürgeleşme sürecinin ayrıntılarını yeniden ele alacak değiliz. Ancak, bu bağımlı kapitalistleşme süreciyle Genelkurmay’ın “modernizasyon” dediği şeyin aynı zaman dilimine denk düşmesi rastlantı değildir. 1946 Nisanında ABD’nin Missouri zırhlısının boğazın sularında görünmesi ve büyük bir şatafatla karşılanması, hatta utanmayıp o günün anısına pul bile bastırılması, bir anlamda simgeseldir. Daha sonra yapılan gizli ve açık ikili anlaşmaların haddi hesabı yoktur.
Bilinen ilk ikili anlaşma 23 Şubat 1945’te 4780 sayılı kanunla gerçekleşir: Sınırları belirsiz, bulanık bir anlaşmadır bu. Daha sonra 27 Şubat 1946 tarihli anlaşma gelir; ki bununla ABD’nin savaş artığı malzemelerini alması koşuluyla Türkiye’ye 10 milyon dolar verilmekte ve ayrıca mülkiyetin yine ABD’ye ait olacağı da not düşülmektedir. Ardından 7 Mayıs, 6 Aralık 1946 anlaşmaları gelir ve artık gerisini saymak hem gereksiz, hem de imkânsızdır. Kesin olan şey, bütün anlaşmaların (yani Genelkurmay’ın şu “modernizasyon” dediği şeyin) son derece küstahça düzenlenmiş uşaklık anlaşmaları olduğudur.
Burada en kritik nokta Kore Savaşı’dır. Yani Genelkurmay’ın “insanlık idealleri uğruna” katıldığımızı söylediği şu Kore Savaşı! Şöyle devam ediyor Genelkurmay’ın web sitesindeki tarihçe: “Kore’ye gönderilen takviyeli piyade tugayı girdiği savaşlarda, azmiyle, kahramanlığıyla, ruhuyla, bir çok ülke ordularına örnek gösterildi. Türk Silahlı Kuvvetleri Kore’de 731 şehit verdi.”
Amerikan çıkarları uğruna ölenlerin ne kadar “şehit” olacağı tartışması bir yana, gerçek tümüyle bu bilgiye aykırıdır. Bu dönemin Amerikan ordusunda “cheap soldier” (ucuz asker) deyimi en yaygın deyimdir ve bundan kastedilen de ağırlıklı olarak Türk askeridir. 1958’de Türkiye’nin ABD büyükelçisi olan Suat Hayri Ürgüplü’nün bizzat kendisinin verdiği rakamlarla “Türk askeri 136 dolara, ABD askeri ise 5500 dolara mal olmaktadır.” Yıllar sonra 1980’lerde ABD Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle’nin verdiği rakam da bellidir: “Bir tek Amerikan askerini Türkiye’de tutmak bize 90 bin dolara mal oluyor. Oysa bir tek Türk askerinin Türk Hükümetine maliyeti yılda 6 bin dolardır.”
Sonuçta rakamlar biraz değişmiş, ama mantık değişmemiştir. Kore savaşı günlerinde ABD Kore Askeri Müşavir Grubu Komutanı General W.L. Roberts’in Türk askeri hakkındaki sözleri son derece aşağılayıcı ve onur kırıcıdır: “Mükemmel bekçi köpekleri!” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni) Kore 8. Ordu Komutanı General Walker ise “düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum” demektedir. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi)
Yani ortada “insanlık idealleri” filan değil, bal gibi Amerikan çıkarları vardır. Bağımsızlık mücadelesi veren Kore halkına karşı savaş ilan eden Amerikan emperyalizmi, bir dizi başka ülkeyle birlikte Türkiye’yi de bu kanlı savaşa davet etmiş ve bunun karşılığında işbirlikçi yöneticilere NATO’ya giriş sözü verilmiştir. Sonuçta olan şey, kahramanlık değil, yüzlerce Anadolu gencinin emperyalist çıkarlar uğruna hiç bilmedikleri bir diyarda katliama uğratılmasıdır. Bu onursuzluğu halklarımıza yaşatanlar ise karşılığında yardımlar, ikili anlaşmalar ve NATO üyeliği elde etmişlerdir. Bugün “çuval” olayı yüzünden “ulusal onur”un zedelendiğini söyleyenlerin, bütün bu aşağılanma örneklerini görmezlikten gelmesi, kuşkusuz son derece ilginçtir.

Dönemin Mantığı: İleri Karakol Olmak
Böylece girilen sürecin mantığı bellidir. Türkiye’nin anılan dönemdeki önemi ağırlıklı olarak bulunduğu coğrafyadan kaynaklanmaktadır. Amerikalılar Kore meselesinde olduğu gibi genel strateji konusunda da açık sözlü, daha doğrusu boşboğazdırlar. Söylenen şey, açıkça Türkiye’nin Sovyetler’e karşı bir kalkan olarak kullanılacağıdır. Örneğin Mayıs 1951’de Herald Tribune gazetesinin feryadı ilginçtir: “Türkiye neden NATO’ya alınmıyor? Amerikan milletinin sırf kendi çocuklarının ölmesini istemesi yüzünden mi?” (a.g.e)
Savunma Bakanı, Vietnam kasabı Mc Namara da Türkiye’yi “Amerikan savunmasının bir devamı olarak” gördüğünü açıkça söylemektedir. Yine Başkan J.F.Kennedy, “30 milyondan fazla nüfusu olan Türkiye, ABD yardım dağıtıcıları tarafından esas olarak askeri bir dayanak noktası şeklinde düşünülmüştür” derken aynı gerçeği dile getirmektedir.
Üstelik böylece Türkiye ordusuna biçilen rol, gerçek bir savaş da değildir. Amerikalılar bu konuda da boşboğazdırlar ve açıkça “geciktirme” teorileri kurmaktadırlar. Örneğin General Aloe’ye göre, “genel bir savaş halinde Ortadoğu’daki Sovyet ilerlemesinin birkaç hafta, hatta birkaç gün geciktirilmesi, Türkiye’ye yapılan askeri yardımın bedelini karşılamaya yeterlidir.”
Çok sonraları, 1977’lerde bile Amerikan Senatosu için hazırlanan bir raporda, “bir Sovyet tecavüzü karşısında Türk Ordusu, ancak arazinin çetinliğinden yararlanarak bir ‘oyalama savaşı’ verebilecektir” denmektedir. Yani sonuç olarak, sosyalizmin yayılmasının yarattığı korkudan doğan tipik Amerikan paranoyası, emperyalist politikaların en azından bir bölümünü belirlemektedir. Aynı günlerde her köşede bir “komünist tehdit” gören ve bunun için bizzat kendi ülkesini bile tam bir neo-faşist cehenneme çeviren, binlerce insanı sorgulamalardan geçiren ABD, dünya ölçeğinde de en saldırgan güçtür. Türkiye’nin yeni sömürgeci ilişkilere dahil edilmesi işte tam da bu dönemde gerçekleşmektedir.

Yeniden Organizasyon ve İç Tehdit
Ama hepsi bu kadar değil!
Yeni-sömürge ilişkisi, salt askeri bir gereksinme değil, komplike bir bağımlılık ilişkisidir. Aynı süreç, bir yandan işbirlikçilerle ortak yatırımların yapıldığı, Türkiye kapitalizminin emperyalizme bağımlı bir şekilde hızla geliştirildiği, diğer yandan ise politik bağımlılığın sağlama alındığı bir dönemdir.
Bu, askeri alan dahil her alanda büyük bir sızma ve yeniden biçimlendirme operasyonu anlamına gelmiştir.
Her şeyden önce, ABD yardımlarının karşılığı çok nettir. 1952’de kabul edilen bir Kongre yasasının maddeleri aynen şöyledir: “a) Birleşik Amerika hükümetlerinin imzalamış olduğu ikili veya çok taraflı anlaşma ve sözleşmelerde, askeri taahhütleri yerine getirmekten şu veya bu sebeple kaçınan ülkelere hiçbir biçimde iktisadi yardım yapılmaz. b) Birleşik Amerika Devletlerinin güvenliğini artırmaya hizmet etmeyen hiçbir iktisadi ve teknik yardım yapılmaz.” (aktaran: Emin Değer, Oltaya Yakalanmış Türkiye, sf: 141) Yani Amerikan emperyalizmi, kimseye boşuna yardım yapmak niyetinde değildir.
Ayrıca, ABD bu dönemde yaptığı her anlaşmada, Türkiye’ye verdiği ya da sattığı askeri malzemelerin kullanımı konusunda da kısıtlamalar koymakta; daha doğrusu bu malzemelerin kendi inisiyatifi dışında kullanımını kesin biçimde yasaklamaktadır. “Türkiye ve Yunanistan’a Yardım Kanunu” olarak bilinen ünlü 75-80 sayılı ABD Kongre Yasası son derece açıkça belirtir: “Türkiye hükümeti yapılan yardımı tahsis edilmiş gayeler uğruna kullanacaktır. Sorumluluklarının icrası sırasında görevini serbestçe yapabilmesini mümkün kılmak için, bu hüküm misyon şeflerine ve temsilcilerine (siz CIA ajanları diye de okuyabilirsiniz-SB) yapılan yardımın kullanılışı ve işleyişi hakkında rapor, malumat ve müşahade şeklinde isteyebileceği her türlü kolaylık ve yardımı sağlayacaktır.” (age, sf: 191)
Bu kadar da değil. Kanun, açıkça şunları da söylüyor: “Madde 3: İşbu kanun uyarınca yardım alınmasına takaddüm eden bir şart olarak yardım isteyen hükümet: a) Yardımın etkili şekilde ve yardımı alan ülkelerin taahhütlerine uygun olarak kullanılıp kullanılmadığını izlemek amacıyla ABD memurlarının ülkeye serbestçe girişlerini; b) ABD basın ve radyo temsilcilerinin bu tip yardımların kullanılmasıyla ilgili olarak serbestçe müşahadelerde bulunmasına ve kapsamlı malumat vermesine müsaade etmeyi; (…) f) işbu kanun uyarınca yardım alan ülkede, Birleşik Devletler yardımının amacı, kapsamı, karakteri, kaynağı, miktarı ve gelişmeleri hakkında ayrıca tam ve devamlı olarak bilgi vermeyi kabul edecektir.” (Akt: age, sf: 190)
Üstelik, kanun bu kadarla da yetirmemekte, Türkiye’ye bir de Amerikan propagandası zorunluluğu getirmektedir. Maddelerden biri aynen şöyledir: “Türkiye hükümeti, bu yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarı ve işleyişi hakkında Türkiye’de tam ve devamlı yayın yapacaktır.”
Bilindiği gibi bu yasa, pratikte de uygulanmıştır. 1960’lı yıllarda Kıbrıs’a yönelik harekat yapma hevesine kapılan Türkiye’ye ABD Başkanı Johnson’un gönderdiği mektup, Türkiye tarihinin en onursuz belgelerindendir. Johnson, İsmet İnönü’ye yazdığı mektubunda apaçık bir dille “oturun oturduğunuz yerde, benden aldığınız silahları benim iznim olmadan kullanamazsınız” demiştir. Bu, öyle konjonktürel bir uygulama da değildir; sonuç olarak aynı işleyiş bugün de mevcuttur.
Ayrıca yeni-sömürgeci ilişkinin ordu üzerindeki belirleyiciliği sadece basit anlaşma maddeleriyle de ilgili değildir. İşler bu noktaya geldiğinde, artık doğrudan müdahale ve biçimlendirme yöntemleri de devrededir. ABD Kamu Yönetimi Uzmanı ve Türkiye’de DPT’de çalışmalar yapan Podol’un dediği gibi, “on yıldan fazla süredir Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan Yardım Programı, şimdi meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türkün bulunmadığı bir bakanlık, bir kamu iktisadi teşekkülü hemen hemen kalmamıştır.” (akt. Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi)
Gerçekten de 1950’den sonraki on yıl; ya da daha doğrusu 1970’e dek uzanan 20 yıl tam bir felakettir. Bütün devlet kurumlarında Amerikalı uzmanlar cirit atmakta, bazıları Devlet Planlama Teşkilatı, Hazine, İçişleri gibi en kilit kurumlarda ve bakanlıklarda doğrudan çalışmakta, bu arada ABD üniversitelerinin ve CIA vakıflarının himayesinde parlak Türk öğrenciler geleceğe hazırlanmaktadır! Bunlardan bazılarını Türkiye halkları sonradan pek iyi tanıyacaktır.
En kapsamlı “çalışma” ise kuşkusuz ordu üzerinde yapılmıştır. O günleri yaşayan bir subay olan Orhan Erkanlı’nın anılarından bir bölümünü -uzun da olsa- buraya aktarmak yararlı olacaktır: “1947 senesinde Truman Doktrini ile başlayan Amerikan askeri yardımı pek çok tabii neticeleri de beraberinde getirdi. Ankara’da bir Amerikan Askeri Yardım Kurulu faaliyete geçti. Bu kurula bağlı olarak tümenlere kadar her büyük karargaha birer askeri ekip (Field Team) verildi. Amerikan silah ve askeri malzemesinin kullanılmasını öğretmek için ordunun çeşitli mekteplerinde Amerikalıların nezaretinde kurslar açıldı ve birçok subay ve astsubayımız aynı maksatla Batı Almanya ve Amerika’ya kurslara gönderildiler. (…) Kısa zamanda ordumuzun kuruluşunu da değiştirdik. Kuruluşları Amerikalılara benzetirken personel ve malzeme kadrolarını aynen aldık. Siyasi alanda hükümeti büyüleyen ‘küçük Amerika’ olma hayali, askerleri de sardı ve “Kardeş Amerikan Ordusu” olmak hedefine doğru süratle yol aldık. Kuruluş ve kadrolar değişince, eğitim ve ikmal usullerini, taktik kurallarını değiştirmek de faydalı mütalaa edildi. Amerikan ordusunun, eğitim, ikmal ve taktikle ilgili bütün kitaplarını (talimatnameler) tercüme ettirerek aynen uygulamaya başladık. Hatta o kadar ki, Amerikan İdari Talimatnamesi’nde ‘papaz” yazılan yere biz ‘alay imamı’ koyacak kadar tercümede sadık kaldık. Kıyafetten kara kazana kadar her şey değişti, bütün askeri okullarımız Amerikan askeri okullarına benzetildi. Harp Okulları dahi yön, tedrisat, startejik ve taktik konsept değiştirdi, Amerikanlaştı.” (Akt: Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni)
Durum tam da Amerikan Yardım Heyeti Başkanı General Pendleton’un dediği gibidir: “1940’ların sonundan 1950’lerin ortalarına kadarki dönemde Türk ordusunu adeta yeniden inşa ettik diyebiliriz.’’ (M.A.Birand, Emret Komutanım, s.364)
Bugünler, “Türk generallerinin Amerikalı çavuşlardan kurs aldığı” günlerdir ve tabii aynı döneme onlarca askeri üssün, radar ve casusluk tesislerinin kurulması denk düşmüştür.
Emekli Amiral Sezai Orkunt’un verdiği rakamlara göre, açılan üs sayısı 1963’te 101’e, 1966’da 112’ye ulaşmış ve bu üslerin toplam alanı 35 milyon metrekareyi aşmıştır. (age, s. 264)
Çok ilginçtir, 1972’de Mahir Çayan ve yoldaşlarının Ünye Radar Üssü’nü basıp İngiliz ajanlarını kaçırmalarını “nefretle” kınayanlar, ordu bildirilerinde olayı “misafirlerimize saldırı” olarak tanımlayanlar, bu adamların Ünye gibi bir yerde ne aradıklarından hiç söz etmemişlerdir! Söz etmemişlerdir; çünkü İncirlik gibi büyük üslerin yanında bu türden yüze yakın casusluk üssü, her köşede vardır ve asıl amaçları sosyalist ülkeleri dinlemek, provokasyonlar yapmaktır.
‘’...Türkiye’deki ABD istihbarat tesisleri, Sovyetler Birliği’nin füze denemelerinin izlenmesinde ve bilgi temininde en önemli kaynaktır. (...) Halen diğer yerlerde kullanabilme imkanına sahip olduğumuz hiçbir istasyon ve diğer sistemlerle Türkiye’de kaydettiğimiz bilgiyi temin etmemiz mümkün değildir.’’ (Dışişleri Siyasi İşler Daire Başkanı Philip C.HABİP, 15 Eylül 1976, aktaran S.ORKUNT, age, s.272)
Bu üsler üzerinde Türkiye’nin en küçük bir tasarruf hakkı, dün de bugün de yoktur. Hatta öyle ki, 1957’de ünlü U-2 casus uçaklarından birini Sovyetler düşürdüğünde ve bunun ardından büyük bir gerginlik patladığında, İncirlik üssünde görevli Türk komutanın bundan haberi bile yoktur. Bütün söyleyebildiği şey şudur: “Evet, böyle bir uçak var ve zaman zaman uçuş yapıyor ama biz ne yaptığını bilmiyoruz. (…) Bizden kimseyi yanına yanaştırmıyorlar.” (akt. Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye, sf: 194)
İşte tablo böyledir… Ve bugün de durum değişmiş değildir.
Ve yine biliniyor, bu dönemde Türkiye, Ortadoğu’nun en gerici rejimleri olan İran ve Pakistan’la askeri ittifak içine sokulmakta, böylece bölgede faşist bir odaklaşma yaratılmaya çalışılmaktadır.
Ama mesele yalnızca Sovyet tehdidi de değildir. O yıllarda Amerikan Askeri Yardım Kurulu’nun Harp Okulları’nın eğitim süresinin bir yıla indirilmesi isteğinin gerekçesi çok ilginçtir. Kurul, “Türk Ordusu, deniz aşırı bir harekat yapmayacağı ve büyük çaplı bir kara harekatını gerilla savaşları içinde ve tabur üniteleri halinde idare edeceğine göre, üç yıllık bir eğitime” gerek olmadığını söylemektedir. Gerçi o dönemde bu istek belli bir dirençten ötürü gerçekleşmemiştir ama Türk Ordusu’na daha o günden nasıl bir “iç-savaş ordusu” misyonu biçildiğini anlamak açısından örnek ilginçtir.
Bu “iç savaş örgütlenmesi” meselesi, esasen dönemin ABD stratejisine de uygundur. 1956 yılında Rockefeller Grubu’nun ABD hükümeti için hazırladığı bir rapor son derece çarpıcıdır: “Bizim güvenliğimizi sadece askeri saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırılar yanında ondan daha tehlikeli ama saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler, içerden yapılan değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen ihtilalci hareket şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketi biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda Yunanistan bize birinci örneği, Vietnam ikinci örneği ve Nihayet Ortadoğu olayları üçüncü örneği verdi. Bizim amacımız bu ve benzeri akımları önlemek olmalıdır. Bu akımlar dikkatleri üzerlerine çekecek dereceye geldiklerinde, o vakit bizim izlememiz gereken iki yol vardır. Gerek bizim, gerekse de komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için, mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sıkıştırılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapmak zorunluluğu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale ne klasik askeri stratejiye ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendine özgü bir biçimi ve niteliği vardır.” (Emin Değer, age. sf: 204)
Yeterince açık ve dürüst!
1960’larda Başkan Johnson’un danışmanlığını yapan Prof. Restow’un dediği gibi: “Bütün ulusal kurtuluş hareketleri komünist olmaya mahkumdur. Bu sebeple ezilmelidir.” (Emin Değer, age, sf: 204) Ve tabii, bu ezme teorisinin en önemli ayağı da kuklalaştırılmış, yeniden şekillendirilerek “hizmete hazır” hale getirilmiş yeni-sömürge ordularıdır.
Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan genel sonuç, işte tam da tam Mahir Yoldaş’ın “emperyalizmin içsel olgu olması” ya da “işgalin gizlenmesi” dediği olgudur. Bir yandan yeni-sömürge kapitalistleşmesi ile, diğer yandan politik arenadaki etkinliğiyle ve nihayet ordunun emperyalist çıkarlara göre yeniden düzenlenmesi ile yapılan şey, emperyalist gücün dışsal-kaba sömürgeci yüzünün gizlenmesi ve onun bizzat ülkenin yönetici oligarşisinin içinde belirleyici rol almasıdır.

Kavga ve Sıkıntılı Barış
Yeni-sömürgeciliğin bu ilk on yılı (1950-1960) özellikle ordunun reorganizasyonu bakımından gerçekten de olağanüstü adımlarla doludur.
Ancak yine de emperyalizm-ordu ilişkileri açısından ortaya çıkan şey, deyim yerindeyse tam bir “ruh birliği” değildir. Yani, ordu kademeleri ile yeni-sömürgeciliğin en sadık öncüleri olan Demokrat Parti kadroları arasında kapanmayan bir açı vardır. Denilebilir ki, bu dönemde ordunun fiziki yapısıyla ve konseptiyle ilgili dönüşümler gerçekleştirilmiş, ancak zihinsel anlamda dört dörtlük bir “ehlileştirme” başarılamamıştır. Bunun için çeşitli nedenler sayılabilir.
Herşeyden önce, 1945 sonrası, emperyalist kapitalizmin yeni bir tarihsel dönemini, 3. Bunalım dönemini ifade etmektedir. Yeni-sömürgecilik bağlamında ülke ve ordu yeni yeni düzenlenmektedir. Tüm toplumsal, ekonomik, kültürel, siyasal, askeri, vb. alanlara uzanan bu düzenlemeler, her alanda kendi kadrolarını, ideolojik, politik, psikolojik söylem ve atmosferini yaratmaktadır. 1945 öncesi sürecin politik ve kültürel atmosferi artık değişime uğramakta, yeni bir politik ve kültürel atmosfer gelişmektedir. Hiç kuşkusuz bunun karşısında, 1945 öncesi sürecin etkin olan güçlerinin bir bölümü kendi statükolarını koruma bağlamında direniş içine girmiştir. Süreç hazmedilememektedir. Milli Şef, CHP, tek partili siyasal yapı, düz Kemalist söylem içinde biçimlenmiş olan ordu ve diğer pek çok düzen kurumunda etkin olan bu güçler yeni dönemle birlikte güç kaybına uğramışlardır.
İkincisi, sözü edilen dönem, bugünkü tablodan farklı olarak ordunun özellikle alt kademelerinin ekonomik ve sosyal olarak tatmin edilemediği bir dönemdir. Bu kademelere üst düzey bir konfor sağlanamamakta, halk kitleleri ile bağları kesilmiş elit bir topluluk tam olarak yaratılamamaktadır. Bunun için, sonradan akıl edilecek olan OYAK gibi kurumlar da yoktur. O günlerde çok yaygın olan “albaylar pazarda elinde fileyle geziyor” lafları, bu tepkinin ifadesidir. Böyle bir durum ise kitlelerdeki hoşnutsuzluğun ordunun alt kademelerinde de bir yankı bulmasına neden olmakta, bazı hallerde bu yankı Kemalizm noktasını da aşarak sola doğru uçlar vermektedir.
Öte yandan, ABD küstahlığının uç örnekleri ve ortalıkta dolanan “bozuk-hurda silah” söylentileri -ki bunlar söylenti değil gerçektir- yine bu kademelerde sıkıntı yaratmakta, bu sıkıntı zaman zaman kendine özgü tepkilere yol açmaktadır.
Ve nihayet, birinci noktayla bağlantılı olarak, içinden gelinen kökenler itibarıyla da oligarşinin sivil kadroları ile askerler arasında bir başka çelişki de vardır. Kendisini, bir ölçüde eski “ittihatçı” geleneğe bağlı hisseden ordu kademeleri, karşı tarafı eski “itilafçı-padişahçı” akımın devamı saymakta ve aradaki ilişki bir türlü ısınmamaktadır. Bu arada ordunun temellerinde var olan modernist eğilim de en gerici tarikatlarla işbirliği içinde olan iktidarla uyum içinde değildir.
Sonuçta ordu, kendisini bürokrasinin sıradan bir müdürlüğü gibi horlayan iktidarla barışık değildir. Süreçten ekonomik anlamda nasibini alamamanın da etkisiyle bu açı büyümekte; iki taraf da birbirini etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Hatta belli aşamalarda çelişki öyle noktalara ulaşmaktadır ki, örneğin 1950 seçimlerinin zaferini kutlayan Demokrat Partililer Genelkurmay binasının önünden geçerken malum el işaretlerini yapmakta ya da ordu içinde hala ağırlığı olan İnönü’ye fiziki saldırıda bulunacak kadar ileri gitmektedirler.
Ekonomik kriz ve 1958 IMF programının ardından gelen 1960 darbesi, böyle bir tablonun eseridir. Darbe, daha ilk bildirisinden itibaren emperyalizme ve NATO gibi kurumlara olan bağlılığını açıkça ilan etmiş, mevcut statükoyu koruyacağını garantilemiştir. Ama öte yandan ordu, DP kadrosuyla sert bir şekilde hesaplaşmış, idam sehpaları kurmaya kadar gitmiştir. Bütün bunlar olurken, tek bir ikili anlaşmaya bile dokunulmamış, hatta yenileri yapılmıştır. Tek bir üsse dokunulmamış, hatta yenileri açılmıştır. Ve ayrıca, Kore hizmetkârlığı resmi dilde hâlâ bir “kahramanlık destanı”dır!
Nitekim, bu dönem, yeni-sömürgeci işleyiş açısından bir kesinti anlamına gelmemiş, birkaç küçük aksama dışında süreç ilerleyişine devam etmiştir. Ancak, bu arada, emperyalistler ve yerli işbirlikçileri, yeni-sömürge ilişkisinin nimetlerinin kesimler arasında dengeli dağıtılması gerektiğini kavramaya başlamışlardır. Daha açıkça söylersek, 1960 darbesi ve sonraki kaynaşmalar, ordunun alt kademelerindeki hareketlilik, konfor ve güvence eksikliğinin tepkiler yaratıp ordunun düzenle ideolojik bütünleşmesini geciktirdiğini gözler önüne sermiştir. Emperyalizm ve işbirlikçileri bunun farkına varmışlardır; ama esasen ordunun bizzat kendisi de bunu kavramıştır.

Yeni Barış Dönemi: Bir Holdingin Önlenmek İstenmeyen Yükselişi
1960 darbesinin bu alanda yaptığı girişim, yani OYAK’ın kuruluşu, tam da bu gerçeğe denk düşmektedir. Doğrusu böyle bir kurum yaratma fikri kimin aklından çıkmıştır tam olarak bilmiyoruz; muhtemelen darbeyi yapan askerlerin de böyle bir “orduyu koruma” kaygısı vardır; yasanın görüşülmesi sırasında yapılan konuşmalar, genel olarak “bir ev sahibi bile olamayan subayların kötü durumu” üzerinedir. Ama öte yandan, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin bu işin arkasında durduğu kesindir. Çünkü “ordu mensuplarının sosyal durumunu iyileştirme” adı altında tezgahlanan girişim, süreç içinde anlaşılmıştır ki, aslında tam bir ideolojik bütünleştirme ve sistemle ordu arasındaki açının kapatılması harekatıdır.
3 Ocak 1961 tarihinde Milli Birlik Komitesi tarafından kabul edilen 205 sayılı yasa ile kurulan OYAK, daha kurulduğu anda son derece ilginç bir hukuki ve kurumsal yapıya sahiptir.
OYAK’ın üyeleri daimi ve geçici üyeler olmak üzere ikiye ayrılır. Üyelikleri mecburi olan daimi üyeler, orduda görevli subay, askeri memur ve astsubaylardır. Ayrıca Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Kumandanlığı, OYAK’ta çalışanlar da istedikleri takdirde daimi üye olabilirler. Kurumun geçici üyeleri yedek subaylardır.
Kurumun kontrolü ise kesin biçimde üst düzey generallerin elindedir. Karar alıcı bazı organlarda siviller de olmakla birlikte askerler duruma hakimdir. Üç yılda bir Milli Savunma Bakanı veya Genelkurmay Başkanı başkanlığında toplanan Temsilciler Kurulu’nda 50 ila 100 arasında üye bulunur. Genel Kurul ise 40 kişiden oluşur ve bu 40 kişinin sadece 9’u sivildir, ki onlar da Milli Savunma Bakanı, Maliye Bakanı, Sayıştay Başkanı, Umumi Murakabe Heyeti Başkanı, Türkiye Bankalar Birliği İdare Heyeti Başkanı, Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği Başkanı ve Milli Savunma Bakanı tarafından seçilecek özel sektörde ve mali ve iktisadi konularda deneyimli olan 3 kişidir. Yani Genel Kurul, kesin biçimde kuvvet komutanlarının kontrolü altındadır.
Yedi kişilik yönetim kurulunun ise resmi olarak üçü ordu üyesidir. Diğer dört kişi Milli Savunma Bakanı, Maliye Bakanı, Sayıştay, Umumi Murakabe Heyeti Başkanı, Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı ve Bankalar Birliği Başkanı’ndan oluşan özel bir komite tarafından seçilir. Ancak 1976’dan itibaren özel komitenin seçtiği bir kişi de asker olmaya başlamış ve askerler çoğunluk durumuna geçmiştir. Hatta 2001 yılındaki Yönetim Kurulu’nun yapısına bakıldığında, emeklilerle birlikte asker sayısı altıdır.
OYAK’ın ticari ve sınai faaliyetlerde bulunacak bir kolektif sermaye grubu olarak işlemesi daha kuruluş yasasından itibaren öngörülmüştür. Emekli Sandığı, SSK, Bağ-Kur gibi diğer sosyal güvenlik kuruluşlarıyla karşılaştırıldığında serbest fonların kullanımında gelir gayeli yatırımlar yapma açısından diğerlerine tanınmayan serbestlik OYAK’a tanınmıştır. Örneğin Emekli Sandığı serbest fonlarının en fazla %40’a kadarını ve ancak iktisadi devlet teşekküllerinin veya KİT’lerin kurduğu şirketlere yatırabilmekte, malvarlığının ancak %40’ını geçmemek üzere gayrımenkul edinebilmekte, bunun dışında devlet tahvili, hazine bonosu vs. alabilmektedir. OYAK yasasında ise bu konuda hiçbir kısıtlama yoktur!
OYAK, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı ve özel hukuk hükümlerine tabi olup, mali ve idari bakımdan özerk bir tüzel kişiliktir. Ancak, kurumun her çeşit malları ile gelir ve alacaklarının, devlet malları gibi sayılması öngörülmüştür ve bunlara karşı suç işleyenlerin, devlet mallarına suç işleyenler gibi muameleye tabi tutulacakları belirtilmektedir.
Daha açıkçası, OYAK’a örneğin haciz götürmek mümkün değildir. Ayrıca OYAK, geniş vergi ayrıcalıklarına sahiptir. OYAK’a bağlı iştirakler normal bir şekilde vergi ödemesine rağmen OYAK’ın kendisi kurumlar vergisinden, her türlü gider vergisinden, üye aidatları gelir vergisinden, kuruma yapılacak bağışlar ve kurumun üyelerine yapacağı yardımlar veraset ve intikal vergisiyle gelir vergisinden, kurumun her türlü muamelesi damga resminden muaftır.
Ayrıca, bir diğer avantaj üye aidatlarıdır. 2001 yılı itibariyle 193.000 üyesi olan OYAK, bu üyelerden düzenli nakit girişi sağlamaktadır. (Daimi üyelerin maaşından ayda %10, yedek subaylardan % 5) Örneğin 1974 yılındaki nakit girişlerin % 52.8’i, 1978 yılında ise % 42.3’ünü üye aidatları oluştururken, 1994 yılı net kurum kârının da %17.48’ini üye aidatları oluşturmaktadır.
Yani tam olarak söylersek OYAK, devlet tarafından korunan ve kollanan özel türden bir tekelci holdingtir.

OYAK: Cennet Bahçesinde Para Kazanmak
2000 yılında OYAK’ın “sivil” Genel Müdürü Coşkun Ulusoy şöyle diyordu: “Sonuçta iş hayatı da bir savaştır. Binlerce yıl kanla sınanan askeri prensipler iş hayatına uygulanırsa, hata olasılığı sıfırdır.” Daha sonra aynı sözler, 2001 krizi sırasında da tekrarlanacak ve “ileri görüşlülük” sayesinde OYAK’ın krizden etkilenmediği söylenecekti.
Peki bu işin sırrı nedir?
Aslında bu sır değil, herkesin bildiği bir gerçekliktir.
Dünyada 600 binin üzerinde silahlı adama sahip başka bir holding örneği yoktur!
Dünyada her ay kasasına tamamen ekonomi dışı bir yoldan, yani zorunlu üye aidatlarından trilyonlar giren bir başka holding de yoktur!
Dünyada bütün diğer tekellere karşı bu kadar çok yasayla korunan bir başka tekel yoktur!
Ve nihayet, dünyada başka hiçbir holding, politikayı bu kadar açıkça belirleyen eli silahlı bir fiziki-siyasi güce dayanma avantajına sahip değildir.
Bütün bu avantajlara dayanan OYAK, kurulduğu günden itibaren emperyalist şirketlerle işbirliği içinde şirketler kurmaya girişmiş, günümüzde ise Türkiye’nin en büyük tekellerinden biri haline gelmiştir.
Ayrıca yine OYAK, kurulduğu andan itibaren Türkiye’deki işbirlikçi tekellerle organik ilişki içindedir. Örneğin ilk genel kurulunda dönemin büyük sermayesini temsil eden Vehbi Koç ve Kazım Taşkent de üyedir. Hatta bu ilk Genel Kurul’da Koç, “...konut yaptırmak için arsalar alınsın, ama OYAK’ın kendi inşaat yapma yoluna gitmesin... Endüstriye girilmek isteniyorsa, Sınai Kalkınma Bankası ve İş Bankası’nın tavsiye ettikleri işlere ortak olunmalı, hisse senedi alınmalıdır. Hiçbir suretle OYAK yönetimi ele almamalıdır” gibi endişe belirten sözler de söyler. Çünkü, işin açıkçası tekelci burjuvazi, bu kuruluşun rakip firma olmasını istememekte ve daha çok “fonlarını nasıl kullanırız” hesabı yapmaktadır. Ancak, ordu, daha başından itibaren tavır koyar ve itirazlar bıçak gibi kesilir. “Kürsüye çıkan bazı üyeler” diyor Koç, “OYAK’ın kuruluşu işimize gelmediği için bu tavsiyeleri yaptığımızı söylediler ve en ağır şekilde bizi suçlayıp eleştirdiler.”
Böylece önü tamamen açılan OYAK, hemen ertesi yıl, Amerikan Goodyear Lastikleri ile işbirliğini başlatır. Ve sonra, arkası gelir…
Sonuçta, 2002 yılı itibariyle OYAK bünyesinde 26’sı doğrudan iştirak, 9’u da iştiraklere bağlı şirketler olmak üzere toplam 35 şirket barınmaktadır. Bu yatırımların büyük bir kısmında OYAK kontrolü elinde tutmaktadır. OYAK’a bağlı şirketlerden 1999’da 12, 2000’de 8, 2001’de de 9 tanesi Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu içinde yer almış, 2000 ve 2001’de 5 şirketi en çok kâr eden ilk 50 kuruluş arasında yer almıştır. OYAK bu şirketlerde, bir yandan Renault, Axa, Goodyear, Elf gibi dünya devi yabancı sermaye gruplarının yanısıra İslami Kalkınma Bankası gibi ilginç kuruluşlar ile diğer yandan da Sabancı, çok yakın bir zamana kadar Koç, Eti, Yaşar Holding, Gama gibi yerli büyük sermaye ile ve de Halk Bankası, Ziraat Bankası, SSK gibi kamu kuruluşları ile çeşitli düzeylerde ortaklık içindedir. 1961 yılında 4 bin 871 dolar olan net kurum varlığı 2001 yılı sonu itibariyle 668 milyon dolara ulaşan OYAK, Türkiye’nin ilk beş holdingi arasında yer almaktadır. Kârların gelişimi açısından bakıldığında, 1990’da Koç ve Sabancı’nın ardından üçüncü sırada yer alan OYAK, 1996’da da Koç, Sabancı ve Çukurova’nın ardından dördüncü sırada yer almıştır.
2000 yılı toplam ciroları üzerinden bakıldığında da OYAK da 4.9 milyar dolar ile üçüncü büyük holding olarak gözükmektedir.
Otomotiv sektörüne 1962’de Goodyear hisselerini satın alarak küçük bir giriş yapan OYAK, 1963’te traktör ve kamyonet imal eden Türkiye Otomotiv Endüstrileri A.Ş.’ne (TOE) iştirak etmiş, 1964’te de satış faaliyetlerini yürütmek üzere Motorlu Araçlar Ticaret A.Ş.’yi (MAT) kurmuştur. OYAK 1967’de yine satış ve pazarlama şirketi olarak MAİS’i kurduktan sonra 1969’da da Renault ile anlaşarak uzun yıllar Koç grubuyla birlikte Türkiye’deki binek otomobili piyasasını kontrol etmesini sağlayacak Oyak-Renault’yu kurmuştur. Çimento alanına Çukurova Çimento ile giren OYAK, 1969’da Türkiye Çimento Sanayii ile beraber Bolu, Ünye ve Mardin Çimento şirketlerinin yapımına başlamıştır. Bu dönemde OYAK gelirlerinin büyük bir kısmı kar oranı yüksek ticaret ve hizmet kesimlerindeki yatırımlardandır, yani esas gelir üretici şirketlerden değil satış şirketlerinden gelmektedir. Örneğin 1977 yılında üretici şirketlerden 70 milyon TL gelirken, satış şirketlerinden (MAİS, MAT, Oyak Yatırım ve Oyak Sigorta) 267 milyon TL gelmiştir ve bunun yaklaşık % 75’i MAİS gelirleridir.
1980 sonrası dönemde ise otomotiv ve çimento sektörleri devam etmiş, 1990’larda buna finans sektörü de eklenmiştir. 1980’lerin başında OYAK, Eti Pazarlama ve Tam Gıda, Entaş Tavukçuluk, Pınar Et şirketlerine ortak olur. 1980 sonrasında ihracata yönelik atılımlar başlayınca, OYAK, Arap dünyasına yönelmiş, sermayedarları arasında İslam Kalkınma Bankası’nın bulunduğu Eti grubu şirketleri öne çıkmıştır. İnşaat sektörüne 1970’lerin sonunda Kutlutaş grubuyla ortak bir holding kurarak giren Oyak, 1982’de kendi inşaat şirketini kurar. 1978’de kurulan OMSAN ile de taşımacılık sektörüne atlamıştır.
1989’dan itibaren ise OYAK, neo-liberal özelleştirme politikaları ve finansal yatırımlarla büyümeye başlar. OYAK özellikle çimento sektöründe özelleştirme işine girmiş ve 1992’de Sabancı ile birlikte Niğde ve İskenderun Çimento’yu, 1996’da da GAMA ile birlikte Elazığ-Altınova Çimento’yu satın almıştır.
OYAK, finans sektörüne 1984’te Oyak Menkul Değerler’i kurarak girmiş, daha sonra 1990’da Alarko ve Cerrahoğlu gruplarıyla birlikte First National Bank of Boston A.Ş.’ye ortak olarak 1996’da bankanın adını Oyakbank olarak değiştirmiştir. 2001’de Sümerbank’ı almış, Fransız AXA ile işbirliği yaparak 1995’te Axa-Oyak Hayat Sigorta’yı, 1999’da Axa-Oyak Holding’i kurmuştur.
Üye aidatlarından gelen düzenli nakit paraya sahip olan OYAK, özellikle kriz yıllarında büyük karlar elde etmiştir. Örneğin kriz yılı olan 1994’te kurum karı 5.4 trilyon (TL) olarak gerçekleşmiş, bunun 2.8 trilyonu (% 51.8) iştiraklerden, 2.3 trilyonu ise (% 42.6) finansal yatırımlardan kaynaklanmış ve finansal yatırımlar bir önceki yıla göre % 315 artış göstermiştir.
Yine kriz yılı olan 2001’de 594.4 trilyonluk (TL) toplam kurum kârının 282 trilyonu (% 47.4) iştiraklerden, 242 trilyonu (% 40.7) ise finansal faaliyetlerden kaynaklanmıştır. Ayrıca imalat sanayiindeki üretici firmaların da gelirlerinin büyük oranda ana faaliyet dışı alanlardan, yani finansal piyasalardan elde edilen gelirler olduğu düşünülecek olursa kriz yıllarında ve bütün bir 1990’lar boyunca finansal faaliyetlerden gelen gelirlerin oranının çok daha büyük olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Sonuç olarak OYAK, bugün Türkiye’nin işbirlikçi tekellerinden biridir ve üstelik kâr ve bilançolar açısından kaçıncı olursa olsun, politik ve mali avantajlar bakımından birinci sıradadır. Ayrıca bu tekel, psikolojik bakımdan da birinci sıradadır; çünkü bu tekelin arkasındaki güç, düz silahlı kuvvetlerin dışında ayrıca istihbarat örgütlerini ve dezenformasyon araçlarını da kontrolünde tutmaktadır.
Yani nereden bakarsanız bakın, kapitalist oyunun normal kurallarının da ötesinde kaynaklara ve güçlere sahip olan, son derece özgün bir kurumla karşı karşıyayız. Ekonomik güç, politik ve fiziki gücü artırmakta, bu güçler ise ekonomik alanda “mucizevi” bir gelişme yaratmaktadır.
Bu, 2000’ler itibarıyla Türkiye oligarşisinin yapısını belirleyen bir olgudur.

Unutulan Bir Başka Holding: TSKGV
Bu arada, doğrudan bir holding değilmiş gibi görünen savunma sanayi kuruluşlarını da unutamayız; çünkü bu kurumlar da muazzam miktarlarda sermayeyi kontrol etmekte ve sonuç olarak ordunun ekonomik-politik gücüne kaynaklık etmektedir.
Özellikle 1980 sonrası dönemde Türkiye’deki askeri-sınai kompleks büyük bir genişleme göstermiştir. İlk bakışta “yerli bir savunma sanayi” gibi ulvi bir amaç güden bu kurumlaşma, aslında ordunun kolektif bir sermayedar olarak piyasadaki varlığıdır.
1970’lerin ikinci yarısında Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıfları kurulmuş ve onların bünyesinde de Aselsan, Tusaş, İşbir, Havelsan gibi şirketlerin temeli atılmıştır. Bu alandaki asıl gelişme ise 1985’te “Silahlı Kuvvetlerin modernizasyonu projesi bağlamında” olmuş ve bu tarihte 10 yıllık toplam 12 milyar dolar harcama öngörülmüş, daha sonra 1996 yılında 30 yıl için 150 milyar dolar olarak yeniden tanımlanmış, en son olarak da 2000 yılında 10 yıl için 20 milyar dolar olarak açıklanmıştır.
Bu bağlamda en önemli yasal düzenleme “Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı’nın Kurulması”na (1989’dan itibaren Savunma Sanayii Müsteşarlığı) ilişkin yasadır. Bu yasayla “Savunma Sanayii Yüksek Koordinasyon Kurulu”, “Savunma Sanayii İcra Komitesi”, “Savunma Sanayii Müsteşarlığı” ve onun bünyesindeki “Savunma Sanayii Destekleme Fonu” (SSDF) kurulmuştur. Vergi ve denetim muafiyetleri tanınan SSDF Sayıştay Kanunu, Devlet İhale Kanunu ve Genel Muhasebe Kanunu dışında tutulmuş, kurumlar vergisinden, yapılacak bağış ve yardımlar dolayısıyla veraset ve intikal vergisinden, yapılacak muameleler dolayısıyla damga vergisinden, banka ve sigorta muameleleri vergisinden muaf kılınmıştır.
Bakanlar Kurulu’nun belirlediği yüzdeler üzerinden fonun gelir kaynakları şöyledir: Gelir ve Kurumlar vergisi üzerinden % 5, Akaryakıt Tüketim hasılatı üzerinden % 5 (1998’de iptal edildi), her türlü alkol içki ve tütün mamulleri satışı üzerinden % 10, milli piyango safi hasılatının %95’i, at yarışı ve müşterek bahis safi hasılatının % 10’u, spor-toto hasılatının % 1.8’i, spor-loto hasılatının % 3.6’sı, talih oyunları gayri safi hasılatının % 15’i, bedelli askerlik gelirleri, hafif silah satış geliri net hasılatının % 80’i, genel bütçeden yapılacak aktarmalar, MSB bütçesinden yapılacak aktarmalar, fon malvarlığı gelirleri, bağış ve yardımlar, diğer fonlardan aktarmalar. Bu kaynaklar üzerinden 1985-2000 tarihleri arasında fonda toplam 11.6 milyar dolar toplanmış ve bunun % 70.1’i projeler için harcanmıştır. Fonun toplam personeli 25 bin civarında, yıllık cirosu ise yaklaşık 1 milyar dolardır.
Sektördeki gelişme sektör sermayesinin örgütlenme sürecinde de izlenebilmektedir. 1990’da kurulan Savunma Sanayii İmalatçıları Derneği’nin (SASAD) üye sayısı 1991’de 21 iken 2002’ye gelindiğinde 61’ e çıkmıştır ki dernek sektördeki şirketlerin % 98’ini temsil ettiğini belirtmektedir. Bu 61 üye arasından 10 tanesi TSKGV’na bağlı şirketlerdir. Sektördeki bir diğer örgütlenme sadece yüzde yüz yerli 7 şirketin içinde yer aldığı ve 1999’da kurulan Savunma Sanayii Derneği’dir (SADER). Dernek üyelerinden Aselsan, Roketsan, Havelsan TSKGV’nın bünyesindeki şirketler olup diğer 4 şirket Kale Kalıp, Nurol Makine, STFA ve Otokar’dır. Silah sanayiinde faaliyet gösteren ve ihalelere katılan şirketlere bakıldığında Mercedes-Benz, MAN, STFA-Savronik, Alarko, Otokar-Koç, Çukurova-BMC, Sabancı-TEMSA, Nurol holding gibi Türkiye’nin büyük sermaye temsilcilerinin bu pastadan pay almak üzere yerlerini aldıkları görülmektedir.
1987 yılında tüm vakıfları bünyesinde birleştiren “Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı”nın kurulması bir sıçrama noktasıdır.
Vakıf bugün itibariyle 15 şirkette hisse sahibidir ve bunların 4 tanesinde neredeyse tüm hisselere sahiptir. Ortakları arasında Lockheed Martin, General Electric, Daimler-Chrysler, Northern Telecom gibi dünya devlerinin yanı sıra STFA, Kutlutaş, Kale Kalıp, Profilo gibi yerli büyük sermaye grupları ve Türk Hava Kurumu, Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK), Savunma Sanayi Müsteşarlığı gibi kurumlar da bulunmaktadır.
TSKGV, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay 2. Başkanı, Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı ve M.S.B. Savunma Sanayi Müsteşarı’ndan oluşan Mütevelli Heyeti tarafından yönetilmektedir. 1987-99 arasında toplam gelirler arasında en yüksek payın % 46.44 ile faiz gelirlerinde olduğunu, ardından ise % 23.44 ile iştirak kar paylarının ve % 15.98 ile kambiyo gelirlerinin geldiği görülmektedir. Bağışlardan gelen gelirler ise toplamın sadece % 3.27’sini oluşturmaktadır.
2000 yılı itibarıyla TSKGV’nin mal varlığı, 446.584.000 dolardır ve 2001 yılında en büyük 500 sanayi kuruluşu içindeki toplam 17 savunma şirketinin 6 tanesi TSKGV’nindir. Yine 2001 yılında en çok kar eden ilk 50 kuruluşa bakılacak olursa TSKGV’nin üç şirketinin bulunduğu görülmektedir.
Yani sonuç olarak TSKGV de, artık sadece bir “vakıf” olarak değerlendiremeyecek ölçüde büyümüş bir tekeldir. Hem bir tekeldir, hem de diğer tekellere yağlı kapı açan bir aracı kurumdur. Bütün bu açılardan bakıldığında, ilk bakışta OYAK gibi doğrudan ordunun holdingi olarak düşünülmese de, aslında bütün yönetsel kademeleri orduya aittir ve netice olarak kontrol ettiği devasa sermaye miktarlarıyla ordunun ekonomik-politik gücünü perçinleyen bir kurumdur.

Holdingleşmenin Sonucu: Emperyalizmle Bütünleşme Halkla Ayrışma
Şüphesiz bu ölçüde büyümüş bir sermaye gücü, ordunun -şu ya da bu hükümetle değil ama- düzenle olan ilişkilerini belirlemektedir.
Burada bir ayrım noktasını koymak gerekiyor. Sonuç olarak, evet, her yeni-sömürgede yerel ordu düzenin nimetlerinden yararlanır; korumakta olduğu emperyalist-kapitalist işleyiş, onlara bazı avantajlar sağlar. Düzen, en azından üst kademelerin rahat etmesini, konfor içinde yaşamasını sağlar ve bu zaten sistemin güvenliği açısından gereklidir. Zenginler lokmaları atıştırırken kenarda sefil halde bekleyen bir ordu, dünyanın her yerinde risk unsurudur; böyle bir tablo eninde sonunda o ordunun mensuplarının halka ve yoksullara yakınlık duymasına yol açar. Bu yüzden, egemenler ordunun belli kademelerini hoş tutmayı bilirler. Ama yine de çoğu yeni-sömürgede bu ilişki, içten bir derin ortaklık biçiminde değil, basit uşaklık düzeyindedir. Sonuçta egemen blok, ordu üzerinde daha fazla inisiyatif sahibidir.
Türkiye gerçekliğinde ise, yukarıda anlatmaya çalıştığımız tablo ve devlet gelenekleri, kültürel yapı gibi bir dizi başka faktörün de etkisiyle özgün bir durum vardır. Bu kez önümüzde, okullarından lojmanlarına, alışveriş merkezlerinden dinlenme tesislerine, holding olanaklarından ayrı sosyal güvenlik ve sağlık kurumlarına dek tümüyle kendine yeterli, halkla teması tümüyle kaybolmuş devasa bir topluluk vardır. 1950’lerin 60’ların çatışmalı ortamındaki düzenle çelişme durumları sona ermiş, bugünü ve geleceği sallantıda sıradan “devlet memuru” statüsü geçmişte kalmış, böylece içindeki muhalif damarları da kurutulmuş bir kurum ortaya çıkarılmıştır. Evet, belki eski yıllarda da en üst düzey generallere emekli olduktan sonra bazı holdinglerde uyduruk meclis üyelikleri verilirdi; ama bugün gelinen aşama bunu çok çok aşmış; ordu kademeleri bu “bahşiş”in çok ötesine geçerek fiilen tekel patronu haline gelmişlerdir.
Bu, düzenle ordunun ideolojik bütünleşmesinin tamamlanması, aykırı eğilimlerin belirme ihtimalinin sıfırlanmasıdır. Yani artık bir general, ekonomik-politik hayata bakarken temelde herhangi bir patron gibi düşünmekte, temel kurgu olarak olaylara aynı pencereden bakmaktadır. Bu, yukarıda bir yerde espri olarak söylediğimiz gibi bir “ruh birliği”dir artık. Şu ya da bu siyasal parti ya da hükümetle çelişmek, bir tekel grubu ile herhangi bir nedenle çatışma içinde olmak, sözünü ettiğimiz bu birliğin özünü zedelemez. Bu anlamda, günümüzdeki sert çıkışlar, vs. artık 1950’lerde, 60’lardaki gibi içinde nisbi olarak yurtsever eğilimler barındırmamakta, tümüyle oligarşi içi çıkar ve hegemonya savaşlarının bir parçası olarak gelişmektedir.
Üstelik ordu, bunu kendi alt kademeleri için de geçerli hale getirmiştir. Bu büyük mekanizmanın sağladığı olanaklarla “kapalı devre” bir hayat içersinde tatmin edilen ordu mensupları, halk kitlelerinden tümüyle kopuk hale getirilmişler, yoksullara, işçilere yönelik herhangi bir ilgi ve sempatiye kapılmaları önlenmiştir. Orduevleri 5 yıldızlı otellerin lüksünü aratma- yacak hizmetleri generallere komik ücretlerle vermekte, sayılamayacak ölçüde fazla olan ayrıcalıklar yoluyla yukarıdan aşağıya pek çok imtiyazlar sunulmaktadır. Ayrıca bu durum, iç yönetmelikler ve yasalarla da sağlama alınmıştır. Bu yasalarda ordu mensupları, hatta harbokulu öğrencileri için konulan yasakların önemli bölümü, onların halkla “yüzgöz” olmasını önleme amacına yöneliktir.
Sonuçta kuşkusuz, her devrim, gelişmesinin belli bir aşamasında devlet kurumları ve bu arada ordu içinde de “vicdani yarılma” dediğimiz aykırı eğilimleri ve devrimci hareketin kitleselleşmesine bağlı olarak özellikle henüz geldikleri emekçi kökenle bağları tümüyle kopmamış alt rütbeli subaylar arasında şu ya da bu düzeyde bir etki-sempati ve katılım yaratır ya da yaratabilir; ama bugünkü aşamada böyle bir eğilimden söz etmek düpedüz hayal ürünüdür.

Savaşın Avantajı: Gücün Bağımlılık Yapması
Ve tabii bu konuyu bir genel sonuca doğru ulaştırırken, son yirmi yılın özgün bir olgusu olan Kürt savaşından söz etmeden geçemeyiz. Bu olgu, ordunun politik arenadaki gücünün artışıyla doğrudan ilişkilidir; çünkü Kürt ulusal hareketinin mevcut statükoyu tehdit eden hızlı yükselişi, ordunun süreçteki rolünü ve hükümetlerle, vs. mesafesini açmıştır. Sonuç itibarıyla ödleklikle malul olan tekelci burjuvazi, bu denli büyük bir tehdit karşısında mevcut düzeni savunabilecek bir güce bağımlıdır. Üstelik savaş ilerledikçe bu güç, konu üzerine daha fazla deneyim biriktirmiş ve “sivil” otoritenin vakıf olmadığı, dolayısıyla inisiyatif koymakta gelip yine orduya danışacağı bir savaş sürecinde gitgide daha fazla “özerk” davranma şansını elde etmiştir.
Yani, böylesi koşullar, normal şartlar altında OYAK gibi konularda ya da ihalelerde, vs. oluşabilecek mızmızlıkların ya da güç kavgalarının önünü belli ölçüde kesmektedir. Devletin her türlü ekonomik faaliyetten elini eteğini çekmesini isteyen, hatta belediyelerin tanzim mağazalarından rahatsız olan en hızlı liberaller ve serbest piyasacılar bile, sıra ordunun şirketlerine geldiğinde seslerini kesmektedirler. Ordunun korku verici mekanizmasının kriz dönemleri başta olmak üzere her dönemde OYAK cephesine avantaj sağladığını bal gibi bildikleri halde kimse göğsünü şişirip bunun neoliberal düzene aykırı bir haksızlık olduğunu haykırmamakta, herkes “üç maymun” oyununu oynamaktadır. Örneğin vergi muafiyetleri ve üye aidatlarının kullanılması apaçık bir “haksız rekabet” yarattığı halde kimse gıkını çıkarmamaktadır.
Ordunun her ankette “en güvenilir kurum” olarak çıkması da, tipik kapitalist rekabet tezgahlarının ona karşı işletilememesinden kaynaklanmaktadır. Klasik bir kapitalist davranış olarak her zaman rakip şirketlerin açığını kollayan ve medyayı kullanarak inisiyatif ve pazar savaşları gerçekleştiren tekeller, iş orduya geldiğinde suskunluğa gömülmektedirler. Öyle ki, ordu kademelerindeki bazı yolsuzlukların açığa çıkarılması işini bile -bunu yapma cesaretine sahip kimse ortalıkta olmadığı için- bizzat ordunun kendisi yapmaktadır.
Bütün bunlar böyledir; çünkü, hem tipik neoliberal yöntemleri uygulayan hem de komuta kademesinden kaynaklanan bir disipline ve bütünlüğe sahip olan ordu, bütün diğer güçler arasında en derli toplu duran güç konumundadır. Ayrıca, Kürt savaşı boyunca kendi istihbarat ve kontra aygıtlarını da güçlendiren (ki zaten MİT gibi normal istihbarat aygıtları da her zaman yarı-askeri kurumlardır) ordu, böylece etrafındaki korku halesini büyütmüş, dokunulmazlığını perçinlemiştir. Elindeki bilgi toplamı, ona hem siyasette, hem de iş dünyasında ayrı bir güç sağlamaktadır. Ki bu aygıtları kullanan ordu, psikolojik savaş yöntemleriyle toplum üzerinde de kendi konumunu sağlamlaştırıcı bir “çalışma” da yürütmekte, şovenizmin kışkırtılması ve provokasyonlar yoluyla geniş kitleler arasındaki “tek umut olma” yanılsamasını yeniden üretmektedir. Kafası karışan, kaos içinde bunalan çeşitli toplumsal kesimler ve bu arada işçi sınıfının büyük çoğunluğu, pratikte orduyu klasik nefret imgesi olan büyük patronların dünyasından ayrı bir yere koymakta; ayrıca yine bu kafa karışıklığı içinde, politikadaki en “kafası karışık olmayan” güç imajı çizen orduya belli bir eğilim duymaktadır.
Sonuç itibarıyla, bu artık öyle bir sabitlik noktasına varmıştır ki, anayasa ve yasaların ne dediğinden tamamen bağımsız olarak politikada kimin kime bağlı olduğu güç ilişkileriyle belirlenmektedir. Yüksek Askeri Şura, artık bir tanrı mabedi gibidir. Ordunun başbakanlığa bağlı olması ise gitgide göstermelik bir yasa maddesi haline dönüşmüştür. Savunma Bakanlığı bütçesini tartışmak zaten anlamsız bir zaman kaybıdır. Yanılıp da kazara orduyu sorgulayan davalar açmak (Şemdinli davasında olduğu gibi) hukuk cephesi açısından bir işten atılma nedenidir. Her şeyin üstünde duran MGK ise zaten, adı tavsiye de olsa düpedüz kararlar alan ve dayatan bir mekanizmadır. Zaman zaman “sivil” baskı aygıtları alanından (polis) yapılmak istenen inisiyatif atakları ise yine güç meselesinden ötürü sönük kalmaya mahkum olmaktadır.

Genel Sonuç: Para, Silah ve Güç
Sonuç itibarıyla diyebiliriz ki, 1960 sonrasında başlayan ve özellikle 1980’lerden sonra hızlanan ordunun düzene tümüyle entegre edilmesi ve ideolojik birliğin sağlanması süreci, esas olarak başarıya ulaşmış, amaçlanan bütünlük sağlanmıştır.
Ancak, bu yapılırken, lambadan çıkan cin örneğinde olduğu gibi, sürece ağırlık koyabilecek ölçülerde büyümüş ve büyümekte olan bir ekonomik-politik odak da yaratılmıştır. Silah ve para, birbirini büyütüp güçlendirmiştir. Sonuçta ordu, emperyalist-kapitalist düzenle bütün temel noktalarda barışmış ama buna karşın düzen içindeki diğer güç odaklarıyla kavga edebilecek, inisiyatif savaşları verebilecek bir büyüme noktasına varmıştır. Bunun işin başlangıcında öngörülüp öngörülmediği ya da bu kadarının mevcut tekeller tarafından hoşnutlukla karşılanıp karşılanmadığı sorusu önemli olmakla birlikte artık varılan noktada bu reel durum, itiraz edilebilir, normal yollardan değiştirilebilir bir aşamayı çoktan aşmıştır. Ordu, istense de istenmese de oligarşik yönetimin güçlü bir bileşenidir ve onunla çatışarak güçten düşürme imkânının bulunmadığı koşullarda tekeller açısından geriye kalan en makul yol, bu durumu muhafaza etmek ve bu arada onunla işbirliğine giderek savunma sektörünün nimetlerinden yararlanmaktır. Zaman zaman AB kriterleri yolundan bazı kısıtlamalar getirme denemeleri yapılsa da şimdilik izlenen temel politika böyledir.
Bu durumun devrim mücadelesi bakımından not edilmesi gereken önemli bir sonucu ise, sürecin nispeten daha zorlaşmasıdır. Bu kadar çok düzenle bütünleşmiş ve ayrıca kendini onun içinde etkin bir odak haline getirmiş olan bir ordu mekanizması, devrimci hareket açısından, düzenle ilişkisi sadece maaş düzeyinde olan bir mekanizmadan daha ciddi bir rakiptir. Çünkü böyle bir tablo içinde devrimin ayrıştırıcı etkisi daha geç ortaya çıkacak ve “vicdan yarılması” dediğimiz bölünme, yani karşı cephe içindeki güçlerden bir bölümünün devrimin ilerlemesiyle birlikte saf değiştirmesi hali, daha güç olacaktır.

PAŞALARIN ŞİRKETLERİ-ŞİRKETLERİN PAŞALARI

Aylık ekonomi dergisi Forbes Türkiye, Haziran sayısında şirketlerde yöneticilik yapan emekli generalleri kapak konusu yaptı. Haberde, emekli generallerin siyasete girerek güç ve statüye ulaşmak yerine milyar dolarlık cirolara sahip şirketleri tercih etmesinde güç dengesinin giderek iş dünyasına doğru kaymasının etkili olduğu belirtiliyordu. Forbes’in listesinde şirket yönetim kurullarında ve üniversite, vakıf mütevelli heyetlerinde yer alan 50 generalin adı geçiyor. Bunlardan bazılarının adları şöyle:
l Hikmet Bayar (E.Org.) Akbank Yönetim Kurulu Üyesi
l Sabri Deliç (E.Org.) Profilo Holding Başkan Yardımcısı
l Münir Kemal Yavuz (E.Org.) Evyap Yönetim Kurulu Üyesi
l Erol Tutal (E.Korg.) Nurol Holding Yönetim Kurulu Başkan Danışmanı
l Ahmet Özteker (E.Korg.) İşbir Elektrik Yönetim Kurulu Başkanı
l Turhan Özer (E.Kora.) Ülker İstişare Kurulu Üyesi
l Atilla Kıyat (E.Kora.) Orta Anadolu Tekstil Yönetim Kurulu Üyesi
l Varol Atalay (E.Tüma.) Viking Marin Ortağı
l Mehmet Ali Güler (E.Tüma.) Yonca&Onuk Tersanesi Yönetim Kurulu Üyesi
l Taner Balkış (E.Tüma.) Ditaş Yönetim Kurulu Üyesi
l Sezer Bilgili (E.Tuğg.) Baytur Yönetim Kurulu Başkanı
l Atilla Öksüz (E.Tuğg.) THY Yönetim Kurulu Üyesi
l İdris Koralp (E.Tuğg.) Kaya Holding Yönetim Kurulu Danışmanı
l Veli Küçük (E.Tuğg.) Stratejik Güvenlik Koruma Yönetim Kurulu Başkanı
l Devrim Çorbacıoğlu (E.Tuğg.) Hatko Yönetim Kurulu Üyesi
Emekli generallerin bir bölümü ise vakıfların mütevelli heyetlerinde görev yapıyor. Derginin haberine göre Amerika'nın en büyük 500 şirketi arasında yer alan listede ise 59 asker kökenli yönetici bulunuyor.
Sonuçta, hizmet hizmettir! Orduda ya da şirket yönetiminde!
Bu arada şirketlerin eski askerleri göreve almasının ihalelerde nasıl kolaylıklar sağladığına ise haberde hiç değinilmiyor.

Ulusallık Nedir? Ordu Ulusal Bir Kurum mudur?
Ve bütün bunların yanında asıl mesele, bu mekanizmanın -yukarıda anlattığımız yöntemler ve araçlarla- kendi varlığını “siyasetin ve paranın üstünde”, “ulusun bütününü temsil eden” bir kurum gibi sunabiliyor olmasıdır. Bu, iki yönlü bir süreçtir. Bir yandan “psikolojik savaş” ve propaganda yöntemlerini çok iyi bilen -ki bunun kursunu NATO bünyesinde almışlardır- ordu, böyle bir yanılsamaya sürekli biçimde yeniden üretmektedir; diğer yandan ise solun gerileme koşullarında çaresiz ve umutsuz biçimde savrulan emekçi kitleler böyle bir yanılsamaya hazırdırlar. Çivisi çıkmış ve artık hiçbir kurumuna güvenilemez olan mevcut düzenin çamuru içinde, az çok “sağlam” ve “derli toplu” görünen bir güç olarak duran ordu, prim yapmaktadır. Bütün bunların üzerine şovenizm ve “bölünme sendromu” gibi unsurlar eklendiğinde, ki bu sendrom da büyük ölçüde psikolojik savaş yöntemleriyle yaratılmaktadır, ordu tek “ulusal” kurum olarak ortalıkta görünmektedir.
Oysa bu, son derece büyük bir yanılsamadır. “Ulusallık”, eğer en basit sözlük anlamıyla “bütün ulusun çıkarlarını savunmak” ise, yukarıda, ayrıntılı bir biçimde göstermiş olduğumuz gibi ordu, emperyalist şirketlerle iç içe geçmiş kocaman bir tekelci holdingtir ve salt bu bakımdan bile hiçbir biçimde “ulusal” değildir. Durduğu yer, emperyalistlerin ve bir avuç tekelcinin yanıdır. Onlar ne kadar “ulusal”sa, ordu da o kadar “ulusal”dır.
Sadece bu da değil, bütün eğitim ve organizasyonunu ABD ve NATO’ya borçlu olan ordu, holdingleşme meselesinin de ötesinde, salt bu bakımdan bile emperyalist mekanizmaya bağlıdır, o mekanizmanın bir dişlisidir. NATO eğitiminden geçmemiş bir üst düzey komuta görevlisi olamayacağı gibi, bu mekanizmaya aykırı davranan birinin zaten komuta kademelerinde yükselme şansıda yoktur.
Dolayısıyla, eğer “ulusallık”tan kastedilen şey, anti-emperyalizm ise bu tümüyle yakıştırmadan ibarettir. Bugüne dek böyle bir teze kanıt oluşturacak tek bir uygulama ya da tutum bile yoktur. Ordu mekanizmasının şu ana kadar göstermiş olduğu en “ulusal” tavır, (ki buna şovenist demek daha doğrudur) Hakkari’deki Kürde karşıdır; Washington’daki beyaz adama karşı değil!
Bugüne dek ordunun örneğin ülkemizdeki emperyalist üsler konusunda tek bir itirazda bulunduğuna tanık olunmamıştır. Bunun tek bir örneği bile yoktur. Aksine, ordu, resmi anlaşmaların ve yasaların da ötesinde kendi inisiyatif alanlarında ABD emperyalizmin işlerini kolaylaştırmaya azami gayret göstermiştir. Yeni-sömürgeciliğin tarihi boyunca, üslerle ya da ikili anlaşmalarla ilgili şöyle ya da böyle bir sorun, bir tartışma, çatışma yaşandığında da bu, mutlaka ve mutlaka sorunu yaşayan Türk Ordusu mensubunun tasfiyesiyle ya da susturulmasıyla sonuçlanmıştır. Özellikle İncirlik’le ilgili olarak yakın süreçte de geçmiş yıllarda da bunun birçok örneği vardır; çeşitli Amerikan küstahlıklarıyla karşılaşan subaylar, şöyle ya da böyle görevden alınıp bir kenara konulmuşlardır. En son İncirlik’teki onur kırıcı arama tartışmasında ve daha önce “çuval” vakasında, konuyla ilgili subaylar şu anda tasfiye edilmişlerdir.
Bugüne dek ordunun, emperyalist politikalar ve bu politikaların jandarmalığını yapan IMF/DB gibi güçlerle de bir çatışması olmamış, bu kurumlara yönelik tek bir olumsuz söz söylenmemiştir. Bayrak mitinglerinde “memleketimizi satıyorlar” diye çığlık atarak AKP hükümetini suçlayanların görmezden geldiği gerçek budur. Bir tekelci holding olan ve bu tekel durumunun koordinatlarıyla hareket eden ordu, IMF politikaları ile hiçbir biçimde çelişme içinde değildir, bu politikalara karşı bir itiraza da sahip değildir. Örneğin tarımın bu kuruluşlar tarafından göz göre göre çökertilmesi ve toprakların kurutulması, “ulusal” bir kurum olan ordunun ilgi alanına hiç girmemiştir. Çiftini çubuğunu kaybetme tehlikesine karşı alanlara gelip IMF’den hoşnutsuzluğunu belirten köylü ile umudunu bağladığı ordu arasında böyle bir paralellik hiç mevcut değildir.
Aynı biçimde bugüne dek ordu mekanizması, neoliberal politikaların en önemli ayağı olan özelleştirmeler konusunda da tek bir itiraz yöneltmiş değildir. “Kamu kurumlarının yabancılara satılmaması” ya da “stratejik kurumların elde tutulması” gibi itirazların arkasında ordunun olduğu söylenebilirse de, bu gerçek değildir; bu tür söylemler daha çok özelleştirme ihalelerinde psikolojik baskı yaratma amaçlıdır. Nitekim Erdemir ihalesini böyle bir psikolojik baskı ortamında kazanan ordu, daha ihalenin ertesi günü Erdemir’e yabancı ortak bulma arayışına girmiştir.
Yine ordu, IMF-DB tarafından emredilip uygulanan sağlık, eğitim, sosyal güvenlik kurumlarının deformasyonu, “kamu reformu” gibi konularda da bugüne dek bir itiraz ortaya koşmuş değildir. Kendi mensuplarının eğitimini, sağlığını, sosyal durumunu zaten çoktan garantilemiş olan ordu, hastane önlerindeki kuyruklarla, eğitimdeki acımasız “altta kalanın canı çıksın” düzeni ile hiçbir biçimde ilgili değildir. Yani, medyadaki dalkavukların sık sık öne sürdükleri gibi ordu, “kamucu” bir eğilime sahip değildir.
Ordunun tek refleks noktası gibi görünen “irtica” meselesi ise oldukça karışık bir meseledir. Birincisi, zaten her çeşit şeriatçı uygulama, bir ölçüde “içe-kapalı” ekonomi uygulamaları anlamına gelir ve bu anlamda bu tür durumlar zaten neoliberal kapitalist model çerçevesinde kabul edilemez durumlardır. Yani itirazın bir bölümü, düpedüz kapitalist pazar mantığının kendisinden kaynaklanmaktadır. Yani, parayı mevcut kapitalist finans sisteminin dışında bir alanda döndüren islami sermaye gruplarının tasfiye edilmesi, sistemin doğasının gereğidir. Örneğin A grubunun büyük miktarlarda parayı din sömürüsüyle toplayıp sonra da bu sermaye ile sözgelimi bir marketler zinciri açması, aynı alanda faaliyet gösteren diğer tekeller için rahatsız edicidir. Bu girişim tasfiye edildiğinde ise sonuç bellidir; diğer tekellerin market alanındaki pazar payının artırılması!
İkincisi, “irtica” meselesi, bir ucu Washington’a uzanan bir meseledir. ABD emperyalizminin Ortadoğu politikalarının temel noktalarından biri olan “aşırı dincilerle mücadele” bahanesi, İran’a, Filistin’e yönelik provokasyon hareketleri, ordunun “çağdaşlık” savaşının da arkasındaki temel motiftir. Yani bu politikalar, bir “aydınlama” geleneğinin ya da “ilerici” düşüncelerin uzantısı değil, ABD politikalarının parçasıdır. Yoksa aynı ordu, işine geldiği zaman Hizbullah gibi en karanlık gericileri destekleyip Kürt hareketinin üstüne salmakta bir sakınca görmemiştir.
Dolayısıyla bugünlerde her mitingte sıkça dile getirilen BOP meselesi de esas olarak ordunun itiraz alanı içinde değildir. Çünkü BOP politikaları, gösterildiği gibi yalnızca “ılımlı İslam” meselesi değildir, daha boyutlu bir “bölgeyi yeniden biçimlendirme” operasyonu söz konusudur ve ordu da “bölgenin büyük oyuncusu olmak” mantığı içinde bu sürece katılmaya hazır durumdadır ve özelikle İsrail’le kurduğu ilişkiler bağlamında katılmaktadır da…
Sonuç olarak karşımızdaki olgu, türlü propagandalarla kendisini nasıl gösterirse göstersin, hiçbir biçimde “ulusal” ya da “anti-emperyalist” olmayan, olması da mümkün olmayan bir mekanizmadır. Olması mümkün değildir; çünkü bizzat onun düşünme biçimini artık içinde bulunduğu emperyalist iş ilişkileri ve politik bağlantılar belirlemektedir. O kadar ki, artık sürecin önü ta Harp Okullarından itibaren kesilmekte ve kafalar bu doğrultuda şekillenmektedir. O yüzden, 1960’larda ordunun alt kademelerinde ve Harp Okullarında görülen sola dönük eğilimlerin bugün canlanmasını beklemek, aşırı saflıktan başka bir şey olmayacaktır. Hatta, daha da ötesi, ordu bugün toplumdaki genel anti-Amerikancı havayı Kürt düşmanlığına yönelterek eritme yönünde de ciddi bir görev üstlenmiş görünmektedir.

ORDU ve SİYONİST İSRAİL

Geçmişten beri hep sıcak olan Türkiye-İsrail ordu ilişkileri, özellikle 1996 Şubatı'nda Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'le İsrail Savunma Bakanı arasında bağlanan 'savunma işbirliği' anlaşmasıyla stratejik boyuta geldi. Belgeden Erbakan hükümetinin bile haberi yoktu. Öyle ki, anlaşmayı Savunma Bakanı yerine Genelkurmay Başkanı imzalamış, bu çerçevede Ocak 1998'de yapılan Türk-İsrail ortak tatbikatından da hükümet haberdar edilmemişti. Nitekim Doğu Akdeniz'de tatbikat sürerken Türk Dışişleri bu gelişmeyi yalanlamakla meşguldü.
Daha sonra da yapılan bir dizi anlaşmaya göre, İsrail uzmanları 48 adet AF-4 (600 Milyon Dolar) Türk savaş ucaklarını modernize etmiş ve ABD markalı M-60 savaş tanklarının gece haraket etme, görme kabiliyetlerini geliştirmek ve 120 mm'lik mermilerle donatımı anlaşması imzalanmıştı. Ayrıca anlaşmada 1000 adet Merkawa markalı savaş tanklarının ortak üretimi de yer alıyor. Tüm bunların dışında ortak stratejik anlaşmada İsrail'in Türkiye'ye anti-Radar "Dalila" füzelerini, "Chez" adlı savunma Füzelerini, havadan-havaya "Popeye II" ile "Python-4" Füze sistemlerini vermesi beklenirken önceden uyarı 4 adet "Falcon" adlı casusluk amaclı uçaklar ve yakın saldırılar için binlerce "Galil" markalı Kalaşinkofun Türkiye'ye verildiği basında belirtiliyordu. Bu arada İsrail’de eğitim gören pilotları ve kontr-gerilla elemanlarını ise saymıyoruz bile.
Daha da önemlisi, İsrail’in Haaretz gazetesinin 2004 Temmuz’undaki haberine göre, iki ülke orduları, gelecekte teknoloji ve lojistik daireleri, ortak mühimmat, askeri malzeme ve savaş malzemesi depolanmasında işbirliğine gitmeyi de tartışıyorlar.
Yani, pek “ulusal” ordumuz, Ortadoğu’nun kasabı olan siyonistlerle el sıkışmakta ve “büyük ağabey”in emriyle işbirliği yapmakta bir sakınca görmüyor!


Halk Devrimi-Halk Ordusu
Bütün bu anlattıklarımızdan sonra, geriye dönüp şöyle bir soru sorabiliriz: Başka türlü bir ordu mümkün müdür?
Evet, elbette mümkündür! Başka türlü bir düzen nasıl mümkünse, başka türlü bir ordu da mümkündür.
Anti-emperyalist anti-oligarşik demokratik halk devrimi, bütün emperyalist güçleri bu topraklardan kovacak, onların askeri, siyasi, ekonomik, kültürel, vb. bütün kurumlarını ülkemizden süpürüp atacak, bugüne dek emperyalistlerle yapılmış bütün açık-gizli, ikili-çoklu askeri ve sivil anlaşmaları yırtıp atacak, bütün emperyalist askeri-siyasi-ekonomik kurumlarla ilişkisini kesecek ve bu kurumlarla imzalanmış sözleşmeleri, vs. geçersiz sayacak ve tümüyle özgür ve bağımsız bir ülke yaratacaktır. Aynı zamanda bu devrim, emperyalizmin coğrafyamızdaki işbirlikçilerinin ve genel olarak bütün tekellerin hırsızlıkla edindikleri mal varlıklarına el koyacak, ekonominin bütün kilit noktalarını kamulaştırarak halkın malı haline getirecektir. Ve nihayet böyle bir devrim, araya tek bir saniyelik özel aşama koyma gereği duymaksızın sosyalizme doğru yürüyecek ve nihai olarak da komünist bir dünyanın kurulması için devrimci bir müfreze görevini üstlenecektir.
Doğaldır ki böyle bir devrim, bugünkü emperyalist-kapitalist ilişkileri koruyan oligarşik yapının dağıtılması, bütün baskı aygıtlarının derhal ortadan kaldırılması ve yerine devrimci halk iktidarının demokratik organlarının geçirilmesi anlamına gelecektir. Bu organlar, halk ordusu, halk milisi, halk mahkemeleri, vb… asla eski mekanizmanın onarılmış biçimleri olmayacak, doğrudan emekçi halkı temsil eden, onun tarafından yaratılarak denetlenen yapılar olacaktır.
Bu bağlamda devrim, bugünden yaratmaya başlayacağı bir devrimci halk ordusuyla ve milis güçleriyle yürüyecektir.
Devrimci halk ordusu, ne demektir?
Aslında tanım, gayet açık ve yalındır. Halk ordusu, halkın kendi ordusudur. Halk ordusu, her şeyden önce işçi sınıfı ve emekçi halktan oluşan sonuna kadar politik bir ordudur. Bu anlayış, bugünkü “politika üstü ordu” yanılsamasını savurup atar ve açıkça, halk ordusunun emekçi halktan yana olduğunu, onun soyguncular üstündeki diktatörlüğünün aracı olduğunu ortaya koyar. Doğal olarak böyle bir ordu, her kademesinde devrimci partinin örgütlendiği ve öncülük ettiği bir yapılanma olacaktır.
Böyle bir anlayış, emekçi kitleleri ve halkı, ülkeyi koruyanlar ve korunanlar diye bir asker-sivil ayrımıyla bölmeyi baştan reddeder. Bu ülkede yaşayan her emekçi, namuslu, yurtsever her yurttaş, ülkeyi ve devrimi savunma hak ve görevine sahiptir ve bunun için silaha sarılmaya hazır olacaktır. Bu anlamda, bir fabrika işçisi de, bir tiyatro eleştirmeni de, vb. vb. devrimi savunma konusunda halk ordusuyla aynı onur ve sorumluluğu paylaşır, uygun örgütsel biçimler altında bu görevi paylaşır. Öte yandan, halk ordusunun görevi de yalnızca askeri bir görev değildir. Halk ordusunun sonuna kadar politik bir ordu olmasının anlamı onun yalnızca klasik askeri görev alanlarında değil, sokakta, emekçi kitlelerin omuz başında yerini almasıdır. Ülkeyi ve devrimi savunma cephelerinde sıradan emekçileri, aynı amaçla düzenlenen kitle gösterilerinde de halk ordusu askerlerini görmek devrimci halk iktidarı sürecinde hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Doğal olarak böyle bir ordunun üyeleri, savunma ihtiyaçları dışında hiçbir özel ayrıcalığa sahip olmayacak, askeri ve teknik bakımdan zorunlu alanlar dışında halktan kopuk hiçbir özel yaşam alanına sahip olmayacaktır. Bugünkü ordunun kendi üyelerini halktan soyutlamak için yarattığı bu özel dinlenme, alışveriş, vb. alanları tümüyle ortadan kaldırılacaktır. Böylece, ordunun içindeki askeri bakımdan zorunlu hiyerarşik ilişkilerin de salt askeri zorunluluk çerçevesinde kalması, sosyal avantaj ya da dezavantajlara yol açmaması sağlanacaktır.
Dahası, böyle bir ordu üretimden ve halkın yaşamsal ihtiyaçlarından, sağlık ve eğitim alanlarından kopuk bir elit topluluk olmayacak, mümkün olan her yerde ve her alanda ülkedeki devrimci kuruluş çalışmasının doğal parçası olarak konumlanacaktır.
Ve nihayet böyle bir halk ordusu, sonuna dek enternasyonalist bir ordu olacaktır. Burada sözünü ettiğimiz ordu, emperyalistlerin emirleriyle sağa sola koşturan bir ordu değil, bütün dünyadaki ama özellikle bölgemizdeki halk hareketlerini destekleyen bir ordu olacaktır. Devrimci halk iktidarı ve halk ordusu, ezilen halkların kurtuluş mücadelesine açık ve tereddütsüz bir destek sunacak, bunun için gerekirse askeri yardımdan çekinmeyecektir. Bu anlamda halk ordusu, kendisini dar ülke çıkarlarıyla sınırlı gören klasik askeri anlayıştan uzak tutacaktır.
Böyle bir ordu gerçekten mümkün müdür? Evet, mümkündür.
Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin yenilmesi, özgür bir ülkede insanca bir yaşamın kurulması nasıl mümkünse, böyle bir halk ordusunun inşası da mümkündür. Esasen bir devrimci iktidar için başka bir yol da yoktur.
Ve hiç şüphesiz, böyle bir ordu, holdingleşerek halk düşmanı patronlarla ve emperyalistlerle bütünleşmiş, böylece kendi içinden çıktığı halk kitlelerine yabancılaşmış bir ordudan çok daha saygın ve onurlu olacaktır.

 


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19