Giriş
1960’ların sonunda, ABD’de yayınlanan Industrial
Research dergisi, bilimin gelecek yarım yüzyılı
üzerine 1433 Amerikalı bilim adamı ve mühendisle
bir anket yapmıştı. Sonuç, Amerikan ölçülerinde
yavan bir iyimserlikti. Bilim ve Teknik Dergisi’nin
1969’da yayınladığı bu anketteki ortak kanıya
göre, 1975’e kadar bilgisayarlar daha çok kullanılacak,
hava tahmini gelişecek, televizyon tekniğinde
ve organ naklinde baş döndürücü gelişmeler yaşanacak;
1975-2000 arasında ise mekanik insan organları,
okyanusların etkin kullanımı, uykunun kontrolü,
20 dolardan az fiyata satılacak televizyonlar,
ucuz silah yapımı(!) gerçekleşecek, bankacılıkta
otomasyon evrenselleşecek, uzay yolculuğu sıradanlaşacak,
sentetik gıdalar yaygınlaşacak, ucuz konutlar
mümkün olacak, insan yeteneklerinin gelişimi,
akıl hastalıklarının tedavisi, hızlı dil öğrenimi
teknikleri, uydu yayınları, elektrikli ev eşyaları,
vs. vs. ciddi ilerlemeler gösterecekti.
2000’ler sonrası için ise tahminler biraz daha
uç noktalardaydı: İklimin kontrol altına alınması,
hayatın 150 yaşa kadar uzatılması ve bütün hastalıkların
yenilmesi, cinsiyet ve deri renginin değiştirilebilir
olması, deniz dipleri ve uzayda koloniler kurulması,
düşlerin ve düşüncelerin kontrolü(!), hapishaneler
olmaksızın suçluların ıslahı, vs. vs… Upuzun bir
liste!
Aynı dönemlerde, Batı'da bilime katkıları ve aldığı
Nobel ödülünden çok Sovyet politikalarını eleştirmesiyle
tanınan yapan fizikçi Andrey Saharov'un tahminleri
ise daha çarpıcıdır: Dünyanın iş ve yaşam bölgeleri
olarak ayrılması ve böylece çevrenin “mükemmel”(!)
korunması, uzayda kurulan fabrikalar, süper-verimli
yapay toprak üretilerek ay yüzeyinin, deniz altının
ve kutupların tarıma açılması, mikro bilgisayarlar,
mikro araçlarla insan vücudunda yapılan tedavi
seyahatleri, görüntülü telefonlar, güneş enerjisinin
asıl enerji kaynağı olması, şoförsüz, kaptansız,
pilotsuz olarak programlanmış arabalar, gemiler,
uçaklar, tamamen bilgisayarlı ve robotlu evler,
fabrikalar, ısının ve ışığın tamamen kontrolü,
parayı tümden ortadan kaldıran kredi kartları,
vs. vs…
Sonuç olarak, sosyalizmin ufkuyla yetişen ama
kapitalizmin dar çerçevesi tarafından sakatlanan
Saharov’un beyni, böyle bir dünyanın tembelliği
geliştireceğini, insanların mutsuz ve sosyal olmayan
ucube yaratıklar haline geleceklerini öngörüyordu!
Ne büyük keşif!
Şimdi, bugün, yani 2000’lerin dünyasında durarak,
bir zamanlar yapılmış olan bütün bu gelecek tahminlerine
şöyle bir baktığımızda, ilk söyleyebileceğimiz
şey, öne sürülenlerin son derece kısır oldukları,
komünist bir dünya tasavvurundaki muazzam gelişme
ufkunun kırıntısını bile yakalayamadıklarıdır.
Orta karar Amerikan düşüncesinin varıp varabileceği
yer buydu işte: Robotlar, uzay yolculuğu, düşünce
kontrolü, vs… İlk anda bazıları bize olağanüstü
gibi görünse de, kapitalist işleyiş tarafından
beyinleri kısırlaştırılmış olan akademisyenlerin
bu tahminleri, aslında insanlığın üretici güçlerinin
gerçek gelişme kapasitesinin çok çok altındadır
ve en önemlisi, içinde insani bir öz barındırmamaktadır.
Oysa, özel mülkiyet ve kâr hırsına dayalı kapitalist
sistem sonlandırıldığında ve birleşmiş insanlığın
üretken kapasitesinin önü sınırsızca açıldığında
ortaya çıkacak olan tablo, bizim bile şu anda
hayal edemeyeceğimiz ölçüde olağanüstüdür, örneklediğimiz
tahminlerle ise kıyaslanması mümkün değildir.
Ancak, bütün bunları şimdilik bir yana bırakarak
sadece tahminlerin ne kadar gerçekleştiğini dikkate
aldığımızda da doğrusu durum pek parlak sayılmaz!
Kapitalist dünyanın vahşetinin son elli yılda
(yani II. Paylaşım Savaşı hesaplanmadığında bile)
ortaya koyduğu en büyük insani fatura, her şeyden
önce, savaşlar ve açlık yoluyla milyonlarca insanın
katlidir. Ama bunun da ötesinde, kapitalizmin
yarım yüzyılının bilançosu, genel olarak bu kısır
tahminlerde söylenenlerin çok uzağındadır. En
son küresel ısınma felaketinde kendini ortaya
koyan ama aslında çok daha önceden başlayan dünyanın
ekolojik çöküşü, bırakalım ömür uzatmayı açlıktan
ölümleri bile olağan sayan derin yoksulluk, servetleri
birkaç kişinin elinde biriktirip dünyanın geri
kalanını çukura iten tekelci emperyalist işleyiş,
insanın fiziki ve manevi varlığının aşağılanması
ve çürütülmesi, tıklım tıklım dolu hapishaneler,
en basit hastalıklardan ölen milyonlarca çocuk,
hayatı kolaylaştıran değil cehenneme çeviren otomasyon,
“parayı ortadan kaldıran” değil insanların cebini
boşaltan kredi kartları, uzayda koloniler kuran
değil uzay yolculuğunu şımarık zenginlerin turizmine
açan şarlatanlıklar, vs. vs…
“Düşüncelerin kontrolü” ise şükürler olsun ki,
-iletişim araçlarının ahmaklaştırıcı etkisine
rağmen- henüz başarılmış değil!
2000’li yılların tablosu işte böyledir… Kapitalizm,
-yine komünist uygarlığın ufkuyla hiç kıyaslamaksızın
söylüyoruz- kendi dar kafalı iyimserliğini bile
boşa çıkarmıştır!
Daha sonra yeniden değinmek üzere şimdilik tek
bir cümleyle söylenirse eğer, kapitalist işleyiş,
özellikle geçtiğimiz yüzyılda bir yandan hiç küçümsenmeyecek
bilimsel-teknolojik gelişmelerin önünü açarken,
diğer yandan ise insanlığın muazzam üretici güçlerini
heba etmiş, komünist uygarlık koşullarında insanlığı
yüzlerce yıl ileriye taşıyabilecek olan gelişme
potansiyellerini kısıtlamış, kısırlaştırmıştır.
Bolluğa varması gereken gelişme kıtlığa, aydınlığa
varması gereken süreç yeni türden bir postmodern
Ortaçağ’a gelip dayanmıştır. Üstelik bütün bunlara
bahane bulmak için, yüz elli yıl önce olduğu gibi
Papaz Malthus’un “artan nüfus-yetmeyen kaynaklar”
teorisi de yetmez; burada onlarca ülkenin toplam
gelirinden fazlasını tek başına kasasında tutan
mülti-milyarderlerin dünyasından söz ediyoruz.
Yani, sorun, “yetmeyen kaynaklar” değil, dün olduğu
gibi bugün de bu kaynakların kimin tarafından
sahiplenildiği ve nereye yöneltildiğidir.
Sonuçta varılan yer, tek kelimeyle hazindir. 1960’ların
iyimser bilimkurgu romanlarında okuduğumuz, şu
tabletlerle beslenen, canı isteyince dolmuşa biner
gibi uzay gemisine binen karnı tok-sırtı pek evrensel
insan yerine bugün televizyon ekranlarında gördüğümüz
şey, açlıktan gözleri büyümüş Afrikalı bebeklerden
başkası değildir. En büyük emperyalist metropollerde
bile milyonlarca insanın evsiz-yurtsuz yaşamı,
korkunç cahillik oranları, dakikada bilmem kaç
kişiye tecavüz edilmesi üzerine her gün yenisi
kırılan rekorlar, insanın her türlü aşağılanışı…
Bu yüzden olsa gerek, 1970’lerden günümüze dek
gelen bilimkurgu roman ve film tarzında (Mad-Max’lar,
Terminatörler, vb.) artık tümüyle kötümserlik
hakimdir. Böyledir, çünkü özellikle 1990’lar sonrasında
tepe noktasına ulaşan yeni-karanlık çağ, insanlığın
gelecek konusundaki kapitalist düzen çerçevesindeki
ortalama iyimserliğini bile önemli ölçüde zedelemiştir.
Bilim: Felaket mi Mucize mi?
Elbette bu çelişkili tablo, geçen yüzyıl boyunca
bilim dünyasında da bir dizi tartışmanın kapısını
aralamıştır. Bütün baş döndürücü keşiflere rağmen,
bilimlerin gelişmesi neden insanları mutlu etmiyor?
İnsanın “serbest zamanını” artırarak onu geliştirmesi
mümkün olan teknoloji nasıl oluyor da derin bir
kölelik ve yoksulluk yaratıyor ve doğanın sırlarının
keşfi neden milyonlarca insanın en basit hastalıklardan
kırılmasını önlemiyor? Ve en önemlisi, bütün bu
olağanüstü sıçramalar, neden her seferinde büyük
felaketlerle sonuçlanıyor?
Bütün bu sorular, geçen yüzyılda sıradan insanların
zihninde olduğu kadar bilim dünyasında da yankısını
bulmuştur.
Özellikle 1945’teki Hiroşima ve Nagasaki felaketleri,
bilimin ve bilim insanının sorumluluğu, faaliyetlerinin
sonuçları üzerine yapılan tartışmaları tetiklemiştir.
İşin doğrusu, kapitalizmin hizmetine koşulan bilimin
insanlığa getirdiği “mutsuzluk”lar çok daha fazladır
ve bilimin toplumla yabancılaşmasının gerçek kökleri
epey derinlerdedir ama özelikle atom bombası örneği
ve genel olarak diğer silahlar sorunu, tartışmanın
odak noktasındadır; çünkü burada, özellikle Hiroşima-Nagasaki
örneğinde söz konusu olan şey, son derece trajiktir:
İnsanlık tarihinin en büyük keşfi, yine bu tarihin
en büyük katliamlarından birinde kullanılmıştır!
Sonuç, korkunçtur ve bu sonuç, bilimin ulaştığı
zirve noktasının sayesinde yaratılabilmiştir.
İlk atom bombasının yapımına katılan bilim insanı
Jean Hintin’in 1952’de söylediklerini artık herkes
biliyor: “Nagasaki üzerine atılmış olan ilk atom
bombasına şu ellerimle dokundum. Derin bir suçluluk
duygusu içindeyim ve insanlığa karşı işlenen bir
cürümde rol almış olmaktan utanç duyuyorum. Bunu
nasıl yaptım? Nasıl oldu da bu görevi kabul ettim?
Kabul ettim, çünkü o yanlış ‘bilim için bilim’
felsefesine inanıyordum. (…) Düşündüm ki, bilim
adamları olarak kendimizi ‘saf bilim’e vermemiz
gerekir, üst tarafı mühendisleri ve devlet adamlarını
ilgilendirir.”
Kuşkusuz, sonuç itibarıyla kimse buradan hareketle
bilimin tümüyle yararsız (ya da zararlı) olduğunu
düşünmemiştir; nihayetinde insanın o gün ulaşmış
olduğu yaşam seviyesi de aynı bilimin ürünüdür;
ama bu acıklı itirafın çok şey anlattığı da kesindir.
Bilimin bir “ahlaka” ve “felsefeye” sahip olması,
“iyi” bir amaca yönelmesi gerektiği, dolayısıyla
bilim insanının da insani-ahlaki yükümlülükleri
olduğu tartışmasının bu dönemde daha fazla yaygınlaşmış
olması rastlantı değildir. Gerçekten de bir anlamda
antik Yunan’dan beri akıp gelen etik tartışmaları
böyle bir süreçte güncelleşmiş, bir “bilim ahlakı”
kurma çabaları yoğunlaşmıştır.
Biz, bu yazı çerçevesinde bilim kavramı üzerine
şimdiye dek yapılmış yüzlerce tanımı özel olarak
incelemek, bunları alt alta dizerek karışıklığı
iyice artırmak niyetinde değiliz. Bilimin kime
nasıl hizmet etmesi gerektiği yolundaki görüşlerimizi
de yazımızın daha sonraki bölümlerine bırakacağız.
Ancak yine de, önsel olarak, bilim, sanat gibi
alanlara kendine özgü “amaç”lar ve değişmez-değişmemesi
gereken “öz”ler yükleyen tezlerin Marksizm açısından
sorunlu olduğunu ifade etmeliyiz. Marks ve Engels
çağlar boyunca değişmeyen “ahlak” ya da “yüksek
değerler” gibi kavramlara her zaman temkinli yaklaşırlar
ve bu olguları daha derinlere, üretim ve bölüşüm
sistemlerine inerek incelerler. Bilim de, esas
olarak, “ahlak” ya da “insanlık yararı-zararı”
gibi zamana ve mekana göre değişebilen kavramların
bir ölçüde dışındadır ve onun ulaştığı sonuçların
iyi ya da kötü kullanımı, onun dışındaki (ama
onun da belli bir işlevle katıldığı) olgular,
sistemler, ilişkiler tarafından belirlenir. Örneğimiz
üzerinden gidersek, savaş, bilim tarafından değil,
kâr hırsına sahip kapitalistler tarafından körüklenip
çıkarılmaktadır ama sonuç itibarıyla laboratuarlarda
geceli gündüzlü çalışarak daha etkili mermiler,
daha zehirli gazlar, vs. üreten bilim insanları
da aynı sürecin bir parçasıdırlar.
Bu söylediklerimizin kaba bir yorumu, elbette
kendi içinde tehlikeli unsurlar taşımaktadır.
Nasıl “materyalist” anlayış herhangi bir burjuva
demagogu tarafından “maddecilik eşittir paragözlük”
biçiminde çarpıtılarak yorumlanabilirse, bu ölçüde
soyut (ve soğuk!) bir bilim tanımı da “gözlerimi
kaparım işime bakarım” mantığını geliştirebilir,
bu tanımdan hareketle birileri bilimi ve bilim
insanını tümüyle “sorumsuz” ilan edebilir. Oysa
durum bu kadar basit değildir. Nihai olarak sorun,
bilimde değil, onu kullanan sistemdedir ama zaten
bilim insanını körleştiren, onu yalnızca yaptığı
işe yönelterek sonuçlar hakkında düşünmekten alıkoyan
yabancılaşma da tam olarak bu sistemin yarattığı
bir olgudur. Yani bilim insanı, içinde yer aldığı
toplumsal sistem, üretim biçimi konusunda nötr
bir konumda değildir; yaptıklarının sonuçları
konusunda da sorumsuz değildir. Ancak burada sorun,
keyfi bir idealist kategoriye kaymamak sorunudur.
Bilimin de rol aldığı insani felaketlerle kapitalist
sistemin işleyişi arasındaki ilişkiyi gözden kaçırdığımızda
ortaya çıkacak olan şey, yüzeysel ve herkesin
kendi vicdanına emanet edilmiş bir “bilim ahlakı”dır,
ki böyle bir “ahlak” pratikte de işe yaramayacaktır.
Yani sonuç olarak, eğer birileri, bilime ve bilim
insanına “insanlığı ilerletme” misyonunu yüklüyorsa,
“bilim insanının muhalif ve ilerici olması gerektiğini”,
“onun insanlığa karşı ahlaki bir sorumluluğu olduğunu”
söylüyorsa, bu iyi niyetli bir söylemdir ama gerçek
bir “bilim felsefesi” değildir. Gerçek bir tanıma
varmak için, olgunun iç ilişkilerini kapsamlı
biçimde irdelemek ve bilimi satın alan kapitalist
sistemin yıkılması zorunluluğunu anlamak gerekmektedir.
Ancak böyle bir irdeleme bize gelecek projemiz
açısından güçlü bir zemin sağlayabilecektir.
Bu yüzden biz, bu soyut tartışmalara geçmeden
önce, yazımız boyunca öncelikle insanlık tarihi
ve bilim arasındaki ilişkiyi her aşamada izlemek
ve o noktadan sonra yeniden geriye dönerek bilimin
işlevi ve amaçları üzerinde durmak, sonuç olarak
da onun yeni komünist uygarlık projesi içindeki
konumunu ortaya koymak istiyoruz. Nihai olarak
böyle bir programatik noktaya varmak zorundayız;
çünkü devrimci sosyalizm açısından bu sorun, akademik
bir sorun değildir; sözünü ettiğimiz şey, devrimimizin
amaçlarıyla ilgili pratik bir olgudur. Devrimimiz,
kendi önüne yalnızca “bilimi geliştirmek” gibi
soyut ve yalıtık bir hedef koyamaz; yapılması
gereken şey, onu yeni bin yılın komünist uygarlık
projesi içinde bir yere oturtmak, bilimin işlevlerini
ve “amaç”larını bu nihai hedefle birlikte yeniden
tanımlamaktır. Bu bakımdan, yazımız, bir önceki
sayımızda yayınlanan “2000’li Yıllarda Yeni Bir
Sosyalizm İçin Giriş Notları” başlıklı inceleme
ile içsel bağlantılara sahiptir, okur tarafından
onunla birlikte ele alınmalıdır.
Bilim: İnsanlığın Binlerce Yıllık Serüveni
“Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı
bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini
söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim
adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.”
Yüz elli yıl önce, Komünist Manifesto’da böyle
diyordu Marks. Ama o güne gelmeden önce, insanlık
binlerce yıllık bir serüvenin içinden geçti. Genel
olarak modern anlamda bilim, son yüzyıllara, özellikle
de “üniversite”ye ait bir olgu gibi değerlendirilse
de, aslında kuşkusuz insanın “bilme” ve “keşfetme”
isteği, daha doğru bir deyimle ihtiyacı, binlerce
yıllık bir tarihe sahiptir. Hatta denilebilir
ki, kendi evrimi içersinde en ilkel düzeyde zekaya
sahip olduğu andan itibaren insan, daha mağarasından
çıkmadan keşifler dünyasına atılmıştır. İnsan
beyninin gelişimi ile kuşaklar boyunca üst üste
yığılan deneyimlerin birikimi büyük olasılıkla
uzun süre çok yavaş bir gelişme göstermiştir;
ama yine de her adım bir gelişmedir. Engels’in
deyimiyle salt “elin becerisi”nden “beyin tarafından
yönetilen el”e geçiş, uygarlık dünyasına da atılan
ilk adımlardan biridir. Toplayıcılıktan tarıma
ve ticarete, oradan da toplu yaşamın başka biçimlerine
varan süreç boyunca insan toplulukları, başlangıçta
özel olarak keşfetme ve bilgi üretmeyi meslek
edinmiş bir kesim yaratmamıştır belki ama zaman
içersinde ilkel dinlerin temsilcileri ve sınıflı
topluma doğru geçişte oluşan yönetsel yapılar
belli bir “bilgi arşivi” niteliği göstermeye başlamışlardır.
Bu süreç boyunca herhalde “ihtiyaç keşfin anasıdır”
özdeyişinin doğruluğu binlerce ve binlerce kez
kanıtlanmıştır. Ve yine muhtemelen insanın belli
bir X zamanındaki ihtiyaçları da (daha doğru bir
deyimle onun bu ihtiyacı fark etmesi) aynı zaman
dilimindeki bilgi ve deneyim birikimi tarafından
koşullandırılmıştır. Bir anlamda insan, ilkel
çağlar boyunca henüz doğadan ayrılmış, ayrı bir
varlık olarak kendisinin farkına varmış değildir;
dolayısıyla, ihtiyaçları da, parçası olduğu doğanın
sınırlarını aşmamaktadır. Herhangi bir andaki
beslenme, güvenlik, vb. ihtiyacı, belli bir ilerlemeye
yol açmakta, kuşkusuz bu deneyimler üst üste eklenerek
az çok kalıcı belli bilgiler ve kurallar yaratmakta
ama yine de doğal-anlık ihtiyaçtan bağımsızlaşmış,
sistematik bir keşfetme faaliyeti kendisine zemin
bulamamaktadır. Bu, henüz bildiğimiz anlamda bilim
değildir; merak ve bilgi edinme isteği zaman zaman
rastlantısal biçimlerde pratik gelişmelere yol
açmakta ama bunun ötesinde bir sistematik ortaya
çıkmamaktadır. (*)
Biraz daha yakına doğru gelerek özellikle köleci
toplumun kentlerine ulaştığımızda, artık karşımızda
daha başka bir tablo vardır. Bu dönemde kölelerin
çekilmez yaşamı tartışma götürmez biçimde felakettir
ama öte yanda, dönemin büyük imparatorluklarının
kentleri (en azından Yunan, Roma ve Mısır-Çin
başta olmak üzere büyük Doğu uygarlıkları için
bunu söyleyebiliriz) sanatların ve bilimlerin,
felsefenin serpildiği zeminlerdir. “… insan emeği
henüz zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok
az bir artık sağlayacak denli üretken olduğu sürece,
üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması,
devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin
kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın
kol emeği sağlayan yığınlar ile kendini çalışmanın,
ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra
da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıdaki
ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü temeline
dayanacak, güçlendirilmiş bir işbölümü sayesinde
olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal
biçimi de, köleliğin ta kendisi idi.” (Engels,
Anti-Dühring) Böyle söylüyor Engels ve ekliyor:
“Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat
ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu
olmazdı.”(age)
Üstelik, en önemlisi, deneyim ve bilginin kalıcı
hale getirilmesi için gerekli olan yazı da artık
çoktandır vardır. Yazının keşfi, bu anlamda aslında
bütün insanlık tarihinin belki de en önemli olayıdır
ve daha sonraki bütün bilimsel gelişmenin önünü
açmıştır; çünkü yazı, insan toplumları ve bilgisi
için süreklilik anlamına gelmiştir. Ve tabii,
bütün bunlar, yalnızca Batı uygarlığının temeli
olan Yunanistan’da değil, Doğu’da da (özellikle
Arap dünyası ve Çin’de bir çok konuda daha ileri
atılımlar vardır) gerçekleşmekte, büyük bir bilgi
birikimi gitgide gelişmektedir.
Burada artık “doğal ihtiyaç-doğal keşif” ilişkisi
kısmen ortadan kalkmıştır ve insan zekası, günlük
ihtiyacın baskısından (köle emeği sayesinde!)
kurtularak kendi çevresini ve giderek dünyayı
ve hatta evreni anlama serüvenine atılmaktadır.
Yalnızca Batı’da değil Doğu toplumlarında da etkileri
günümüze kadar uzanan büyük felsefe metinlerinin
bu dönemde yazılmış olması, tiyatrodan şiire dek
bütün sanat dallarında ürünler verilmesi böyle
bir sürecin ürünüdür. Özellikle felsefe alanı,
bir anlamda henüz dünyayı açıklamakta yetersiz
olan bilimin yarattığı boşluğu da doldurmaktadır.
Gelişen ulaşım yolları ve araçları, ticaretin
sağladığı keşifler yavaş yavaş gündemdedir, matematik
ve geometrinin temel kuralları, fiziğin bazı esasları
da bu dönemin ürünleridir. Astronomi, yıldızların
ve evrenin kavranması çabası Doğu’da olsun Batı’da
olsun en büyük merakın konusudur. Bu tarihsel
aşamada artık günlük ihtiyaç değil, daha uzun
vadeli ve daha genel ihtiyaçlar belirleyicidir;
örneğin suyun kaldırma kuvvetinin ve kurallarının
keşfi dolayımlı olarak denizciliğin ihtiyacıdır,
vb. Hatta, insanın bilme ve keşfetme isteği, o
günkü pratik ihtiyaçların da ötesinde bir olgudur
ve sınır tanımamaktadır. Geçerken bir not olarak
belirtelim; bu durum genel olarak da böyledir.
Yani, bilme ve keşfetme çabası, kendi doğası gereği,
üretim ve ihtiyaç süreçlerini birebir izlememektedir,
izlemez. Bu çabanın sürekli olarak mevcut güncel
durumun önünde gitmesi tarihsel bir kural gibidir.
Sonuç olarak -bugünkü bilgi seviyesiyle kıyaslandığında-
antik çağın bilim dünyası henüz son derece yetersiz
bir durumdadır ama (hem Batı’da, hem de Doğu’da)
bir o kadar da cesur ve atılgandır. Denilebilir
ki, insanın dünya ve kendisi üzerine fikir yürütme
kapasitesi bu dönemde, daha sonraları hüküm sürecek
olan Ortaçağ’dan çok daha fazladır. Sözgelimi,
maddenin özü üzerine düşünmek ve “atom” gibi kavramlara
ulaşmak, evrenin kimyasal yapısı üzerine çalışmalar
yapmak, bilimsel-deneysel bilginin mevcut olmadığı
durumlarda bu açığı felsefe ve akıl yürütme yoluyla
kapatmak, dönemin en belirgin nitelikleridir.
Aradan iki bin yıldan fazla bir süre geçtikten
sonra bile, örneğin geometri ve fizik alanında
hâlâ aynı kavramları kullanıyor olmamız son derece
çarpıcıdır. Bugün hâlâ bilimlere ait kavramların
çoğunun Latince kökenli olması, yeni bir keşfin
isimlendirilmesinde de hemen Yunan mitolojisine
dönülmesi rastlantı değildir. Gerçekten de, bugünkü
bilim dünyasının bütün ciddi referans noktalarının
kökleri, (o günkü tezlerin ve sistemlerin bazılarının
yanlışlığı sonradan anlaşılmış bile olsa) Ortadoğu,
Uzak Asya ve Yunan yarımadasındaki bu süreçlerin
ürünüdür.
Daha sonra gelen feodal dönem ve Ortaçağ ise,
pratik bazı keşifler bakımından ileri adımları
barındırsa da, akıl yürütme bakımından çok daha
zayıf görünmektedir. İlk gelişme dönemlerini atlatarak
toplumsal dokuya yerleşen ve giderek mevcut içe-kapalı
feodal statükonun koruyucusu haline gelen büyük
dinler, kuşkusuz bu durumun en büyük sorumlusudurlar.
Söz konusu olan şey tam bir karanlık çağdır. Gerçi,
geçmişte Sokrates de tanrılara hakaret etmekten
cezalandırılmıştır ama bu kez, Ortaçağ’da özgür
akıl yürütmenin karşısında duran güç, Kilise adı
altında karmaşık bir örgütlenmeye ulaşmış devasa
bir tabular ve dogmalar sistemidir; ki aynı şey,
aslında Müslümanlık için de geçerlidir. Hayatın
bütün alanlarını sımsıkı kuşatarak her türden
yeniliği ve gelişmeyi köstekleyen bu mekanizma,
yüzyıllar boyunca insanlığın prangasıdır ve bu
pranga, feodalizmin katı toprak düzeniyle son
derece uyumludur. Öyle ki, Galileo örneğinde olduğu
gibi dünya ve evren üzerine düşünmek bile ciddi
sonuçlara yol açmakta, özellikle engizisyon dönemi
aklı bastıran korkunç bir mekanizmayı harekete
geçirmektedir.
Ancak öte yandan, Ortaçağ’da da derinden işleyen
birikim süreçleri durmamış, ticaret, zanaatlar
ve kentlerin büyümesi hız kazanmış, büyük sömürge
seferleri, bu kez süreci başka yönlerden zorlamaya
başlamıştır. Yeniden Doğuş anlamına gelen Rönesans,
çok yavaş işleyen bir yenilenme süreci olarak
bu anlamda dogmaların kapısının zorlanmasıdır.
Bu dönemde, adım adım gerçekleşen ve referanslarını
yine antik çağdan alan dünyevileşme eğilimi sanat
ve mimari alanlarında kalmamış, politik alanı
ve nihayet bilimi de etkilemiştir. Machiavelli’nin
politikayı dünyaya indirmesiyle Leonardo da Vinci’nin
buluşçuluğu dönemin tipik olgularıdır. Daha doğrusu,
katı dogmalar sistemi ile hayatın bu kalıplar
içine sığmayan dinamik yapısı çelişmekte ve bu
çelişme sanatlar dahil her alanda kendisini göstermektedir.
Ve nihayet -biraz hızlı ilerliyoruz- bütün bunları
aşarak geldiğimiz yer, kapitalizmin şafağıdır,
Aydınlanma ve Pozitivizmdir. Kapitalizmin serpildiği
ve mevcut statükoyu zorladığı burjuva devrimleri
çağına doğru ulaştığımızda, artık bilimlerin bütün
prangaları çözülmüş gibidir. “Burjuvazinin yükselmesine
adım adım paralel olarak bilimdeki müthiş atılım
gelişiyordu. Astronomi, mekanik, fizik, anatomi,
fizyoloji yeniden ele alındı. Burjuvazi, sanayi
üretimini geliştirmek için, doğal nesnelerin özelliklerini
ve doğa güçlerinin etki tarzlarını araştıran bir
bilime ihtiyaç duyuyordu. Bilim ise o zamana dek,
kilisenin -imanın koyduğu sınırları aşmasına izin
verilmeyen- uysal beslemesi olmuştu - kısacası,
o, bilimden başka her şeydi. Bilim kiliseye karşı
ayaklandı; burjuvazinin bilime ihtiyacı vardı
ve ayaklanmaya katıldı.” (Engels, Sosyalizmin
Ütopyadan Bilime Gelişmesi, İnter Y.,s.26)
Böylece yaygın ve güçlü bir ateist çizgi, aklın
ve deneyin her şeyin üstünde tutulması, coşkulu
bir buluşçuluk atmosferi bütün Avrupa’yı bir baştan
bir başa sarmıştır. Rahatlıkla denilebilir ki,
bu dönem bilimin altın çağlarından biridir. Hızla
genişleyen kapitalist üretim gitgide daha fazla
daha fazla bilimsel buluşu, teknolojik ilerlemeyi
teşvik etmekte, bilim insanları geceli gündüzlü
çalışmakta, buhar, elektrik ve petrol gibi enerji
kaynakları gitgide verimlileştirilmekte, bu arada
bilim sadece dar anlamda fabrika üretiminin düzeyini
yükseltmenin ötesinde dinamik ve komplike bir
biçimde gelişmektedir. Örneğin tıp, biyoloji alanları,
astronomi, matematik, fizik, vb. her alanda bir
patlama yaşanmaktadır. Bilimsel keşifler tarihine
şöyle kabaca bir göz attığımızda göreceğimiz şey,
kapitalizmin bu ilk sürecinin (ve özellikle de
1789-1848 döneminin) muazzam bilimsel gelişmelerle
dolu olduğudur. Aynı dönemde Doğu dünyası, özellikle
Müslümanlık dünyası, bir yandan yine buluşçu potansiyelini
korumakta ama diğer yandan da Sünni despotizmin,
fetva düzeninin etkisiyle gecikmiş bir “engizisyon”
dönemiyle boğuşmaktadır. Oysa Avrupa’da sınırlar
aşılmıştır; kapitalizm, bilimi köstekleyen ne
varsa ezip geçmekte, bir yandan dinle yeniden
uzlaşırken diğer yandan onun politik etkinliğini
azaltmaktadır.
Bu, tek tek kapitalistlerin ne istediklerinden
ötede, bilimin doğasıyla ilgiliydi; çünkü bilim,
bütün alanlarda birden gelişebilen, böylece çeşitli
alanların birbirini beslediği bir süreçti. Örneğin,
insanlık tarihinin belki de en büyük buluşlarından
biri olan Evrim Teorisi, A ya da B kapitalistinin
öznel ihtiyacı değildi; ama aynı zamanda o kapitalist
sürecin dolaylı bir ürünüydü. Bu, gerçekten de
çok büyük bir buluştu; çünkü böylece ilk kez,
tarih ve insan ilişkisi tanrısal olmayan bir raya
oturuyor, metafizik dünyanın en sağlam kalesi
yıkılıyordu.
Düşünsel alan ve kültür de bu sürecin tamamlayıcısıdır.
Sonuçta, daha sonradan tekelci kapitalizm tarafından
ne kadar ayaklar altına alınmış olursa olsun,
burjuva aydınlanması, tarihin ön açıcı dönemlerinden
biridir. Akılcılık, bilimin ve deneyin gitgide
daha çok kutsanan üstünlüğü, düşüncenin özgürlüğü
ve dinsel dogmalardan az çok arınması, yeni felsefi
akımlar ve bu arada Marksizm öncesi ilk komünist
teoriler de aynı süreçte karşımıza çıkar. Tanrıbilimden
yavaş yavaş koparak kendi kanatlarıyla uçan toplumbilimler,
sosyoloji, iktisat, antropoloji, giderek materyalist
temellere oturmakta ve farklı ideolojilere, dünya
görüşlerine zemin döşemektedir.
Sonuç olarak, eğer bir dönemlendirme denemesi
yapmak gerekirse, burjuva devrimleri döneminin,
bilimin -antik Yunan’dan sonraki- ikinci altın
çağı olduğunu söyleyebiliriz. Eninde sonunda üçüncü
büyük sıçramayla, komünizmle sonuçlanacak olan
ikinci dönem…
Kapitalizm ve Bilim: Karşılıklı Bir İlişki
Esasında bu süreç, bir yandan çok karmaşık ve
ele avuca sığmaz gibi görünse de (ki öyledir)
bir diğer yandan, salt kapitalist üretim süreci
üzerinden düz olarak bakıldığında oldukça basit
bir işleyişe sahiptir.
Feodalizmin içe-kapalı, durgun kalıplarının tersine
kapitalizm, daha ilk manifaktür sürecinden beri,
sınır tanımaz bir gelişme temposuna sahiptir.
Onun üretme ve yeniden üretme dürtüsünü hiçbir
dogma, hiçbir ahlaki-dini kural, vb. sınırlamaz.
Bugün ürettiğinden bir sermaye birikimi yaratmak,
onu yeniden yatırarak daha büyük bir sermaye birikimine
ulaşmak, teorik olarak kapitalizm için sonsuz
ve sınırsız bir süreçtir.
Başka bir deyişle söylersek, artı-değer sömürüsüne
dayanan kapitalist üretim, bu sömürüyle elde edilen
daha büyük miktardaki sermayenin kâr oranı daha
yüksek alanlara yatırılması esasına dayanır. Yani
sermaye sahipleri nihai olarak kâr oranlarını
artırma yollarını geliştirmek için çaba gösterirler.
Kapitalistler arası rekabet ortamında, bu süreç
sermayenin değerlendirilebilmesi için “aşırı kâr”
elde etme savaşına dönüşür. Kapitalist üretim
biçiminin “kâr oranlarının eşitlenmesi” kuralı
ise kısa vadede her zaman ortalama bir kâr oranı
yaratır. Yani, bir alanda elde edilen yüksek kâr
oranının ömrü sınırlıdır; bir süre sonra, o alandaki
yığılmayla birlikte oranlar düşer ve bir “ortalama”ya
varılır. Oysa sermaye birikimi büyük ölçüde bu
ortalama kârın üstünde “aşırı kârlar” yaratılabilmesine
bağlıdır. Bunun yolu ise daha iyi ve yeni üretim
araçları ve yöntemlerinin geliştirilmesiyle üretim
maliyetlerinde bir düşüş sağlamak, daha mükemmel
makinelerin yardımıyla daha fazla üretmektir.
Bu aşırı kârın kaynağı da daha ucuz işgücü, daha
ucuz hammadde ve teknolojik atılım ve yeniliklerle
verimliliği artırarak “nispi artı-değer”in artırılmasıdır.
Üretimin herhangi bir sektöründeki herhangi bir
firmanın üretim tekniğini geliştirmek üzere gerçekleştireceği
bir teknik yenilik sonucunda sermayesinin organik
bileşimini artırması, diğer firmalar ve diğer
sektörler de aynı teknolojik yeniliği kendi üretim
süreçlerine dahil edene kadar söz konusu öncü
sermaye grubu için ortalamanın üzerinde bir kâr
haddi anlamına gelecektir. Kapitalist ekonominin
tekelci bir yapıda olması temelde bunu değiştirmez
çünkü tekil kapitalistleri aşırı kâr aramaya yönelten
aynı rekabet süreci tekeller arasında da mevcuttur.
Tekel konumu sadece kâr oranlarının eşitlenme
sürecinin daha uzun sürmesini sağlayabilmektedir.
Bütün bunlar, kolayca anlaşılabileceği gibi, bilimi
üretimin hizmetine koşmadan gerçekleştirilmesi
mümkün olmayan şeylerdir.
Elbette işleyişe böyle tekil kapitalistin penceresinden
bakılınca yine de her şey gereğinden fazla basit
görünür; oysa aslında durum daha karmaşıktır.
Yani salt tekil kapitalist açısından bilimle olan
ilişki, örneğin sadece daha yetkin bir dokuma
makinesinin keşfi ve üretimi gibi görünebilir;
sadece buradan baktığımızda tıptan matematiğe,
kimyadan parçacık fiziğine kadar uzanan bilimler
dünyasının genel gelişmesinin dürtülerini anlayamayız.
Tekil bir kapitalist patron, kendi dar evreninden
baktığında bu genel bilim havuzunu değil, fabrikasının
ihtiyacını görür. Bu havuzun diğer ürünlerini
ya televizyon haberlerinden izler ya da kendisi
örneğin bir hastaneye gittiğinde yeni bir cihaza
bakarken fark eder, vs… Oysa gerçekte bilim dünyası
bizim ilk anda göremediğimiz binlerce içsel bağlantıya
sahiptir. Yani matematiğin bugün yüzlerce alt
dala ayrılmış büyük havuzu ya da yeni alaşımları
deneyip duran kimya laboratuarları, belki ilk
anda ve doğrudan değil, ama nihai olarak ve dolayımlı
bir biçimde o söz konusu dokuma makinesinin yetkinleştirilmesiyle
ilgilidir. Bilimdeki gelişme sadece önceden tercih
edilmiş bir X alanında yaratılamaz, bir alandaki
A keşfi, diğer alanlardaki başka ilerlemeleri
tetikler, zaman zaman alanlar birbirine karışır
ve ortaya genel, kompleks bir ilerleme tablosu
çıkar. Hatta, örneğimizdeki dokuma makinesi bakımından
hiçbir yere oturmayan tıp biliminin gelişmeleri
ya da toplumbilimler de aynı kompleksin içindedir.
Ayrıca, yine dokuma makinesiyle hiç ilgili görünmeyen
felsefi tezler, akıl yürütme biçimleri, vb. de
dolayımlı olarak pozitif bilimler alanına etki
ederler. Ve tabii, bilimin, bilme ve keşfetme
isteğinin tekeller tarafından bile tümüyle sınırlanamayan
kendi doğası da vardır ve sürece bu öğe de dahil
olur. Sonuç, tek kapitalistin öznel isteği ne
olursa olsun, bütün alanlardaki genel bir ilerlemedir.
Ama yine de yukarıda temel kurallarını verdiğimiz
kapitalist işleyiş, sürecin belirleyicisi ve ilk
tetikleyicisidir: Kâr oranlarının ve sermaye birikiminin
artırılması…
Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı zamanlardan başlayarak
bütün serbest rekabet çağı boyunca bilimle her
zaman sıkı bir yol arkadaşlığı yapması, onu kullanarak
yolunu açması bu bakımdan anlaşılabilir bir şeydir.
Rekabet çağı burjuvasının bilimi kutsaması, bilimin
önünü açacak olan düşünce özgürlüğünü savunması,
bilimi köstekleyen dinsel dogmalara karşı savaşması,
bu açıdan bakıldığında son derece doğal görünür.
Serbest rekabet çağı, her gün acımasızca devam
eden bir savaş ortamıdır; her an yeni bir unsurun
sürece katılarak ortalığı alt üst etmesi ve merdivenleri
tırmanması, bir başkasının aşağılara düşmesi,
yeni bir makineyle bir üretim alanının altın yumurtlayan
tavuk haline gelmesi ve belki bir başka alanın
aynı nedenle çöküp harabeye dönmesi, vb. vb. bu
süreçte günlük olaylardır. Dolayısıyla, genel
olarak burjuvazinin bu dönemdeki bilim tutkusu
yoğundur; hatta bu dönemdeki büyük kapitalistlerden
bazılarının bizzat bilimle uğraşması ve keşiflerde
bulunması sık rastlanan bir olgudur. Bu süreçteki
tek tek patronlar, elbette artık 1789’ların devrimci
düşüncelerinden fersah fersah uzaktadırlar; ama
hayat materyalisttir. Daha doğrusu, artık onlar
fabrikanın kapısından içeri girerken giydikleri
mucit gömleği ile en koyu Katolik Pazar ayinlerini
bir arada yürütmenin yolunu bulmuşlardır.
Tekel Çağı: Büyük Adımlar ve Çelişkiler
“Sümerler tekerleği buldular, Appius Claudius
su hatlarını, Mösyö Papin de buhar basıncıyla
çalışan kabı, düdüklü tencereyi buldu. Leonardo
da Vinci, bir sanatçı olarak ün kazandı ama bir
araştırıcı olarak değil. Onun zamanında çok ileri
görüşlü kişiler ateşte yakılırlardı. Bugünün araştırıcıları
ve bulucuları için çok şükür böyle bir tehlike
kalmadı. Fakat zaman daha uygun ve olgun değilse,
en iyi düşüncelerin bile pek bir değeri yoktur.”
1970’li yılların başında Bilim Teknik dergisindeki
çeviri makalelerden biri böyle başlıyordu. Ve
şöyle devam ediyordu makale: “Eskiden küçük bir
odada yıllarca tek başına bir şey bulmak için
uğraşan adam artık tarihe karıştı. Bilimin sınırları
artık öyle genişledi ki artık onu kapsayabilmek
için bir tek beyin kafi gelmiyor. Ekip halinde
çalışan laboratuarlar, araştırma büroları, beyin
tröstleri onun yerine geçti. (…) Ancak bilim adamının
bodrum ya da çatı katının yalnızlığından alınması
ve işbölümü esasına uygun çalışan bir ekibin ortasına
getirilmesi, onun acemi bir çok insana ve kamu
kaynaklarına bağımlı kalmasına sebep olmuştur.
Hiçbir buluş vergi torbalarından veya endüstri
kasalarından yardım olmaksızın seri halinde uygulanabilecek
duruma gelemez. (…) Fikirlerin daima büyük bir
geleceği vardır. Fakat bilimsel araştırmanın üzerine
aldığı çalışmalardan ancak yüzde 35-50 kadarı
pratik uygulamaya kadar gelebilmektedir. Kendi
kendine bir şey bulan adam artık ölmüştür.”
Yukarıdaki sözler, tekelci kapitalizm çağının
bilimle ilişkisi bakımından son derece açıklayıcı
itiraflardır. Yeterince dürüst değil belki ama
en azından iyi bir özet!
Gerçekten de tekelci kapitalizm çağı, bilimle
ilişkisi bakımından çok karmaşık bir tabloya sahiptir.
Yukarıdaki makale yazarının “araştırmanın çapının
büyümesi”ne bağlayarak masumlaştırmaya çalıştığı
“bağımlılık” durumu, bilim açısından emperyalist
çağdaki en önemli sorundur.
Tekelci kapitalizm, büyük uluslararası sınai-mali
tekellerin her alandaki kesin egemenliği, kuşkusuz
rekabeti tümüyle sona erdirmemiştir. Ama artık,
üretimin ulaşmış olduğu seviye ve alanların kesin
biçimlerde paylaşılmış olması, tek tek “sivri
zekalı” girişimcilerin bireysel sıçramalarının
önünü tıkamış ve geçmişte günlük yükselişler ve
düşüşlerle karmaşık biçimde yürüyen kapitalist
düzene bir “nizam” ve “intizam” getirmiştir; daha
doğrusu, kapitalizmin bunalımı genel ve sürekli
hale dönüşmüş, tarihsel gelişmenin önünü tıkayan
kapitalizm, basit devrevi krizlerden çok daha
derin bir başka krizi ortaya çıkarmıştır.
Bu, üretim düzeninin ihtiyaçlarının genişlemesiyle
birlikte, aslında bilimin büyük sıçramalarına
zemin hazırlayan bir durum olmuştur. Tekeller,
bu dönemde bilim ve teknoloji dünyasını büyük
oranda sistematize etmişler, ona geçmişte görülmemiş
imkânları sunmuşlardır. Büyük araştırma laboratuarları,
yüzlerce bilim insanını bir araya getiren ajanslar
ve merkezler, sonuçların kaydını gerçekleştiren
merkezi patent enstitüleri, devlet ve kamu olanaklarının,
kurumlarının bilimin hizmetine açılması, üniversitelerin
desteklenmesi, vs., vs… Öte yandan, aynı dönem,
bilim insanları açısından geçmişte asla mevcut
olmayan bir güvenli gelir düzeyi ve konfor yaratmıştır.
Yeteneklerini burjuvazinin emrine sunmak koşuluyla
bilim insanı, -çatı katında mevcut olmayan- güvenlik
ve zenginliğe sahip olmuştur.
Bir yanından bakıldığında bütün bunlar, makul
ve gerekli gibi de görülebilir. Kuşkusuz, gelişkin
bilimsel araştırmanın doğası, özellikle çetrefil
keşif alanları bakımından, çok sayıda bilim insanının
kolektif çabasını gerekli kılmaktadır ve bu çalışmaların
toplulaştırılarak merkezileştirilmesi akla yakın
bir uygulamadır. Ama burada sorun işte tam da
tekelci kapitalizmin kendi doğasıyla ilgilidir.
Tekelci kapitalizm, bilimin bütün alanlarda gelişmesi
için muazzam olanaklar sağlamıştır. 1800’lerin
sonundan bugüne kadarki süreci, (felaketlere ve
savaşlara, vb. bir anlığına gözümüzü kapatarak)
bilimin evrensel başarıları ve hatta günlük hayatımız
açısından şöyle bir irdelediğimizde, doğrusu gözlerimizin
kamaşmaması mümkün değildir. Hatta bazen daha
kısa zaman dilimlerinde bile (örneğin son yirmi
yıl gibi) çok etkileyici gelişmeler yaşanabilmektedir.
Yani tekelci kapitalizmin tarihsel olarak üretici
güçlerin engeli haline gelmiş olması, onun durağan
bir sistem olduğu anlamına gelmez. Aksine o, on-yirmi
yıllık belli periyotlarla küçük ya da büyük sıçramalar
gösteren bir sistemdir.
Ancak sorun şuradadır ki, bu sistem, kapitalizmin
en temel kuralı olan özel mülkiyet ve kâr sistemi
üzerine kuruludur. Üretimin toplumsallığı ile
üretim araçlarının ve ürünlerin özel mülk olması
arasındaki çelişki, tekel çağında zirve noktasını
yaşar; çünkü artık geriden gelip sınıf atlama,
sıfırdan başlayıp bir yerlere gelme olanakları
da büyük ölçüde tıkanmıştır ve bütün servetler
ve mali, politik, vs. güçler sayıları bütün dünyada
yüzlerle ifade edilebilecek kadar az sayıda insanın
elinde toplanmıştır.
Bu, bilimin de kaderini belirleyen bir olgudur.
Geçmişte herhangi bir bilim alanını “yararsız”
bulan ve “boş yere para harcamak” olarak değerlendiren
tek bir burjuva, sonuç itibarıyla istisnai bir
olaydır. Bilim, onun para yatırmayı tercih etmediği
alanlarda da şöyle ya da böyle gelişir. Sonuç
itibarıyla “çatı katında” saçı başı dağınık halde
keşifler peşinde koşan adam, olağanüstü kaynaklar
(ve kendisine sağlanmış kişisel konfor) olmadan
da bir yere kadar işini yürütmektedir. Hatta öyle
ki, bugün sonuçlarından yararlandığımız bilimsel
buluşların çoğunda kapitalistlerin ilk tepkileri
tek kelimeyle “hödükçe”dir. Bu “çılgınca” buluşların
üretime yansıması için bazen on-yirmi yıl geçmesi
gerekmiştir. Ama ne olursa olsun, sonuçta bilim
alanı, rekabet çağında henüz tümüyle kontrol ve
denetim altında değildir; bu alan henüz büyük
fonlara ve büyük binalara, kurumlara da ihtiyaç
duymamaktadır.
Tekelci kapitalizm, bilim dünyasına işte bunları
sağlar; ama tam bir ücretli kölelik karşılığında!
Manifesto’da “burjuvazi, doktoru, avukatı, rahibi,
şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna
getirdi” diye tarif edilen durum budur. Marks’ın
bir başka yerde, Grundrisse’de belirttiği aşama
da aslında tekel çağına denk düşer: “... makineleşmenin
bu doğrultuda gelişimi ancak büyük sanayi yüksek
bir aşamaya ulaştığında ve bütün bilimler sermayenin
hizmetine koşulmak zorunda kaldığında; ve mevcut
makinelerin zaten çok büyük olanaklar sunduğu
aşamada gerçekleşmektedir. Bu andan itibaren icat/yenilik
artık bir iş haline gelir ve bilimin üretime doğrudan
uygulanması bilimi hem belirleyen hem de teşvik
eden bir unsur haline gelir.”
Üstelik, çoğu kez burjuvazi, bu büyük masrafların
yükünü de kendisi üstlenmekten kaçınır. Bugün
bile ABD’de (bütün o devletçiliğe karşı laflara
rağmen) bilim-araştırma merkezlerinin neredeyse
yüzde altmışa yakını kamu fonlarına bağlıdır ve
bunların da çoğu askeri fonlardır. Kuşkusuz tekellerin
kendi merkezleri de vardır; ama onlar daha ağırlıklı
olarak rakiplerini geride bırakacak özel alanlara
yöneliktir ve şirketler özellikle teknolojik buluşların
zeminini döşeyen çalışmaların masrafını üstlenmek
istemezler.
İşler bu aşamaya geldiğinde artık bilimin geliştirilmesi,
tekellerin çıkarlarına bağlanır. Bunun pratikteki
anlamı, binlerce bilim insanını istihdam eden
ajansların, merkezlerin, tekel kârlarını yükseltecek
alanlara ve emperyalist devletin askeri, vs. amaçlarına
yöneltilmesidir. Yani tekeller, teknolojiyi geliştirmek
için bütün kapıları açarlar ama yapılan işi de
asla bilim insanlarının keyfine bırakmazlar. Bütün
ücret ve konfor sistemleri buna göre düzenlenir;
“boş işlerle” uğraşan araştırmacılar “ilgisizlik”
yöntemiyle cezalandırılır, bazı hallerde yapılmış
keşifler yıllarca kasalarda kilitlenir, vs. vs…
Yine de bireysel mucitlere kapılar bir ölçüde
açıktır; tekeller kendi deneyimleriyle bilirler
ki, bazen bu “bağımsızlar” alanından da iyi işler
çıkar ve onları da kollamak, ortaya çıkan her
ciddi gelişmeyi hızla kontratlara bağlamak gereklidir.
Sonuçta, bilim insanı olarak sizin geleceğiniz,
çocuklarınızın hayatı, vs. sürece ne kadar uyumlu
olduğunuza bağlanır.
Burada kullanılan anahtar kavram, “buluşun ekonomik
-ya da daha kibarca söylenirse uygulanabilir-
olması”dır. Gerçek pratik hayatta bu “ekonomik
olma-olmama” halini belirleyen şey ise onun üretim
sürecine az bir maliyetle sokulup sokulamadığı,
yani kâr getirip getirmediğidir. Örneğin yeni
bir yakıt türünün geliştirilmesi, bütün sistemin
yeni yakıta göre düzenlemesinin kârlı ve “ekonomik”
olup olmadığına bağlıdır. Örneğin bir ilaç türünün
keşfi, yine onun üretim maliyetinin yüksek olup
olmamasına göre değerlendirilir; nihai olarak
süreci belirleyen olgu, ilaca duyulan ihtiyacın
yüksekliği değil, onun seri üretiminin firmaya
getireceği yük, yani kâr oranının yüksek olup
olmadığıdır. Örneğin, bilim insanları yıllardır
sanayi üretiminin atıklarının doğaya zararsız
hale getirilmesi için çalışırlar; ama bu yüzlerce
projenin kaderi her zaman onların burjuvaziye
getireceği maddi külfetle belirlenir, vs. vs…
Böylece varılan yer, bilimin kabaca engellenmesi
değil, uygun araçlar ve yöntemler kullanılarak
yönlendirilmesidir. Pratikte nihai olarak kâr
oranlarının yükseltilmesi esasına dayanan bu yönlendirme
ise onun sınırsız gelişme dinamiklerinin köreltilmesinden
başka bir anlam taşımaz.
Ki bu kadarı, yalnızca işin üretim-kâr oranı çerçevesindeki
bölümüdür. Bilimin yönlendirilerek önünün kesilmesinin
daha görünür ve daha çarpıcı boyutu ise onun doğrudan
doğruya yararsız (daha doğrusu zararlı!) alanlara,
örneğin savaş mekanizmasına kaydırılmasıdır. Binlerce
bilim insanının enerjisini ve toplumsal kaynakların
devasa büyüklükteki miktarlarını “insan öldürme”
sanatının emrine veren tekelci kapitalizm, böylece
son derece somut bir biçimde bilimin özgür gelişmesinin
önünü keser, onu dar bir alanda kısırlaştırır.
Emperyalizmin önceki bunalım dönemleri de bu temel
işleyişe tabi olmakla birlikte, özellikle III.
Bunalım Dönemi, bilimin emperyalist askeri mekanizmaya
bağlanması bakımından adeta bir zirve noktasıdır.
ABD askeri bütçesi, yalnızca 1950 yılında 13 milyar
dolardan 54 milyar dolara fırladığında, bu artık
bir sürekliliğin ifadesidir ve daha sonraları,
Mahir Çayan yoldaşın da dediği gibi, “İç pazarın
daralması karşısında, talep yetersizliğine Yankeelerin
bulduğu formül, ekonominin daha fazla askerileştirilmesi
formülüdür.” Bunun bilim ve teknoloji açısından
pratik anlamı ise, Savunma Bakanlığı bütçesinin
aslan payının her zaman üniversiteler ve laboratuarlara
gitmesiydi. Ve tabii ki ağırlıklı olarak nükleer
silah araştırmalarına! 1980’lerde pek meşhur olan
Pershing füzelerinin bir tekinin parçalarının
yapımında 600 Amerikan şirketinin rol aldığı düşünülürse
tablo daha iyi anlaşılabilir...
Böylece 1946 ile 1991 arasında ABD’deki kolej
ve üniversitelerin bütçeleri yirmi kat artmış,
aynı dönemde elli büyük üniversitenin gelirleri
içindeki devlet payı yüzde 5’ten, yüzde yirmilere
kadar çıkmıştır. Artık Harvard ve Masachussets
Teknoloji Enstitüsü (MIT) gibi en büyük üniversiteler
doğrudan CIA ile birlikte komünizme karşı casusluk
projeler içinde yer almakta, çeşitli vakıflar
tarafından yönlendirilen araştırmalar birbirini
izlemektedir; örneğin Ford Vakfı, 1952-1964 arasında
138 milyon doları sırf halk ayaklanmalarına karşı
ne yapılabileceği sorusuna yanıt bulmak için “bilim”in
emrine vermiştir. 1964’te patlayan Camelot Projesi
skandalı, bunun en tipik örneğidir. Üniversitelerde
antropologlar ve toplumbilimcilerden oluşan bir
“bilim” ekibini oluşturan ABD ordusu, bu projeyle
yeni-sömürge ülkelerdeki isyanların bastırılma
teknikleri üzerine bir çalışma yapmayı amaçlıyordu.
Örnekleri fazla uzatmadan kısaca denilebilir ki,
tekelci kapitalizm çağında bilim, yalnızca kapitalist
ekonominin ihtiyaçlarıyla belirlenen bir pranga
içinde değildir. O, aynı zamanda, bu emperyalist-kapitalist
işleyişin doğrudan sonucu olan militarizm tarafından
da kuşatılmıştır. Bu ise, 1789’lardaki büyük düşlerin
köreltilmesi, “evrensel mutluluk” projelerinin
çamura bulanarak kirletilmesinden başka bir şey
değildir.
Genel Sonuç: Bir Yüzyılın Kaybı
Sonuç olarak denilebilir ki, bilim açısından emperyalist
dönem, harikalar ve felaketler dönemidir; kapitalizmin
bilim alanındaki derin çelişkisi bu dönemde zirve
noktasına ulaşır.
Yeniden kısaca özetlersek eğer, 1800’lerin son
çeyreğinden bu yana, ama özellikle de 20. yüzyıl
boyunca hüküm süren tekelci kapitalizm, bir yandan
büyük teknolojik atılımlara imza atarken, diğer
yandan da insanlığın üretici güçlerini ve bilimi
hem kısıtlamış hem de zaman zaman düpedüz imha
etmiştir.
Burjuva ideologların her fırsatta övgüye boğdukları
bu gelişme temposu, her şeyden önce yüzyıl boyunca
bilimin enerjisinin yarıdan fazlasını, hatta zaman
zaman tümünü askeri alana, yani öldürme araçlarına
yöneltmiştir. Ve bu hiçbir biçimde Hitler gibi
adamların çılgınlığıyla açıklanabilir bir durum
değildir. Yüzyıl boyunca bütün emperyalist ülkelerin
sanayisi, her zaman gırtlağına dek askeri siparişlerin
içinde yaşamıştır ve tekellerin kasaları bu kirli
parayla dolmuştur.
Doğrusu insanlığın temel ihtiyaçları bakımından
geçtiğimiz yüzyıl, savaş araçlarına ayrılan paranın
onda biriyle bile yapılabilecekleri yapamamış
bir yüzyıldır.
Bu anlamda, bu süreç, bir gelişme efsanesi değildir.
İçinden büyük proleter devrimleri ve sosyalizmi
çıkardığınızda, geriye kalan tablo, bir yanıyla
ışıltılı ve göz kamaştırıcı, diğer yanıyla ise
karanlık ve vahşidir. Tek tek parçalarının ötesinde,
genel tarihsel planda 20. yüzyıl, insanlığın bilimsel
birikiminin sınırsızca yükseltildiği değil, tüketildiği
bir yüzyıl olmuştur.
Çeşitli tarihsel süreçler, başka bir deyişle emperyalizmin
bunalım dönemleri, kuşkusuz bilimler alanında
da kendi izdüşümlerini yaratmış ve deyim yerindeyse
her yeni tarihsel süreç, yeni üretim tekniklerine
yol açan sıçramalarla karakterize olmuştur. Bir
süreç, Fordist iş tekniğinin seri üretim araçlarına
ve bant sistemlerine, vb. yoğunlaşırken, bir diğer
süreç iletişim ve ulaşım patlamasını yaratmış,
diğer bir süreçte ise mikro teknolojiler çağı
açılmıştır, vs. vs… Bu anlamda, zaman içersinde,
yazımızın en başında aktardığımız tahminlerden
bazıları da gerçekleşmiştir. Ama her zaman, kendi
karşıtlarını da içinde taşıyarak! Dünyayı olağanüstü
düzeyde “küçülten” iletişim teknolojileri, diğer
yandan tarihin en “iletişimsiz” ve en yalnız insanını
yaratmış, bilginin “yayılması” ile cahilliğin
ve sığlığın artışı el ele yürümüş, hastalıkları
tedavi eden tıp ile hastalıkları yaratan çarpık
sanayi-kentleşme ilişkisi bir arada var olmuştur,
vb…Bir yanda gezegenlerde su ve yaşam belirtileri
araştırılırken, diğer yandan yüz milyonlarca insanın
temiz su bulamadıkları bir yüzyıldır yaşadığımız.
Bir yanda binlerce bilim insanı genetik üzerine
muazzam araştırmalar yapmakta, diğer yanda ise
milyonlarca çocuk, en basit, en ilkel hastalıklardan,
hatta düpedüz açlıktan ötürü ölmektedirler. Üstelik
emperyalist soygun, yüzyıl boyunca dünyanın önemli
bir bölümünü öylesine talan etmiştir ki, milyarlarca
insanın yaşadığı bu sömürgeler ve bağımlı ülkelerin
iç dinamikleri körelmiş, kendi bağımsız gelişme
potansiyelleri engellenmiştir. Kuşkusuz buna bilimler
alanı da dahildir. Zaman içersinde, bunalım dönemlerine
göre bağımlılık ve sömürü ilişkileri değişse de
bağımlı ülkelerin gelişmesini önleyen soygun düzeni
sabit kalmıştır ve bu soygunun en önemli unsurlarından
biri de beyinlerin sömürülmesidir. Bu ülkelerin
ekonomik-politik-sosyal ve kültürel gelişmesinin
önünü kesen emperyalizm, böyle bir gelişmenin
motor gücü olabilecek bilim unsurlarını da bir
yandan sakatlamış, diğer yandan da “beyin göçü”
yoluyla kendi bünyesine aktarmıştır.
Ekoloji bakımından ise tekelci kapitalizmin 20.
yüzyılı, dünyayı bir felaket noktasına sürüklemiştir.
Yeni enerji kaynaklarının keşfine yönelen bilimin
önü her aşamada şu ya da bu şekilde kesilmiş,
tekellerin açgözlülüğü bu alandaki ilerlemenin
önünü keserek petrole bağımlı düzenin devamını
sağlamıştır. Diğer yandan savaşlar başta olmak
üzere her yoldan tahrip edilen doğa ile insan
arasındaki ilişki koparılmış, kapitalist anarşi
ve kâr hırsı, bu ilişkiyi geri dönülmesi oldukça
zor bir kaos içine sokmuştur.
Ve kuşkusuz, bütün bu süreçlerin düşünsel alandaki
karşılığı katıksız bir gericilik olmuştur. Tekelci
kapitalizm, başka bir dizi şeyle birlikte, 1789’un
“Aydınlanma” ve “Aklın Üstünlüğü” gibi unsurlarının
da geride bırakılması anlamına gelmiştir. Emperyalist
çağda burjuvazi, devrimci barutunu sadece ekonomik
ve politik alanda yitirmemiştir; düşünsel alanda
da gericilik bu süreci izlemiştir. Kapitalizmin
şafağındaki “düşünce özgürlüğü” havası sönüp gitmiş,
demokrasi çöpe atılmış, bilimsel araştırmanın
olmazsa olmazı olan özgürlük, baskı ve satın alma
yollarıyla ortadan kaldırılmıştır. En büyük teknolojik
sıçramalarla en büyük gericilik ve şovenizm, vb.
dalgalarının aynı süreçlerde görülmesi tekelci
dönemin tipik özelliğidir.
Bağımlı ülkeler coğrafyasında ise durum tam anlamıyla
felakettir. Bu ülkelerdeki emperyalist varlık,
her zaman kanlı bir baskı ve en gerici düşüncelerin
desteklenmesi anlamına gelmiştir. Emperyalizm,
bir yandan bu ülkeleri iliğine kadar soyar ve
böylece iç dinamiklerini köreltirken, diğer yandan
ise bilimin en azılı düşmanı olan dinsel gericilikle
işbirliği yapmış; bir yandan “bilimin üstünlüğü”
vaazları verilirken, diğer yandan ise bu ülkelerde
“elifi görse mertek sanan” en gerici, en kanlı
diktatörler el üstünde tutulmuştur.
Sonuç olarak toparlarsak eğer, tekelci kapitalizm
çağı ve özel olarak 20. yüzyıl, çelişkiler yumağıdır.
Bu yüzyıl, insanlığın bilimsel hazinesine büyük
katkılarda bulunmuş ama öte yandan bu gelişmenin
muazzam iç gücünü sakatlamış, onu varabileceği,
varması mümkün olan sınırların çok gerisinde tutmuştur.(**)
Yeni Bin Yıl-Yeni Tarihsel Süreç
21. Yüzyıla geldiğimizde ise, artık yeni bir tarihsel
sürece de adım atmış olduk. 1980’lerden başlayarak
1990 miladıyla şekillenen yeni tarihsel süreç,
hem kapitalizmin içsel işleyişinde, hem de genel
olarak emperyalist hegemonya düzeninde kapsamlı
değişimlerle karakterize oldu. Dünya bu milat
sonrasında, her cephede kapsamlı ve çarpıcı değişiklikler
yaşadı. Her yeni tarihsel süreçte olduğu gibi
bu dönemde de dünya tablosunun bütün unsurları
yerinden oynadı ve yeniden biçimlendi. Neoliberal
vahşi kapitalist düzen, sınırsız emperyalist soygun/hegemonya
ve postmodern gericilik bu yeni sürecin başlıca
ayaklarıydı ve kuşkusuz bu yeni süreç, sosyalist
hareketin zayıflamasından sınıfın yapısının parçalanmasına
dek bir dizi alanda başka sonuçlara da yol açtı.
Doğal olarak böyle bir kapsamlı değişim, bilimler
dünyasında da karşılığını buldu ve her yeni sürece
yeni bir bilimsel-teknolojik sıçramanın denk düşmesi
geleneği bu kez de bozulmadı. Her şeyden önce,
yeni süreç tekelci kapitalist üretimin sektörlerinde
bir değişim anlamına geliyordu; “kapitalist sanayinin
yeni ve bu nedenle daha yüksek kar oranlarına
sahip üretim sektörleri (mikro-elektronik, biyo-teknoloji,
bilişim sektörleri) temelinde dünya ölçüsünde
yeniden yapılandırılması, bunların kapitalist
sanayinin hegemonik sektörleri haline getirilmesi…”
(SB, Sayı: 1) sürecin başat unsurlarıydı. Bugün
dünyanın en zengin adamının petrol ve otomobil
devlerini geride bırakan bir bilgisayar patronu
olması elbette rastlantı değildir. Ayrıca aynı
süreç, standart kitle üretiminden parçalanmış
iş alanlarına geçiş anlamına da gelmiş, işletme
düzeyindeki taşeronlaştırma, uluslararası işbölümü
düzeyinde de uygulanmıştır. Bu ise dünyanın önemli
bir bölümünde sanayi üretiminin çökertilmesine
bağlı olarak bilimsel teknolojik gelişmenin de
kısırlaştırılması anlamına gelmiştir.
Yani denilebilir ki, yeni süreç, bir yandan bir
dizi teknolojinin sıçrama yapmasına neden olmuş,
diğer yandan da bilgiyi olağanüstü düzeyde merkezileştirerek
bilimin genel olarak serpilip gelişmesi ve yayılması
konusunda tıkayıcı bir etki yapmıştır.
Pratikteki sonuçlar ise şöyle özetlenebilir:
a) Bilim ve Teknoloji: AR-GE Kavşağında Ayrılan
Yollar
Yukarıda sözünü ettiğimiz yapısal değişikliklerin
de bir sonucu olarak yeni tarihsel sürecin bilim
üzerindeki en önemli etkisi, bilimin genel atmosferinin
ve bütünlüğünün artık tümüyle sakatlanması ve
özel bir alan olarak “teknoloji”nin adeta bilimin
tam kendisiymiş gibi dayatılmasıdır. Bu şüphesiz
tümüyle yeni bir süreç değildir; salt günümüze
ait bir olgu da değildir. Ancak, tekelci kapitalizmin
doğasında ve mantığında hep var olan böyle bir
ayrım, yeni tarihsel süreçte (postmodernizmde
de felsefi ifadesini bularak) başat unsur haline
gelmiştir. 20. yüzyılın son çeyreğinden bu yana
kullanılan bir deyim olarak AR-GE (Araştırma-Geliştirme)
kavramı, hem gerçek, hem de simgesel olarak bilimin
bütünlüklü yapısının kırılması anlamına gelmiştir.
Kuşkusuz, bir açıdan bakılırsa bilim, insanlık
tarihi boyunca nihai olarak maddi varlıkların
üretimi sürecine hizmet eden bir işlev yüklenmiştir.
Yani insanlar, bilme ve keşfetme yoluyla yeni
şeyler üretmeye yönelmişlerdir. Ancak bu, bilim
kavramının tek tanımı ve tek işlevi değildir;
bilim, sadece bir üretim teknolojisi değildir.
Bilim, genel olarak araştırma, bilme ve bu bilgiyle
dünyaya müdahale etme, onu değiştirme eylemidir.
Nihayetinde, her dönem değişik biçimler altında
ortaya çıksa da onun her zaman genel bir atmosferi,
bütün dallarını, alt disiplinlerini birbirine
bağlayan diyalektik-felsefi zeminleri vardır.
Aristo’nun klasik teorisinde, theroia (kuramsal
bilgi), poiesis (üretim bilgisi-teknoloji de denilebilir)
ve praksis (daha karmaşık olarak insan iradesini,
ahlakını, tercihlerini de kapsayan eylem alanı)
üçlemesi vardır.
Burjuvazinin, tekelci çağın başından beri yaptığı
ama günümüzde en olgun biçimine ulaştırdığı şey
ise bütün bu “eski püskü” ayrımları ortadan kaldırmak,
özellikle işin insan yararı ve geleceği ile ilgili
olan praksis bölümünü tasfiye etmek ve bütün bunların
yerine “teknoloji”nin tartışılmaz egemenliğini
koymak olmuştur. Öyle ki, bugün artık bütünsel
anlamdaki bilim kavramının yerini yavaş yavaş
“AR-GE” kavramı almış, “teknoloji” kavramı, genel
olarak bilim kavramının yerine de kullanılmaya
başlanmış, bir anlamda bilimin içinden “ona zarar
veren”(!) ahlaki, insani, vb. unsurlar ayıklanmıştır.
Gerçi, evet, çatı katındaki kişisel “mucit”in
sonu, daha uzun yıllar öncesinden bilimin bütünlüğünün
sakatlanması anlamına gelmiştir; ama bugün olan
şey, artık tümüyle köprülerin atılmasıdır. Daha
toparlayarak söylersek, toplumbilimleri ile doğa
bilimleri arasındaki bağı çoktandır koparan kapitalizm,
zaman içersinde adım adım bütün bilim dalları
arasındaki diyalektik ilişkiyi kırarak her disiplini
kendi dar alanına hapsetmiştir. Bu çerçevede oluşan
AR-GE kavramı, bir “üretim bilgisi”ni bize anlatır.
Yani AR-GE, üretimin nasıl daha fazla geliştirilebileceğini,
üretilenlerin hangi pazarlama, vb. tekniği ile
satılabileceğinin bilgisidir; bilim ise genel
bir dünya kavrayışıyla bağlantılı olarak söz konusu
üretimin sonuçları da dahil olmak üzere bütün
sürecin ele alınmasıdır. Örneğin AR-GE, üretimi,
bilim ise üretimle birlikte çevreyi, insan doğasını,
kentin yapısını, vb. vb. düşünür. AR-GE parçayı,
bilim ise bütünü görür, vb. vb…
Kolayca anlaşılabileceği gibi, postmodern gericilik,
bu ayrışma ile tümüyle uyum içersindedir; onun
teorik arka planıdır. Postmodernizmin bütün olan
her şeye yaptığı saldırı ve diyalektik ilişkiye
olan husumeti, tam da burada ifadesini bulur.
Bu, aynı zamanda düpedüz politik bir olgudur.
Çünkü, “bilim insanı”ndan farklı olarak “AR-GE
elemanı” üretim sürecine hakim olan sermaye sahibi
güçle daha bağımlı bir ilişki kurmakta, giderek
işletmenin “yönetici elemanı” haline dönüşmektedir.
Ajanslara, araştırma bürolarına ya da doğrudan
doğruya tekelci işletmenin kendisine kontratla
bağlı olan AR-GE elemanı, doğal olarak ahlaki,
vicdani fikirlerini bir kenara koymakta, yalnızca
kontrat hükümlerine göre davranmaktadır.
b) Alanların Ayrışması, Dar Kafalılık
Bu ayrışmanın genel karşılığı ise, bilim dünyasının
giderek çok daha fazla alt disipline ayrışması
ve bu disiplinler arasındaki bağın kopmasıdır.
Çok genç yaşta yitirdiğimiz bir yoldaşımızın konuyla
ilgili bir yazısında söylediği gibi; “Günümüzde
bilim alt dallarına ayrılarak parçalanmıştır.
Yani dal ağaçtan kesilmiştir. Başka bir deyişle
ortalık dallarla doludur; ama ortada ağaç yoktur.
Bunun içindir ki günümüzde bilim dallarından söz
etmek mümkün değildir. Söz edebilmemiz için bilim
dalları arasındaki diyalektik ilişkinin varolması
gerekir.” (Erdal Altınöz, Granma, 3. Sayı) Kuşkusuz
hayatın zenginliği karşısında bilimin de kendi
içinden bir alan zenginliği yaratması ve özel
alanlara özel bir bilgi düzeyiyle yaklaşması kaçınılmazdır.
Ama burada söz konusu olan şey, alanlar arasındaki
bağın koparılması ve dar uzmanlıkların genel bir
cahilliğe yol açmasıdır. Fikret Başkaya’nın yerinde
deyimiyle “Daracık bir alanda uzman olan, ama
aslında tam bir kara cahil olan, ağacı görüp ormanı
göremeyen insanlar” (Çığırından Çıkmış Bir Dünya,özgür
Ünv. Kitaplığı: 42, sf:67) topluluğu böylece ortalığı
kaplamaktadır. Böylece genel gericilikle tek tek
alanlardaki “yaratıcı” üretkenlik bir arada yürür.
Filistin diye bir ülkeden habersiz bir kimyacı,
bilgisayar yazılımları arasında kaybolurken genel
yoksulluk oranlarını hiç düşünmeyen bir mikro
işlem uzmanı, vs. vs… gibi unsurlar yayılırken
zeka kavramı, tartışmalı hale gelir. Bütünlüklü
bir bilgi-kültür düzeyi değil, dar alanın bilgisi
öne çıkar.
Bu, neoliberalizm ve postmodernizm açısından son
derece elverişli bir politik durumdur; çünkü dünyaya
ve hayata genel bir bakışı olmayan “bilim” insanının
satın alınması hiç zor değildir. Çünkü bu dar
kafalı tip, dünyaya olduğu kadar kendi hayatına
da son derece dar bir yerden bakmaktadır. Ve yine
bu tip, geçmişte bazı bilim adamlarının zaman
zaman yapmayı başardığı bir şeyi yapamamakta,
burjuva devlet otoritesiyle arasına bir mesafe
koyamamaktadır. Çünkü, bu durum, yukarıda AR-GE
elemanı örneğinde sözünü ettiğimiz gibi sadece
bir maaş-kontrat bağlanması değildir; bilimin
dar alanlara sıkıştırılması sonucunda kendisini
sadece işiyle sınırlayan bu tipin zihni de körelmekte,
muhalif potansiyeli de sakatlanmaktadır.
c) Yeni Sağ: Teknolojide İlerleme-Bilimde
Gericilik
Bütün bunlar, yeni tarihsel süreçteki en tipik
olgulardan birinin zeminidir: Teknolojide ilerleme-bilimde
hurafe!
Çelişki gibi görünüyor ama değil! Gerçekten de
bugün, birbirinden tecrit edilmiş teknoloji alanlarındaki
muazzam gelişmelerle, bilim dünyasının içine çekilmek
istendiği Ortaçağ karanlığı bir arada görülen
olgulardır. Gerçi, tarih boyunca bilim insanlarının
hiç küçümsenmeyecek bir bölümünün gerici ideolojilerle
iç içe olduğuna rastlanmıştır. Engels de Doğanın
Diyalektiği kitabında bu tür ünlü bilim insanlarından
söz eder. Yani, dini görüşlerini laboratuar kapısında
bırakan ve bırakmak zorunda olan bilim insanının
oradan çıkar çıkmaz en koyu Katolik, vb. toplantılara
katılması hiç görülmemiş şey değildir.
Ancak bu kez karşımızda yeni-sağ tarafından özellikle
geliştirilen ve bilim dünyasına hakim kılınmaya
çalışılan bir durum vardır. Yeni tarihsel süreçteki
hakim politik eğilim olarak yeni-sağ, tam da AR-GE’nin
yükselişine ve bilimin bütünlüğünün parçalanmasına
paralel olarak, her gün yeni ataklarla koyu dinci
dogmaları bilime sokmaya çalışmaktadır. Örneğin
bilimsel bir gerçeklik olan Evrim düşüncesinin
yerine “yaradılış” fikrinin bu kadar yaygınlaştırılmak
istendiği bir döneme yaklaşık yüz yıldır rastlanılmamıştır.
Bu teori, gitgide eğitim programlarında kendisine
yer bulmakta, sırf bu tezi yaymak için kurulan
vakıflar milyonlarca dolar destek almakta, Ortaçağ
saçmalıkları her yanda hortlatılmaktadır. Yalnızca
ABD’de ya da Batı’da değil, Doğuda da… Hıristiyan
dünyasının en katı tarikatlarının da etkisi altında
olan yeni muhafazakârlık eğilimi, haçlı seferlerine
benzetilen emperyalist işgallerle Doğu dünyasına
yüklenirken, böylece orada da zaten temeli çok
güçlü olan dinciliği zirveye taşımakta, sonuçta
iki tarafta da bilim-dışı hurafeler genel olarak
güçlenmektedir.
Ancak bu kez, tam da postmodern tarza uygun olarak
bu gericilik, çığırtkan bir teknoloji şampiyonluğuyla
bir arada yürümektedir. Yani bütün o Evangelist
tarikatlar ya da Doğu’daki en katı Şeriatçı eğilimler,
teknolojiye ve teknolojinin ürünlerine karşı eski
tutumlarını değiştirmişlerdir. Örnek olsun diye
verilebilir; Türkiye’de de daha yirmi yıl önce
“radyonun ve televizyonun şeytanın aracı olduğunu”
söyleyen Fetullahçılar gibi gerici tarikatlar,
bugün televizyonlar kurmakta, en son teknoloji
ürünleriyle içli dışlı yaşamakta ama öte yandan
gerici fikirlerini de bir milim değiştirmemektedir.
Bilimlerin iç diyalektik bağlantılarının koparılması
ve sonsuz sayıda alt disipline bölünmesi tam da
bu sürece hizmet etmiş, artık bilim adına her
türlü şarlatanlık serbest hale gelmiştir. Bugün
Fransa’da vergi ödeyen profesyonel falcı sayısı
40 bindir ve ABD’de hâlâ milyonlarca insan dünyanın
güneş etrafında döndüğüne bile inanmamaktadır.
Böyledir, çünkü teknoloji ürünlerinin basit kullanımı
ile en koyu cahillik artık kolayca bir arada durabilmektedir.
Öte yandan, 1970’lerin sonlarında Milton Friedman
ile başlayan yeni serbest piyasa eğilimi, adım
adım gelişerek tam bir “altta kalanın canı çıksın”
vahşiliğine varmış ve sosyal bilimler alanında
da yoksullara düşman bir gericilik türü hakim
olmuştur. Bazı ırkların ve genel olarak yoksulların
kalıtsal ahmaklığı üzerine tezler, “kötülük geni”
gibi saçmalıklara dayanarak üretilen “doğuştan
suçluluk” teorileri hep bu sürecin gerici dogmalarıdır.
Bize gülünç gibi görünse de bugün bu tezlerin
“kanıtlarını” aramak için canla başla çalışan
binlerce “bilim insanı”(!) vardır ve hatırı sayılır
miktardaki fonlar bu araştırmalara harcanmaktadır.
Örneğin 1980’li yıllarda Reagan yönetiminin büyük
fonlarla desteklediği bu araştırmaların vardığı
en önemli sonuçlardan biri, yoksullara ve siyahlara
yönelik sosyal yardım ve eğitim programlarının
gereksizliğiydi; çünkü onlar zaten genetik olarak
aptaldılar!
Gericilik ve postmodern saçmalık bu süreçte iç
içedirler, uyum içindedirler; çünkü her ikisi
de teknolojiyi kutsayan ve bilimi parçalayan eğilimlerdir.
Öyle ki, adeta Ortaçağ gericiliği yeniden hortlayarak
adeta 1789’un rövanşını almakta, bilimsel bütünlük
ve diyalektik kavramlarıyla hesaplaşmaktadır;
ama bu kez teknolojinin son icadı olan bilgisayar
tuşlarını kullanarak!
Kısaca söylersek, yeni tarihsel süreç, teknolojideki
bütün gelişmelere karşın, bilim dünyası bakımından
kapitalizmin eski burjuva aydınlanması geleneğiyle
en son bağlarını da koparıp atması, tekelci dönem
boyunca kesintisiz hüküm süren gericiliği zirve
noktasına taşımasıdır.
d) Üniversite: Geriye Doğru Büyük Adım
Bütün bunlar, elbette eski türden klasik üniversite
ortadan kaldırılmadan yapılamazdı. Yani, 1990’lardan
sonra bütün dünyada hız kazanan eğitim alanının
ticarileştirilmesi, özelleştirmenin yaygınlaştırılması
eğilimi yalnızca ekonomik sebeplere dayanmamaktadır.
Böylece, klasik-hümanist üniversite geleneğinin
bitirilmesi, üniversite kurumunun tekellerin AR-GE
şubesine indirgenmesi ve yalnızca bilimin değil,
bilimi üreten kurumların da parçalanması amaçlanmıştır.
Pratikte de durum böyledir; hem Avrupa ve ABD’de,
hem de özel olarak Türkiye’de üniversite kurumu,
artık tümüyle büyük uluslar arası tekellerin av
alanı haline getirilmiş, savunma bakanlıkları
tarafından işgal edilmiş, klasik üniversite öğrencisi
ve öğretim üyesindeki “bilim üretme” dürtüsü neredeyse
tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Bu anlamda dünyadaki genel politikanın tipik bir
örneği olan Türkiye’deki YÖK uygulamasını da sadece
otoriter-faşist bir darbe kurumu olarak görmek
doğru değildir. Uygulamanın arka planı çok daha
derindir ve dünya çapındaki genel operasyonla
uyumludur. Özellikle 1990’lı yıllarda yayınlanan
YÖK-TÜSİAD-TÜBİTAK raporları ve ortak bildirileri
incelenirse durum iyice anlaşılabilir. Örneğin,
VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000) metninde
öngörülen model şöyle özetlenmektedir: “sanayinin
esnek üretim/esnek otomasyon teknolojilerini kazanmasının
sağlanması, ulusal savunma sanayini geliştirmeye
yönelik teknolojilerin birincil hedefler arasında
olması ve kaynak tahsisinin bu yönde yapılması,
teknoloji destek ve geliştirme merkezlerinin,
teknoparkların, rekabet öncesi araştırma konsorsiyumlarının
oluşturulmasıyla ve kamu araştırma kurumları ve
üniversitelerle özel sektör sanayi kuruluşlarının
ortak araştırma girişimlerinin desteklenmesi.”
Böylece üniversite eğitiminin yapısı parçalanmış,
bir yandan eğitimdeki sınıfsal hiyerarşi daha
sağlama bağlanır ve kesinleştirilirken, diğer
yandan da klasik üniversitenin eski Yunan’dan
miras kalan “özgür bilim ve tartışma” geleneğinin
son kırıntılarının da hakkından gelinmiştir. Geriye
kalan şey; tekelci şirketlerin ve savunma bakanlıklarının
AR-GE bürosuna dönüştürülerek köreltilmiş bir
bilim ortamı, kariyer kaygısıyla yozlaştırılmış
öğrenci ve öğretim üyeleridir.
Durum böyle olunca, üniversite-devlet ilişkisi
de değişik bir rotaya girmiş, 1960’larda “etik
skandal” olarak anılan ajanlık ilişkileri “normal”
uygulamalar haline gelmiştir. Özellikle toplumbilimler
alanında artık devletle ve istihbarat aygıtlarıyla
ilişkiler olağandır. Bugün CIA, yeryüzünün birçok
köşesinde binlerce akademisyene çeşitli vakıflar
aracılığıyla paralar ödeyerek makaleler yazdırmakta
ve politika-sosyoloji-kültür alanlarında yazılmış
olan bütün bu makaleleri aslında düpedüz “istihbarat
analiz raporu” gibi değerlendirmektedir. Üniversitelerdeki
“Uluslararası İlişkiler” kürsüleri bugün böyle
“kerameti kendinden menkul” istihbaratçı-akademisyen
tipleriyle doludur. Diğer yanda İşletme ve İktisat
kürsüleri ise, “neoliberal iş düzeni” seminerleri
ve makaleleriyle “yolunu bulan” sermaye dalkavukları
tarafından işgal edilmiştir. Doğal Bilimler alanı
ise, az önce sözünü ettiğimiz gibi, dünyaya “at
gözlüğü” ile bakan dar kafalı teknisyenlerin elindedir.
Sonuç olarak neoliberalizm, postmodernizm ve koyu
militarizm, bilimin üretildiği alanı da kuşatmış
durumdadır.
e) Genel Sonuç: Yabancılaşma, Güven Kaybı ve
İnsani Özün Yitirilmesi
Sonuç olarak bugün neredeyiz?
Bugün, 880 milyon kişinin hiç okuma yazma bilmediği
bir dünyada yaşıyoruz.
Bugün milyonlarca insan, 2000’lerin dünyasında hepimize
çok basit gelen en temel ihtiyaçtan, temiz su kaynaklarından
yoksun.
Bugün, milyonlarca insan, bilimin yüz yıl önce toprağa
gömdüğü basit hastalıklar yüzünden ölüyor.
Ve bugün, milyonlarca insanın bilimin ürünleriyle
kurduğu tek ilişki (çoğu kez son ilişki!) vücuduna
giren mermi çekirdeği ya da soluduğu kimyasal zehirdir.
Ve bugün bu dünyada, bütün teknolojik gelişmelerden
yalnızca nüfusun yüzde 15’i yararlanırken Afrika
dahil dünyanın birçok bölgesiyle bu yüzde 15 arasında
neredeyse bir yüzyıl bulunuyor.
Yeni bin yılın başında, kapitalizmin hizmetine koşularak
dinamikleri sakatlanmış olan bilimin en derin çelişkisi
işte bu yabancılaşmadır. Emperyalist çağın en vahşi
özelliklerini en uç noktaya vardıran yeni tarihsel
süreç, insanlıkla bilim arasındaki uçurumu tarihte
görülmemiş bir derinliğe ulaştırmıştır.
800 milyar dolar… Bu rakam, emperyalistlerin bir
yıllık askeri harcamalarının miktarıdır. Ve bu miktarın,
hiç küçümsenmeyecek bir bölümü, ölümün hizmetine
koşulmuş olan “bilim” dünyasına akıyor
Bu, korkunç bir yabancılaşmadır.
Bu, bilim ve insanlık arasında büyük bir güven kaybıdır.
Bütün niyetlerden bağımsız olarak, bugün ulaşılmış
bulunan teknolojik gelişme seviyesi, milyarlarca
insanın açlığı ve acıları bakımından koca bir hiçtir.
Teknolojideki her büyük sıçrama, milyarlarca yoksul
insanın kafasında bir kez daha travma yaratıyor,
buluşun göz kamaştırıcı niteliği ile bilimin tamamen
yabancılaşmış olduğu kitlelerin yaşadığı yıkım arasındaki
çelişki kendini açığa vuruyor.
Dünyanın servetini eline toplamış birkaç yüz hırsıza
karşılık milyarlarca aç insan, bilimin kendileri
için ne anlam ifade ettiğini her gün yeniden sorguluyorlar.
Bu, korkunç bir yabancılaşmadır.
Bu, bilim ve insanlık arasında büyük bir güven kaybıdır.
Eski Kızılderili şeflerin son derece doğal dille
yazılmış söylevlerinin son zamanlarda dünyanın her
tarafında çok okunuyor olması rastlantı değildir;
çünkü Kızılderili şefin topraklarına zehir ve ölüm
getiren beyaz adama yağdırdığı beddualar milyonlarca
insanın duygularına tercüman oluyor. Çünkü, sonuç
olarak, sömürücülerin elinde dünyayı mahveden, kentleri,
kırları, her yanı yaşanmaz hale getiren bir araca
dönüşmüş olan teknoloji, milyonlarca insanın artık
güven duymadığı, kendisine yabancı saydığı bir olgudur.
Gelinen nokta budur. İnsanlık tarihinde büyük bir
sıçrama olan kapitalist sistem, bugün varmış olduğu
asalaklık aşamasında, insanın özüne ve akla karşı
bir suç haline dönüşmüştür. İnsanlığın sınırsız
üretici güçlerinin özgürce harekete geçirildiği
koşullarda dünyayı bir bolluk ve refah cennetine
çevirebilecek olan bilim, bugün bir yandan insanlığa
yabancılaşıyor, diğer yandan ise korkunç cinayetlerin
suç ortağı olarak önümüze çıkıyor.
Genel olarak kapitalist sistem ve onun en son aşaması
olan emperyalizm, gelip bu noktaya dayanmıştır.
Bu nokta, artık insanlığın kapitalizmle yoluna devam
edemeyeceği bir noktadır. Bir zamanlar tarihin ikinci
büyük bilim sıçramasını yaratmış olan kapitalizm,
şimdi bilimin ve aklın karşısında barikat kurmuştur.
Bu barikat yıkılmadan bilimin üçüncü büyük sıçramasını
gerçekleştirmek ve onun insanlıkla barışmasını sağlamak
mümkün değildir.
Komünist Uygarlık ve Bilim
Bilimin genel tarihi ve son süreç üzerine böyle
-son derece yetersiz olduğunu bildiğimiz- bir özet
yaptıktan sonra şimdi yeniden başa dönerek, şu yarım
bıraktığımız tartışmayı sürdürebiliriz.
Hatırlanacağı gibi, soru şuydu: Gerçekten, bilimin
bir amacı ve felsefesi olmalı mıdır?
Devrimci sosyalizmin bu soruya yanıtı basit değil
ama son derece açıktır:
Evet, bilimin böyle bir amacı vardır ve olmalıdır.
Ama bu “amaç”, mistisizmle, idealizmle örülmüş,
kendi açıklamasını kendisinde bulan muğlak bir “ahlak
kuralları” dizisi değildir. Bilimin, dünyayı anlamak
ve değiştirmek, doğayı ve toplumu kavramak ve dönüştürmek,
insanlığın bütün gelişme potansiyellerini açığa
çıkararak onu sınırsızca yetkinleştirmek gibi bir
amacı vardır; ama bu amaç, bir boşluk içersinde,
ya da herkesin kendi vicdani çerçevesinde değil,
ancak ve ancak yeni bir uygarlık düzeyinde tanımlanabilir.
Bu yeni uygarlık düzeyi, tarihte görülmüş iki büyük
bilimsel sıçrama hareketi olan Antik çağ ve burjuva
devrimleri süreçlerinden sonra, üçüncü bilim atılımı
olarak da tanımlanabilecek komünist toplumdan başkası
değildir. Bunun dışında bir bilim felsefesi ve ahlakı,
vb. tanımlamak, güncel durumlarda bilim insanlarını
“insanlık yararı”na duyarlı kılmak açısından önemlidir,
anlamlıdır; ama nihai sonuç olarak eksik ve yetersizdir.
Kapitalist özel mülkiyet koşullarında bilimin bu
işleyişe tabi olmasını önlemek ve felaketlerden
kaçınmak için şu ya da bu şekilde çaba göstermek
mümkündür, gereklidir ama pratik olarak aslında
imkânsızdır.
Komünist uygarlık düzeyi, tek bir cümleyle özetlenirse
eğer, üretim araçlarının tümüyle toplumsallaştırıldığı,
üretici güçlerin sınırsızca geliştiği ortamda herkesin
yeteneği kadar vererek ihtiyacı kadar aldığı, böylece
bireysel yaşama savaşının sona erdiği koşullarda
kol ve kafa emeği arasındaki, kentle kır arasındaki
farkların silindiği ve bugünkü işbölümünün tarihe
karıştığı, çalışmanın bir zevk haline dönüştüğü
yeni bir insanlık durumudur. Ve şüphesiz, böyle
bir durum, her türden baskı kurumunun “sönerek”
ortadan kalktığı bir özgür insan toplumu anlamına
gelir. (daha geniş bir anlatım için bkz. M. Seyhan,
“2000’li Yıllarda Yeni Bir Sosyalizm İçin Giriş
Notları”, SB, sayı: 50)
Kısacası, sözünü ettiğimiz şey, ne bir “kalkınma
modeli”dir, ne de bir politik iktidar değişikliği.
Burada, kuruluşu ancak evrensel planda tamamlanabilecek
olan yeni bir uygarlıktan, insanın bütün yeteneklerini
sınırsızca açığa çıkaran yeni bir insanlık düzeyinden
söz ediyoruz. Bu, basit bir nicel gelişme değil,
nitel bir sıçramadır.
Böyle bir nihai amaç ve perspektif, kapitalist toplumun
bütün engellerinden kurtarılarak önü tümüyle açılmış
olan bilimin sınırsız gelişimi anlamına gelir; ki
bunun dünya tarihi açısından anlamı, eski burjuva
aydınlanmasını aşarak yaratılacak olan yeni bir
bilimsel sosyalist aydınlanma düzeyidir. Sözü edilen
şey, burjuva aydınlamasına eklenerek onun geliştirilmesi
değil, tümüyle aşılması ve yeni bir uygarlık düzeyinin
yaratılmasıdır.
Bu bağlamda, bilimsel sosyalist aydınlanma, bir
teknoloji atılımı değil, bütünlüklü bir bilim sıçramasıdır.
Komünist uygarlık düzeyi, aynı zamanda bilim dünyasının
bütünlüğünün ve iç diyalektik ilişkilerinin yeniden
inşasıdır. Yalnızca bugünkü sistem içinde gitgide
daha alt disiplinlere ayrılarak parçalanan bilim
alanlarını bütünleştirmek değil; yalnızca toplum
bilimleri ve doğa bilimlerini yeniden barıştırmak
da değil; komünist uygarlık bütün bunları insanlığın
geleceği ve kolektif çıkarı ile de birleştirecektir.
Nasıl insan ihtiyacı ve bu ihtiyaçtan kaynaklanan
kullanım değeri, böyle bir toplumsal düzenin temeli
olacaksa, bilim de bu ihtiyaç ve değerin kolektif
üreticisi olacaktır. Ama asla basit ve güncel ihtiyaç
anlamında değil! Yaşam kavgasından ilk kez kurtularak
Engels’in deyimiyle ilk kez “hayvanlar aleminden
insanlar alemine” adım atacak olan birey, artık
güncel ihtiyacın çok ötesindeki geleceği öngörebilecek
ve bilimin yaratıcı, buluşçu gücünü tümüyle bu geleceğe
yöneltebilecektir. Üretici güçlerin her gelişme
aşamasında gitgide daha fazla “serbest zaman”a sahip
olan insan, hiçbir sınırlama ve işbölümü olmaksızın
bilimi geliştirecek ve toplumsal yaşamın temeli
yapacaktır. Mevcut kapitalist değer kategorilerini
kökten yok edecek olan bu düzey, herhangi bir buluşa
ve bilimsel-teknolojik gelişime “maliyet” ya da
“kâr” gibi dar zeminler üzerinden değil, insanın
bugünkü ihtiyaçları ve geleceği üzerinden bakacak
ve değerlendirecektir. Böylece bilim, tarihte ilk
kez, üretim ilişkilerinin baskısından kurtulacak,
bilim üretenlerle bu buluşları “satın alan” ve “uygulayan”lar
şeklindeki kategorik ayrım tarihe gömülecektir.
Bu, artık çalışmalarını patronların maliyet hesaplarına
göre düzenlemek zorunda olmayan bilim insanı için
sınırsız bir özgürlüktür.
Bu üçüncü atılım dönemi, aynı zamanda “büyük barışma”
dönemidir. Özel mülkiyet ve kâr için üretim koşullarında
insana, insanın geleceğine yabancılaşan, kaydettiği
olağanüstü gelişmelere karşın insanlığı mutlu etmekten,
refaha kavuşturmaktan gitgide uzaklaşan, hatta onun
büyük acılar çekmesine hizmet eden bilim, tarihte
ilk kez, insanlıkla barışacak, organik bir bütünlük
gerçekleşecektir. Tarihte ilk kez; çünkü bu, kölelerin
mutsuzluğu pahasına parlayan antik uygarlıkla ya
da işçi barakaları üzerinde yükselen erken kapitalist
dönemle kıyaslanamaz; bu kez, bilimin yıldızı, özgür
ve birleşmiş insanlık için parlayacaktır. Dünyanın
bir köşesinde en gelişkin teknolojik atılımlar;
bir diğer köşesinde açlık ve ölüm… Bilimin yeni
düzeyi böyle bir paradoksu asla kabul etmeyecek
ve insanlığın bir bölümünün gelişmesini diğer bir
bölümünün yoksulluğu ve yoksunluğu üzerine kuran
bir sistem tarihe karışacaktır.
Ve herhalde söylemeye bile gerek yok, komünist uygarlık
düzeyi, sınıflı toplumların en korkunç suçu olan
savaşların ortadan kaldırılmasıyla, muazzam bir
bilimsel enerjiyi, insanın barışçıl-özgür gelişimine
yöneltme şansını da yaratacaktır. Bugüne dek yalnızca
milyonlarca insanın hayatına değil, olağanüstü miktarlardaki
üretici gücün de imhasına yol açan savaşların ortadan
kaldırılması, bu iş için beslenen orduların ve savaş
araçlarının yok edilmesi,
Böyle bir uygarlık düzeyi, doğanın aleyhine bir
gelişmeyi de kabul etmeyecektir. Tarımın aleyhine
sanayileşmeyi, kırların aleyhine metropol kentleri
yükselten kapitalist sistemin bütün izleri silinirken,
kentlerle kırlar, tarımla sanayi arasındaki çelişki
sona erdirilecek, tarımı kentlere, yaşam alanlarını
da kırlara yayan, son tahlilde metropol kentleri
ve metropol kent anlayışını tümüyle ortadan kaldıran,
sürdürülebilir yeni enerji biçimlerini bularak doğanın
sömürülmesine son veren bir gelişme çizgisi bir
başka “büyük barışma” biçimi anlamına gelecektir:
Doğayla, onun bir parçası olduğunu çoktandır unutmuş
görünen insanın barışması… Bu anlamda, komünist
uygarlık, insanı doğanın bir parçası olmaktan alıkoyan,
doğayı sonuna dek sömürmeyi amaçlayan bir “hakimiyet”
projesi değildir. Onun sırlarının çözülerek onunla
barış içinde yaşamanın yolunu keşfetmektir. Böylece,
tıp biliminin asli amacı da, hastalıkların iyileştirilmesi
düzeyinden bir adım öteye gidecek, insanın sağlık
ve bütünlüğünün korunmasını temel alacaktır, ki
bu, bir bütün olarak sözünü ettiğimiz “büyük barışma”da
anlamını bulacaktır.
Ve nihayet, kafa ve kol emeği ayrımını, bugünkü
anlamıyla işbölümünü ortadan kaldıran komünist toplum,
bilim insanının özel statüsüne de son verir. Bir
hat çizmek gerekirse eğer, komünist toplum, bütün
toplumu olduğu gibi bilim insanlarını da kolektif
varlığın sınırsız gelişen bir parçası haline getirir.
Bu noktada bilimle uğraşan bir birey, artık nötr
değildir; toplumun bir parçasıdır ve yaptığı şeyin
anlamını orada bulmaktadır. Artık, kapitalist Ar-Ge’nin
bir parçası değil, bağımsız bireydir ve bağımsızlığını
kolektif yarar içinde geliştirip büyütmektedir.
Böyle bir çerçevede, eğitim de insanın doğal bir
hali, doğal hakkı haline gelir. Temel eğitimin üzerine
inşa edilen bilim alanı, yalnızca “şanslıların”
ulaşabildiği bir mabet değil, isteyen herkesin içinde
yer alabildiği bir zemin haline gelir. Kuşkusuz,
kolektif ekiplerin büyük projeler için bir arada
çalışmaları ve bu çalışmanın sürekliliği bir gereksinmedir
ama bu kez artık söz konusu olan şey, toplumdan
soyutlanmış, konfor ve ücretlerle güdülen bir ayrıcalıklılar
grubu değil, toplumun organik parçası olarak yaşayan
ve toplum için çalışan insanlardır.
Bu noktada, artık “bilim ahlakı” ya da “bilim felsefesi”
gibi özel bir alan, özel bir gereksinme de kalmaz.
Bilimin insan yararını gözetmesi olarak tarif edilen
özel bir ahlaki yönelim gereksizleşir; çünkü bu
yönelim, toplumun tümünü kapsayan genel bir durum
haline gelir; toplumun amacı ile bilimin amacı tek
bir bütünlük olarak kendisini ortaya koyar.
Bütün bunlar düş ya da ütopya değildir. Kapitalist
sistem, yüz yıl boyunca defalarca yakıp yıktığı,
harabeye çevirdiği halde dünyayı bugünkü gelişmişlik
düzeyine taşıyabilmişse eğer, bu, insanın her şeye
rağmen olağanüstü yaratıcı bir varlık olduğunu gösterir.
Aynı yaratıcı varlığın önü açıldığında, zincirleri
kırıldığında neler yapabileceğini ise tahmin bile
edemeyiz. Bugünden öngörebileceğimiz tek şey, böyle
bir “üçüncü” sıçrayışın dünyanın, hatta evrenimizin
çehresini tümüyle değiştireceğidir.
Halk Devrimi: Bugünden Başlamak Bilimle Başlamak
Sosyalizme kesintisiz geçişi öngören anti-emperyalist,
anti-oligarşik demokratik halk devrimimiz, her şeyden
önce yukarıda sözünü ettiğimiz komünist uygarlık
projesinin bir parçasıdır, böyle bir perspektifle
birlikte vardır, anlamını bu nihai hedefte bulur.
Dolayısıyla devrimimize ait her adım, bu nihai hedefle
uyumludur, son tahlilde bu hedef üzerinden kendisini
tarif eder.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim, bütün kurum
ve kuruluşları, ilişkileriyle birlikte emperyalizmin
bu topraklardan kovulmasını ve işbirlikçi oligarşinin
bütün varlıklarına derhal konularak kolektifleştirilmesini
ve kesintisiz bir çizgi üzerinden sosyalizme yürünmesini
içerir. Doğal olarak bu hedef, mevcut faşist devlet
mekanizmasının parçalanarak bütün baskı aygıtlarının
dağıtılmasını ve yerine halkın devrimci iktidarının
kurulmasını içerir. Bu yeni devrimci iktidar, emekçi
kitlelerin doğrudan örgütlenmelerine dayanan, kitlelerin
doğrudan belirlediği ve denetlediği bir iktidardır
ve devrimin ertesi günü, bir an bile ara vermeksizin,
araya bir aşama koymaksızın sosyalizme doğru yürüyecektir.
Konumuz açısından ele alındığında bu devrim, her
şeyden önce anti-emperyalist doğası gereği, coğrafyamızın
iç dinamiklerini körelterek onu emperyalist sömürünün
alanı yapan her türden ekonomik, politik, askeri,
vb. ilişki ve anlaşmayı derhal sona erdirecek, o
güne kadar geçerli olan tüm taahhütleri, patent
ve telif sözleşmelerini geçersiz sayacak, böylece
ülkemizin bilimsel yaratıcılığının önünü açacaktır.
Aynı şekilde devrimimiz, emperyalistlerin tekel
hakları için oluşturdukları bütün uluslar arası
“hukuk” kurallarını da kendi toprakları üzerinde
geçersiz sayacak, MAI-MIGA, TAHKİM gibi esaret sözleşmelerini
yırtıp atacak, başta sağlık ve ilaç olmak üzere
her alanda bilimsel araştırmayı önleyen prangaları
tereddütsüz bir şekilde söküp atacaktır.
Öte yandan, işbirlikçi oligarşinin ve genel olarak
tekellerin varlıklarını kamulaştıran devrimimiz,
böylece bilim insanlarının tekellerin hizmetinde
köleleştirilmesine son verecek, demokratik bir merkezi
planlama yöntemiyle bütün kaynakları üretici güçlerin
ve bu arada bilimlerin gelişimine yönlendirecektir.
Bu, “kârlılık” gibi çarpık ölçütlerin terk edilmesi
ve kolektif yararın ekonominin ve bilimin temeli
haline getirilmesidir. Devrimci iktidar, toplumsal
ihtiyaçların karşılanması için elbette üretimin
artırılmasını ve teknolojinin gelişimini sonsuz
biçimde önemser ama burada söz konusu olan amaç,
yüksek kâr oranları değil, ihtiyaç karşılayan maddelerin
bolluğunu sağlamaktır. Mümkün olan en az maliyetle,
mümkün olan en üst sağlıklılık seviyesinde ve mümkün
olan en çok ürünü üretir, topluma sunar, bunu bir
planlama olarak görür. Ancak, devrimimiz, bilimi
ve teknolojiyi salt bir kalkınma aracı olarak görmez;
daha doğrusu devrimimiz sosyalizmin kendisini de
bir “kalkınma biçimi” olarak algılamaz; bilimlerin
ve teknolojinin bütünlüğünü sağlamak için bir yandan
bilim insanlarına sorumluluk yükler, diğer yandan
ise toplumsal yapının bütününü olduğu gibi bilim
dünyasını, bilim insanlarını da devrimci bir anlayışla
yeniden dönüştürür.
Bu arada, oligarşik diktatörlüğü ve onun bütün baskı
kurumlarını tasfiye ederek demokratik halk iktidarını
kuracak olan devrimimiz, bilimsel çalışmanın en
önemli ihtiyacı olan demokrasi ve özgürlük ortamını
geliştirir, düşünce özgürlüğünü hakim kılar, bilim
insanlarının hiçbir sınırlama olmaksızın bilim üretmesinin
önünü açar. Devrim, ayrıca bilim dünyasının hurafelere
ve ırkçı-dinci ideolojilere karşı mücadelesinde
de tarafsız kalmaz; devrimci iktidar bütün güç ve
olanaklarını gericiliğe karşı mücadele yürüten bilim
insanları ve örgütlerinin emrine verir ve bu mücadelenin
kitleler nezdinde de kazanılması için çaba sarf
eder.
Bunu yaparken devrimimiz, salt bir devlet işlemiyle
yetinmez. Bütün alanlarda kitlelerle birlikte, kitleleri
örgütleyerek, onları iktidara doğrudan katarak yürüyen
devrim, aynı şeyi bilim dünyası için de öngörür
ve bilim insanlarının örgütlenişlerini teşvik eder.
Dahası, devrimimiz, bilim insanları ve onların örgütlenişleriyle
iktidar arasındaki buyurgan ilişkiyi de sona erdirir.
Yeni-sömürge kapitalizminin kurallarını korumakla
görevli olan burjuva devlet, bugün bu insanları
ve onların kapitalizm koşullarında çoğu kez sert
ya da ılımlı muhalefet yapan kurumlarını ya hiçe
sayar ya da onlarla otoriter bir ilişki kurar; politik-ekonomik
karar alma süreçlerinde ise onları süs çiçeği konumuna
düşürür. Deprem söz konusuysa deprembilimcilerin,
çevre söz konusuysa çevrebilimcilerin, ilaç söz
konusuysa tıp uzmanlarının görüşlerini dinlememek
ya da önemsememek, bugünün Türkiye’sinde adeta bir
devlet geleneğidir. Devrimimiz ise daha iktidarın
ilk gününden itibaren bu mantığı kırarak bütün bilim
kurumlarını, üniversiteler başta olmak üzere tüm
bilim ortamlarını demokratikleştirir, onları bizzat
politik iktidarın sahiplerinden biri durumuna getirerek
karar alma süreçlerinin içine dahil eder. Bugünkü
uygulamanın tam tersine, kentleşmeden çevreye, sanayileşmeden
tarıma kadar her alanda bilim insanları ve örgütleriyle
birlikte planlamalar ve projeler yapmak, devrimci
iktidarımızın doğal davranış çizgisidir.
Elbette böyle bir yaklaşım, özgür bilim ve özgür
üniversiteyi şart koşar. Üniversiteyi işbirlikçi
tekellerin AR-GE bürosu olma utancından kurtaran
devrim, bir yandan üniversitedeki ortamı öğrenci
ve öğretim üyelerinin örgütlenmeleri aracılığıyla
demokratikleştirirken, diğer yandan da sadece teknolojik
alanlara daraltılmış bulunan bilim ortamının bütünlüğünü
kurar, üniversiteyi bir salt bir “öğretim” kurumu
olmaktan çıkararak özgürce bilim üretilen, toplumun
kolektif ihtiyaçlarını gözeterek çalışan bir halk
kurumu haline getirir. Elbette bu çaba, daha alt
düzeyde bütün eğitim sisteminin demokratik ve bilimsel
esaslar üzerinden yeniden düzenlenmesini zorunlu
kılar. Bu anlamda devrim, sadece bugün bilim ve
üniversite dünyasını prangasıyla boğan kurumları
kaldırmak ve onun yerine yeni kurumlar koymakla
yetinmez, bilim insanlarının ve öğrencilerin bizzat
kendilerinin kendi kurumlarına sahip çıkarak yönetmelerini
ilke olarak benimser, teşvik eder. Ayrıca devrimimiz
bilimin üretilmesi sürecini salt bir okul-üniversite
süreci olmaktan çıkarmayı hedefler. Bilimin üretilmesi
sürecini üretim alanlarına, serbest zamanlara yaymak
için her türlü olanağın yaratılmasını hedefler.
Bilimin üretilmesini, salt bu işlerle profesyonel
olarak uğraşanların işi olmaktan çıkararak yeni
sosyalist insanın her alanda ve her zeminde gerçekleştirebileceği
bir uğraş haline getirmeyi öngörür. Kafa ile kol
emeği arasındaki çelişkinin adım adım kaldırılması
perspektifi bunu gerektirir.
Ve yine devrim, politika-dışı tutum adı altında
bilimin insan yararına hizmeti ilkesini unutan yaklaşımları
değil, devrimci duyarlılığı teşvik eder, örgütler.
Başını kendi dar alanından kaldırmayan, o dar alanda
oyalanırken dünyanın geri kalan bölümünü umursamayan
bilim adamını yeniden dönüştürür ve bilim insanları
arasında da bütünlüklü yeni insanın temellerini
atar, onlara sorumluluk yükler.
Ayrıca, devrimimizin en önemli ilkelerinden biri
olan devrimci ve aktif enternasyonalizm tutumu,
bilim alanında da geçerlidir. Devrim, her türlü
milliyetçiliği bilim alanından sürüp atar, dünyanın
başka köşelerindeki insanların acısını da içinde
hisseden ve yaptıklarını evrensel bir mantıkla şekillendiren
bilim insanı tipini öne çıkarır, bunun bilim dünyasında
başat eğilim olması için mücadele eder.
Sonuç olarak devrimimiz, komünist uygarlık düzeyine
giden yolun başlangıcı olarak, bilimle toplum arasındaki
yabancılaşmanın ve güvensizliğin kırılması için
ilk adımları hemen atacak, bilim dünyasını bugünkü
toplumun kirinden arındırmak için hemen yola koyulacaktır.
Bunun için bir saniye bile beklemek gereksizdir.
Devrim, Sosyalizm ve Bilim… Bu üç öğe, yolun hangi
kilometresinde olursak olalım, birbirinden ayrılmaz
öğelerdir.
Yeni bin yılın bilimsel sosyalist aydınlanmasının
bu coğrafyadaki mütevazı bir müfrezesi olan devrimci
sosyalizm, bu bütünlüğü her zaman gözetecek, yürüyüşü
boyunca bu anlayışı rehber edinecektir.
Aydınlık bir geleceğe ulaşmanın başka bir yolu yoktur.
(*) Bu süreci izlemek için okurun Isaac Asimov’un
“Bilim ve Buluşlar Tarihi” (İmge Yay.) ve Cemal
Yıldırım’ın “Bilim Tarihi” (Remzi Kitabevi) isimli
yapıtlarına başvurması yerinde olacaktır.
(**) Bu inceleme tabii ki esas olarak tekelci
kapitalizm ile bilim ilişkisini ele alıyor. Ancak,
20. yüzyıl, artık kapitalizmin dünyada yalnız
olduğu bir yüzyıl değildir. 1917’den itibaren
gezegenimizde sosyalist ülkeler de vardır ve onların
bilimlerin gelişmelere katkısı tartışmasız biçimde
önemlidir. Şüphesiz, başlangıç itibarıyla sosyalist
ülkeler açısından zaman ve imkân sorunları vardır.
Denilebilir ki bu ilk dönemde, ayakta durma çabası
bir çok şeyi belirlemiştir; hatta zaman zaman
büyük bir abluka altında açlıkla bile boğuşulmaktadır.
1945’lerden sonraki ikinci dönemde ise, durum
daha farklıdır. Bu dönemde büyük gelişme olanakları
yaratılmış, birçok bilim alanında ciddi ilerlemeler
yaşanmıştır. Yoğun bir dezenformasyon sonucu bugün
insanların “Amerikan icadı” diye anımsadıkları
şeylerin çoğu -ilk uzay yolculuğu başta olmak
üzere- esasen Sovyet biliminin ürünleridir.
Ancak, bu ikinci dönemin reel sosyalizm açısından
en büyük zaafı, bu ülkelerin kapitalist dünya
ile “yarışmayı” ve “kalkınmacı” bir anlayışı önüne
koymasıdır. Bu anlayış, bilim ve teknolojideki
büyük sıçramalara karşın, reel sosyalist dünyayı,
komünist perspektifin sunduğu ufuk çizgisinden
daha geri bir noktada tutmuştur.
|