Savaş, sınıflar tarihi kadar eski bir kavramdır. Başlangıçta,
belki de daha ağırlıklı olarak doğa ile savaşım halinde
yaşayan ve içgüdüsel bir barbarlığa sahip olan insan,
özel mülkiyetin ve ardından devlet kurumlarının ortaya
çıkışıyla birlikte, bugünkü anlamıyla “savaş” kavramına
ulaşmıştır.
Daha sonraki bütün tarihi yönlendirecek olan sınıf savaşımının
yanında, halkların birbirine kırdırıldığı savaşlar da
aynı sürecin ürünüdür. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin
doğal sonucu olarak bu mülkü korumak için ortaya çıkan
devlet kurumu, hemen her durumda başka mülklere ve topraklara
el koymanın da aracı olmuş, yalnızca bir iç baskı aygıtı
olarak değil, bir dış saldırganlık aracı olarak da anlam
ifade etmiştir. “Barış” kavramı da neredeyse bütün bu
gelişmelerle eş zamanlı olarak insanlığın gündemine
girmiştir. Devleti elinde bulunduran ezen sınıfların
daha fazla kar elde etmek için başka devlet ve topluluklara
savaşlar açtığı her durumda, kazanan tarafın lehine
olacak şekilde “barış” anlaşmaları yapılması aynı sürecin
bir parçası olmuştur. İnsanlık tarihi bu tür savaşlar
ve “barış” anlaşmaları ile doludur.
Savaş ve barışın farklı anlamları
Devrimci Sosyalistler için iki tür savaş vardır. Haklı
ve meşru olan savaşlar ve haksız sömürgeci, emperyalist
savaşlar.
Devrimci Sosyalistler açısından, halkların birbirine
kırdırıldığı emperyalist savaşlar daima barbarcadır.
Bizim savaşa ve barışa bakışımız burjuva aydınların
anlayışından farklıdır. Biz Lenin’in belirttiği gibi
“bir yanda savaşlar, öte yanda bir ülke içindeki sınıf
savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar
ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların
ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların,
örneğin ezilen sınıfın ezene ( işçilerin burjuvaziye,
serflerin toprak beyine, kölelerin köle sahiplerine)
karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini
ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz”
Tüm savaşlar kaçınılmaz olarak şiddet üzerine kuruludur.
Bazen, I. Paylaşım Savaşı’nda olduğu gibi, nihai sonuçları
itibarıyla despotik imparatorlukların yıkılışını hızlandırmış
olsalar da, bu durum onların temel tarihsel niteliklerini
değiştirmez.
Bugün AB ve özellikle ABD emperyalizmi güçsüz ülkeleri
yağma etme, uluslara zulmetme, işçi sınıfı hareketlerini
ezme politikası gütmektedirler. Politikanın şiddet yoluyla
sürdürülmesinden başka bir şey olmayan savaş, her zaman
olduğu gibi ekonomik çıkarların hizmetindedir.
Arjantin, Panama, Bosna, Somali, Afganistan ve Irak
son dönemde buna denk düşen örneklerdir. Bu ülkelerin
yönetimlerinin despotik tarzda olmaları emperyalistlerin
saldırılarının meşru ve haklı olduğunu göstermez. Emperyalizmin
derdi o ülkenin nasıl yönetildiği değil, kendi dümen
suyunda olup olmadığıdır.
Yoksulların boğazlaşması ve boğazlanması
Emperyalistler ve onların yardakçılarının dönem dönem
karanlık yüzlerini gizlemek için hep bir ağızdan “barış”
demogojileri yapmaları alışılmış bir durumdur.
Bugün dünyada devam etmekte olan bölgesel savaşlar ve
etnik kışkırtmaların bedeli büyük paylaşım savaşlarını
kat kat aşmıştır. Reel sosyalizmin çöküşünden sonra
ortaya çıkan büyük karışıklık, özellikle kışkırtılan
bölgesel sorunlar, kendi öz çıkarlarından uzaklaştırılmış
olan ezilen halklar açısından gerçek bir yıkım anlamına
gelmiştir. Klasik tanımlamada salt askerlerin işiymiş
gibi gösterilen ama gerçekte hiçbir zaman öyle olmayan
savaş olgusu, özellikle halkların boğazlaşması noktasına
gelindiğinde iyice vahşi örneklere dönüşmüş, geçen on
yıl yüzbinlerce insanın katledildiği soykırımlara tanık
olmuştur.
Öte yandan, emperyalizmin bir ülkedeki varlığı, zaten
o ülkenin ezilen sınıfları için daha baştan bir “iç
savaş” sebebi anlamına gelmekte ve bu savaşlar da artık
çok iyi bilindiği gibi bizzat emperyalistlerin kendileri
tarafından konulmuş bütün “uluslararası kuralları” çiğneyen
en “kirli” biçimlere bürünmektedir. Ezilen sınıfların
başkaldırdığı her yerde en kanlı katliamlar, sindirme
operasyonları artık alışılmış olgular haline gelmektedir.
BM: Emperyalist savaş kurumu
Paylaşım savaşlarının büyük yıkımlarından sonra pekiştirilerek
dünya halklarına “barışın koruyucusu” olarak sunulan
Birleşmiş Milletler kurumu da aslında bütün bu saldırganlığın
meşrulaştırılma aracı olarak hizmet görmüştür.
Özellikle reel sosyalizmin çökmesi sonucu ortaya çıkan
yeni dünya manzarasında BM, genel olarak emperyalist
soygunun aracı olma konumunu da aşarak, doğrudan bir
savaş koalisyonu niteliği kazanmıştır. Yeni Dünya Düzeni
koşullarında özellikle ABD emperyalizminin bastırma
ve ezme operasyonlarının altyapısının hazırlandığı bir
kurum olarak BM, dünya halklarına yalnızca kan ve zulüm
getirmiştir.
Irak bunun en çarpıcı örneğidir. 300 binin üzerinde
sivil insanın ölümüne yol açan büyük ablukanın BM üzerinden
yürütülmesi, kurumun niteliğini ortaya koymuştur. Somali
örneğinde “insani yardım” adı altında BM’nin müdahalesiyle
bölgeye yerleşen emperyalizmin ülkenin uranyum madenlerini
yağmalaması ise başka bir örnektir. Türk ordusunun da
lejyonerlik yaptığı Afgan operasyonunun en kirli yanları
ise her geçen gün daha fazla çığa çıkmaktadır.
Gerçek barış: Enternasyonalizm
Dün ve bugün durum böyle iken gerçekten barış isteyenlerin
kimler olduğunu durup düşünmek gerekiyor. Sosyalistlerin
bu konudaki tavrı her zaman açık oldu; sürekli ve demokratik
bir barışın tek koşulunun burjuvaziye karşı bir iç savaştan
geçeceğini, sınıfların ve kapitalizmin bulunduğu bir
dünyada “barış”ın mümkün olmadığını hep söylediler.
Ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler var
olduğu sürece, gerçek bir barıştan söz etmek olsa olsa
boş bir hayaldir. Sosyalistler, ta Marks zamanından
beri, hiçbir zaman özel olarak şiddet yanlısı olduklarını
söylemediler; onlar yalnızca bütün şiddet araçlarını
elinde tutan egemen sınıfların “barışçıl” koşullarda
iktidardan indirilmesinin imkansız olduğu gerçeğini
açıkça ortaya koydular.
Bu anlamda, “savaş” ve “barış” konularında iki yüzlü
bir konumda olan her zaman burjuvazi olmuştur.
Sömürgeci paylaşım savaşlarını “adalet” ve “barış” operasyonları
olarak yutturmaya ve uluslararası haydutluklarını parlatmaya
çalışan da emperyalistlerdir. Ezilenlerin gerçek barışı
ise, sınıfsız-sömürüsüz bir dünya düşüne sıkı sıkıya
bağlıdır ve bu anlamda o, dünya halklarının enternasyonal
dayanışması temeline oturur.
Kısacası orta yerde kocaman bir duvar var. O duvarın
bir ucunda gizli-açık cinayet şebekeleri; diğer ucunda
ise emperyalist savaşlara kurban edilen gencecik insanlar
var. O duvarın bir ucunda Şırnak’ta başına “yanlışlıkla”
bomba düşen on yaşındaki Kürt kızı var. O duvarın bir
ucunda ABD, diğer ucunda Commandante Fidel var. O duvarın
bir ucunda ölüm; diğer ucunda yaşam var.
Ve biz işçi sınıfı ile burjuvazi, emperyalizm ile mazlum
halklar arasındaki çelişkinin uzlaşmaz bir nitelik taşıdığını
ve işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bahsedilen “toplumsal
barış”ın bir yanılsama olduğunu söylüyoruz. Devrimci
savaş yolundan geçmeyen bir “barış”ın mümkün olmadığını
söylüyoruz. Tarihin her gün yeni örneklerle kanıtladığı
da bundan başkası değildir.
|