Türkiye, 2007’nin ilk ayını iğrenç bir faşist
cinayetle karşıladı. Agos Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Hrant Dink, Şişli’de sokak ortasında
öldürüldü. Ve çoğu zaman olduğu gibi Dink cinayetinde
de daha barut kokusu bile dağılmadan, yerde yatmakta
olan insan değil, bu cinayetin arka planı, sonuçları,
vs. tartışılmaya başlandı. Cinayet ve sonrasındaki
gelişmeler, özellikle de cenaze yürüyüşü, sıradan
mahalle bakkalından burjuva partilerine ve sol
gruplara kadar hemen her kesimde derin bölünmeleri
ortaya çıkardı. İlk andan başlayarak kelimenin
tam anlamıyla “her kafadan bir ses” çıktı ve doğal
olarak her “ses” içinden çıktığı “kafa”nın yapısını
ortaya koydu.
Faşist-ırkçı cephe açısından elbette durum yeterince
açıktı. Onlar açısından 1915’teki rakamın üzerine
bir kişinin daha eklenmesi, bir Ermeni’nin daha
öte dünyaya gönderilmesi üzüntü duyulacak bir
şey değildi. Dolayısıyla faşist cephe, ilk anda
yaşadığı tereddüdü çabuk aştı. Daha doğrusu bu
tam olarak bir tereddüt de değildi; yalnızca erkenden
“töhmet altında kalmamak için” bir günlüğüne tırnaklarını
saklamayı tercih etmişlerdi; ki bu 70’li yıllardaki
en kanlı cinayetlerde uyguladıkları taktiğin aynısıydı.
O yıllarda herkes bilirdi ki, ne zaman faşist
şefler “cinayetleri kınasa”(!) ve “kardeşlik”ten
söz etse, ya bir katliam henüz yaşanmıştır ya
da eli kulağındadır.
Sonuçta titreyip kendilerine gelmeleri de zaten
çok uzun sürmedi ve yarım ağızla cinayeti kınadıktan
sonra, büyük bir hızla eski şovenist propagandaya
hız verdiler; özellikle cenaze törenindeki anti-şovenist
duruş onları çok rahatsız etmişti ve işe “hepimiz
Ermeniyiz” sloganından başladılar; futbol maçları
dahil her alanı kullanarak ırkçı-katliamcı ajitasyona
hız verdiler. Üstelik bu kez, ırkçı-faşist cepheye
çoktan yazılmış olan CHP de koroya katılmakta
geç kalmadı; cinayetten daha birkaç gün sonra
“elbette hepimiz Türk’üz, milliyetçiliği ezdirmeyiz”
diye kükrediler. Anlaşılan kimse bu kirli işin
şerefini bir başkasına bırakmak istemiyordu!
Sonuçta cinayet, (şu ana kadar görüldüğü kadarıyla)
kökenleri faşist örgütlerin içinde bulunan bir
ekip tarafından işlenmişti ya da muhtemelen tetiğin
çekilmesinde bu ekip kullanılmıştı. Cinayet üzerine
çok fazla komplo teorisi kurmak gerekmiyordu aslında;
bu topraklarda gerek resmi kontr-gerilla faaliyeti,
gerekse de faşist çetelerin emperyalizm ve oligarşi
tarafından beslenip kullanılması alışılmadık şeyler
değildi. Neticede Şemdinli’de “iyi çocuklar”,
1 Mayıs 77’de CIA-MİT, Musa Anter’in öldürülmesinde
itirafçı hainler, bir başka yerde başkaları ve
başkaları… Uydurma örgütler, yarı-mafyatik çeteler,
Hizbul-kontra gibi ordu beslemesi katil sürüleri,
doğrudan ya da dolaylı olarak yönlendirilebilir
İslami gruplar, vs. vs… Bütün bunlar zaten Türkiye
manzarasında sürüsüne bereket rastlanan durumlardır
ve herhangi birinin herhangi bir anda “vazife
üstlenmesi” çok şaşırtıcı değildir.
Ayrıca, olgunun oligarşi içi çelişkilerle ilgili
boyutlarını da geçen sayımızda ortaya koymuş ve
bu cinayetin arkasında da özellikle ordunun rolünün
altını çizmiştik.
Ama öte yandan, (konumuzla ilgili olarak devam
edersek) zaten bu ve başka cinayetlerin işlenmesi
için gereken politik ortam ve “kahramanlık”(!)
yapmaya hazır serseri sayısı Türkiye’de eksik
değildir. Daha önceki sayılarımızda şovenist saldırganlık
üzerine yazarken sık sık belirttiğimiz gibi Türkiye’de
bu tırmanış, insanların kendi kendilerine ajite
olarak kendiliğinden ortaya çıkardıkları bir olgu
değildir. Bazı muhafazakâr-kapalı bölgelerin ve
mafyatik faaliyete uygun coğrafi geçiş noktalarının
çete oluşumlarına daha fazla zemin hazırladığı
ya da asker cenazelerinin belli bir psikolojik
ortam yarattığı söylenebilir belki ama genel olarak
bazı yörelerin bizzat devlet tarafından “seçilerek”
planlı bir biçimde şovenizmle zehirlendiği de
açık bir gerçektir. Tamamen yanlış bir biçimde
“linç” diye nitelenen ama aslında tümüyle planlı
olarak gerçekleştirilen faşist saldırılarla bu
yörelerde atmosfer boğucu hale getirilmekte, sol
ve demokrat düşüncelere kapalı bir alan yaratılmakta
ve sonuç olarak taşrada zaten çok güçlü olmayan
toplumsal hareket geriye itilmektedir. Solun gerilediği
her yerde sendikal hareketin de önünün tıkandığını
bilen patronların fabrikalarını özellikle bu yörelere
kaydırması ve ucuz emek cennetleri yaratmaları
da olgunun bir başka yönüdür.
Ve tabii yalnızca belli yörelere değil, Türkiye
geneline yönelik olarak yürütülen zehir enjeksiyonu,
özellikle tekel medyası tarafından sürdürülmekte
ve “vatandaş tepkisi-provokatör terörist” ikilisi
üzerinden bütün bu saldırıların zemini hazırlanmaktadır.
Aslında bu sınıflandırma, daha uzun vadeli bir
karşı-devrimci programın parçasıdır. Düzen güçleri
(ya da en azından neo-liberal kesimler), genel
olarak çizme boyunu aşmayan “iyi huylu” bir “sivil
toplum tepkisi” türünü kutsayıp medya aracılığıyla
öne çıkarırken, bu sınırı zorlayan, düzen-dışı
nitelikler taşıyan her türden hareketi daha en
baştan boğmayı ve halktan tecrit etmeyi hedeflemektedirler.
Herhangi bir miting haberinin mutlaka “provokatör
gruplar” başlıklı bir bölüm içermesi bu ülkede
artık neredeyse bir medya klasiğidir; “karnaval
havasında geçen mitinge gölge düşürmek” klişesi
hemen her duruma uyarlanmakta, ok işaretleriyle
özel hedef göstermeler yapılmakta ve kitle hareketiyle
devrimci güçlerin bağları koparılmaya çalışılmaktadır.
Tümden meşru halk eylemleri ise zaten külliyen
“terör örgütü sempatizanları” nitelemesiyle aktarılmaktadır.
Özellikle tekel medyasının ucuz olduğu için daha
çok okunan tetikçi bulvar gazeteleri bu konuda
görev üstlenmişlerdir ve her türlü hak arama eylemini
karalamak, komplo teorileri icat etmek, açık bir
Kürt düşmanlığı yaymak, vs. bu görevin parçalarıdır.
Dink’in öldürülmesinin ardından timsah gözyaşları
döken tekel medyasının organları, daha üç gün
önce Orhan Pamuk, Hrant Dink ve diğer “sakıncalı”lara
karşı en azgınca kampanyaları yürütmekte bir sakınca
görmüyorlardı.
Şüphesiz bu program, yani “sivil toplum tepkisi-provokatörler”
ikilemesi, şu ana kadar somut bir başarı sağlamış
değildir ve sağlaması da zordur; bu topraklarda
herhangi bir hak arama eyleminin devrimciler dışlanarak
“cici” bir görünümle yapılması tekel medyasının,
polisin ve reformistlerin bütün çabalarına karşın
mümkün olamamaktadır, işin doğrusu bu toprak böyle
bir çabaya uygun değildir. Devrimci hareket, bütün
zayıflıklarına rağmen yine de bu ülkede halkın
içinde yaşayan, oradan gelen ve oradan beslenen
bir güçtür ve onu herhangi bir hak arama eyleminden,
herhangi bir toplumsal tepkiden dışlamak o kadar
kolay değildir. Ama bu arada yapılan şey, (bu
asıl amaca ulaşılamasa bile) sistematik biçimde
Kürt ulusal hareketinin ve düzen-dışı solun hedef
gösterilmesi, şovenist histerinin sürekli canlı
tutulması ve sözünü ettiğimiz seçilmiş alanlar
başta olmak üzere mümkün olan her yerde her biçimde
devrimcilerin emekçi kitlelerden tecrit edilmeye
çalışılmasıdır.
Elbette bu arada, ırkçı-faşist etkinliğin en yoğun
olduğu alanlarda da mafyatik-kirli bir ortam mayalanmakta,
bu zemin üzerinden kontra hizmetler için eleman
seçimi kolaylaşmaktadır. Bütün bu sahte “kahraman”ların
yoksul kesimlerden ve işsizler içinden gelmesi
de hiç şaşırtıcı değildir; bu, tarih boyunca böyle
olmuştur, egemen güçlerin kendi ellerini pis işlerle
kirlettikleri tarihte pek az görülmüştür. Bu işler
için her zaman kafası karışık ve zehirlenmeye
uygun tipler vardır; hatta günümüzde gereğinden
de fazla vardır.
Olguya böyle bir yerden bakıldığında katillerle
çektirilen hatıra fotoğrafları, sırt sıvazlamalar,
vs. anlaşılabilir durumlardır. Skandal fotoğrafları
birbirine yıkan polis de jandarma da esas olarak
böyle bir ideolojik şekilleniş içindedir; bu,
tuzu kuru liberallerin iddia ettiği gibi “eğitimsizlik”ten
kaynaklanan bir durum da değildir; tersine oligarşinin
baskı aygıtlarının elemanları son derece iyi “eğitilmektedirler”,
yaptıkları da tümüyle bu “eğitim”in ürünüdür.
Bütün devrimci güçlere ve halka karşı duyulan
nefret, katıksız bir şovenizm onların aldığı eğitimin
özüdür. Herhangi bir miting sırasında herhangi
bir polis arabasına gizli dinleyici yerleştirilmiş
olsa, elde edilen ses kayıtlarını hiçbir TV kanalı
yayınlayamaz; çünkü kanal konuşmalarda geçen küfürlerden
ötürü “toplumun ahlakını bozmak” gerekçesiyle
kapatılır! Bu bir şekilleniştir; Emniyet Genel
Müdürlüğü sözcüsü bir konuşmasında “personelimiz
duygularıyla işi birbirine karıştırmamalıdır”
derken tam da bunu kastetmektedir. Dediği şey
açıkça şudur aslında: “Arkadaşlar, siz bir Ermeni’nin
öldürülmesinden memnun olabilirsiniz; ama lütfen
böyle fotoğraf çektirmek gibi saçmalıklar yapıp
bizi zor duruma düşürmeyin!”
Fazla uzatmaya gerek yok. Sonuç olarak bütün bu
olgular üzerinden giderek varmak istediğimiz şey
şudur: Bu topraklarda herhangi bir özel komplo
olmaksızın da Şişli’de sokakta yürüyen bir demokrat
insanın öldürülmesi için uygun atmosfer ve bu
kadar basit bir işi yapacak kıt zekalı elemanlar
vardır. Mevcut ırkçı-faşist potansiyel ve timsah
gözyaşına meraklı tekel medyasının yarattığı politik
atmosfer bunun için uygundur, yeterlidir.
Faşist Cinayetten “Teröre Karşı Tepki” Çıkarmak:
Bir Tür Hokkabazlık
Neoliberal işbirlikçilerin derdi ise daha Dink’in
cesedi kaldırımda yatarken belli olmuştur. Özellikle
CNN Türk ve NTV’de yuvalanmış olan bu kesim, cinayetin
işlendiği ilk andan itibaren bir yandan Türk Devleti’nin
“töhmet altında kalmaması” kaygısına düşerek “Türkiye
aleyhine komplolar”ın nasıl önleneceğine kafa
yorarken, diğer yandan da bu cinayete karşı oluşacak
tepkinin nasıl düzen içine çekileceğinin hesaplarını
yapmaya başlamışlardır. Eski Barış Derneği sanığı
bir neoliberal (Ali Sirmen), cinayetten yarım
saat sonra “devlet töreni yapmanın yararları”na
işaret ederken Taha Akyol gibileri ise İspanyol
reformist sendikalarının ETA karşıtı yürüyüşlerini
örnek vererek “bundan sonra hep böyle PKK’ye karşı
da sokaklara çıkmalıyız” gibi inciler yumurtlamaktadır.
Bir yandan saat başı verilen haberlerde cinayet
akşamı yapılacak yürüyüşün ve sonra da cenazenin
güzergahı ayrıntılarıyla verilerek üstü kapalı
katılım çağrısı yapılmakta, diğer yandan ise böyle
bir tepkinin solu, devrimcileri kenarda bırakan
bir zeminde gerçekleşmesinin çalışmaları yapılmaktadır.
Bütün yayınlarda bir yandan hükümet cenazeye katılma
baskısına alınırken diğer yandan da yerli-yabancı
bütün burjuva politik odaklar, meseleye dahil
olmaya çağrılmaktadır. Sürece ne kadar çok sayıda
resmi kişilik ve burjuva unsur katılırsa tepkinin
o kadar “yumuşayacağı” ve “yönünün değişeceği”
hesaplanmakta, arada da klasik “provokatörlere
dikkat!” anonsları ihmal edilmemektedir.
İşin doğrusu, cenaze yürüyüşünü yönetme iddiasındaki
“toplumsal itfaiyeciler” koalisyonu da bu konuda
az istekli değildir. Devrimcilere duydukları husumet
duygusunu bir türlü bastıramayan bu koalisyon
üyeleri, özellikle ÖDP ve DİSK yöneticileri, cenazede
mozaik yaratma hevesindedirler; devrimci güçlerin
olmadığı ya da tümüyle pasifize edildiği cıvık
bir mozaik! Az sonra değineceğimiz gibi, mitingte
yer alan AB-ABD temsilcilerini ve burjuva politikacılarını
kendilerine katılmama gerekçesi yapanlar, asıl
bu gerçeğe gözlerini kapatmışlardır. Tekel medyasının
ve işbirlikçi kalemlerin asıl yapmak istedikleri
tam budur işte: Devrimci, anti-faşist tepkinin
yer almadığı genel geçer bir “teröre lanet” mitingi!
Solun, “şunlar var” var diyerek yürüyüşe katılmaması
da, tam tamına düzen temsilcilerinin istedikleri
şeydir.
Cenaze Töreni: Anti-Faşist Öfkenin Dışa Vurulması
Ancak bu plan, esas itibarıyla gerçekleşmemiştir.
Burjuva yazarlar, faşistler, sosyal şoven gruplar
o gün bugündür yürüyüşe katılanların kaçta kaçının
Ermeni, kaçta kaçının solcu, kaçta kaçının işçi,
kaçta kaçının “normal vatandaş”(!) olduğunu hesap
etmeye çalışıyorlar. Oysa bu son derece saçma
bir hesaptır. Hrant Dink cenazesi, katılımcıların
tek tek kimliklerinden de bağımsız olarak son
yıllarda Türkiye’de yapılmış en büyük anti-faşist
gösterilerden biridir. Tarihe de böyle geçmiştir.
Yaklaşık yüz bin kişi, bu faşist cinayete karşı
sokağa çıkmış ve Hrant Dink’i sahiplenerek faşizme
karşı bir tavır koymuştur. “Hepimiz Hrant Dink’iz
/ Hepimiz Ermeniyiz” sloganı da bu özgün olayda
mükemmel bir biçimde yerine oturmuştur. İnsanlar,
“eğer Hrant Dink’i Ermeni olduğu için, demokrat
olduğu için öldürdüyseniz, evet biz de Ermeniyiz,
biz de demokratız” deme basiretini göstermişler
ve son derece yerinde bir iş yapmışlardır.
Öte yandan, Rakel Dink’in isteğine ve bu isteği
malzeme yaparak kendi politik hesaplarını kitleye
dayatmaya çalışan “itfaiyeciler koalisyonu”nun
emirnamelerine kitlenin hayli önemli bir bölümü,
en azından yürüyüşün bir noktasından sonra uymamıştır
ve iyi de yapmıştır. Öyle ki, Aksaray köprüsünün
altından geçilirken artık neredeyse slogan atmayan
yoktur! Bu, Rakel Dink’e bir saygısızlık değildir.
Devrimciler, anti-faşistler, ölüm acısıyla sarsılmış
bir eşe saygısızlık etmeyi akıllarının ucundan
geçirmezler. Olan şey, cinayetin politik çapının
ve etkisinin, ailenin, hatta bizzat Hrant Dink’in
özel isteğini aşması durumudur. Bu cinayet, büyük
bir öfkeyi ve ırkçılığa karşı nefreti açığa çıkarmıştır
ve çıkarması da doğrudur. Irkçı cinayet şebekeleri
“ıslah edilebilir”, zeytin dalıyla yola getirilebilir
unsurlar değildir. Tıpkı bir sokak köpeği gibi
onlar cesaretin de, korkunun da, tereddüdün de
kokusunu alırlar! Onlara karşı son derece somut
bir öfke ve nefreti açığa çıkarmak ve bunu gök
kubbeyi yıkacak kadar yüksek bir sesle haykırmak
gerekir. Faşist cinayet şebekelerinin karşısında
“vakur tavır” adı altında bir sessizliğin örgütlenmesi,
sadece Dink’in ailesine ya da sınırlı bir grup
insana değil, bu şebekelerin saldırganlığıyla
karşı karşıya olan bütün emekçi halk hareketine
zarar verir. Bu, Rakel Dink’i, hatta Hrant Dink’i
de aşan bir şeydir; çünkü bu cinayet sadece Hrant’ın
öldürülmesinden ibaret değildir. Genel bir faşist
saldırının güncel biçimidir. Dolayısıyla insanlardan
bir cenazede şöyle ya da böyle davranmaları rica
edilebilir ama faşist saldırıya karşı nasıl tepki
gösterecekleri belirlenemez; buna bizzat cenaze
sahipleri de yetkili değildir. Üniversitede polisin
eşliğinde satırla adam öldüren faşistlere karşı
mücadele eden gençlik, bu cinayetle kendi sürecini
özdeşleştirir; mahallesinde “reis”lerin çeteleriyle,
uyuşturucuyla, vb. başı belada olan emekçi, Dink’i
öldüren katillerin bu ortamlardan beslendiğini
bilir, hisseder ve tepkisini ortaya koyar, vb.
vb…
Yani mesele slogan meselesi değildir; ayrıca gösterilerde,
eylemlerde “slogan” atılmasını Türkiye’de neredeyse
bir “günah” haline getiren şu örgüt karşıtı fobiye
de teslim olunmamalıdır. Slogan kavramı, İskoç
dilinden dünyaya yayılan ve “savaş çığlığı” anlamına
gelen bir kavramdır ve insanlar her zaman tepkilerini,
taleplerini ritimli cümlelerle dile getirirler.
Bu, ne ayıptır, ne de gereksiz… Eski Irak’ta Savaşa
Hayır Koordinasyonu toplantılarında zaman zaman
tanık olduğumuz “kendi reklamını yapmak isteyen
sol örgütler” edebiyatı da tam anlamıyla şarlatanlıktır.
“Propaganda” ve “ajitasyon” gibi devrimci terminolojiye
ait kavramları epeydir unutmuş olan “aydın”larımız,
-kimi zaman kendi mesleklerinden de hareketle-
“reklam” kavramını sola yakıştırarak akıl almaz
bir hakarette bulunmaktadırlar. Devrimciler, evet,
bir cenaze töreninde de propaganda ve ajitasyon
yaparlar! Çünkü onlar, cenaze ya da miting bittiğinde
evlerine gidip ayaklarını dinlendiren herhangi
bir küçük burjuva aydından farklı olarak bir süreklilik
içinde akarlar, o günkü olguyu genel bir devrimci
çalışma ve örgütlenme faaliyetinin içinde bir
yere yerleştirirler; o olgu, o gün biter ama genel
akış devam eder. Ve her şeyin uç uca eklendiği
bir süreç içinde genel bir halk hareketi yaratmak
onların başta gelen amacı ve görevidir.
Bütün bu tartışmalar bir yana, sonuç olarak, gözünüzün
önünde faşist bir organizasyon cesur bir aydını
katletmişse, siz de faşizme karşı nefretinizi
dile getirirsiniz; mesele bu kadar basittir. Sloganlarda
zaman zaman yersiz, zamansız durumlar gözlense
de, bu, geniş çaplı ve çok heterojen eylemlerde
rastlanılan, tolore edilebilir bir durumdur. Tam
bir sessizlik içeren yürüyüşler de toplumsal harekette
zaman zaman uygulanabilir bir yöntemdir ama bu
kez, bu olayda, söz konusu yöntem tümüyle devrimci
güçlerin susturulması anlamını taşımaktadır. Yani
burada bir “sessiz öfke” ya da “sessizlikten gelen
caydırıcı güç” değil, toplumsal hareketi geriye
çekmeyi, onun şiddetini azaltarak söndürmeyi amaç
ve çizgi haline getirmiş olan bir koalisyonun
dayatması vardır.
Ayrıca cenaze tartışmalarında “biz sizin cenazelerinize
geldiğimizde kurallarınıza uyuyoruz; Hrant Dink
de bizim şehidimiz, kurallara uyun” diyen ÖDP
temsilcileri de hiç haklı değildir. Bu tavır,
cinayetin çapı ve amacı-etkisi hakkında kör bir
yanılgıyı ifade eder; anti-faşist mücadele bu
türden basit mülk sahiplenmeleri üzerine kurulamaz.
Hrant Dink’in cenazesi, bu faşist cinayete karşı
tepkisini ortaya koymak, bu şebekeyi lanetlemek
isteyen herkese aittir ve zaten pratikte de durum
böyle olmuştur.
Sonuç olarak ortaya çıkan tablo, ne AB’ci neoliberallerin
istediği gibi genel geçer bir “teröre lanet” mitingidir,
ne de elinde hortumla gezip her toplumsal hareketin
üzerine su sıkmayı görev edinmiş olan reformistlerin
istediği gibi bir “barış” yürüyüşüdür. Eksiğiyle
gediğiyle bu yürüyüş bir anti-faşist yürüyüştür,
içeriği budur. Bu içeriği küçümsemek için sağda
solda “Nişantaşı sosyetesi sokağa indi” gibi laflar
etmek de zevzeklikten ibarettir ve bu sözleri
söyleyenlerin o gün Şişli-Yenikapı hattına hiç
uğramadıklarını kanıtlar. Aynı biçimde bu kitlenin
“1 Mayıs’larda ortalıkta görülmeyen bir kitle
olduğunu” söyleyerek sınıfsal temel imalarında
bulunmak da yersizdir, anlamsızdır, sosyal-politik
olguları anlama yetersizliğidir. 1 Mayıs başka
bir şeydir, başka bir sosyal-siyasal olgudur;
bir faşist cinayete tepki gösteren ve katledilen
kişiye saygı sunan bir yürüyüş başka bir şeydir.
İki yürüyüşün her şeyden önce sebepleri ya da
temel motifleri farklıdır. Kimse bunların aynı
şeyler olduğunu söylemez; söylese de bu söz gerçeğe
uymaz. Sonuç itibarıyla yürüyen insanları bir
“tuzu kurular” topluluğu olarak göstermek, hem
katılanların bileşimini yansıtmaz, hem de politik
olarak yürüyüşün ne anlama geldiği konusunda açık
bir politik körlüktür, ayrıca düpedüz saygısızlıktır.
Bu yürüyüşün yeterince iyi olup olmadığı tartışılabilir
ama ona damgasını vuran olgu, tersi yöndeki bütün
çabalara karşın soldur, anti-faşist öfkedir. Bu,
tartışmasız bir gerçekliktir.
Sosyal-Şovenizmin Birinci Türü: En Sol Şeritte
Kağnı Hızıyla Gitmek
Şovenizm, halklara düşmanlıktır, ırkçılıkla beslenir
ve görülüp anlaşılması nispeten kolaydır. Oysa
sol saflardaki sosyal-şovenizm, bir çok değişik
yüze sahiptir ve kendisini ilk bakışta masum görünen
bir çok perdenin ve örtünün altında saklar. Çoğu
kez de bu örtü, kıpkızıldır; çok çok proleter
ve çok çok enternasyonalisttir. Artık Türkiye’de
alışmış bulunuyoruz; örneğin bir ulusal sorunla
karşı karşıya olunduğunda, “meseleye sınıfsal
açıdan bakmak gerektiği” üzerine bol keseden bir
ajitasyon dinlemeye başlamışsak, çoğu zaman sezgilerimizle
biliriz ki, bunun altından en bayağı cinsten bir
sosyal-şovenizm çıkmak üzeredir. “İşçi”, “sınıf”
lafları havada uçuşurken, öte yanda son derece
basit bir olgu, baskı altındaki halkın, topluluğun,
grubun çektiği acı ve özlemleri, talepleri unutulur
gider.
Ya da örneğin biz, kürsüdeki bir konuşmacının
“emperyalizmin böl-parçala-yönet politikaları”ndan
(ki bu politikalar gerçektir) söz etmeye başladığını
duyduğumuzda, artık kaygı ile konuşmanın sonunu
bekleriz. Çünkü bu konuşmanın altından her an
bir “milli birlik ve bütünlük” çağrısı çıkabilir!
Açıkça söylemek gerekirse, siyasi hayatta bir
meseleden uzak durmanın, üzerine oturduğunuz,
“örgütlediğiniz” toplumsal kategorilerin “hassasiyetlerini”
gözeterek o meselenin “kenarından geçip gitmenin”
bir çok yolu vardır ve şüphesiz bunların en dürüstçe
olanı bu düşünceyi açıkça deklare etmektir. Ortaya
çıkar ve “ben politik açıdan, uyguladığım ittifak
projeleri ve yakın durmak istediğim güçler açısından,
kendi kitlemin geri tutumu nedeniyle, vb. bu Ermeni
meselesinde pek ortalıkta görünmek istemiyorum”
dersiniz, insanlar da neyin ne olduğunu anlar.
Ama eğer bunu yapmıyorsanız, yapmayı reel politika
açısından “uygun” bulmuyorsanız, en sağlam görünen
yol, en “sol” olanı, en “sert” olanıdır. TKP’nin
Hrant Dink cenazesi meselesinde yaptığı işte tam
anlamıyla budur.
Ve bu tutum, onlar açısından yeni de değildir.
2006 1 Mayıs’ında “sendikacıların peşinden sürüklenmeyiz”
kahramanlığıyla Kartal’ın tercih edilmesinin gerçek
anlamını kavramak için bilgin olmak gerekmez.
Siz eğer, devrimci yapılar ve Kürt ulusal hareketi
ile aynı çerçevede fotoğraflanmaktan artık rahatsız
oluyorsanız, üzerinde siyaset yaptığınız kitle
de bu ilişkiyi “itici” buluyorsa ve en önemlisi
siz genel olarak düzenin statik partisi olmak
gibi bir derde sahipseniz ve özellikle orduyla
arayı fazla açmamayı gözetiyorsanız, “uzak olsun
rahat olsun” deyip Belgrad Ormanlarını da tercih
edebilirsiniz. Kadıköy’de yer alanları da en “sol”
perdeden “sendika kuyrukçuluğu” ile suçladığınızda
mesele tamamlanır. Bunun için 1 Mayıs öncesinde,
kabul edilmeyeceği en baştan bilinen buyurgan
bir çağrı da yaparsanız, eliniz iyice temiz hale
gelir, gönül rahatlığıyla Kartal’a gidip kendi
mitinginizi yaparsınız, olur biter.
Bu yönelim, eski TKP’nin Ulusal Demokratik Cephe
mantığıyla da uyumludur aslında. Devlet mekanizmasını
silahlı bir devrim yoluyla parçalamak gibi bir
derdi olmayanların her zaman başvurdukları yol,
bu “cepheci”(!) yoldur. Böylece, her şeyde emperyalizmin
bölücülüğünü arayan şu eski Uğur Mumcu çizgisine
doğru kayar ve giderek daha fazla “bütünlükçü”
bir tutuma sahip olursunuz. Bunun teorik arka
planını da sınıfçı bir tarzda kurabilir ve “işçi
sınıfının bütünlüğü”nü öne çıkarabilir, Kürt ulusal
hareketinin postmodern çizgiye kaymasını da bahane
edebilirsiniz. Beri yanda zaten “Devlet ve İhtilal’in
artık referans olmadığını”, “devletin öyle tümüyle
parçalanmasının gerekmediğini” doğrudan ya da
dolaylı olarak söyleyip yeni bir teorik hamle
yapmışsınızdır ve böylece eski “kapitalist olmayan
yol” teorisinin postmodern bir versiyonunu icat
etmeye başlamışsınızdır. Yani bütün taşlar birbiriyle
uyumludur. “İyi huylu” bir “Yurtsever Cephe” artık
yürürlüktedir, “emperyalizmin bölücülüğüne karşı”
Kürdü, Türkü, herkesi oraya çağırır, bütünleştirirsiniz.
Tek farkla ki, 1970’lerin eski UDC’sinde gözler
Ecevit’in mavi rengine dönüktür; şimdilerde ise
ordunun haki rengi daha favori renk hale gelmiştir.
Yani Dink’in cenazesinde olan şey, ideolojik-politik
arka planı olan bir şeydir. TKP, ilk akşam yapılan
spontane gösterilere bir parça katıldıktan sonra
geriye çekilerek cenazeye katılmamayı tercih etmiş,
açıkça bu “Ermeni sorunu”nun içinde fotoğraflanmaktan
kaçınmıştır. Bu tutumu açıklamak için öne sürdüğü
gerekçelerin hiçbiri tutarlı değildir, anlamlı
değildir. ÖDP’nin başını çektiği Düzenleme Komitesi’nin
tutumu bir gerekçe değildir; bu topraklarda TKP
dahil birçok sol yapı, birçok eyleme, gösteriye
o eylemi düzenleyen Komite’nin dayatmalarına rağmen,
onu tanımama tutumuyla girmişlerdir. Bu çok olağanüstü,
hiç görülmemiş bir şey değildir. 1 Mayıs’lar dahil
olmak üzere bir dizi eylemde ÖDP’den de sağcı-statükocu
düzenleme komiteleri önümüze çıkmış, kısıtlayıcı
kurallar, “atılmaması gereken sloganlar”, “açılmaması
gereken pankartlar”, vs. dayatmışlar ve kimse
de bunları umursamamıştır. Hatta bunların solun
ortak çabasıyla aşılması için özel olarak toplantılar
yapılmış ve söz konusu eyleme-eylemlere blok katılımlar
gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’de herhangi bir hak arama eyleminden,
herhangi bir anti-faşist gösteriden devrimcileri,
solu tecrit etmek mümkün değildir; kimsenin haddine
de değildir. Kimsenin buna gücü de yetmez. Bu
topraklarda sağcı-statükocu eğilimlerin bu çaptaki
bir kitle gösterisine tümüyle hakim olduğunun
tek bir örneği var mıdır? Yani, Düzenleme Komitesi’nin
yasaklar koyması, uymayacaklara “gelmeyin” demesi
ve tehditler savurması bu çaptaki bir anti-faşist
gösteriye katılmamak için gerekçe midir? Bu faşist
cinayeti ve şovenizmi protesto etmek isteyen,
bunu yüksek sesle haykırmak isteyen binlerce insanı
kim engelleyebilecektir?
Öte yandan, cenaze törenine devlet yetkililerinin
ya da ABD-AB yetkililerinin katılması, tutarlı
bir gerekçe midir? Neoliberal tekel medyası ve
Düzenleme Komitesinin canı öyle istiyor diye sol,
demokrat-yürekli bir aydının cenazesini düzenin
akbabalarına mı bırakacaktır? Tekel medyası, işin
başından beri diaspora temsilcilerinden devlet
yetkililerine, Genelkurmay’dan Başbakan’a kadar
herkesi cenazeye çağırırken zaten açıkça bizim
oradan tecrit edilmemizi emretmiş olmuyor mu?
İstedikleri şey, devrimcilerin, solun orada olmaması,
“kahrolsun faşizm” sloganının zinhar hiç duyulmaması
değil midir? TKP, üstü kapalı olarak cenazeye
katılanları ABD-AB’yi hazmetmekle, onların arkasında
yürümekle itham edeceğine, bütün gücüyle bu yürüyüşü
anti-faşist anti-emperyalist bir gösteriye dönüştürmeyi
neden düşünmüyor? Daha sonraki Siyasi Komite bildirilerinde
söyledikleri gibi bu cinayet “Türkiye’nin emperyalizm
tarafından teslim alınması” (yeni-sömürge Türkiye
için bu değerlendirme biraz garip oluyor ama,
neyse) amacını güdüyorsa ve “bu oyunun bozmanın
biricik yolu, solun her kökenden halkımızın ortak
sesi olması, ortak kimliği temsil etmesi” ise,
bu görev, basın bildirileriyle mi yerine getirilecektir?
Bütün bu gerekçeler tutarlı değildir; ayrıca bu
yolla cenaze yürüyüşüne gölge düşürmek, “solda
da kimi kesimlerin bunu (ABD ve AB’nin elini güçlendirmek)
değiştirmeye değil, paylaşmaya yönelmeleri”nden
dem vurarak katılanları üstü kapalı biçimde işbirlikçilikle
suçlamak, TKP’nin tutumunu haklı çıkarmaz. Karmaşık
denklemlere, derin siyasi çözümlemelere hiç gerek
yoktur; öykü gayet basittir aslında. Kendi davasını
kendine özgü cesaretiyle savunan demokrat bir
Ermeni aydını, emperyalizmin işbirlikçisi Türkiye
oligarşisi tarafından beslenen ve organize edilen
faşist güçler tarafından katledilmiştir. Bu, tüm
halklara karşı işlenmiş bir suç ve tüm devrimci,
sol, emekten yana güçlere yöneltilmiş bir gözdağıdır
ve yapılması gereken şey, bütün gücümüzle bu cinayetin
tam karşısında durmak, bu cenazeyi büyük bir anti-faşist,
anti-emperyalist gösteriye dönüştürmektir. Bunun
için kimseden izin almamız gerekmez, kimse de
bu iradeyi engelleyemez. Ama siz, o gün ortalıkta
görünmemeyi daha “akıllıca” buluyorsanız, bunu
açıkça söylemek yerine “yasakları”, “düzenleme
komitelerini” bahane olarak ortaya sürmeniz, gerçeği
yine de değiştirmez. Asıl mesele budur.
Sosyal-Şovenizmin İkinci Türü: Keşke Öldürülmeseydi…
Öte yanda, doğrusu “sosyal-şovenizm” kavramının
“sosyal” ekini bir hayli zorlayan daha örtüsüz-perdesiz
bir sosyal-şoven ekip de HKP’dir. Uzun süredir solda
çevresine saçtığı küfürler ve hakaretlerle haklı
bir ün yapan bu ekip, Hrant Dink cinayetinden sonra
Doğu Perinçek’ten ya da şu malum Ermeni Sorunu Uzmanı
“Akademisyen”lerden(!) aynen kopya edilmiş görüşleriyle
tüyler ürpertici bir noktaya varmıştır. Asıl sorun,
Perinçek’in şoven görüşlerinin kopya edilmesi değildir;
sorun, bu ekibin “CIA sosyalizmi”, “emperyalizmin
işbirlikçisi”, “sahte sol” biçiminde hakaretler
yağdırdığı devrimci cephe içersinde hâlâ normal
bir olgu olarak duruyor olmasındadır.
Sosyalist Barikat, okurlarımızın iyi bildiği gibi
genelde kendi düşüncelerini ortaya koymakla yetinen,
başkalarıyla polemik sürdürmeyi tercih etmeyen bir
dergidir. Ama bu kez karşımızda, gerçekten de çığırından
çıkmış bir hakaretler ve küfürler yığını vardır
ve bütün bunlara yanıt verilmesi gerekli olmuştur.
Aslında HKP’nin Dink meselesi üzerine görüşleri
bir hayli yalındır. HKP’ye göre Hrant Dink, “Türkiye’yi
ve Türkleri sevmeyen” bir “Sevrci”, bir vatan hainidir
aslında, ancak HKP onun “böyle bir cinayete kurban
gitmesini de hiç istememektedir.” Ermeni sorunu
ise zaten “emperyalizmin kanlı bir oyunu”dur ve
aslında böyle bir sorun yoktur; Osmanlı’nın şefkatli
kollarında “Millet-i Sadıka” (Sadık Ulus) olarak
yaşayan Ermeniler, Osmanlı onları “sevdiği” ve “güvendiği”
halde, Batılı devletlerin oyununa gelerek harekete
geçmişler, bunun üzerine de Osmanlı devleti Tehcir
kararı alıp uygulamak zorunda kalmıştır. Tehcir
sırasında kaç kişinin öldüğü konusunda da bir buçuk
milyon rakamı, Ermeni nüfusunun toplam sayısına
uymamaktadır, vs. vs… Türk tarihçiler şu kadar diyor
falan tarihçiler bu kadar ama neticede kaç yüz bin
kişi ölünce bir katliam gerçek bir katliam olur,
HKP bunun yanıtını vermiyor. Bütün bunlar önemli
de değil; önemli olan şu: Sonuçta, dostluk ve huzur
içersinde yaşayan, “sevilen” ve “güvenilen” Ermeniler,
rahat durmayıp maraza çıkarmışlar ve belalarını
bulmuşlar!
Daha doğrusu, “19’uncu Yüzyılın son çeyreğiyle 20’nci
Yüzyılın ilk çeyreği arasında” Anadolu’da “insanlık
dışı olaylar olmuştur” diyor HKP özetle: “Her üç
halk da, Türkler, Ermeniler, Kürtler hatta Araplar
büyük acılar çekmiştir, kayıplar vermiştir. Her
iki tarafın da nerede, ne gibi hatalar yaptıkları,
ne kadar cana kıydıkları, ne kadar kayıp verdikleri
tarafsız bir anlayışla en ince ayrıntısına kadar
araştırılıp ortaya konmalıdır.” Böylece mesele,
“halkların karşılıklı yanlışları” olarak özetlenip
sorun çözümlenmiş oluyor. Şüphesiz Ağrı’da, Dersim’de
de “karşılıklı hatalar” vardır ve bunları halletmenin
yolu da oturup kim nerede yanlış yaptı diye tartışıp
sorunu bir çözüme bağlamaktır; çözmeliyiz ki, “şerefsiz
emperyalistler” bizi bölemesinler!
Bütün bu görüşler, konumuz açısından o kadar önemli
değil. Biz, bu topraklardaki isyancı halk tarihinin
mirasçılarıyız ve Osmanlı dahil hiçbir egemen sınıf
devletinin kirli işlerini savunmakla görevli değiliz.
İsteyen, Kuyucu Murat Paşa, Hızır Paşa, Muğlalı
Paşa da dahil olmak üzere “şanlı” ve “kanlı” Osmanlı-Cumhuriyet
tarihinin istediği bölümünü seçip istediği kadar
savunabilir, kendi bileceği iştir.
Ancak, HKP burada durmamakta, buradan Hrant Dink’e
kadar gelmekte ve “cinayeti onaylamasa”da (ki bu
kadarını zaten faşist partiler de söylüyor) onu
öldükten sonra bile “vatan hainliği” tahtasına yazmaktadır.
Öyle ki, Dink’in ölmeden önce TV programlarında
belki on kez anlattığı şu ünlü “kirli kan” meselesini
bile bu suçlamanın malzemesi olarak kullanmaktadır.
Ki, bilindiği gibi bu mesele Kerinçsiz çetesinin
Dink’i hedef tahtasına çaktığı ve cinayete zemin
yarattığı meseledir.
Asıl trajik olan ise, bir faşist cinayetten sonra,
solcu olduğunu iddia eden bir partinin koca bir
yazı içersinde tek bir kelime ile faşist katilleri
lanetlememesi, hatta yer yer “iki taraf da emperyalizmin
hizmetinde” diyerek bunu bir “iç-çatışma” gibi sunması*
ve cinayet üzerine yazılmış bir yazının tamamını
öldürülen kişiye ve onun cenazesine katılanlara
küfretmeye ayırmasıdır.
Bu, denilebilir ki, solun tarihinde bir ilktir!
Faşist bir cinayet işleniyor ve siz sayfalar dolusu
bir yazıda öldürülenin ve öldürülene sahip çıkanların
ne kadar “hain” ve “alçak” olduğunu kanıtlamaya
çalışıyorsunuz! Bu, normal bir cenaze evinde bile
anormaldir! Öyle ki, HKP, hızını alamayıp Rakel
Dink’e, birkaç gün önce hayat arkadaşını yitirmiş
acılı bir kadına, hıristiyanlık dersleri bile vermeyi
ihmal etmiyor ve onu da “ön ve bönyargılı” olmakla
suçluyor. Ve nihayet sözünü de şöyle bağlıyor HKP:
“Her karşı olduğumuz kişinin ölmesini, hele hele
de öldürülmesini istemeyiz. Bu, insanlığımızla bağdaşmaz.
Biz onlara karşı siyasi bir mücadele veriyoruz.
Ancak öyle alt edilir onlar.”
İyi! Bu kadarına da şükür!
Ama HKP bu kadarla da yetinmiyor. Buradan cenaze
yürüyüşüne gelen HKP, yürüyüşe katılan bütün devrimci
grupları, bütün solu, “emperyalizmin hizmetinde”
olmakla suçluyor ve asıl küfür salvoları bundan
sonra başlıyor.
“Cinayetin işlendiği gün olan 19 Ocak’tan 23 Ocak’a
kadar süren eylemlerde; ÖDP, İ. Kaypakkayacı Gruplar,
ESP, EMEP, HÖC, SDP, DTP ve bunlarla birlikte hareket
eden birkaç küçük grup yer aldı. Tabiî yerli yabancı
Parababalarının her kesiminden temsilcileri ve taraftarları
da.
Bu cephe Sevrci Karşıdevrim Cephesi’ydi ya da Emperyalizm
Cephesi’ydi. Burada bulunan “sol, sosyalist, devrimci,
Maocu” ve daha bilmem neci gruplar da aslında taşıdıkları
adların tam tersini temsil etmektedirler pratikleriyle.
Bunların yalnızca adları soldur, sosyalisttir, devrimcidir.
Kendileri değil. O yüzden biz bunlara, gerçek siyasi
kimliklerine en uygun düşen bir adla hitap ediyoruz:
“Sevrci Sahte Sol” diyoruz bunlara…”
“(…) Bizim zavallı sol, CIA kurumlarıyla olduğu
gibi, (…) Ortaçağcı kurum ve kişilerle de elele,
omuz omuza vermiştir. Hepsi bir ağızdan “Hepimiz
Hrant Dink’iz” diye haykırmışlardır.
Bizim, bu adı sol, zavallı gruplara bir önerimiz
var: Bu müttefikleriyle ittifaklarını kalıcılaştırsınlar
ve de lütfen devrimciyiz, sosyalistiz iddiasından
vazgeçsinler. Böyle yaparlarsa daha dürüst davranmış
olurlar. Şimdiki yaptıkları ise, namuslu bir davranış
değildir. ABD Dışişleri Bakanlığıyla, MESA gibi
CIA kurum ve kişileriyle ve Türkiye’de Tefeci-Bezirgân
Sermayenin ideolojisini savunan Ortaçağcı gazete
ve kişilerle harman olacaksın, dayanışacaksın sonra
da kalkıp, ben devrimciyim, diyeceksin. Ayıptır.
Ahlâk denen, namus denen değerler vardır, her ne
kadar siz unutmuş olsanız da... Tutarlı olun. ABD’nin,
AB’nin, Ortaçağcı güçlerin kucağında devrimcilik
olmaz. Olsa olsa yaptığınıza CIA Sosyalizmi denir.”
Nereden bakarsanız bakın, saygısızlık, seviyesizlik
ve haddini bilmezlik!
Aralarında devrimci sosyalistlerin de bulunduğu
birçok devrimci grup ve yapı Hrant Dink’in cenaze
yürüyüşüne katılmıştır ve bu gruplar-yapılar, emperyalizme
ve işbirlikçilerine karşı savaşırken yüzlerce şehit
vermiş, idam sehpalarına yoldaşlarını uğurlamış
devrimci hareketlerdir.
Bu nasıl bir kendini bilmezliktir ki, HKP bütün
bu devrimci hareketlere emperyalizm ve CIA işbirlikçiliği
yakıştırmaktadır!
Siz kimden söz ediyorsunuz? Bu nasıl bir ölçüsüzlük
ve terbiyesizliktir? Türkiye devrimci hareketi bir
şehitler anıtıdır. Mahir’lerden İbo’lardan, Deniz’lerden
akıp gelen bir devrimci harekettir o. Tamer Arda’larla
Atilla Ermutlu’larla ve her siyasi akımdan daha
yüzlerce anti-emperyalist, devrimci savaşçıyla yürüyen
bir harekettir.
Siz kimden söz ediyorsunuz? Kimsiniz? Hayatınızda
Amerikan emperyalizmine karşı kaç kurşun sıktınız
ki, emperyalist Amerikan subaylarını cezalandırdıkları
için çıkarıldıkları idam sehpalarını tekmeleyen
Kadir Tandoğan ve Ahmet Saner’lerden akıp gelen
devrimci sosyalist harekete küfürler yağdırıyorsunuz?
Kimin kucağında oturmuş devrimci hareket? Emperyalistlerle
işbirliği yaparak onların kucağında oturduğu için
mi mezarlıklar dolusu şehitler vermiş onca yıldır?
İşkencehaneler kimin için çalışmış yıllardır, köşebaşlarında
kim kurşunlanmış?
Bu nasıl bir densizliktir ki, Kızılelmacı cepheye
yazılma heveslisi olanlar devrimci hareketin “sahte”liğini
gerçekliğini tartışıyor? Bu nasıl bir ağzından çıkanı
kulağı duymamaktır ki, devrimci hareketi “ahlaksızlık”la,
“namussuzluk”la suçlamakta bir sakınca görmüyor?
Bu nasıl bir “ahlak” ve “namus”tur ki, emperyalizm
karşıtı gösterilerde sokaklarda yerde sürüklenen,
coplanan insanlara karşı en küçük bir saygı göstermiyor?
Bütün bunları geçip “Hepimiz Hrant Dink’iz / Hepimiz
Ermeniyiz” meselesine gelirsek, bu slogandaki sorun
nedir? HKP, kitlenin faşist katiller tarafından
öldürülmüş bir insanla kendisini özdeşleştirmesinden
niçin rahatsız oluyor? Ne var bunda? İnsanlar, “Hepimiz
Ermeniyiz” dediklerinde Ermeni mi oluyorlar? “Hepimiz
Hrant Dink’iz” denildiğinde, bu, Dink’in bütün görüşlerini
paylaşmak anlamına mı geliyor? Devrimciler 30-40
yıldır binlerce cenaze törenine katılırken mutlaka
tabutun içindekinin görüşlerini mi kabul ediyorlar?
Mercan katliamı şehitlerini uğurlarken “Maocu” mu
olunuyor; ölüm orucu şehitlerini uğurlamak için
HÖC taraftarı olmak şart mı? Asgari bir düşünme
kapasitesiyle, asgari bir zekayla bile olaya baktığımızda
bu soruların yanıtları belli değil mi?
Bu bir bağlam meselesidir. Aynı slogan, bir başka
bağlamda anlamlı olabilir ya da olmayabilir. Burada
söz konusu olan şey, insanların bu cinayeti işleyenlere
karşı katledilenin kimliğini paylaşarak yanıt vermesidir.
İnsanlar, faşist katillere karşı dönüp “hepimiz
Hrant’ız” dediklerinde HKP bundan niye rahatsız
oluyor?
Bu bir bağlam meselesidir. Başka olaylarda insanlar
“Hepimiz Filistin’liyiz” dediklerinde her türlü
yolsuzluğa bulaşmış El-Fetih kodomanlarını mı kastediyorlar?
“Hepimiz Irak’lıyız” dendiğinde, Saddam artığı Baasçılar
mı geliyor aklınıza? Sloganı atanlar da, sloganın
muhatabı olan Filistinliler ve Iraklılar da biliyorlar
ki, bu bir mücadele dayanışması sloganıdır ve kimse
bu yüzden Arap filan olmamaktadır! **
Bütün bu son derece açık gerçeklikleri alt alta
yazarak yazıyı uzatmanın ve bu düzeysizliğe daha
fazla yer ayırmanın gereği yok. Başta da söylediğimiz
gibi, Hrant Dink cenazesi, eksiğiyle gediğiyle son
yılların önemli anti-faşist gösterilerinden biridir
ve kitlenin sadece Hrant Dink’i değil, onun Ermeni
kimliğini de açıkça sahiplenmesi şovenizme karşı
tutum açısından son derece yerinde ve cüretkâr bir
tavırdır. A ya da B grubu, örgütü, vb. bu gösteriye
katılmayabilir, bu yine de bir siyasi tercih meselesidir;
ama kimse haddini bilmezlik ve densizlik yapma hakkına
sahip değildir.
Sosyal-Şovenizmin Örtülü Türü: İyi Gün Dostları…
Sosyal-Şovenizmin belki de en iyi perdelenmiş olan
türü ise, bugünkü politikada kendisini en çok “dayanışmacı”,
en çok “kardeşlik yanlısı” olarak ortaya koyar.
Ama pratikte yüzlerce kez kanıtlandığı gibi bu,
aslında bir “geçici yol arkadaşlığı”dır.
Bu topraklarda onlarca yıldır, en çok da genç devrimcilerin
kafasını bulandırmak ve onları aktif devrimcilikten
soğutmak için, “kışkırtıcı”lardan çok söz edilir
ama “yatıştırıcı”lardan nedense hiç söz edilmez.
Oysa, bu ülkede toplumsal hareketi yatıştırarak
onu düzen sınırları içinde tutmayı kendisine görev
edinmiş bir kesim, çok daha etkin ve güçlü bir pozisyondadır.
Halk hareketini geriye çekmek, kitlelerin tansiyonunu
düşürmek, bir tür “itfaiyeci” tavrıyla her ateşin
üzerine su püskürtmek, bu kesimin tipik davranışıdır.
Hrant Dink’in cenazesindeki “düzenleme komitesi”nin
bileşimine denk düşen bu koalisyon, ezilen uluslar
ve gruplar, daha doğrusu hak arama mücadelesi yürüten
bütün kategoriler için güvenilmezdir. Açıkçası bu
kesimin “anti-şovenist” tavrının sınırlarını iki
olgu belirler:
Birincisi, şovenist saldırganlığın ulaştığı seviye
ve bunun yarattığı psikolojik basınçtır. Karşı taraf
iyice gemi azıya aldığında ve genel olarak kamuoyu
araçlarında ve kitlelerin ruh halinde şoven söylem
açık bir baskınlık kazandığında, durum yavaş yavaş
değişmeye başlar. İşler böyle bir karamsarlık noktasına
erişmiş ve toplumsal atmosfer boğucu hale gelmişse,
bu kesim, beri tarafa dönüp “canım siz de yazdıklarınıza,
yaptıklarınıza biraz dikkat edin” demeye hazırdır.
Çünkü, şovenizme karşı tutum, tarihte örneklerine
rastlanıldığı gibi bazen çok kritik ve zor dönemlerden
geçer; 1914 yılının Almanya’sında savaş harcamaları
oylaması yapılırken, ayağa kalkıp hayır oyu kullanmak,
tükürüğe boğulmak ve “hain” ilan edilmek anlamına
gelir. Karl Liebknecht bunu yapmışsa eğer, devrimci
olduğu içindir. Devrimci değilseniz, mevcut düzen
içinde kendinize bir yer açmaya çalışıyorsanız,
örneğin bir sendika konfederasyonu başkanı olarak
bugün bir tavır koyarsınız ama yarın, tam da o kritik
noktada yelkenleri suya indirmeniz şaşırtıcı olmaz.
İkinci belirleyici faktör ise, bugün çok çok “dayanışma”
gösterilen ulusal hareketin ya da etnik-dinsel,
vb. grubun yönelimidir. Bu yönelim, postmodern bir
önderliğin çizdiği çerçevede, barışçıl, düzen içinde
yol ve yöntem arayan bir yönelimse, mesele yoktur.
Onun barış çağrılarına canı gönülden iştirak edilebilir
ve her şey yolunda gider; ama söz konusu hareket,
haklarını başka türlü arama kararındaysa, örneğin
bunun için silahlı bir devrim yolunu seçmişse ya
da bugünkü yönelimini bu yola doğru değiştirmişse,
işler karışır. Artık bin türlü gerekçe ve bahane
aranmaya başlanır; örneğin bu ulusal hareketi yöneten
önderin ya da önderliğin (dün pek önemsenmeyen)
kusurları daha fazla görülmeye başlanır, “sınıfsal
bakış açısı”(!) daha fazla hatırlanır, “emperyalizmin
bölücü planları” daha çok gündeme gelir, vs. vs…
Çünkü onlar, mağduru severler, isyancıyı değil.
2007 Mart’ındaki mevcut durumu severler, 1984 Ağustos’undaki
atılımı değil! Ezilen halkların ve ulusların özgürlüklerini
kendi elleriyle değil, bizim inayetimizle kazanmasını
isterler; çoğu kez de bu lütuf, “demokratikleşme”
kavramında anlamını bulur. Toplumun genel olarak
demokratikleşmesi ya da “dış yardımla” demokratikleştirilmesi
sonucunda zaten ezilen grubun da sorunu kalmayacaktır!
Hem zaten artık klasik anlamıyla ulusal kurtuluşçuluk
da kalmamıştır; hem zaten üçüncü dünya solculuğu
bitmiştir; hem zaten devrim objektif bir imkân olmaktan
çıkmıştır, vs. vs...
Kısacası, bu eğilim, tutarlı bir anti-şovenist tavrı
sürdüremez; bu konuda güvenilemez bir konumdadır.
Şüphesiz bu, şovenizme karşı çıkmanın sadece devrimci
sosyalistlerin tekelinde olduğu anlamına gelmiyor;
bazı hallerde güçlü bir insanseverlik duygusu bile
ırkçı saldırganlığa karşı çıkmak için yeterlidir;
ancak bu tutumu salt güncel olgularla ve görünürdeki
olaylarla sınırlamayan, şovenizmin düzenin genel
yapısıyla olan bağlarını doğru yerden yakalayarak
tam bir tutarlılıkla onun karşısına dikilen bir
mücadele çizgisi, devrimci olmayan bir yerden inşa
edilemez. Örneğin, faşizmin devlete “sızan” bir
olgu olduğunu, birtakım odaklar tarafından organize
edildiğini düşünürseniz başka bir yoldan yürürsünüz,
onun yeni-sömürge Türkiye’nin yönetim biçimi olduğunu
ve bütün güncel olguların bu gerçek tarafından belirlendiğini
düşünürseniz bir başka yoldan yürürsünüz. Birinde,
toplumsal bir tepki yoluyla bu odakları geriletmeyi
düşünür ve devletin tedrici olarak demokratikleştirilmesini
amaçlarsınız; diğer yol ise işbirlikçi-faşist oligarşik
mekanizmayı cepheden hedef alan bir halk devriminin
ve devrimci halk hareketinin yoludur.
Devrimci Sosyalistler Anti-Şovenist Mücadele
Konusunda Tereddütsüz ve Nettir
Hiçbir ayrıntıya girmeden, en baştan çok açık
söylemek gerekiyor: Devrimci sosyalistler, net,
tereddütsüz, “ama”sız, “fakat”sız bir anti-şovenist
tutuma sahiptirler. Bu, devrimci olmak, sosyalist
olmak açısından bir mihenk taşı, kesin bir ölçüdür.
Şovenizm, ırkçılık, insanlık tarihinin en tiksinti
verici, en tehlikeli akımlarıdır. Sözünü ettiğimiz
şey, herhangi bir düşünce akımı değil, milyonlarca
insanın kanına girmiş, insanlığın en olumlu değerlerini
defalarca ayaklar altına almış ve almakta olan
bir saldırganlık hareketidir. Her şey bir yana,
yalnızca halkların birbirine kırdırıldığı iki
büyük paylaşım savaşını, bu savaşların psikolojik-sosyal
zeminini oluşturan şovenist histeriyi anımsamak
bile bu gerçeği kavramak için yeterlidir. Bu konuda
hiçbir istisna, hiçbir özel durum, hiçbir “göreceli
haklılık” hali, vs. gözetilemez. Irkçılığa, şovenizme
karşı olmak, ona karşı mücadele etmek için komünist
olmak gerekmez; ama bir komünistin bu konuda en
küçük bir tereddüdü söz konusu bile olamaz.
Her şeyden önce bir komünist, asla vazgeçemeyeceği
nihai hedefi olan komünist toplumun ölçütlerine
sahiptir ve bu ölçütler, bütün ırk, din, mezhep
gibi ayrımları dışta bırakır. Komünist Manifesto’da
açıkça altı çizilen “komünistlerin vatanı yoktur”
sözü, elbette onların belli bir toprak üzerinde,
öncelikle o toprak parçasının sömürüden ve baskıdan
kurtulması için savaşacakları gerçeğini ortadan
kaldırmaz, ama bu söz, komünistlerin her türlü
milliyetçilikten kesin biçimde uzak duracaklarını
son derece net olarak ortaya koyar. Bu, bütün
tartışmaların dışında, kesin bir olgudur ve şu
ya da bu gerekçeyle esnetilemez, “bir süreliğine”
askıya alınamaz. Irkçı, milliyetçi düşüncelere
doğru verilen her taviz, şovenizm karşısındaki
duruşta açılacak her gedik, bu duruşun sahiplerinin
komünist niteliğini ciddi biçimde zedeler ve eninde
sonunda onları karşı-devrimin çukuruna doğru sürükler.
1914 Almanya’sında Liebknecht, parlamentoda kendi
devletinin savaş çığırtkanlığına karşı bir kaya
gibi dimdik durarak halkların kardeşliğini savunurken,
sıraya dizilip “anavatan” için oy verenler, milyonlarca
insanın bir paylaşım savaşı cehenneminde katledilmesinin
doğrudan sorumlularıdırlar; hatta bu omurgasız
sahte sosyalistler, Rosa ve Liebknecht’in kanına
girecek kadar düzen bataklığına gömülmüşlerdir.
Proleter enternasyonalizmi, Marksist düşünceye
sonradan yapılmış bir eklenti değil, onun bütünlüğünün
içinde bir parçadır; hatta bir anlamda komünist
düşüncenin ve davranışın ruhudur. Hatta enternasyonalizm,
bir adım öteye gidersek eğer, yalnızca belirli
bir sınıfın (proletaryanın) dünya çapındaki kardeşliğini
kapsamaz; nihai olarak varmak istediği komünist
dünya hedefiyle paralel olarak proletarya, bizzat
kendisini de bir sınıf olarak ortadan kaldırıp
özgür bireylerden oluşan bütün insanlık ailesinin
evrenine varmak ister. Bu anlamda proletarya,
şu anda da, gelecekte de, dünyanın herhangi bir
köşesinde herhangi bir topluluğa ya da insana,
renginden, ırkından, vs. ötürü farklı davranılmasını,
ezilmesini, dışlanmasını, aşağılanmasını, vb.
kesin biçimde reddeder; böylesi davranışlara karşı
acımasız bir mücadele yürütür. Komünistler, özellikle
çok uluslu ülkelerde, uluslar ve etnik topluluklar
arasında eşit, özgür ve kardeşçe olmayan hiçbir
ilişkiyi hiçbir biçimde kabul etmezler; bu ulus
ya da topluluklardan herhangi birinin diğerlerini
baskı altında tutmasına karşı açık bir mücadele
yürütürler. Zorla yaratılmış ve zorla sürdürülen
herhangi bir “bütünlük” durumunu herhangi bir
gerekçeyle savunmak, ezilen halkların mücadelesine
destek vermekten geri durmak, komünist dünya görüşüne
milliyetçi zehirin bulaşmasına izin vermek anlamına
gelir. Yarın bütün ulusları birleştirmek ve tek
bir insanlık ailesine varmak isteyenler, bugün
uluslar arasındaki her türlü ezme-ezilme ilişkisine
şiddetle karşı çıkmak zorundadırlar; bu ikisi
arasında bir çelişki yoktur; tersine tam bir uyum
söz konusudur.
Bu, dünyanın herhangi bir yerinde emperyalizm
ve sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşlarının
verilmesini dışlamadığı gibi, yaşadığı toprakları
sevmek ve onun sömürüden-zulümden kurtarılması
için savaşmak anlamındaki bir “yurtseverliği”
de dışlamaz. Komünistler, bu anlamda yurtseverdirler
ve bugüne dek yüzlerce örnekte bunu defalarca
canlarını vererek kanıtlamışlardır. Ayrıca komünistler,
kendi bulundukları yerlerde, ırkçılıktan değil
anti-emperyalizmden beslenen yurtseverlik biçimleriyle
de kavga etmeyi tercih etmezler; bu güçlerin de
komünist bir enternasyonalizm anlayışına ulaşmaları
için sabırlı bir çaba gösterirler.
Devrim: Sokakta ve Zihnimizde!
Bütün bu temel kriterlerin ışığında diyebiliriz
ki, devrimci sosyalist hareket, şovenizm ve her
türlü milliyetçiğinin karşısında bir an bile esneyemez,
bir an bile tavizde bulunamaz. Bir devrimci sosyalist,
“ama”, “fakat”, gibi sözcüklerin arkasına sığınarak,
“istisnai durum” gibi bahaneler üreterek, bu mücadeleden
bir an olsun vazgeçemez.
Devrim dediğimiz şey, yalnızca fiziksel-politik
anlamda bir düzenin değiştirilmesi, bir devlet
biçiminin parçalanıp bir diğerinin kurulması değildir.
O, aynı zamanda bizzat bizim kafamızda, bütün
ön yargıların, eski toplumun karanlık hurafelerinin,
eğitim yoluyla zihnimize sokuşturulmuş kirli atıkların
temizlenmesidir, bir arınma harekâtıdır. Bu, emekçi
bütün kitleler için böyledir, ama öncelikle ve
özellikle bizim kafamızda gerçekleşen bir şeydir.
Bu, her şeyden önce yeni bir tarih bilinci anlamına
gelir. Bu, mevcut toplumsal düzenin eğitim süreçlerinde
iliklerimize kadar işlediği bütün milliyetçi-dinsel-mezhepsel
önyargıların sökülüp atılması anlamına gelir.
Bu, kimi zaman “resmi tarih” olarak da adlandırılan
egemen tarih anlayışının dipten doruğa sorgulanması,
reddedilmesi ve yeni bir tarih kavrayışının inşa
edilmesi anlamına gelir.
Bizler, devrimci sosyalistler, asla ve asla bu
topraklarda hüküm sürmüş sömürücü sınıfların ve
onların devletlerinin mirasçısı değiliz. Bizler
biliriz ki, dünyanın neresinde olursa olsun sınıflı
toplumların sömürücü devletlerinin tarihi, kirli
sayfalarla doludur. O ülkelerin dalkavuk tarih
yazıcıları olayları ne kadar yaldızlarsa yaldızlasınlar,
bu tarih kitaplarının hemen her sayfasından kan
ve irin sızar. Söz konusu kitapların hemen her
sayfasında, parıltılı kahramanlık tablolarının
arasında yoksulların, ezilenlerin çektikleri acılar,
kanlı kıyımlar ve ayaklanmalar gizlenmiştir. Hatta
bu kitaplar çoğu kez gerçeğin tam tamına tersyüz
edilmesine dayanır. Bunun en çarpıcı örneklerinden
biri Latin Amerika yerli halklarına büyük acılar
çektiren sömürge seferlerinin, yıllardır okul
kitaplarında bize “keşifler” diye yutturulması
değil midir?
Bizler, devrimci sosyalistler, bu kirli tarihin
mirasçısı değiliz. Bizlerin mirasçısı olduğu tarih,
ezilenlerin ve direnenlerin tarihidir; Baba İshak’ların,
Şeyh Bedreddin’lerin, Pir Sultan’ların tarihidir.
Ve bizim devrimimiz, bütün tarihin gerçekler ışığında
yeniden yazılacağı bir tarih bilinci devrimi de
olacaktır.
Kesintisiz olarak sosyalizme geçecek olan demokratik
halk iktidarının yapacağı ilk işlerden biri, yüzünü
bütün dünya halklarına dönerek son derece açık
bir biçimde şunu söylemektir: “Biz, bu topraklar
üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan bütün emekçi
halkların mücadele tarihinin mirasçısıyız. Biz,
Pir Sultan’ların, Bedrettin’lerin, Baba İshak’ların
ve bütün halk isyancılarının, daha iyi daha özgür
bir yaşam için çarpışan bütün halk ve direniş
güçlerinin mirasçısıyız. Biz, bu topraklar üzerinde
egemen güçlerin şu ana kadar işlemiş olduğu bütün
cinayetlerin, bütün haksızlıkların ve olumsuzlukların
hesap sorucusuyuz. Şu ana kadar bu topraklar üzerinde
ezilmiş, haksızlığa uğramış, katledilmiş bütün
etnik gruplardan, dini ve mezhepsel topluluklardan
ve hatta tek tek kişilerden, onların ailelerinden,
bütün bu olumsuzluklardan hiç sorumlu olmadığımız
halde özür dileriz. Ve bilinmesini isteriz ki,
şu andan itibaren bu coğrafyada hiçbir topluluk,
hiçbir etnik, dinsel, mezhepsel grup, kardeşçe,
eşit ve özgür olmayan ilişkiler içinde zorla tutulmayacaktır.
Açıkça karşı devrimci faaliyet dışında hiç kimse,
dinsel, mezhepsel, ulusal kimliğinden ötürü kovuşturulmayacak,
ayrımcılığa uğramayacaktır.”
Evet, Sevmeyen Terk Etsin!
Türkiye devrimi budur. Halk devrimi işte budur.
Bu bilincin yaratılması ve kitleselleştirilmesidir.
Bizler, bu coğrafyada hüküm sürmüş sömürücü sınıf
devletlerinin tarihine özel bir sevgi ve saygı
duymakla yükümlü değiliz. Bu tarihin bütün kirli
sayfalarını yırtıp atmakta ve komşu halklar başta
olmak üzere bütün emekçi halklara sımsıcak devrimci
kardeşliğimizi sunmakta hiçbir tereddüt duymayız.
Dahası, “tarihçiler otursun şurada kim ölmüş kim
öldürmüş tespit etsin”, “şu soykırım mıdır, değil
midir” gibi saçmalıklarla hiç uğraşmayız; politik
bir irade olarak ortaya çıkar ve açıkça, dürüstçe
kimin nerede, ne zaman burnu kanamışsa onun tarihsel
sorumluluğunu -fiilen biz sorumlu olmadığımız
halde- üstleniriz ve o andan sonrası için kendi
açık, içten enternasyonalist ilkelerimizi ortaya
koyarız. Bunun için emperyalistlerin kendi aralarında
kurdukları uluslar arası mahkemelere de, bin bir
türlü yasalara da ihtiyaç duymayız; kendi devrimci
ve komünist ilkelerimiz, enternasyonalist kavrayışımız
bunun için yeterlidir.
Bu anlamda, şoven yaygaraya karşı bugünkü yanıtımız
da son derece açıktır; devrimci sosyalistlerin
zihninde bir karanlık bölge yoktur. Devrimciler
bütün bu yaygaracılara dönerek açıkça şunu söylerler:
“Bizler, bu topraklar üzerinde yaşayan, emeğiyle
geçinen, hırsızlık, hortumculuk, işbirlikçilik
ve halk düşmanlığı yapmayan insanları seviyoruz.
Eğer siz, bu insanların bir bölümünü, Ermeni ya
da Kürt, Hıristiyan ya da başka bir şey oldukları
için sevmiyorsanız, cehenneme kadar yolunuz var!
Defolun gidin! Ya bu coğrafyanın emekçi insanlarını
sevin, ya da burayı terk edin!”
Hiçbir bulanıklığa düşmeden bizim söyleyeceğimiz
ve söylediğimiz söz budur. Ve bu, yalnızca bir
söz de değildir; devrimci sosyalist hareket, emperyalizm
ve işbirlikçi oligarşi ile birlikte, cinayetten
başka bir marifeti olmayan bütün bu katil sürülerini
coğrafyamızdan sürüp atacaktır. Devrimci sosyalizm,
faşist şebekelerin emperyalizmden ve işbirlikçi
oligarşiden bağımsız olmadığını bilir ve bu cinayet
odaklarının “ıslah edilebileceği” konusunda hiçbir
safdilliğe düşmez; onlar halkın devrimci şiddetinden
başka bir dilden anlamazlar ve ancak bu yolla
ortadan kaldırılabilirler.
Ve işte ancak o zaman, yüzlerce yıldır isyancıların
kanıyla sulanmış olan bu topraklar üzerinde halkların
gerçekten eşit, kardeşçe ve özgür ilişkilerinin
yolu açılacak ve bu ilişkiler içersinde yalnızca
ve yalnızca halkların iradesi geçerli olacaktır.
Gerekirse Akıntıya Karşı…
Öte yandan, devrimci sosyalizm, kimseyi “kurtarmak”
ya da ona özgürlük “bahşetmek” gibi bir kuruntu
içersinde de değildir. Ezilen halkların, toplulukların
şöyle ya da böyle yaşamaları onların kendi tercihlerinin
ve kendi iradelerinin doğrudan sonucu olacaktır.
Asıl sorun, devrimci sosyalizmin, halklar ve topluluklar
üzerine bütün önyargıları kökünden kırıp atması
ve halkların iradesine kesin bir saygı duyması
sorunudur. Bir devrimci sosyalist bunun şakasını
bile kaldırmaz.
Üstelik bir devrimci sosyalist, bunu yalnızca
kendi coğrafyamız için, yalnızca karar vermenin
daha kolay olduğu durumlar için de savunmaz. Emperyalistler
ve ırkçı-faşistler, dinciler tarafından kullanılan
sorunlarda da herhangi bir komplekse düşmemiz
gerekmemektedir. Eğer bugünün yeni Rus Çarlığı,
Çeçenistan diye bir ülkenin köküne kıran indirmişse,
bu -Çeçen hareketine önderlik eden faşistlerden
de bağımsız olarak- lanetlenmesi gereken bir soykırımdır.
Serebrenica kenti bir gecede Sırp faşistleri tarafından
kana bulanmışsa bu, emperyalist uluslar arası
mahkemelerin değil, bizim sorunumuzdur. Aynı şey,
Ermenistan-Azerbaycan kıyımlarından Endonezya’nın
küçücük Aceh bölgesine kadar geçerlidir. Biz,
yalnızca kendi coğrafyamızda değil dünyanın hiçbir
yerinde eşit, özgür ve kardeşçe olmayan bir ilişkiyi
kabul etmeyiz. Bugün, “sınıfsal bakış” demagojisiyle
ya da türlü komplekslerle şovenizmin bu tiksinti
verici marifetlerini görmezlikten gelenler, yarın
kendi ülkelerinde halkların özgür ilişkilerini
kuramazlar.
Ve her devrimci sosyalist bilmelidir ki, şovenizme
karşı net tavır, bazen çok sıkıntılı bir iştir,
bazen çok kritik evrelerden geçilir ve her şey
çok zorlaşır. Devrimci enternasyonalizm, her zaman
elverişli toplumsal atmosferlerde savunulmaz;
bazen toplumun hayli önemli bölümünün şovenist
bir histeriye tutulduğu, ırkçılığın çılgınlık
düzeyine vardığı zamanlar vardır ve devrimciler
böyle zamanlarda akıntıya karşı yüzmeyi göze alırlar.
Göze almak zorundadırlar; çünkü bunu yapmadığınızda,
mevcut toplumsal yargı ile çatışmadığınızda, o
akıntı sizi boğar ve her şey geçip gittiğinde
de geriye sizin sosyalistliğinizden, devrimciliğinizden
pek az şey kalır. Bu anlamda 1914’ün Liebknecht
örneğinin -bu yazıda olduğu gibi- bin kez tekrarlanması
hiç de sıkıcı değildir; çünkü başka hiçbir olayda
taraflar kimliklerini bu kadar net ortaya koymamışlardır.
Bir taraf, şovenizme ve sonraları bugünkü Alman
SDP’sine dek ulaşmış, diğer taraf ise Alman solunun
tarihinin en onurlu sayfası olan Spartakist Hareketini
inşa ederek bu uğurda canını vermiş ama halkların
tarihinde yerini almıştır.
Anti-Şovenist Mücadelenin Devrim Ufku
Başından beri söylediğimiz gibi, anti-şovenist
mücadele, sadece devrimcilerin, sosyalistlerin
tekelinde değildir. Bu insanlık-dışı saldırganlığına
karşı çıkmak için insan olmak bile yeterlidir.
Ama devrimci sosyalistler açısından sorunun iç
bağlantıları daha derin ve köklüdür. Faşizme ve
şovenizme karşı mücadeleyi sadece “sivil” gibi
görünen kontra odaklarıyla mücadeleye indirgemek,
sorunun devlet içindeki yapısallığını görmemek,
safdillik değilse eğer, oportünizmdir. Esasen
ülkemizde genel olarak faşizm, devlete dışsal,
onu “ele geçirmeye çalışan” bir hareket değildir.
Emperyalizmin de içinde yer aldığı oligarşik diktatörlük,
faşist bir diktatörlüktür. Zaman içersindeki uygulama
biçimleri ne olursa olsun, faşizm, sürekli bir
olgu olarak devlet mekanizmanın yapısal bir parçası,
çekirdeğidir. Bu anlamda örneğin İspanya İç Savaşı’nda
faşist Franko ordusunu Madrid’e sokmama kararlığını
ifade eden “No Pasaran!” (Geçit Yok) sloganının
ülkemiz koşullarına uyarlanması, tipik bir reformizmi
ifade eder; 1970’lerden beri ısıtılarak yeniden
yeniden öne sürülen bu sloganın temel kusuru,
“arkada” olanı, yani devletin faşist niteliğini
gözardı etmesidir.
Bu coğrafyada faşizm, oligarşinin yönetim biçimidir;
1960’lardan beri CIA tarafından örgütlenen “sivil”
faşist hareket ise, bağımsız bir aşırı-milliyetçilik,
“devlete sızmak isteyen ırkçılık hareketi”, vs.
değil, bizzat devlet himayesinde palazlanan bir
karşı-devrimci katiller çetesidir. Dolayısıyla,
kitlelere yönelik şovenist kışkırtma hareketinde
bu güçler aktif olarak kullanılsalar da saldırının
asıl kaynağı -yakın tarihteki bütün örneklerde
açıkça görüldüğü gibi- bizzat oligarşinin kendisidir.
Şoven ideoloji bu mekanizmanın bütün dişlilerinin
hakim ideolojisidir.
Dolayısıyla, faşizm ve demokrasi sorunu, Türkiye’de
esas olarak bir devrim sorunudur. Anti-emperyalist,
anti-oligarşik demokratik halk devrimi, her şeyden
önce bu faşist mekanizmanın kırılarak ortadan
kaldırılmasını, onun yerine kesintisiz olarak
sosyalizme geçecek demokratik halk iktidarının
kurulmasını hedefler. Bu, aynı zamanda, bir bütün
olarak politik ve toplumsal hayatın demokratikleştirilmesini
ve uluslar-etnik gruplar arasındaki ayrımların,
düşmanlıkların sona erdirilmesini, buradan beslenen
bütün şoven grup ve kurumların ezilmesini içerir.
Kuşkusuz şovenizme ve faşizme karşı mücadele bugün
de günceldir, ertelenemez bir niteliğe sahiptir;
bu konuda halkın devrimci hareketini yaratmaya
amaçlayan, politik, ideolojik, askeri, bütün araçların
kullanıldığı bir mücadele anlayışı inşa edilmelidir.
Ancak, bu mücadeleyi devrim ufkundan uzakta yürütmek,
eninde sonunda eksik ve yanlış bir çizgi anlamına
gelecek, üstelik pratikte de somut ve köklü bir
çözüm ortaya çıkarmayacaktır. Meseleyi “demokrasinin
genişlemesi” gibi muğlak çözüm yollarına bağlayarak
arada sırada şöyle bir sokağa çıkıp sonra da yeni
kurşunların kimi hedefleyeceğini düşünerek yerine
oturmak, devrimci sosyalistlerin değil, demokrat
aydınların tutumudur, ki çoğu zaman bu tutum,
yalnızca kurbanların sayısını artırmaktadır.
Emperyalizme Karşı Savaşmak Faşizme Karşı Savaşmaktır
Ve nihayet, emperyalizme karşı özgür bir ülke-insanca
bir yaşam için savaşmanın milliyetçiliğe-şovenizme
kapı açtığı ya da eninde sonunda milliyetçi bir
eğilimi ortaya çıkaracağı da tamamen safsatadan
ibarettir. Her şeyden önce bu, ırkçı-faşist saldırganlığın
emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi ile bağlantısını
görmezlikten gelmektir. Türkiye’de ve dünyanın birçok
başka yeni-sömürgesinde, milliyetçilik akımı, asla
ve asla “ülkeyi aşırı sevmek” ya da klasik “yabancı
düşmanlığı” gibi kaynaklardan ürememiştir; o, doğrudan
doğruya emperyalizmin çocuğudur, bizzat CIA ve onun
yerel uşakları tarafından örgütlenmiştir ve asli
görevi de emperyalizme karşı mücadele eden devrimci
ve sosyalistlere saldırmak, efendilerinin çıkarlarını
korumaktır. Bugün bu “görevler” arasına “Kürt düşmanlığı”nın
ve diğer ırkçı saldırganlık biçimlerinin daha ağırlıklı
olarak dahil olması, bu gerçekle çelişmez, aksine
aynı sürecin tamamlayıcı parçalarını oluşturur.
Faşist odakların zaman zaman ortaya koydukları sahte
Amerikan karşıtlığı gösterilerine kanarak onlara
bir tür “bağımsızlık” atfetmek ve buradan hareketle
de devrimci güçlerle onlar arasında paralellikler
aramak, son derece ahmakçadır; siyasi körlükten
ibarettir.
Türkiye’de anti-emperyalizm meselesi de sanıldığı
gibi karışık bir mesele değildir. Bu sorun başka
bir yazının konusu olmakla birlikte, şimdilik sözlerimizi
sonlandırırken söyleyebileceğimiz şey şudur: Türkiye
devrimci hareketi 1960’lardan bugüne dek anti-emperyalist
mücadelenin son derece başarılı örneklerini vermiştir
ve vermeye de devam edecektir. Bunun için ne “milli
kurtuluş savaşı” ve “kuvayı milliye” gibi söylemlere
ihtiyacı vardır, ne de emperyalizme karşı mücadeleyi
“demode” ilan eden “derin”(!) postmodern teorilere…
Sağda solda kuru-sıkı silah üzerine yeminler eden
şarlatan milliyetçiler, “vatanı”(!) ve uyuşturucu
ticaretini çok seven soytarılar Kızıldere’de yedi
düvelin karşısında dimdik duran devrimci iradenin
anlamını bile bilmezler.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimci mücadele,
hedefleri açık, yöntemleri ve araçları belli bir
mücadeledir. Ve bu, faşist diktatörlüğün tasfiyesi
anlamında olduğu kadar, faşist çetelerin beslenme
kaynaklarının kurutulması anlamında da tam tamına
anti-faşist bir mücadeledir. Böyle bir mücadeleden
doğan yurtseverliğin, şoven sonuçlar yaratacağı
tezi ise tümüyle saçmalıktır. Tersine, bu mücadele,
tam da enternasyonalist ve devrimci anlamda bir
yurtseverlik duygusunu ortaya çıkaracak ve belki
de yıllardır ilk kez, bu topraklarda yaşayan insanlar,
Türkler dahil olmak üzere, başkalarını ezme-ezilme
kaygısına düşmeksizin göğüslerini gere gere kendi
kimliklerini ortaya koyacaklardır. Yıllardır ilk
kez, bu topraklarda yaşayan bütün emekçileri seven,
onların ayrılma ya da bir arada yaşama haklarına
ve özgürlük tutkularına saygı duyan, devrimci mücadele
yoluyla arınmış yeni bir “yurdunu sevme” biçimi
ortaya çıkacak ve bugünkü büyük kimlik sıkışması
sona erecektir. Ortaya çıkacak yeni Türk kimliği
utanılacak bir kimlik olmayacak, Ermeni kimliği
“güvercin ürkekliği” üzerinde şekillenmeyecek, Kürt
kimliği Kürt halkının özgür iradesi nasıl tecelli
ederse öyle kendisini ortaya koyacaktır, vb… Her
şey bu kadar yalın ve açıktır. Devrimci sosyalizmin
anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadele anlayışı
budur. Türkiye bugün böyle bir kritik noktadadır
ve bu son derece hassas çizgi üzerinden yürürken
şovenizmin açık ya da gizli bütün türlerine karşı
tereddütsüz ve net bir kavrayışa sahip olmak devrimci
sosyalistler için hayati öneme sahiptir. Her devrimci
sosyalist, beslendiği yerel kültürlerden, eğitim
sürecindeki etkilenmelerden ve bütün diğer faktörlerden
kaynaklanan önyargılarını gözden geçirmek ve zihnindeki
bütün çer-çöp yığınlarını temizlemekle görevlidir.
Bu, ertelenemez ve vazgeçilemez bir görevdir. Çünkü,
artık Hrant Dink cinayeti vesilesiyle biliyoruz;
bu meselede tereddüt, karanlık bir çukura doğru
adım atmak anlamına gelmektedir.
(*) “H. Dink de yukarıda uzun uzun anlattığımız
gibi, yine ABD ve uzantısı örgütler tarafından
yönlendirilmiştir ve ABD’yle, AB’yle amaç
birliği içindedir. Yani o da Emperyalizm
Cephesinin bir kişisidir. Yani her iki taraf
da ABD tarafından yetiştirilen hareketlere
ve güçlere mensup kişilerdir. İşte o sebepten
bu tür cinayetlerin gerçek suçlusu-sorumlusu
ABD ve AB emperyalistleridir.
Hayat böyledir işte. Tarihin akışı böyledir.
İlişkiler ve çelişkiler her zaman iç içedir.
Aynı Emperyalistler tarafından yetiştirilen
güçler de bazen böyle birbirleriyle çatışırlar,
ya da çatıştırılırlar.” (Bu Cinayetlerin
Sebebini Yaratan ABD ve AB Emperyalistleridir
başlıklı yazı, Kurtuluş Yolu gazetesi)
(**) Bu arada, kimse bütün bu saygısızlıklar
ve densizliklerle Dr. Hikmet Kıvılcımlı
arasında bir ilişki kurmamalıdır. Türkiye
solunun saygın değerlerinden olan Kıvılcımlı
ile Perinçekvari saçmalıklar arasında bir
ilişki kurmak, ciddi bir haksızlık olacaktır.
|
|