GİRİŞ
Ülkemiz, emperyalizme bağımlı yeni-sömürge bir
ülkedir. Yeni-sömürgecilik, herhangi bir “bağımlılık”
ilişkisi değil, 2. Paylaşım Savaşı sonrası daralan
dünya kapitalist pazar sorunu ve iflas eden klasik
sömürgeciliğe karşı, emperyalizme tam bağımlılığı
ifade eden, inceltilmiş sömürgeciliktir. Yani,
emperyalist çağda meta ihracının yanı sıra sermaye
ihracına dayanan, emperyalist işgal biçiminin
açık ve özellikle stratejik yerlerde sürekli olduğu
sömürgecilik türü, bu dönemde, yani 2. Paylaşım
Savaşı sonrası yerini gizli işgale bırakmış, emperyalizm
sadece bir dışsal olgu olmaktan çıkıp her alanda
egemenliğini tesis etmiş, içsel bir olguya dönüşmüştür.
Yeni-sömürgecilik, sadece ekonomik alanda değil,
siyasal ve kültürel her alanda kendine özgü ve
emperyalizmin çıkarlarına uygun ilişkiler yaratmıştır.
Yeni-sömürgeciliğin devlet biçimi faşizmdir. Tarihsel
evriminde hiçbir zaman demokrasiyi yaşayamamış
yeni-sömürge ülkelerde bu süreç, kendine özgü
bir siyasal üst yapıyı oluşturmuş, demokrasi tümden
inkâr edilirken, emperyalizm ve işbirlikçi yerli
tekelci sermayeye dayanan sömürge tipi faşizm
devlet biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Her yeni
egemenlik biçimi kitleleri aldatmak ve onların
onayını şu veya bu ölçüde almak ister, bu açıdan
yeni-sömürgecilik tam bir iki yüzlülük, aldatmacadır.
Emperyalist işgali ve faşizmi gizlemek için emperyalizm
ve işbirlikçi oligarşi tarafından en çok “demokrasi”
kavramının istismar edilmesi bundandır. Yeni-sömürgecilik
tarihi, başka şeylerin yanı sıra baştan sona emperyalistler
ve yerli oligarşinin elinde sahte demokrasi tarihidir.
Elbette bazı süreçlerde bu sahte “demokrasi” bile
lüks ilan edilmekte, olmayan “demokrasi” askıya
alınmaktadır. Ama yine dönüp dolaşıp bu eksende
sömürü ve egemenlik biçimleri yol almaktadır.
Burjuva anlamda bile “demokrasi”nin olmadığı,
faşizmin “demokrasi” maskesi ile örtüldüğü bir
ülkede, doğal olarak demokrasi en temel siyasal
talep olmaktadır. Ama kavram, “demokrasi”, öyle
bir kavramdır ki; her sınıfa, her toplumsal kesime
ve bunların siyasal temsilcilerine göre farklı
biçim almaktadır; bir yandan bu talep büyürken,
diğer yandan en çok istismar edilen kavram olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Demokrasi mücadelesi, sanılıyor ki yakın tarihin,
özellikle 1980 sonrasının, 12 Eylül açık faşizmden
bu güne uzanan bir sürecin sorunudur. Bu yanılgıdır.
Bu ülkede, demokrasi mücadelesi özünde bir birinden
farklı iki kanalda, kapitalizme ait iki sınıf
olan, burjuvazi ve proletaryanın tarih sahnesinde
yerini almasıyla, bu iki sınıf kanalından beslenerek
günümüze ulaşmıştır. Kapitalizm, baştan bu yana,
emperyalizme bağımlı gelişmiştir ve bu tarih aynı
zamanda demokrasi arayışları ve zayıf da olsa
demokrasi mücadelesinin tarihidir.
Bu ülkede kapitalizm, feodalizmin bağrında ilk
nüve anlamında küçük meta üretimi olarak filiz
vermiş; ama bu filizler emperyalizme yarı bağımlılık
içinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürgeleşmesi
sürecinde tümden çarpıtılmış ve dışa bağımlı bir
kapitalizm boy vermiştir. Bu kapitalizm, daha
sonra Kemalizm’in ülke ve dünya koşullarına paralel
geliştirdiği “devlet kapitalizmi” ile boy atmış,
yeni-sömürgecilikle yeni ve tekelci bir yapıya
kavuşmuştur. Yani yaklaşık 200 yıllık bir tarihtir
bu; emperyalizme bağımlılığı içeren bu tarih iki
temel aşamadan geçmiştir: Biri, 1830’larda başlayan
yarı-sömürgecilik, diğeri 2. Paylaşım Savaşı sonrası
geliştirilen yeni-sömürgeciliktir. Bir ara dönem
olan 1923-45 Kemalizm süreci sanıldığı gibi “bağımsızlık”
değil, özünde yarı bağımlılığın devamından başka
bir şey değildir.
Demokrasi mücadelesi de bu tarihte gizlidir. Burjuvazinin
bazı kesimlerinin ciddi bir birikim ve programdan
yoksun, daha çok Avrupa da gelişen liberalizme
öykünme düzeyinde sınırlı demokrasi mücadelesi
vardır; ki bu daha çok gerileyen Osmanlı’da “vatanı
koruma” ve bu temelde milliyetçilikle iç içe,
Hanedan’a karşı, sınırlı ve çok zayıf bir karakterdedir.
Bu sınırlı “demokrasi” arayışında, zaman zaman,
gerçek bir burjuva niteliğe hiçbir zaman kavuşmayan
“liberalizm”; söylem düzeyinde kalmış ve bu çarpık
demokrasi mücadelesinde ön plana çıkmıştır. Hiç
şüphesiz, programdan ve burjuva anlamdan bile
uzak bu demokrasi arayışları emperyalizme karşı
tavır almamış, hatta çok kez bir emperyalist güce
karşı bir başka emperyalist gücün hizmetinde olmuştur.
Böyle olunca, yarı-sömürgeciliğe son vermeyi değil,
bu temelde gelişen bağımlı kapitalizmin egemenliğini
amaçlamış ve hiçbir zaman burjuva demokrasisini
hedefleyen bir anlayış ve programa sahip olmamıştır.
Demokrasi mücadelesinin asıl dinamik gücü işçi
ve emekçilerdir ve özellikle Ekim Devrimi’nin
etkisi ile kurulan TKP bu sürecin temel unsurudur.
Yani, sınırlı da olsa bu demokrasi mücadelesinde
işçi ve emekçiler temel rol oynamıştır. Demokrasi
mücadelesi sınıf mücadelesinin temel bir unsurudur
ve diğer bir temel unsur olan emperyalizme karşı
bağımsızlık ile iç içe olarak devrim programının
ilk iki ana halkası durumundadır. TKP’nin kuruluş
programı bunun ilanıdır.
Elbete bu iki temel unsur, “bağımsızlık” ve “demokrasi”,
devrimimiz tarihinde çok kez çarpık ve yanlış
ele alınmıştır. Daha çok, III. Enternasyonal’e
kadar uzanan “aşamalı devrim” anlayışından kaynaklanan
bu yanlış bakış; demokrasiyi düzen içinde burjuva
demokrasisi ile aynılaştıran anlayıştan, bağımsızlık
ve demokrasi mücadelesini sosyalizmden koparan
anlayışlara kadar farklılıklar göstermektedir.
Yani, sol liberal bir anlayışla demokrasiyi burjuva
demokrasisi ile sınırlayan ve bu çerçevede burjuvaziye
soldan destek olan anlayışlardan (TKP tarihi budur
ve özellikle 1958 sonrası geliştirilen “kapitalist
olmayan yol”, “sosyalizme barışçıl geçiş” tezleri
bunun siyasal alt yapısını oluşturmuştur.); “devletin
demokratikleştirilmesi” adı altında 1961 Anayasası’nı
savunan anlayışlara (DY’den ÖDP’ye, oradan da
“demokratik cumhuriyet”, “konfederalizm” tezleri
ile PKK ye kadar) ve demokrasiyi devrime bağlayan
ama devrimle sosyalizm arasına mesafe koyan anlayışlara,
yani devrimci demokrasiye (TKP/ML vb.) dek uzanan
anlayışları görmek mümkündür.
Ama böyle de olsa bu mücadele tarihi devrim ve
demokrasi tarihidir. Bu ülkede “demokrasi” mücadelesi,
bu tarihin içinde işçi ve emekçi sınıflar, sol
ve devrimci güçler tarafından geliştirilmiştir.
Bu bile tek başına, teorik gerekçeler bir yana,
demokrasi mücadelesinde, burjuvaziye değil işçi
ve emekçi sınıflara dayanmanın zorunluluğunu açıkça
gösterir.
Devrime gebe ülkemizde tüm sınıfsal ve ulusal
çelişkilerin çözüm platformu Demokratik Halk Devrimi
(DHD)dir. DHD, burjuva demokratik devrimden öz
ve biçim olarak farklıdır. Sadece Burjuva Demokratik
Devrimden (BDD) burjuvazinin önderliği olarak
değil, programatik içerik olarak da farklıdır.
DHD, işçi sınıfının önderliğinde, sadece çözülmeyen
BDD sorunlarını çözmekle kalmaz; tüm bunları sosyalizm
mücadelesine bağlar, bundan dolayı hem içerik
hem de biçim olarak proleter karakterdedir.
Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi
bir bütündür, bunlar arasında özel bir ara aşama,
birbirinden kopuk ilişkiler yoktur. DHD, sosyalist
ve demokratik görevleri iç içe ele alır, kesintisiz
sosyalizme yönelir, işçi sınıfı önderliğinde kurulan
halk iktidarı, hemen “ertesi gün” sosyalizmi inşa
sürecini başlatır. Demokrasi devrimle gelecektir;
DHD, programatik düzeyde proleter demokrasinin
özgün biçimi olan halk demokrasisini hedefler.
Proletaryanın elinde demokrasi, tek başına siyasal
bir kavram değildir, toplumsal niteliği vardır.
Bundan dolayı, tek başına siyasal özgürlükler
veya demokrasinin diğer unsurları ancak sosyalizm
altında tam çözüme kavuşur. Yani, burjuvazinin
elinde bir aldatmaca olan demokrasi, işçi ve emekçi
halkın elinde, burjuvazinin siyasal iktidarına
son verilerek, onun ekonomik kaynakları kurutularak,
söz ve yetkiyi tüm halkın elinde toplayarak gerçek
niteliğine kavuşturur. Bu, ilk örneği Paris Komünü’nde
görülen, daha sonra Sovyet ve halk meclisleri
örnekleriyle zenginleşen yeni tipte demokrasidir.
Devrimimiz ve partimiz, Halk Demokrasisinin, emperyalizmden
tam bağımsızlık koşullarında, işçi ve emekçi halkın
üretim araçlarına sahip olduğu, sosyalizmin inşa
edildiği koşullarda gerçek anlamını bulacağına
inanır.
İşçi sınıfı ve tüm halk bunun için mücadele eder;
programız bu tip demokrasiyi hedefler, devrimimiz
bu demokrasiyi kurar.
1.BÖLÜM: DEVRİM VE DEMOKRASİ
Sorunu daha iyi anlamak için,öncelikle kısa
ve özet olarak iki kavramasal çerçeveyi açıklamakta
yarar vardır. Birincisi, demokrasi sorunu devlet
sorunundan bağımsız olmadığı için, “devlet ve
demokrasi” ilişkisidir; ikincisi ise, bunun devamı
olarak, “devrim ve demokrasi” ilişkisidir. Bu
iki alt başlıkta ifade edeceğimiz özet anlayış
kavranamazsa, programımızın demokrasi ile ilişkisi
kavranamaz. Çünkü, demokrasi sorunu tam da bu
iki ana sorunda karmakarışık hale getirilmekte
ve bilinçler çarpıtılmakta, devrimin önü karartılmaktadır.
Önce “devlet ve demokrasi” üzerine bir özet ve
çerçeve.
DEVLET VE DEMOKRASİ
Demokrasi sorunu, devlet sorunundan ayrı değildir.
Bu anlamda, her devlet sorunu aynı zamanda bir
demokrasi sorunudur. Çünkü, devlet, bir sınıfın
elinde diğer sınıflara karşı baskı aracı/ aygıtı
olarak örgütlenirken hem “diktatörlük”, hem de
egemen sınıf için “demokrasi” yi içerir.
Sonuçta demokrasi, sanayi devrimi ve kitlelerin
daha ileri demokrasi için mücadelesi ile, işçi
ve emekçilerin ağır bedeller ödemesi sonucu, tüm
burjuvalar için demokrasi olarak kurumsallaştı.
Bu insanlık tarihinde büyük bir ilerlemedir.
Ancak bu ilerleme, yerini emperyalist çağda siyasal
gericiliğe bıraktı ve devletin yeniden biçim almasında
bu siyasal gericilik temel rol oynadı.
Her üretim biçimi ve bu üretim biçimini temsil
eden sınıf, eski üretim biçimine karşı üstünlük
sağlayınca, bu kez kendinden ileri üretim biçimi
ve onu temsil eden sınıfa karşı gericileşir. Köleciliğe
karşı feodalizmin ilericiliği, ama daha sonra
gelişen kapitalizme karşı gericiliği, aynı biçimde
burjuvazinin feodalizme karşı ilericiliği ama
iktisadi evrimin bir aşamasından sonra proletaryaya
karşı gericiliği tam da bundandır. Burjuvazinin
gerici karakterinin billurlaşması kapitalizmin
feodalizme karşı nispeten üstünlük sağladığı,
ama hala feodal sınıfların varlığını sürdürdüğü
dönemde, kıta Avrupa’sını baştan başa devrimlerin
sardığı dönemde, 1848 devrimlerinde açık biçimde
ortaya çıkmaya başlamıştı. Feodalizme karşı mücadelede
önderlik eden burjuvazi, işçi ve emekçilerin kendi
taleplerini daha ileri götürmek isteklerine karşı,
devrimi sürekli kılmak isteklerine karşı, feodal
gericilikle anlaşmak zorunda kaldı. Yani, feodalizme
karşı “demokrasi” mücadelesine önderlik eden burjuvazi,
işçi ve emekçi sınıfların taleplerine karşı gericileşmektedir.
Ve bu mücadele içinde artık kendisi için sınıf
niteliğine kavuşan proletarya, Paris Komünü ile
siyasal rolünü oynayınca, bunun yanı sıra kapitalizm
artık tekelci kapitalizme dönüşünce burjuvazinin
ilerici nitelikleri geride kaldı.
Emperyalizm tekelci kapitalizmdir, demokrasi değil
siyasal gericilik eğilimidir. Serbest rekabetçi
kapitalizmde tüm burjuvalar için olan demokrasi,
bu süreçte daralmış ve tekeller için demokrasiye
dönüşmüştür. Artık burjuvazi ilerici değil gericidir
ve kendi devrimlerine önderlik yapamaz.
Proletarya kendi devrimi için, sosyalizm için
mücadele eder. Ama, emperyalist çağda burjuvazi
kendi devrimine önderlik yapıp, BDD sorunlarını
çözemediği için, proletarya bu sorunlar üzerinden
atlayamaz, bu sorunların çözümünü de içeren devrimlere
önderlik eder.
Mark ve Engels’in, özellikle 1848 devrimlerinde
Almanya örneğinden hareketle tanımladığı “sürekli
devrim”; Lenin’in bunu geliştirmesi “İki Taktik”ten
“Nisan Tezleri”ne uzanan “kesintisiz devrim” anlayışı
bu temelde ortaya çıkmıştır.
BURJUVA DEMOKRATİK DEVRİM
BDD’ler, feodalizme karşı burjuvazinin önderliğinde,
emekçi kitlelerin aktif katılımı ile zafere ulaştı.
Burjuvazi, kendi iktidarını ve kapitalist düzeni
kurmak için, hiç şüphesiz feodal baskı ve kurumlarla
bunaltılan kitlelerin taleplerine de sahip çıktı.
Her devrim ve ona önderlik eden sınıf, kendi sınıfsal
taleplerini, genel olarak tüm insanlığın taleplerine
dönüştürdüğü ölçüde zafere ulaşabilir. Burjuvazi
bunu yapmıştır; kapitalizmin özgür gelişimi için,
feodal baskı altında, orta çağ karanlığında bunalan
emekçi kitlelerin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik”
taleplerine sahip çıkmış, bu talepleri feodal
iktidara ve ona özgü kurumlara karşı yöneltmiştir.
Büyük Fransız burjuva devrimi, artık toplumsal
süreçte gelişen kapitalizm karşısında gerici feodal
iktidarın devrimle yıkılmasıdır. Yani, üretim
düzeyinde feodalizmi aşan kapitalizm, artık kendi
iktidarını kurmak zorundadır; “burjuva aydınlanması”
ile alt yapısı oluşan bu süreç, burjuva devrimlerine
gebedir. Devrimci burjuvazi, işçi ve emekçi sınıfları
yanına alarak kendi devrimini yaptı. Bu büyük
bir ilerleme ve sıçramadır.
1789 Fransız devrimi, önceki İngiliz devrimi ve
sonrası Amerikan devrimleri ile kapitalizmin önünü
açtı, bu yoldan tüm Batı Avrupa geçti. Üretim
ilişkileri düzeyinde kapitalizm egemen üretim
ilişkisi olurken siyasal üst yapı buna göre biçim
aldı. İşçi ve emekçi sınıfların talep ve mücadelesi
ile burjuva demokrasisi adım adım kurumsallaştı,
burjuva partiler, parlamento, yasama-yürütme-yargılama
arasındaki ilişkinin yeniden düzenlemesi, burjuva
demokrasisinin bir unsuru olarak işçi ve emekçi
sınıflar örgütlerinin yasal karakter göstermesi,
herkes için oy hakkının somutlaşması ve seçim
sisteminin kurumsallaşması vb. kapitalizmin özgür
gelişimine uygun devlet biçimlenmesi oldu. Hiç
şüphesiz bu süreç, burjuvazi önderliğinde, kendi
ulusal pazarını hedefleyen ulus devletlerin oluşmasının
önünü de açtı; feodal baskı altında ezilen uluslar
kendi kurtuluşu için ayağa kalktı; ya ulus devletini
oluşturdu ya da her ulus kendi ulusal ve demokratik
haklarını koruyarak çok uluslu burjuva devletler
ortaya çıktı. Bu süreç aynı zamanda geniş köylü
sınıfların toprak talebinin Fransa örneğinde olduğu
gibi devrimci yoldan, Almanya örneğin de olduğu
gibi evrimci/Prusya tipi yoldan çözüm bulduğu,
sınıfsal ayrışmanın yaşandığı bir süreçtir.
Artık emperyalist çağa gelindiğinde, Almanya geç
kapitalizmi yaşasa da, Batı Avrupa da demokratik
devrimler tamamlanıyor; Doğu Avrupa ve dünyanın
diğer bölgelerinde ise bu süreç uç veriyordu.
BDD (Burjuva Demokratik Devrim) ile BD (Burjuva
Devrim) iki farklı içeriğe sahiptir. BDD’ler,
burjuvazinin önderliğinde kitle katılımı ve feodalizme
vurduğu darbeler açısında çok ileri bir mevziyi,
toplumsal alt üst oluşu ifade ederken BD’ler ya
da burjuva hareketler, 1908 Jöntürk yada Kemalist
harekette olduğu gibi, kitle katılımının pek olmadığı
ve demokratik içeriğinin de buna bağlı olarak
hiç olmadığı veya sözü edilecek kadar olmadığı
hareketlerdir. BDD’de kapitalizme devrimci yoldan
geçilir; ekonomik alt yapıda giderek egemen olan
kapitalizm, eski feodal sistemi ifade eden üst
yapıyı parçalar, kapitalizme özgü üst yapıyı,
en başta da devleti oluşturur. BD’ler veya burjuva
hareketlerde ise kapitalizmin önü açılsa da bu
süreç daha uzun ve evrimci yoldan, çoğu kez feodalizmle
uzlaşarak, bazı reformlarla, adım adım dönüşerek
yaşanır.
Emperyalist çağda burjuvazi gericileşmiştir ve
kendi demokratik devrimini yapacak durumda değildir.
Ama feodalizmin ve buna özgü siyasal iktidarların
olduğu, Doğu Avrupa ve Asya, Latin Amerika ve
Afrika’da burjuva demokratik özlü hareketler hâlâ
günceldir. Ya Rusya örneğinde olduğu gibi, BDD’i
tamamlamayan ülkelerde proletarya bu sorunlara
sahip çıkıp devrimi tamamlayacak ya da Doğu Avrupa,
Türkiye, giderek Hindistan vb. örneklerde olduğu
gibi burjuvazi, feodalizme karşı demokratik içerikten
yoksun, ama kapitalizmin önünü açacak hareketler
geliştirecektir.
Burjuvazi devrimci niteliği yitirmiştir; burjuva
hareketler, feodal baskı altında olan ülkelerde
şu veya bu ölçüde olsa da vardır ve daha çok emperyalizme
yeniden bağlanma ve kendi pazarında ulus devlet
oluşturma peşindedir. Bu hareketler, yukarıda
ifade ettiğimiz gibi feodalizmi devrimci yoldan
tasfiye etmez, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda
kapitalizm evrimci yoldan, çoğu kez feodalizmle
ittifak yapılarak geliştirilir. Bu ülkelerde BDD’nin
hiçbir temel sorunu çözülmez, bunların çözümü
proletaryanın önderliğinde demokratik devrimle
mümkündür.
İşte, Rusya’da 1905 ve 1917 Şubat devrimleri budur.
Çarlık Rusyası, dünyanın ilk 6 emperyalist devletinden
biridir. Kapitalizm, 19.yüzyılın başından itibaren
gelişmektedir, ama feodal bir siyasal iktidar
olan çarlık monarşisi/hanedanlık varlığını sürdürmektedir.
Çarlık Rusyası, ne köylülerin toprak taleplerini,
ne halklar hapishanesindeki ulusal sorunları çözmekten
uzaktır. Gelişen kapitalizm, hem burjuvaziyi hem
de proletaryayı yaratmıştır; zayıf bir burjuvazi
ve kendi sorunlarına sahip çıkan bir proletarya
vardır. Proletarya kendi devrimini yapmaya adaydır
ama hala BDD sorunları dağ gibi orta yerde ve
çözülmeden durmaktadır. Ya Menşeviklerin ileri
sürdüğü gibi, bu devrime burjuvazi önderlik edecek,
işçi ve köylüler bunları destekleyecek ya da Troçkist
“sürekli devrim” de olduğu gibi, BDD “atlanacak”
veya tüm bunlar bir yana bırakılıp, iki yanlıştan
bir doğru çıkmaz denilerek bu iki akımdan farklı
biçimde proletarya bu demokratik sorunlara sahip
çıkıp, burjuvazi ile uzlaşmadan kesintisiz devrimle
sosyalizme ulaşacaktır.
Lenin, “Programımız” çalışmasında olduğu gibi,
asıl olarak da “İki Taktik”te de bu doğru anlayışı
geliştirdi.
Sosyalist devrim, Avrupa’da iktidar olan proletaryanın
desteği ile başarılacak ama bu beklenmeyecek,
“8 saatlik iş güçü”, “eşit oy hakkı” ve “demokratik
cumhuriyet” de ifadesini bulan asgari program,
siyasal olarak çarlık iktidarına son verecek,
“İKDDD” (işçi köylü devrimci demokratik diktatörlük)
formülünde ifadesini bulan proletarya önderliğinde
“demokratik cumhuriyet” kurulacak ve bunun üzerinden
siyasal demokrasi mücadelesinde en önde saflarda
yerini alan proletaryanın bilinç ve örgütlenme
gücüne bağlı olarak proletaryanın tek başına iktidarı
olan sosyalizme geçilecektir. Devrimin “asgari
programı” çarlık monarşisinin yıkılması ve yerine
“demokratik cumhuriyetin” kurulmasıdır; devrimin
“azami programı” ise sosyalizmdir.
İşte 1905 BDD sürecinde Lenin ve Bolşevikler sorunu
böyle formüle ederler.
MİLİ DEMOKRATİK DEVRİM YA DA ULUSAL DEMOKRATİK
DEVRİM
Devrim eğitir. Devrim sadece kitleleri değil partileri
ve onun önderlerini de eğitir. Bu temel önerme
Lenin’in mücadelesi ve yaşamında çok nettir, her
süreçte düşüncesinde ilerleme ve sıçrama vardır.
“İki Taktik”te ifadesini bulan yukarıdaki düşüncelerin
daha sonra, özellikle savaş yıllarında geliştiği
ve yine bir devrim döneminde, “Nisan Tezleri”nde
doruk noktasına ulaştığı biliniyor. Ama Leninist
kesintisiz devrimin anlayışının ilk güçlü tohumu
“İki Taktik”te vardır. “İki Taktik”in özgün ve
sonradan savaş yılları ve “Nisan Tezleri” ile
aşılan yanları bir yana; bu kesintisiz devrim
anlayışı, BDD’den sosyalizme geçiş, somut koşullara
bağlı olarak tüm devrimlerde proletarya yol göstermiştir.
Elbette bu süreçte yeni kavramlar da giderek belirginleşmiştir.
Daha sonra 3. Enternasyonal ve Stalin tarafından
bu temel yaklaşım, sömürge ve yarı-sömürge ülkeler
için, devrimin “asgari programı” olarak MDD (milli
demokratik devrim) tanımlanacaktır.
BDD, burjuvazinin önderliğinde burjuva içerikli
sorunları çözer ama MDD, sömürge ve yarı sömürge
ülkelerde, anti-emperyalist anti-feodal devrimler
olup, sadece BDD sorunlarını çözmekle kalmaz,
proletaryanın önderliğinde sosyalizme geçişin
koşullarını da yaratır. Bu anlamda BDD ile MDD
özdeş kavramlar olmaktan çıkarlar çözecekleri
sorunların özünde “burjuva demokratik sorunlar”
olsa da iki farklı yerde dururlar.
Hemen belirtelim, burada iki yanlış kavrayış vardır.
Birincisi, uzun yıllar, hatta 3. Enternasyonal
tartışmalarında bile çoğu kez “BDD” ile “MDD”
iç içe, eş anlamlı kullanılmıştır. Bu yaklaşımda,
daha çok devrimin “burjuva karakteri”ne vurgu
yapılmıştır. Doğrudur, MDD, BDD’nin sorunlarını
çözer ve bu sorunlar burjuva karakterdedir ama
MDD, en azından Stalin tarafında formüle edildiği
üzere daha ileriye gider, sosyalizme geçişin koşullarını
yaratır. Bu anlamda bu iki devrimi ve buna uygun
kavramsal çerçeveyi bir birinden ayırtmak gerekir.
İkincisi, çoğu kez MDD, Mao’ya mal edilir. Bu
yanlıştır ve eksik bir kavrayışı ifade eder. Mao’nun
1939’larda program düzeyine çıkardığı kavram “MDD”
değil, “YDD” dir. MDD, ilk önce ve en gelişmiş
biçimde Stalin tarafından kavramsallaştırılmıştır.
Mao, bu kavramsal çerçeveyi Çin koşullarında “YDD”
olarak tanımlamıştır.
Stalin, sömürge ve yarı sömürge ülkeler için MDD
önerirken, sosyalizme aşamalı geçişi ileri sürer;
Mao ise bunu biraz daha sağa çeker, “üçüncü toplum/devlet/kültür”
olarak tanımlar. Her ikisinde de “aşamalı devrim”
vardır ama özünde kaynağı Lenin ve “İki Taktik”
olan bu yaklaşım, Mao’da Lenin’den farklı olarak,
burjuvazi ile “ittifak” ya da “burjuva demokrasisi
ile yan yana yürüme”den öte, sosyalizm koşullarında
burjuvaziyi “halk içinde” tanımlar ve burjuvazi,
küçük burjuvazi ve proletaryanın iktidarı eşit
paylaşımını ileri sürer; ünlü “yüz çiçek açsın
yüz fikir çarpışsın” budur. Sömürge ve yarı-sömürge
ülkeler için Stalin ve 3. Enternasyonal’in tüm
önerilerine rağmen, milli ve demokratik devrime,
“şehirlerden kırların kuşatıldığı” ve “silahlı
mücadelenin temel” olduğu Halk Savaşı stratejisini
M-L literatüre kazandıran Mao, “YDD” ile, kapitalizm
ile sosyalizm arasına “üçüncü toplum/devlet/kültürü”
koyar, böylece Marksizm’den uzaklaşır.
Bu eleştiri ve değerlendirmeler bir yana MDD,
toplumsal sürecin feodal ve yarı-feodal olduğu,
sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, emperyalizmin
1. ve 2. Bunalım Döneminde, anti- emperyalist
anti-feodal devrimlerdir. Bu devrimler, emperyalizme
karşı milli/ya da ulusal, feodalizme karşı demokratik
görevleri kapsar. Bu devrimlere proletarya önderlik
eder, aynı zamanda sosyalizme geçişin koşullarını
yaratan bu devrimler, kesintisiz devrimle sosyalizme
yönelir. MDD’ler ise toplumsal süreç feodalizm
olduğundan ve anti emperyalist mücadelede hala
milli burjuvazi rol oynadığından, dışta emperyalizme,
içte feodalizm ve komprador kapitalizme karşıdır;
devrim, ulusal kapitalizme yönelmez.
Bu açıdan MDD, programsal olarak, tıpkı örneğin
Bolşeviklerin 1903 programında olduğu gibi “kapitalizmin
özgür gelişimi”ni savunur, kapitalizmin özgür
gelişimi ya da bazı programlarda ifade edildiği
gibi “demokratik kapitalizm”, sınıf mücadelesini
hızlandırır ve sosyalizme geçisin koşullarını
yaratır, bunun üzerinden sosyalist devrim yapılır,
sosyalizm inşa edilir.
DEMOKRATİK HALK DEVRİMİ
Devrimler somut tarihsel süreçlere ve her ülkenin
özgün ilişkilerine göre biçimler alır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 2. Paylaşım
Savaşı yeni bir dünya tablosunu ve kapitalizmin
iç örgütlenmesini ortaya çıkardı. Emperyalizmin
3. Bunalım Dönemi olarak tanımladığımız bu dönemin
ayırt edici özellikleri, dünyanın 1/3’ünde sosyalizmin
zafer kazanması ve sosyalist bloğun ortaya çıkması,
sosyalizme yönelen devrimci halk kurtuluş savaşlarının
devasa boyut kazanması ve emperyalizme darbe vurması
ve bununla birlikte emperyalist kapitalist sistemin
ABD önderliğinde entegrasyon yaşadığı koşullarda
eski sömürgeciliğin bir yana atılarak yeni-sömürgeciliğin
geliştirilmesidir.
Sosyalizm ve devrimci halk kurtuluş savaşları
emperyalizme ne kadar darbe vuruyorsa, emperyalizmin
3. Bunalım Döneminde kapitalizmin daralan pazar
sorununu çözmek ve açık sömürgeciliğe karşı tepkileri
yumuşatmak için geliştirilen yeni-sömürgecilik
de bir o kadar emperyalizme destek sunmaktadır.
Denilebilir ki, emperyalizm yeni-sömürgeciliği
geliştirmeyip eski sömürgecilikte ısrar etseydi
çoktan defteri dürülürdü. Yeni-sömürgecilik, sadece
emperyalist sömürüyü devam ettirme ve geliştirme
değil, adeta tükenen kapitalizmin esneme noktalarını
açığa çıkarıp ömrünü uzatma işlevi görmüştür.
Nasıl?
Sömürgecilik ve özellikle yarı-sömürgecilik, emperyalist
sömürü ve açık işgal altında bulunan bu ülkelerde
sınırlı bir kapitalist birikim yarattı; yeni-sömürgecilik
bunun üzerinde gelişti, iç pazarı büyüttü, emperyalist
sermayeyi her alana yaydı. Lenin, “emperyalizm”
isimli temel yapıtında, sermaye ihracı ihraç edilen
ülkede kapitalizmi geliştirir, diyordu; bu temel
tez, yeni-sömürgecilik altında somutluk kazandı.
Emperyalist sermaye, eskiden farklı olarak bizzat
üretim alanlarına yönelip kâr oranlarını yükseltirken
bağımlı kapitalizmi geliştirdi. Bu gelişim sınıf
ilişkilerine yeni bir biçim verdi.
Artık bu ülkelerde, eski sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerden farklı olarak, kapitalist sömürü ve
kapitalist toplumsal/sınıfsal ilişkiler sürece
egemen oldu. Eskiden emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım
Dönemlerinde emperyalizm, bu sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerde, en gerici sınıf olan feodal toprak
sahipleri ve komprador ticaret burjuvazisine dayanırken;
3. Bunalım Döneminde, baştan emperyalizme bağımlı
hale gelen işbirlikçi tekelci sermaye ve pre-kapitalist
sınıfların (feodal ve tefeci unsurlar) ittifakına,
yani bu sınıfların gerici ittifakı/bloğu olan
oligarşiye dayanıyordu. Yukarıdan aşağı, emperyalizme
bağımlı ve iç pazarın genişlemesine göre örgütlenen
kapitalizm, kapitalist pazar ekseninde daha önce
kendi pazarına sahip çıkmak isteyen millici sınıfları
kendine bağladı; böylece yeni-sömürgecilik, tepe
noktası ve omurgası tekelci sermaye olan ve bunun
etrafında orta sınıflarını binbir bağla bu sınıfa
bağlandığı kapitalizmi yarattı.
Böylece, emperyalizmin 1. ve 2. Bunalım Döneminde
bir olgu olan MDD sürecinde şu veya bu ölçüde
rol oynayan (Çin devriminde anti-emperyalist mücadele
de oldukça önemli) milli/ulusal burjuvazi artık
bir yana atılmış, bu sınıflar yeni-sömürgecilik
ilişkileri içinde tekelleşmiş yada kapitalist
pazar ilişkileri içinde işbirlikçi kapitalizmin
bir parçasına dönüşmüştür ve artık devrimde rol
oynamaktan uzaktır. Emperyalist işgal biçimi değişmiş,
açık askeri işgal yerini her alanda varlığını
sürdüren gizli işgale bırakmıştır. Emperyalist
sermaye, yerli ve işbirlikçi tekelci sermaye ile
birlikte her alana el atmış, ekonomik, siyasal,
kültürel her alanda ipin ucunu ele geçirmiş, emperyalizm
içsel olguya dönüşmüştür.
Her üretim ilişkisi kendine özgü sınıf ilişkilerini
yaratır.
Sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik, toplumsal sürecin
feodal veya yarı-feodal olduğu bir süreçtir ve
bu süreçte gelişen kapitalizm daha çok ticari
karakterdedir; işbirlikçi komprador burjuvazi
bu ilişkinin ürünüdür. Sol ve devrimci çevrelerde,
1970’lerden bu yana, biraz da “kalkınmacı sosyalizm”
ve “3. dünyacılık” anlayışından kaynaklı olarak
“işbirlikçilik” ile “kompradorluk” özdeş kavramlar
olarak tanımlanmıştır, hâlâ bu yanlışı devam ettirenler
vardır. Komprador burjuvazinin işbirlikçi olduğu
nettir ama bu burjuvazi, yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi, 1. ve 2. Bunalım Döneminde ticari kapitalizme
dayanarak emperyalist sermayenin aracısı, acentesi
rolünü oynar. Bu sınıf üretimden daha çok dolaşım
sürecinde ortaya çıkar, aracıdır, işbirlikçidir.
Yeni-sömürgecilik ise kapitalizmi yukarıdan aşağı
geliştirirken bu sınıfları kendine bağladı, bu
ilişkiler içinde bu sınıf üretime yöneldi ve tekelcileşti;
artık dolaşım sürecinde aracı, “acenteci” bir
sınıf değil, emperyalizmle işbirliği yapan, üretim-dolaşım-tüketim
sürecinde kapitalist pazarı elinde tutan işbirlikçi
tekelci burjuvazi vardır.
Yukarıdan aşağı gelişen ve toplumsal sürece egemen
olan kapitalizm, kendi zıddını da yarattı. Şehirlerde
ve kapitalist işletmelerde ortaya çıkan proletarya,
bu gelişmeye bağlı olarak hızla çoğaldı. Kırsal
alanda eski yapılar çözüldü, kırdan kente göç
dalgaları oluştu, şehirde kapitalist sanayi işletmelerin
yanı sıra pazara yönelik işletmeler ve bu temelde
işçiler ortaya çıktı. Giderek bu süreç, sanayi
proletaryasının yanı sıra, büyük sayılara ulaşan
kent ve kır yoksullarını yarattı. Proletarya artık
devrimde hem nicel hem nitel olarak önderlik yapacak
bir sınıf haline geldi; proletarya sadece ideolojik
değil, politik bilinçle beraber fiili önderlik
yapacak konumdadır.
Böylece yeni-sömürge ülkelerde devrim; emperyalizme
ve oligarşiye karşı proletaryanın önderliğinde
DHD zorunlu bir durak oldu. Bu devrim, proleter
devrimin bir biçimi olup, demokratik ve sosyalist
görevleri içermekte, emperyalizme karşı ulusal
mücadele, emperyalist sermaye oligarşi içinde
yer aldığından ve içsel olgu olduğundan sınıfsal
temelde yürümekte, devrimin demokratik karakteri,
yukarıdan aşağı emperyalizm ve yerli tekelci sermeye
tarafından örgütlenen sömürge tipi faşizmi tasfiyesine
kadar uzanmaktadır.
Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur.
BDD, feodalizme karşı burjuvazinin iktidarını;
proletarya devriminin bir biçimi olan, 1. ve 2.
Bunalım Dönemlerinde, hatta Küba devriminde olduğu
gibi 3. Bunalım Döneminin başlangıç süreçlerinde
ortaya çıkan MDD ya da UDD (ulusal demokratik
devrim), proletarya önderliğinde, ulusal burjuvazi
ile ittifak yaparak işçi-köylü iktidarını; DHD
ise proletaryanın önderliğinde, sınıfsal ayrışmayı
yaşayan kır orta burjuvazisine kadar uzanan kır
emekçi sınıfları ve şehir küçük burjuvazisinin,
yani halkın iktidarını hedefler.
BDD feodalizmin belini kırar, MDD feodalizm ve
komprador burjuvazinin belini kırar; DHD ise tekelcileşen
kapitalizmin... Tam bu noktada, DHD programı,
örneğin 1903 Bolşevik programında ya da MDD programında
olduğu gibi “kapitalizmin özgür gelişimini” içermez,
kapitalizmi tasfiyeye yönelir; bu açıdan DHD sosyalist
görevleri programın merkezine koyar ve sosyalizme
geçiş çok daha güçlü olarak belirginleşir. DHD,
ekonomik alanda yapacağı işlerden öte, emperyalizme
ve anti-faşist programı da içeren bir yolda oligarşiye
karşı en geniş sınıfların, işçi sınıfı önderliğinde
tüm halkın iktidarını hedefler, programına bunu
koyar, doğal olarak bu program, proletaryanın
tek başına iktidarı olan sosyalist devrim değildir.
DHD, yeni-sömürge ülkelerde, kapitalizmden sosyalizme
geçiş sürecinde, proletarya devriminin bir biçimidir.
Ve bundan dolayı, DHD sonrası kurulan halk iktidarı
proletarya diktatörlüğünün özgün biçimidir.
Tekrar devlet biçimine ve yeni-sömürge ülkelerde,
özellikle 1950-70 sürecinde görülen “nispi demokrasi”ye
dönerek bazı sonuçları özetlemekte yarar var.
Bu kısa özetin sorunu daha açıkça gözler önüne
sereceği açıktır.
“NİSPİ DEMOKRASİ” VAR MI?
Emperyalizm demokrasinin inkârıdır, ama özellikle
yeni-sömürgecilik sürecinde emperyalizm bu ülkelere
“demokrasi” götürme iddiasındadır. Bu, keyfi bir
tercih değildir, emperyalist sömürünün hızlanması
için zorunludur. Yeni-sömürgecilik, eski sömürgecilikten
farklı olarak kapitalistleşme sürecini hızlandırırken,
sınırlarını kendi çizmiş olduğu “demokrasi”ye,
bu temelde sermayenin özgürlüğüne ihtiyaç duyar.
Yeni-sömürgecilikte emperyalizm içseldir ve işbirlikçi
oligarşik yapı içinde yerini alır; emperyalist
işgali gizlemek zorundadır, bunun için biçimsel
“burjuva demokrasi”sine başvurur. Artık yeni-sömürge
ülkelerde, burjuva partileri, seçim, parlamento
vb. vardır. Tüm bunlar emperyalist sömürüyü gizlemek
için “demokrasi” oyunu eşliğinde asma yaprağı
görevini görür.
Bununla birlikte yeni-sömürgeciliğin gelişmesi
sürecinde burjuvazinin bazı kesimleri, bu süreçte,
bu sermaye birikim modeli ile tam bütünleşemez
ve oligarşi içinde çelişkiyi artırır. Eğer ayrıca
o yeni-sömürge ülkede, başta küçük burjuvazi olmak
üzere kitlelerin tepkileri de varsa, oligarşi
ile bu kesimler arasında geçici de olsa bir “denge”
kurulmuşsa, bunlar biçimsel demokrasiyi güçlendirir.
Hatta bazı süreçlerde bu “denge” emperyalizmi
ve oligarşiyi rahatsız eder, bunu kendi lehine
bozmaya çalışırlar.
3. Bunalım Döneminin ilk aşaması olan 1950-70
sürecinde bu var. Latin Amerika’da liberal burjuvazinin
bu süreçte yeni-sömürgeciliğe karşı tepkisi ve
kalkınmacı bir model arayışı var. Bu, çok kez
kitlelerin tepkisi ile iç içe geçmekte ve sol
bir dalgayı oluşturmaktadır. Hiç şüphesiz Latin
Amerika örneğinde güçlü bir anti-sömürgeci mücadele
de önemli rol oynar. Bu mücadele geleneği, hem
gerilla savaşında, hem de açık kitle muhalefetinde
kendini gösterir. Türkiye örneğinde ise bu süreç
emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi için daha sorunsuzdur
ve daha çok yeni-sömürgeciliği meşrulaştırmak
için “demokrasi” oyunu oynanır.
Bu oyun elbette her zaman istenildiği gibi gitmez,
bu kez “demokrasi” rafa kaldırılır ve bunun yerini
askeri cuntalar, yani açık faşizm örnekleri alır.
1970’lerde Latin Amerika, Asya ve Afrika’da birçok
ülkeyi, Türkiye, Şili, Brezilya, Arjantin, Paraguay,
Filipinler, vb. gibi ülkeleri kapsayan cuntalar
tam da bu anlama gelir. Yani, bir biçimde kurulan
bir “denge” vardır ve demokratik talepleri kamçılamaktadır;
buna son vermek, emperyalist sömürüyü hızlandırmak
gereklidir ve bunun için “cunta”lar iş başına
geçer.
Yeni-sömürgecilik üzerinde biçim alan Sömürge
Tipi Faşizmin kendini gizlemesinde bir başka faktör
daha rol oynadı. Bu faktör; emperyalist-kapitalist
sistemin, sosyalizme karşı geliştirmek zorunda
olduğu “sosyal devlet” anlayışıdır. Sosyalizm,
2. Paylaşım Savaşı sonrası yer yüzünün 1/3’ünde
zafere ulaşınca, sosyalizm işçi ve emekçi sınıflar
ve dünya hakları için çekim merkezi olunca, kapitalizm
bunun önüne set çekmek istedi, kitlelerin ekonomik
ve sosyal taleplerini sınırlı ölçüler içinde de
olsa karşılamayı hedefledi. Bu, hem kapitalist
pazarın dinamize edilmesine yararken, hem de emekçilerin
sosyalizme yönelişine set çekme, onların taleplerini
kendi sınırları içinde eritme ve onları kapitalizme
bağlama fırsatı verdi.
Esnemeyen kırılır; bunu en iyi kapitalizm bilmektedir.
1945-70 sürecinde geliştirilen “sosyal devlet”
anlayışı, bu esnemenin, kitlelerin taleplerini
sosyalizme değil, kapitalizme bağlamanın bir ürünüydü.
Doğal olarak bu proje, sadece vahşi kapitalizmin
esnemesi ve sömürüden alınan payın bir kısmının
kitlelerin taleplerine kanalize edilmesi anlamına
gelmekle kalmadı, burjuva devlete “sosyal” karakter
kattı ve onu “demokratik” bir görüntüye ulaştırdı.
2. Paylaşım Savaşı sonrası emperyalist-kapitalist
ülkelerde demokrasinin sınırlarının genişlemesi
bundandır.
Bu süreç yeni-sömürgelerde de faşizmin “sosyal
devlet” ve “nispi demokratik ortam” temelinde
gizlenmesine hizmet etti. Yani, her ülkede iç
sınıf mücadelesi ve bazı “denge”lerin yanı sıra,
genel olarak kapitalist sistemde bir unsur olarak
geliştirilen “sosyal devlet” de, “nispi demokrasi”nin
zeminini yarattı.
Ama bu süreç artık geride kalmıştır.
YENİ DÖNEMDE BAZI SONUÇLAR
Emperyalist-kapitalist sistem 2. Paylaşım Savaşı
sonrası yeniden yapılanmıştır. 2. Paylaşım Savaşı,
başta Avrupa olmak üzere emperyalist-kapitalist
sistemi tahrip etmiş, bu yıkıntılar içinden sosyalizm
zaferle çıkmıştır. ABD emperyalizmi, emperyalist-kapitalist
sistem içinde en az yıpranan güçtür ve emperyalist-kapitalist
sistem ABD önderliğinde yeniden toparlanmaktadır.
Gerek Avrupa ve Japonya’nın, gerekse de bunu izleyen
süreçte tüm geri kalmış ülkelerin onarılması,
sosyalizme karşı bir zorunluluk olmuş, böylece
ABD emperyalizmi kapitalist sistemin önderliğini
ele geçirmekle kalmamış, kapitalizm için üretim
güçlerini kendi sınırları içinde geliştirme ve
kâr oranlarını yükseltme imkânını bulmuştur. 1945-70
sürecinin kapitalizm için “altın çağ” olarak tanımlanması
bundandır.
Ama bu süreç 1970’lerde tıkanmış, kapitalizm günümüze
kadar uzanan bir kriz sürecine girmiştir. Aslında
bu kriz, kapitalizmin genel ve sürekli bunalımının
yeniden ve derinleşmiş biçimde özgül koşullar
içinde ortaya çıkışıdır. Bu krizde belirleyici
olan kapitalizmin içsel faktörleridir, ama başta
Vietnam Devrimi olmak üzere devrimci halk kurtuluş
savaşları ve sosyalizmin rolü de önemlidir. Emperyalist-kapitalist
sistemi saran kriz doğal olarak yeni ve köklü
arayışları hızlandırmış, kapitalizmin iç örgütlenmesini
neoliberalizm temelinde yeniden biçimlendirmiş,
“sosyal devlet” politikalarının bir yana atılıp
“özelleştirme” saldırılarının güncelleşmesinden
tutalım, “esnek üretim”e kadar kapsamlı politikalar
sisteme egemen olmuştur.
Emperyalist-kapitalist sistem bir hiyerarşiyi
içerir ve sistemdeki kriz en çok yeni sömürgelere
yüklenir. Ayrıca, yeni-sömürgeci kapitalizm, 1970’lere
gelince hem sistemdeki krizin yansıması, hem de
kendi içsel süreci gereği tıkanmış, kriz üreten
bir sisteme dönüşmüştür. Emperyalizme bağımlı
olarak iç pazara göre örgütlenen kapitalizm, bu
temeldeki sermaye birikim modeli, sermayenin uluslar
arasılaşmasına bağlı olarak yeni bir evreye sıçramıştır.
Aynı zamanda, emperyalist-kapitalist sistemin
iş bölümüne bağlı olarak, özellikle kapitalizmin
nispeten geliştiği ülkelerde “dışa açılma” adı
altında “ihracata yönelik” kapitalist birikim
modeli benimsenmiştir. Neoliberal saldırı programları
bu modelle hızlanmış, yeni-sömürge ülkeler emperyalist
sermayenin açık pazarına dönüşmüş, sanayisizleştirme
politikaları dayatılmış, yeni-sömürgecilik derinleşmiştir.
“Reel-sosyalizmin” çözülmesi, kapitalizmin bu
iç örgütlenmesini her alana taşımış ve emperyalist
saldırı politikalarını pervasızlaştırmıştır. Artık,
kriz ortamında geliştirilen politikalar, emperyalist-kapitalist
sistemin temel özelliği olmuştur. Her alanda bu
emperyalist saldırı politikaları, vahşi sömürü
ile iç içe derinleşmiştir.
Her açıdan yeni bir tarihsel süreçtir bu. 2. Paylaşım
Savaşı sonrası dünyanın 1/3’ünde zafer kazanıp
kapitalist pazarın dışına düşen sosyalizm, bu
süreçte büyük bir tarihsel kırılma yaşamış, “reel
sosyalizm” çözülmüş ve kapitalist restorasyon
yaşanmış, sosyalizm Küba gibi tek tek ve küçük
ülkelerde savunma zeminde kalmıştır. Bunun yanı
sıra, devasa boyutlar kazanan devrimci halk kurtuluş
savaşları gerileme sürecini yaşayarak genel yenilgi
ortamından payını almıştır. Kapitalizmin iç örgütlemesi
ile tüm bunları düşünürsek yeni bir tarihsel süreci
yaşadığımız çok net anlaşılır.
Bu sürecin temel özelliklerinin biri neoliberal
politikalar öncülüğünde yeni-sömürgeciliğin derinleşmesidir.
Bu süreç konumuza bağlı olarak dört ana sonuç
yaratmıştır.
Birincisi, tekelci kapitalizm yeni bir sermaye
birikim modeli yaratmıştır. Bu birikim modeli
emperyalist tekelci sermayenin asalak ve üretici
güçlerin gelişimini engelleyen yüzünü belirgin
biçimde ortaya koymaktadır. Temel özelliklerinden
biri ciddi bir spekülatif yan da taşıyan, üretim
süreçlerinden önemli ölçüde kopmuş olan mali sermayenin
ana kâr kaynağı haline gelmiş olması, yani sistemde
başat rol üstlenmesidir. Bu kapitalist birikim
süreci oligarşinin bazı kesimlerini tasfiye etmiş,
yeni-sömürgeciliğin kurumlaşması sürecinde varlığını
devam ettiren prekapitalist unsurlar tasfiye olmuş,
oligarşi daralmıştır.
İkincisi, yeni-sömürgecilik üzerinde oluşan faşizm
de buna paralel yeni biçim almıştır. Yeni-sömürgeciliğin
oluşum sürecinde görülen “nispi demokrasi” artık
yoktur. Özellikle askeri açık faşizm ve bunların
cunta biçiminde örgütlenmesi, önceki süreçte bir
tür “denge”ye son vermiş, her şey emperyalizm
ve işbirlikçi tekelci sermaye lehine örgütlenmiştir.
Eskiden, faşizm, temsili demokrasiyi görüntüde
de olsa koruyan gizli biçimde kurumlaşırken, emperyalizm
ve yerli tekelci sermaye ipin ucunu elinden kaçırınca
açık biçime başvurması söz konusuydu. Ama,artık,
neoliberal saldırı programları gündemdedir; devlet,
yani faşizm, daralan oligarşinin çıkarlarını gözeten,
buna göre biçim alan, sadece baskı politikalarını
değil, ideolojik ve kültürel pasifikasyon araçlarını
da uygulayan, buna göre kendini yeniden örgütleyen
bir konumdadır.
Üçüncüsü bu durum, burjuva demokrasisini sadece
yeni-sömürgelerde değil, metropol kapitalist ülkelerde
de hayale dönüştürmüş, kitlelerin demokrasi mücadelesini
sınıfsal temelde büyütmüştür. Demokrasi mücadelesi
okulundan geçmeyen proletarya kendi devrimini
yapamaz; Lenin’in bu tezi, bu tarihsel koşullarda,
yeni sömürge ülkelerde, son derece önem kazanmış,
demokrasi mücadelesini sosyalizme bağlamıştır.
Demokrasi mücadelesinde proletarya önder güçtür
ve tek tutarlı sınıftır. Kendi devrimine, sosyalizme
yönelen proletarya, kendi devrimine ancak demokrasi
savaşımında en önde yer alarak ulaşabilir. Demokrasi
savaşında proletarya önderdir ama tek sınıf değildir,
siyasal gericiliğin merkezine, yeni-sömürgeci
kapitalizme ve onun omurgasına demokrasi savaşımında
yönelen proletarya, demokrasi savaşını diğer sınıflarla
birlikte, özellikle kent ve kır küçük burjuvazisi
ile birlikte yürütür. Bu mücadelede demokrasi
savaşımının temel bir unsur haline geldiği DHD
“atlanarak”, “SD” söylemleriyle ne demokrasi savaşımı
kazanılabilir ne de proletarya kendi devrimine
ulaşabilir.
Dördüncüsü, demokrasi mücadelesinin iki ana boyutu
vardır. Kapitalizm sınırları içinde, siyasal özgürlükte
ifadesini bunan bazı kazanımlar için mücadele
ve her tür demokrasinin inkârına dayanan faşizmin
devrimle tasfiye edilmesi. Birincisi ikincisine,
tümü sosyalizme bağlanır. Yani, yeni tarihsel
dönemde, içsel olgu olan emperyalizme ve oligarşiye
karşı savaşımda, örneğin neoliberal emperyalist
saldırı politikaları, anti-emperyalist mücadeleyi
sınıfsal zemine kaydırmakla kalmamış, kapitalizm
sınırları içinde bazı demokratik ve siyasal talepleri
güncelleştirmiştir.
DHD, asgari ve azami hedefleri içeren bir “geçiş
programı” olarak somutlaşırken, asgari siyasal
ve demokratik hedefler (ki, bunlar programda “acil
siyasal ve demokratik talepler” olarak da formüle
edilebilir) bu programda çok daha güçlenmiş, ama
bunların asıl çözümünü faşizmin dağıtılmasına
içeren devrime bağlamıştır. Böylece, DHD programının
demokratik görevleri kapitalizmin sınırlarını
ile kendini sınırlamayan, onu aşan bir devrime,
bu devrimin sosyalist görevlerle sıkı ve kopmaz
ilişkisine bağlamıştır.
Bu anlamda DHD programının içeriği genişlemiş,
öz ve biçim olarak proletarya devriminin bir süreci
olmuştur.
|