Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

46. Sayı - Aralık 2006

AKP yöneticileri ve patronlar bu aralar çok memnun. Son birkaç yılda Türkiye’ye giren yabancı sermaye miktarındaki olağanüstü artış, işbirlikçilerin yüzünü güldürüyor.
Bu yılın başında tekel medyası, “Türkiye, 2005 yılında yabancı sermayede rekor kırdı” diye yazıyordu ve 2006’da da bu hızın devam edeceğini, bu miktarın neredeyse iki katına çıkacağını iddia ediyordu.
Öyle de oldu zaten. 2006 boyunca da sıcak para muslukları açık kaldı ve uluslar arası tekeller bu cennet bahçesine arı gibi üşüştüler.
Hazine tarafından açıklanan verilere göre Türkiye’ye giren yabancı sermaye 2005’te 3.5 kat artarak 9 milyar 650 milyon dolara yükselmiştir. Oysa önceki dört yılda ulaşılan toplam yabancı sermaye girişi 9.7 milyar dolar olmuştur. Türkiye’ye 2001’de 3 milyar 290 milyon, 2002’de 1 milyar 143 milyon, 2003’de 2 milyar 48 milyon ve 2004’de 3 milyar 236 milyon dolarlık doğrudan yabancı yatırım girişi kaydedilmişti. Bu yıl ise Devlet Bakanı-IMF Memuru Ali Babacan’ın söylediği doğruysa eğer, haftada 1 milyar dolar giriş oluyor.
Gerçi bir yandan neoliberalizmin en sıkı savunucuları bile “kaygı” belirtiyorlar ama genel olarak ortalıkta bir sevinç havası hakim. En çok da “cazibe” kavramı dolanıyor dillerde. “Türkiye’nin cazibesi arttı” diye söze başlıyor hükümet üyeleri ve tekel medyasının yazarları. Bu cazibenin nasıl bir şey olduğunu ve neden hızla arttığını açıklamaya çalışırlarken ise gerçekler su yüzüne çıkmaya başlıyor.
“Ekonomik büyümenin etkisi” deniliyor örneğin; bunun piyasadaki spekülatif büyüme olduğunu ve yüksek kârların para tüccarlarını çektiğini kendileri de biliyorlar.
“Vergilerin düşürülmesi” diyorlar; bu da gereğinden fazla kibarca bir deyim, çünkü aslında piyasaya giren yabancı paranın üzerindeki bütün vergiler kaldırıldı. Bu yıl içersinde alınan ve işbirlikçiliğin zirvesi anlamına gelen bu karar, Türkiye’deki para piyasasını yabancılar için tam bir çiftlik haline getirmiş durumda.
Ve nihayet, “özelleştirmelerin arttığı” söyleniyor; ki bu da uluslararası tekellerin sudan ucuz satılan kamu işletmelerinin üzerine nasıl atladığını kanıtlıyor.
Yani özetle söylenirse, bütün sınırlamaları kaldırarak ekonomiyi tamamen soyguna açık hale getirenler, neoliberalizmin de sınırlarını zorluyorlar ve tümüyle dizginsiz işbirlikçilikten kaynaklanan bir “cazibe” yaratıyorlar.

Cazibe’nin Getirdikleri: Banka Sektöründe Büyük İstila
Son yıllardaki, özellikle de son bir yıldaki yabancı sermaye akınının en önemli hedeflerinden biri bankacılık alanı oldu. O kadar ki, kırk yıllık yabancı sermaye hayranları ve neoliberaller bile önce “yabancı sermayeye asla karşı olmadıklarını” söyledikten sonra, “bu kadarı da biraz fazla” demeye başladılar.
Artık, gerçekten de bu alandaki para akışı gözle izlenememektedir. Türkiye ekonomisinin tekelleri üzerine yerli-yabancı gibi bir tartışma yapmak kuşkusuz yersizdir; çünkü bu tekellerin tümü de emperyalist uluslararası şirketlerle iç içe geçmiş, bütünleşmiş haldedirler. Esasen yeni-sömürgeci kapitalistleşme mantığının özü de budur. Ancak son yıllarda özellikle banka sektöründe durum öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık neredeyse doğrudan yabancı sermayeye dayanmayan bir banka kalmamıştır. Demirbank HSBC’ye, Sitebank Yunan Novabank’a, TEB Fransız BNP Paribas’a, Yapı Kredi Bankası Unicredito-Koç ortaklığına, Dışbank Fortis’e, Garanti Bankası GE Finance’a, C Bank İsrail Bank Hapoalim’e, Finansbank Yunan NBG’ye, Tekfenbank Yunan EFG’ye, Denizbank Dexia Bank’a, Şekerbank Bank Turan’a… Liste böylece uzadıkça uzuyor.
Resmi rakamlara göre Mayıs 2006’da bankacılıktaki yabancı payı %32’dir ve halen satış için müşteri bekleyen Halkbank, Oyakbank, Akbank, Vakıfbank ve Ziraat Bankası’nın da satılması halinde bu oranın yüzde 66.19’a ulaşacağı belirtilmektedir. Avrupa ülkelerinde %5 ile %20 arasında gezinen bu oranlar, IMF denetimi altındaki ülkelerde astronomik düzeylerdedir. Örneğin Estonya’da banka sektöründeki yabancı payı yüzde 100, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 95, Slovakya’da yüzde 93, Meksika’da yüzde 82, Macaristan ve Polonya’da yüzde 65, Arjantin’de yüzde 48, Peru’da yüzde 47, Şili’de yüzde 42’dir.
Ancak, Türkiye’deki resmi oranlar da gerçekçi değildir. Çünkü bu oranlar, piyasadaki hisselerin kimin denetiminde olduğunu göstermemektedir. Örneğin İş Bankası’nın halka açık hisselerinin yüzde 51’i, Akbank’ınkilerin ise yüzde 60’ı Citibank’ın kontrolündedir ve bu rakamlar resmi düzeyde görülmemektedir.

Bizi Kim Sigortalıyor?
Para akınının daha az dikkat çeken kanallarından biri de sigorta sektörüdür. Şu anda bu alanda yabancı sermayenin payı yüzde 60’a çıkmış durumdadır. Sektörde, aktif olarak faaliyet gösteren 44 şirketin 23’ü yabancı sermayelidir. Bunlardan; Axa Oyak, Axa Oyak Hayat, Koç Allianz, Koç Allianz Hayat Emeklilik, Yapı Kredi, Yapı Kredi Emeklilik, Güneş Sigorta, İsviçre Sigorta, İsviçre Hayat, Garanti Sigorta, Garanti Emeklilik, Başak Sigorta, Başak Emeklilik, TEB Sigorta, yabancı ortaklı faaliyet gösteriyor. Aviva Sigorta, Aviva Hayat Emeklilik, Şeker Sigorta, Emek Hayat Sigorta, HDI Sigorta, American Life, AIG Sigorta, Generali, Fortis Emeklilik ise yüzde yüz yabancı sermayeli şirketler. İşte bu şirketlerin pazar payları toplamı yüzde 60’ı buluyor.
Daha da önemlisi şu: bu alanda en çok prim toplayarak sigorta pazarının yüzde 63.71’ine hakim olan ilk on şirketin yedisi yabancı sermayelidir.

Şirketler Dış Borç Kuyruğunda: Kim Ödeyecek?
Bu arada, işbirlikçi tekellerin aldığı dış borçlar da son bir yılda olağanüstü boyutlara varmış durumda. 2006’nın ilk altı ayında özel şirketlerin dış borçları yüzde 27 artmıştır. Böylece, toplamı 194 milyar dolara yaklaşan dış borçlar içinde özel bankalar ve şirketlerin payı 111 milyar doları bulurken 2005 sonunda yüzde 51olan ağırlıkları 6 ay sonra yüzde 57,3’e çıkmış görünüyor.
Bu özel borçların 41 milyar doları bankaların, 70 milyar doları ise şirketlerin borcudur. Bütün bunların doğal bir sonucu da “iç borç-dış borç” ayrımının giderek bulanıklaşması oluyor. Çünkü şirketlerin böylece Türkiye’ye getirdikleri paranın önemli bir bölümü “içerden” devlete yüksek faizli borç olarak veriliyor. Yani özel şirketler yurtdışından borçlanarak ülkeye oluk oluk döviz getiriyor da bununla herhangi bir sanayi yatırımı yapmıyor. Bu paranın küçük bir bölümü ithalata giderken kalanı YTL olarak devlete borç veriliyor. Böylece listelerde sanayi şirketi olarak görünen ve “iş alanları yaratmak”la öğünen firmaların toplam kârının yüzde 80’e yakını doğrudan devletin kazıklanmasından kaynaklanıyor.

Sıcak Para Kimi Isıtıyor?
Sorunun asıl önemli olan yanı da budur zaten. Çünkü genel olarak “yabancı sermaye” denildiğinde çok uluslu şirketlere ait sermayenin gelip üretken alanlara yatırım yapması, makineler getirip fabrikalar kurması, vb. anlaşılıyor ya da böyle anlaşılması isteniyor. Oysa aslında, özellikle yeni süreçte durum bunun tam tersi ve “sıcak para” kavramı da zaten bu farkı anlatmak için kullanılıyor. Yani para tüccarları Türkiye’ye sermaye akıtıyorlar ama bu akışın neredeyse tamamı borsa, özelleştirme satışları gibi spekülatif alanlara gidiyor. Örneğin 2006’nın ilk altı ayındaki sermaye girişinin neredeyse tamamına yakını özel borçlara, özelleştirme satışlarına ve mülk alımlarına yöneliktir.
Gerçekten de Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü’nün (UNCTAD) 2006 Dünya Yatırım Raporu’nda Türkiye yabancı sermaye çekmesi bakımından 35’inci sıradan, 22’inci sıraya yükselmiştir ama Yabancı Sermaye Derneği Başkanı Şaban Erdikler’in de itiraf ettiği gibi bu akış, asla üretken alanlara yönelmemiştir: “Doğrudan yatırım yapan çokuluslu şirketler yanında hisse senedi yatırımları da var. Türkiye’de bu tarz yatırımların oranının ne kadar olduğu bilinmiyor. Türkiye’ye geçen yıl gelen 9.7 milyar dolarlık yabancı sermayenin 7.5 milyar dolarlık bölümü birleşme ve satın alma. Türkiye’deki trend dünyaya paralel gidiyor. Yeni yatırım yapmak hem zaman, hem de emek istiyor. Bu nedenle uluslararası sermaye satın almalara yöneliyor.”

Paradan Para Kazanmanın En Ucuz Yolu: Piyasa
Böylece, son zamanlarda “yoksullaşarak büyüme” denilen bir model hayata geçirilmiş oluyor. Bütün varlığını para spekülasyonu üzerine kuran bir düzende, her an geri gidebilecek olan bir para miktarı “piyasa” denilen kumar masasında dönüyor ve her şeyi belirlemeye başlıyor.
Herkes gözünü oraya dikiyor. Sabah 09.00’da açılan “piyasa” yerli ve yabancı spekülatörlerin çıkarlarına göre dalgalanıyor ve zaman zaman politik şantaj aracı olarak da iş görüyor. Bu kadar yoğun yabancı sermaye girişi zaten en baştan ipin çok uluslu oyuncuların elinde olması anlamına geliyor. Örneğin bir gün Türkiye’ye döviz gönderiyorlar, döviz fiyatları düşüyor. Ertesi gün piyasadan döviz topluyorlar, döviz fiyatları hemen yükseliyor. Yüksek reel faizi yeterli bulmadıklarında döviz göndermeyi kesiyorlar, bu kez Merkez Bankası faizi yükseltiyor. Hazine bonosu satın alıyorlar. Bononun reel faizini az bulurlarsa ellerindeki bonoları satmaya başlıyorlar. Hazine hemen bono faizini yükseltiyor. Borsada işlem gören hisse senetlerinin çoğu yabancılar adına alınmış durumda. Hisse senetlerini bir gün alıp öbür gün satıyorlar. Yabancılar alıma geçti diye borsa yükseliyor, satışa geçti diye borsa çöküyor, vs. vs..
Çünkü, çok kazanmak isteyen bu para, sıkıcı bir “piyasa” istemiyor, sürekli hareket yaratıyor, sürekli iniş çıkışlar oluşturuyor.

Sonuç: Daha Çok Değil Daha Sıkı Bağımlılık
Sonuç olarak yeni sürecin bütün bu olguları elbette yeni-sömürge Türkiye’ye dün olduğundan daha fazla emperyalizme bağımlı yapmıyor. Yani Türkiye ekonomisi dün bağımsızmış da bu yeni süreçte dışa bağımlılaşmış değildir. Yeni-sömürge kapitalizmi, kuruluşundan beri emperyalizme tümüyle bağımlı, çarpık bir kapitalizmdir. Ancak yeni süreçte gitgide değişen şey, bu bağımlılığın neredeyse gündelik düzeyde sıkılaşmasıdır. Yani, 1960-1970’lerin ithal ikameci rejiminde sözgelimi bir otomobil ya da beyaz eşya fabrikasına yatırılan yabancı sermayenin kolayca ve hızla geri çekilmesi, kaydırılması pek mümkün değildir; esasen sistemin mantığı da “girip-çıkma” tarzında bir oynaklığa değil, ortak işlerden azami kârın sağlanmasına bağlıdır. Oysa günümüzde bu kadar büyük miktarlarda paranın sanayi üretimine değil, çok daha hareketli ve kaygan zeminlere yatırılması, bağımlılığın “şiddetini” artıran bir durumdur. Öyle ki, artık herhangi bir hoşnutsuzluk halinde tek bir işaretle, tek bir tuşa basarak çok büyük miktarlarda paranın, bu paraya bağımlılaşmış olan piyasadan çekilmesi, olağanüstü bir politik güç kullanımı anlamına gelmektedir. Böylece zaman zaman hükümetler “terbiye edilmekte”, zaman zaman yasalar dikte edilebilmektedir.
Yani kısacası, “Türkiye’nin cazibesinin artması” diye şatafatla ilan edilen durum, sınırsız işbirlikçilik ve uşaklık yoluyla sağlanmış yeni bir bağımlılık düzeyinden başkası değildir. Bu, söz konusu “cazibe”yi artırmakla görevlendirilmiş kukla yöneticiler açısından ise yeni bir “ihanet” düzeyi anlamına gelmektedir.
Her gün sabahtan akşama dek sürdürülen “şeriatçı-laik” dövüşlerinin karmaşasında gizlenmek istenen gerçek tam da budur. Çünkü aslında dövüşen güçlerin her iki tarafı da bu politikalarda tamamen hemfikirdirler.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19