Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

46. Sayı - Aralık 2006

Sosyalist Barikat’ın 4. sayısında yer alan “Postmodernizm” başlıklı yazımızda, bu saldırı dalgası ile birlikte bir kafa karışıklığı ortamının yaratılmak istendiğine sık sık değinilmişti. Süreç derinleştikçe, kafa karışıklıkları da arttı. Bu karışıklığın en önemli alanını ise kavramlar cephesi oluşturuyordu. Çünkü Mahir Yoldaş’ın da Althusser’den yaptığı bir alıntı aracılığı ile vurguladığı gibi felsefede kavramlar silahtır, cephanedir. Ve eğer kavramlarla oynanırsa, düşünsel mücadele cephesinde silahsız bırakılmış oluruz.
Son günlerde üzerinde en fazla oynanan, içeriği en fazla çarpıtılan kavramlardan biri de “milliyetçilik”tir.
Milliyetçilik kavramı, oldukça uzun bir zamandır ülkemizdeki sivil faşistlerin “kendilerine yakıştırdıkları” sıfat olarak politik dile yerleşmiştir. Irkçılığın yumuşatılarak ifade edilmiş biçimi de diyebileceğimiz bu milliyetçilik, Türk ırkının üstünlüğü yönündeki Hitler’den uyarlanmış tezler üzerine kurgulanmıştır. Ülkemizde ilk olarak Turancılık olarak ortaya çıkan bu akım, o yıllarda açıkça Faşist Almanya’nın yanında yer almakta sakınca görmemiş, Nazi’leri kabaca taklit etmiştir. Turancılığın ortaya çıkışının İttihat Terakki’nin son dönemlerine kadar götürülebileceği elbette söylenebilir ve bu yanlış da olmaz. Ancak günümüzdeki ırkçı hareket ile organik bağlantısı olan akım, 2. Paylaşım Savaşı yıllarına dayanmaktadır.
Günümüzün birçok gerici politik yapılanması gibi modern Türk ırkçı hareketi de bu yıllarda mayalanmıştır. Bu durum, dünyanın her köşesinde benzer bir süreç izlemiştir. Ve Türk ırkçılığının kilit isimlerinden biri olan Ruzi Nazar da bu mayalanma sürecinin unsurlarındandır. Bir Özbek vatandaşı olarak Kızıl Ordu saflarındayken 1941 yılında Nazi’lere sığınan ve onların safına geçen bu karşı devrimci, Sovyetler Birliği’ne karşı Nazi faşistlerinin hizmetinde Türkistan Birliği’ni örgütledi. Nazi’lerin yenilgisinin ardından da birçok eski Nazi subayı gibi CIA’nın hizmetine girdi.
Burada bir parantez açarak şunu belirtelim; Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından birkaç yıl içinde İtalya’da patlak veren Gladio skandalı ile ortaya çıkan NATO’ya bağlı gizli örgütlenmelerin sadece Türkiye ayağı deşifre edilmemiştir. Oysa ortaya çıkarılan belgeler, 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından NATO’ya bağlı her ülkede gizli kontr-gerilla örgütlerinin oluşturulduğunu ve özellikle Avrupa ülkelerinde bu örgütlerin organizasyonunda Nazi artıklarının başrolleri oynadıklarını tüm açıklığı ile ortaya çıkarmıştı.
Bu parantez, aslında ülkemizdeki sürecin de tipikliğini yeterince ifade ediyor. Savaşın ardından söz konusu CIA örgütlenmesini organize eden eski Nazi Gehlen’in çağrısıyla CIA’ya katılan ve bu şekilde yapılan anlaşmalara aykırı bir şekilde batı bölgesine kaçırılan Ruzi Nazar (aksi takdirde Sovyetler Birliği’ne iade edilmesi gerekiyordu), 1950’li yıllarda Amerikanın Sesi Radyosundaki anti-komünist çalışmalarının ardından 1959’da CIA istasyon şefi olarak Türkiye’ye geldi ve bu görevini 1971’e kadar sürdürdü.

Türkeş’in Sahneye Çıkışı ve CIA Bağlantısı
Peki tüm bunların ülkemizdeki ırkçı hareketle ne ilgisi var diyeceksiniz. Aynı savaş yıllarında Nazi düşüncelerine oldukça yakın duran Alparslan Türkeş, kendisi gibi Almanları destekleyen dönemin Saraçoğlu hükümeti tarafından Almanların gerilemeye başlaması üzerine 1944 yılında Turancılık suçlamasıyla sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır. Savaşın ardından Türkeş, Turancılık düşüncesinin yeni hamisi ABD ile ilişkisini ise Nazar üzerinden sağlar. 1956 yılında görevli olarak bulunduğu ABD’de Nazar ile tanışmasının ardından ırkçı hareketin CIA ile ilişkisi sürekli gelişir. Türkiye’den sonra Almanya’da görev yapan Nazar, burada da Türk ırkçılığının örgütleyicisi olur.
Sık sık Türk ırkçılığı olarak nitelediğimiz bu hareketin gerçek anlamda ırkçılıkla bile ilgisi şüphelidir. Tamamen emperyalizmin kiralık katilliği ile tanımlanmış bir kimliği olduğundan dolayı hareketin içinde Türkler kadar Kürt, Arap, Laz vb.’ler de yer almış, ve hepsi de kendilerini “Türk” olarak tanımlamıştır. Yani Türk ırkçı hareketinin ırkçılığı da söylem düzeyinde kalmış, asli fonksiyonu ise anti-komünistlik olmuştur.
Eski Nazi’lere tek örnek Ruzi Nazar değildir. Yine yıllar boyunca ırkçı hareketin en büyük destekçilerinden biri olan Sancak Grubu’nun (Sancak Tül Fabrikası, vb.) sahibi Murat Bayrak da eski Yugoslavya’da Nazi işgali döneminde onlarla işbirliği yaptığı için oradan kaçmak zorunda kalan bir faşisttir. Yıllardır sahibi olduğu işyerlerine bırakalım sendikayı, sol eğilime sahip bir tek işçiyi bile sokmayan, barındırmayan ve fabrikasını uzun süre katillerin eğitim alanı yapan bu işçi düşmanının, Ruzi Nazar ile birlikte 1990’lı yıllarda Suudi Arabistan Kralı Fahd’ın danışmanı olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. Oysa Türk ırkçılığının teorisyenlerinden Nihal Atsız’ın vasiyetinde Türk’e düşman olarak sıraladığı ulusların arasında Araplar da vardır!
Ruzi Nazar ile Murat Bayrak’ın kaderindeki paralelliklere son örnek ise birinin savaştaki suçlarından yargılanmadan kurtulmasına benzer şekilde, Murat Bayrak’ın da 12 Eylül sürecinde tutuklanmayan tek MHP yöneticisi olmasıdır.
Aslında ABD, CIA, MHP ilişkilerini gözler önüne sermek için bu kadar detaya girmeye gerek de yok. Son günlerde Bülent Ecevit’in ölümünün ardından ortaya dökülen arşiv belgeleri de bu konuya yeterince açıklık getirmiştir. Bu belgelerde yer alan 6 Ağustos 1980 tarihli istihbarat raporlarına göre İsrail, MHP’ye yılda 3 milyon dolar göndermekte ve MHP’li katilleri eğitmekteydi.

“Bilhassa Amerikan Sermayesi…”
Peki o zaman nedir “milli” olan? Kelimenin sözlük anlamıyla bir millete dair, ona özgü bir şey olarak algılasak, aklımıza hiçbir “kötü” fikir getirmeden yaklaşsak, kendini “milliyetçilik” ile tanımlayan bir liderden, Alparslan Türkeş’ten şöyle bir söz duyduğumuzda nasıl yorumlamamız gerekiyor: “Türk Cumhuriyetlerinde tabii kaynaklar çok zengin. Yapılan uydu araştırmalarına göre de Hazar Denizi, Tataristan dahil, Kazakistan ve Özbekistan böyle bir yarım daire biçiminde Basra Körfezi’nden daha zengin petrol rezervlerine sahip. (...) En büyük ihtiyaçları yabancı sermayedir. Yatırımdır. Ben ABD’yi ziyaretimde çeşitli lobilerle görüştüm. Onları Türk Cumhuriyetlerine yatırım yapmaya davet ediyorum, teşvik ediyorum... Mesela Özbekistan’da çok zengin altın madenleri var... Mesela ABD’ye diyorum ki ‘yatırım yapın, çok zengin kaynaklar var.’ İstiyorum ki oraya bilhassa Amerikan sermayesi girsin. (...)” (Kontrgerilla Kıskacında Türkiye, Suat Parlar, syf; 432-433) Her şey çok açık aslında. Ortada gerçek bir “milliyetçilik” bile yok. Sadece ABD uşaklığı var.
Bunca gerçeği yeniden ortaya dökmemiz neden gerekti derseniz, yeniden yazımızın en başındaki kavram karmaşasına döneceğiz. Ama önce bu kavram karmaşasını besleyen nesnel duruma göz atmamız gerekecek.
Tüm dünyada sivil faşist hareket, ırkçılıktan çok anti-komünist kimliği ile ön plana çıkarak yıllarca işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı emperyalizm ve uşakları tarafından beslendi, kollandı, geliştirildi. Her zaman ırkçılığı bir ideolojik motif olarak kullanan sivil faşist hareketin ülkemizdeki versiyonu, 1984’ten bu yana boyutlanan Kürt ulusal hareketinin gelişimini fırsat bilerek kendine yeni bir gelişme zemini yakaladı. Tıpkı Hitler’in, Mussolini’nin yaptığı gibi sosyalizm güçlerinin zayıflığından kaynaklanan boşluğu değerlendirerek, “iktidara yöneltilmesi gereken” tepkiyi Kürt halkına yönlendirerek yeniden palazlandı. Bu, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kendisine duyulan ihtiyacın ortadan kalkmasıyla “çek senet” gibi “geçimlik işlere” yönelen ırkçı hareketi yeniden bir tehdit unsuru haline getirdi.
ABD’nin Irak işgalinin ardından Güney Kürdistan’da ortaya çıkan devletleşme süreci, günümüzdeki kafa karışıklığının en güçlü nedeni olarak ortaya çıktı. Bu durum, yıllardır temel politik zeminini anti-komünistlik ile paralel olarak anti-Kürtlükle zenginleştiren MHP’yi sahte bir anti-ABD’cilikle “onurlandırdı”. Ortaya çıktığı günden bu yana bağımsızlık uğruna ABD ve onun işbirlikçileri ile savaşan devrimci yurtseverlerin kanını döken, hiçbir zaman ABD’yi karşısına almadığı gibi ondan sürekli destek gören, onun tarafından eğitilen, donatılan şekillendirilen ırkçı hareket, şimdi bu sahte etiketle göz boyamaya çalışıyor.
Ortaya çıktığı günden bu yana anti-ABD bir söylem MHP’de hep vardı. Ama ilk defa bu söylem, nesnel durumun etkisiyle “sahici” imiş gibi algılanabiliyor. 12 Eylül’ün ardından ülkeyi imam hatip liseleri ve kuran kursları ile donatan cuntanın bir diğer eseri olan YÖK’e “laiklik savunuculuğu” misyonunun yakıştırılması ne kadar saçma ise bu algılama da öyle. Ancak sınıf mücadelesinin turnusolu, siyasal gündem dediğimiz karmaşanın içine daldırılmadıkça bu algı yanılgılarının sürmesi de kaçınılmaz gibi görünüyor.
Peki sınıf mücadelesi yükselene kadar bu tabloyu mu seyredeceğiz? Elbette ki hayır. Basit bir soru ile başlayabiliriz işe. Kendilerine “milliyetçiyim” diyenler, bugüne kadar “millet” için ne yaptılar? Soru kadar cevap da basit aslında. Katliam, soygunculuk, her türden mafyacılık, yolsuzluk ve daha sayılamayacak bir çok pis iş
Geçtiğimiz günlerde kongresini gerçekleştiren bu ırkçı partinin başkanlığına, egemen olan yönetime rağmen aday olan Ümit Özdağ’ın sırf bu yüzden, yani parti başkanlığına istenmeyen adam olduğu için ABD-İsrail bağlantıları ortaya dökülüverdi. Oysa bu faşistin başkanlığa aday olana kadar bu ilişkileri, ortaya dökenler tarafından biliniyordu ve bu durum kendini “milliyetçi” olarak tanıtan partiyi hiç rahatsız etmiyordu.
Adolf Hitler, iktidara geliş sürecinde ustaca bir kampanya yürütmüştü. Faşist demagojinin her türlüsünün başarıyla gerçekleştirildiği bu süreçte sözgelimi çoğunluğu kiracılardan oluşan bir dinleyici kitlesine “kiraları düşüreceğim” diye konuşan Hitler, çoğunluğunu ev sahiplerinin oluşturduğu bir başka kitleye ise “kiraları artıracağım” diye konuşabiliyordu. Aradan geçen zaman benzer ideolojinin takipçilerinin, benzer yöntemlere hala başvurmakta olduğunu bizlere göstermeye devam ediyor.
Günümüzde binlerce metrekare toprağı ABD üsleri tarafından işgal edilen ve bu topraklara bırakalım TC askerlerinin, milletvekillerinin bile girmesinin engellendiği bir ülkede birilerinin kalkıp da Türk ve Kürt halklarının düşmanlığı politikası üzerinden “milliyetçilik” yapmaya çalışması ‘komik’ olabilir. Bu komik durumun yaratılmasında her türden anti-emperyalist ağırlıklı politikayı “bunların her türlüsü milliyetçiliğe çıkar” diyerek karalayan ve ABD ya da AB karşısında kendini ezik, sömürülmüş hisseden ancak bu ilkel politik hissiyatına karşılık düşecek devrimci politikalarla buluşamayan geniş emekçi yığınlarının nabzını yakalayamayan “sol” yaklaşımların da etkisini göz ardı edemeyiz.
Faşizm, çoğu durumda uygun zemini değerlendiremeyen sosyalist güçlerin boş bıraktığı politik ortamlarda gelişebilmiştir. Emperyalizm tarafından sömürülen ve her geçen gün bunu daha dolaysız olarak hisseden geniş emekçi yığınlarının bu duruşu devrimciler tarafından doğru kanallara yönlendirilmediği sürece sahte milliyetçiliğin ya da İslamcı akımların güçlenmesi kaçınılmazdır.
Yeniden kavram sorununa dönecek olursak, onların milliyetçiliğinin sahte olması, sahte olmayanını aklamaz. Devrimciler, yeryüzündeki tüm halkların ve ulusların kardeşliğini ve özgürlüğünü savunur, bunun için de dövüşürler. Bundan dolayı, kendi politik duruşlarını “enternasyonalizm” sözcüğü ile anti-emperyalistliklerini ise “yurtsever devrimcilik” sözcüğü ile tarif ederler. Ama bu onların mücadele yürüttüğü politik alanların tanımsızlığı anlamına gelmez. Yeryüzünün her köşesinde emperyalizme, faşizme karşı savaşan devrimcilerin bu savaşımlarının bir adı vardır. Bu mücadelelerin, Vietnam Devrimi, Küba Devrimi, Rus Devrimi, Bulgar Devrimi, Arnavutluk Devrimi, Çin Devrimi ... olarak adlandırılması bundan gelir. Ve Marx-Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nda yazdıklarını bir kez daha anımsarsak; “İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, kendisini ulus olarak oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.” (Sol y. 1998, 2. baskı, s: 34) Sözcüğün burjuva olmayan anlamında, kendisini ulus olarak oluşturmak zorunda olduğu ölçüde ulusal da olan proletaryanın bu görevi kavranmaksızın, bu kapsam dahilinde anti-emperyalizmi de içeren sınıfsal kurtuluş mücadelesi örgütlenmeksizin her türden ırkçı akımla yeterli ideolojik ve politik mücadele yürütülmesi olanaksız hale gelecektir. Ulusların ve devletlerin sönümlenme sürecini mücadelenin akışı içindeki sıralamaya aykırı olarak ele alan bir politika yapma tarzının güncel ve tarihsel politik taleplere cevap verebilme şansı yoktur.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19