“Emperyalist restorasyon programı, salt ekonomik
ve siyasal/askeri alanla sınırlı olmayan kültürel,
sosyal, ideolojik vd. alanları da kapsayan bütünlüklü
bir yapı taşımaktaydı. Yeni ekonomik ve siyasal
modelin, kültürel ve entelektüel alanda da yeni
akımlar ve bunlara uygun günlük yaşam ilişkileri
ile tamamlanması hedefleniyordu. Bu noktada, Postmodernizm,
siyasal ve ekonomik alanda yaşamı parçalanan ve
daraltılan geniş kesimlere bunu benimsetmenin,
akılcı ve bilime bağlı düşünmeyi, toplumsallığı,
insanlığın bütünsel kurtuluşunu hedeflemeyi, vb.
tüm büyük insani değerleri yok saymanın, insanı
kendi içine çökertmenin, küçük düşünmenin, geleceksizleştirmenin
düşünsel-kültürel teorisi olarak kapitalist sistem
tarafından insanlığın üzerine püskürtüldü.”
Tek Yol Devrim Tek Yol Devrimci Yenilenme, S.
Barikat, Sayı:1
1980’ler sonrasında başlayan restorasyon sürecinin
yalnızca bir ekonomik düzenin inşası ya da dizginsiz
bir baskının hayatımıza yayılması anlamına gelmediği,
aynı zamanda sosyal ilişkilerimizin, kültürümüzün
ve yerleşik değerlerin de alt üst edilmesi anlamını
taşıdığı sıkça dile getirildi. Üstelik bu artık
yalnızca devrimcilere ya da konuyla ilgili akademisyenlere
ait bir teorik belirleme de değildir. Bizzat emekçiler
ve ezilenler de bu büyük parçalanmayı, yozlaşma
ve çürümeyi kendi hayatlarında yıllardır görüyorlar,
şu ya da bu şekilde dile getiriyorlar. Çoğu kez
de bu, bir tür “eskiye özlem” duygusu şeklinde
ortaya çıkıyor. “Eski zamanlar”ın daha “iyi zamanlar”
olduğu konuşuluyor; o zamanlar insan ilişkilerinin
biraz daha “içten” olduğu, uyuşturucuların ve
çetelerin daha az görüldüğü ve “sokakların daha
güvenli olduğu”, vs. vs. söyleniyor. Her şeyin
gitgide daha kötüye gittiği ve çürüdüğü ise emekçi
insanlar arasında yaygın bir görüş…
Özellikle de genç nüfus açısından… Muazzam bir
genç nüfusa sahip olan bu topraklarda umutsuzluk
ve geleceksizliğin bu denli yaygın olması, doğal
olarak bir yandan toplumsal patlama unsurlarını
biriktiriyor; diğer yandan ise bu patlama unsurlarının
devrimci kanallara akıtılamadığı koşullarda yoğun
bir kirlenme ve çürüme gerçekleşiyor. Az sonra
incelemeye çalışacağımız gibi, bütün eski ilişkiler,
feodalizmden kalma değerler, hatta 1960-1970’lerin
kendine özgü kapitalist ilişki biçimleri bile
hızla yıpranırken yerine derin bir yalnızlık ve
insani yıkım geçiyor. Toplumdaki “dayanışma” duygusu
ciddi biçimde zayıflarken, bencilliğin her türü
hızla gelişiyor, bu arada yer altı dünyası büyük
bir güç haline gelerek genç emekçilerin, işsizlerin
hayatının adeta bir parçası oluyor. Bu dünya ile
emekçilerin genel bir “cinnet” halinde içe yönelen
şiddeti bir araya geldiğinde gazetelerin üçüncü
sayfaları kana boyanıyor, kör cinayetler, çete
maceraları, “altın vuruş” kurbanları, vs. artık
günlük, sıradan haberler haline dönüşüyor. Öyle
ki, bütün bu sürecin mimarlarından olan burjuva
basın bile ara sıra “nereye gidiyoruz/bize ne
oluyor?” şeklinde manşetler atıyor; holding sahipleri
ile kıt zekalı “aydın”ların bir araya geldiği
“bireysel silahlanmaya hayır” kampanyaları düzenleniyor,
bazen de şu veya bu tarihte çıkarılmış “af yasası”
bütün bu korkunç olayların sorumlusu ilan ediliyor,
vs. vs…
Ama bütün bu sahte gözyaşları ve ah vah etmeler
gerçeği bir milim bile değiştirmiyor. Üstelik,
daha da kötüsü, orta sınıfların böylece kışkırtılan
korkuları “daha fazla polis”, “daha ağır ceza
yasaları” için bir bahane olarak kullanılıyor;
baskı düzeninin yoğunlaştırılmasına hizmet ediyor.
1- Kapitalizm İnsanı Çürüten Bir Düzendir
İlerleyen bölümlerde günümüzdeki duruma yeniden
dönmek üzere bu özeti şimdilik noktalayıp ayrıntılara
geçebilir ve toplumsal bozulmanın mekanizmalarına
ve tarihine bir göz atabiliriz.
Ve elbette, başlarken önce bir şeyin altını net
olarak çizmek gerekiyor: İnsan ilişkilerinin bozulmasının
özellikle “son yıllarda ortaya çıktığı” kanısı
toplumda yaygın -ve kısmen haklı- olmakla birlikte,
bu düşünce tümüyle gerçeği yansıtmamaktadır.
Bu düşünce, kısmen de olsa haklıdır, çünkü gerçekten
de neoliberal süreçle birlikte toplumsal bozulma
ve yozlaşma zirve noktasına erişmiş, günlük hayatın
sıradan bir olgusu haline gelmiştir. Öte yandan
bu düşünce, gerçeği tam kavramamaktadır, çünkü
esasında insan ilişkilerinin “insani özünden”
uzaklaşması, kapitalist ilişkilerin bütün tarihine
ait bir durumdur. Kapitalist ilişkiler, ortaya
çıktıkları her yerde şu ya da bu düzeyde bir yabancılaşmayı
ve kişilik parçalanmasını beraberinde getirirler;
insan dahil her şeyi metalaştıran kapitalist düzen,
ilişkileri maddi çıkar esasına dayandırır, feodalizme
ait himayeci unsurları yıkıp geçer. Feodal ilişkiler
kuşkusuz karanlık ve insanı körelten ilişkilerdir
ve bu anlamda kapitalizmin işin başlangıcında
insanın gelişme potansiyelinin önünü açtığı söylenebilir.
Ancak sonuçta kapitalist üretim, gelişkinliğine
bağlı olarak şu ya da bu hızla büyük emekçi kitlelerini
çıplak bireyler haline getirerek “özgürleştirirken”,
genel değer ölçüsü olarak parayı ortaya koyar
ve bütün toplumsal ilişkileri onun etrafında biçimlendirir.
Bu, yoğun bir bencillik ve kıyasıya rekabet demektir.
Zaman içersinde konjonktürel durumlar ve sınıf
mücadelelerinin etkisiyle “sosyal” kurumlar yaratsa
da, dini söylemleri destekleyerek “manevi dünya”
yanılsamalarını kullansa da, teorik olarak saf
anlamda kapitalist üretim, para dışında hiçbir
ölçütün geçerli olmadığı, bütün emekçilerin tek
tek bireyler olarak kendi çıkarlarını gözetmek
zorunda olduğu bir düzendir. Elbette hayat hiçbir
zaman böyle yürümez, her şeyden önce, bilinçlerinin
gelişimine paralel olarak emekçiler bir araya
gelerek bu “yalnızlık” duvarını delerler, güçlerinin
farkına vardıkları her noktada kapitalistle (ve
parayla) kurdukları ilişkiyi bireysel olmaktan
çıkarmaya çalışırlar; ayrıca devasa bir illüzyon
mekanizması da zaten bu çırılçıplak gerçeğin emekçilerden
gizlenmesi için çalışır ama yine de, her şeye
karşın kapitalist düzen kelimenin tam anlamıyla
bir “altta kalanın canı çıksın” düzenidir.
Öte yandan bu düzen, bir yandan büyük bir işsizler
kitlesini üretirken diğer yandan da mevcut işçi
kitlesini de sürekli olarak yoğun bir işsizlik
tehdidi altında tutar, ki bu durum, kaçınılmaz
olarak işçi sınıfının özellikle en alt tabakalarının
bozulmasına yol açar. Bir yandan ağır sömürü koşulları
ve geleceksizlik, diğer yandan her an mevcut olan
“en dibe yuvarlanma” tehlikesi, çoğu durumda alkolizmi
ve ahlaki yozlaşmayı beraberinde getirir. Bu,
yalnızca yeni-sömürge kapitalizminin çarpık kentlerine
özgü bir durum değildir; kapitalizmin başlangıcından
itibaren bütün Avrupa metropol kentleri, her zaman
“sefalet mahalleleri”ne ve “batakhane kültürü”ne
sahip olmuştur. Umutsuzluk içindeki emekçiler
ve işsizler, korkunç yaşamlarının yükünü birazcık
olsun hafifletmek, acılarını unutmak için her
zaman alkol ve diğer uyuşturucu maddelerin en
büyük müşteri kitlesini oluşturmuşlardır.
Dolayısıyla, aslında kendiliğinden var olan bir
“sınıf ahlakı” tezi, hiçbir zaman gerçeği yansıtmamıştır.
Büyük üretim birimlerinde yan yana gelen işçi
yığınlarının böylece bir “iş disiplini” içersinde
daha az bozulmaya uğradığı belki söylenebilir;
bu büyük birimlerde “dayanışma” ve “gücünü fark
etme” duygularının daha elverişli zeminler yakaladığı
da bir başka gerçektir ama sonuç olarak bütün
bunlar da kapitalizmin anarşik üretim düzeni içinde
kalıcı durumlar değillerdir. En iyi durumda bile
işçi sınıfı, her zaman kitlesinin bir bölümünü
“batakhanelere” kaptırmış olarak mevcut olmuştur;
bu, kapitalizmin yalın gerçeğidir. Ayrıca, üst
sınıfların “cinsel ahlak” konusundaki hovardalıklarına
karşın işçi mahallelerinde katı bir ahlakçılığın
var olduğunu düşünmek de bir yanılgıdır. Tersine,
kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde bile emekçi
mahalleleri bu konuda son derece “serbest”tir;
örneğin geride bıraktığımız iki yüzyıl boyunca
bütün Avrupa kentlerinde kibar sınıflara “hizmet”
veren randevu evleriyle, daha alt sınıfların mahallelerinde
pıtrak gibi ortaya çıkan diğer fuhuş mekanları
her zaman paralel yürümüşlerdir. Yani bir yanda
zevk-ü sefa içinde yüzen günahkâr zenginler, diğer
yanda ise manastır düzeninde yaşayan melek yüzlü
emekçiler tablosu doğru değildir. Dolayısıyla,
ister geçmiş için, isterse de günümüz için söylensin,
kendiliğinden bir şekilde bizi hazır bekleyen
bir “ahlak sahibi sınıf” beklentisi, abartılıdır,
yanlıştır.
Dahası, bu uçurum dünyasının düzenini sağlayan,
kirli işleri organize eden ve işsizlerin bir bölümünü
bünyesinde istihdam eden yer altı sektörü de yeni
değildir. Bütün bu işleri organize etmesinin yanında,
buralardan elde edilen mali birikimi kapitalist
çarklara yeniden sokulmasına da hizmet eden bu
sektör, kapitalizmin tarihinin neredeyse ayrılmaz
bir parçasıdır. Mafya, bu tür yapıların en bilinenidir
belki ama aslında tüm kapitalist ülkelerde bir
biçimde benzerleri hep olmuştur. Dolayısıyla,
bütün bu işlerin de son yirmi yılda ortaya çıkmış
olduğunu düşünmek ciddi bir yanılgı olacaktır.
2- Yeni-Sömürge Kapitalizmi: Önce Ekmekler
Bozuldu
a) Adım Adım Değişen İlişkiler
Türkiye’deki durum da bu genel çizginin tümüyle
dışında değildir ve yozlaşmanın tarihi oldukça
gerilere doğru gitmektedir.
Türk-İslam fanatikleri Osmanlı’ya her zaman bir
“mükemmel toplum” etiketi yapıştırsalar da, bu
yaklaşım tabii ki halkın ne çektiğini umursamayan,
sıradan insanların saray tarihçilerinin kayıtlarına
geçmeyen dünyasını yok sayan bir ahmaklıktır.
Oysa en azından İstanbul boyutuyla bile durum
böyle değildir. Bütün büyük imparatorlukların
merkezlerinde olduğu gibi İstanbul’da da, bir
yandan sarayın akıl almaz müsrifliği ve şatafatı
yaşanırken, diğer yanda da alt sınıfların “gizli
yaşamları” sürmekte, işler hiç de iddia edildiği
gibi şeriat kalıplarına göre yürümemektedir. En
azından alkolün “şişede durduğu gibi durmadığı”
kesindir; İslam halifeliğinin başkentinde alkolün
piri Bekri Mustafa da herhangi bir sadrazam kadar
önemli figürlerdendir. Öyle ki, kimi padişahlar,
gitgide bozulan duruma karşı önlem olarak tütün
ve içki yasağı ilan edebilmektedirler; ayrıca
afyon da doğu toplumlarının tümünde olduğu gibi
olağan bir keyif nesnesidir.
Yönetim kademeleri ise Fuzuli’nin şiirlerine ya
da yabancı elçilerin raporlarına dek yansıyan
bir rüşvet ve adam kayırma düzeninin batağı içindedirler.
Yüzyıllar boyunca patlayan isyanların yarısının
nedeni, tam da bu yozlaşmış yöneticilerin halka
ettikleri zulümdendir.
Yine de bu, büyük ölçüde üst sınıfların ve başkentin
yaşamına ilişkin bir durumdur. Aynı süreçte Anadolu
coğrafyası ise nispeten daha sade bir yaşam sürdürmektedir.
Ağır vergiler ve sopa zoruyla bezdirilen halk
arasında daha ahlakçı dervişlik eğilimlerinin
yaygınlaşması boşuna değildir. Üst sınıfların
ve yöneticilerin dini konulardaki riyakârlığı
ve servet düşkünlüğü, alt kesimlerde “bir lokma
bir hırka” dervişliğini yaratmakta, sadeliği ve
ahlaklı yaşamayı öğütleyen tasavvuf düşüncesi
ve Alevilik akımı güçlenmektedir. Ki bu ahlaki
öğütleri veren kişiler, genellikle isyanların
da önderleri olmuşlardır.
Okullarda
Şiddet Raporu
Okullarda, geçen eğitim-öğretim yılının son
1,5 ayı ile bu yıl 2 bin 474 olay meydana
geldi. Olayların 47'si ateşli, kesici, delici
aletler ve silahla yaralama olarak gerçekleşirken,
9'u ölümle sonuçlandı.
Bu konuda ciddi istatistiklerin tutulmaya
başlandığı 26 Nisan 2006 tarihinden bu yana
kadar geçen sürede, yaz tatili göz önünde
bulundurulmadığında, okullarda toplam 2 bin
474 olay meydana geldi. Bu olaylara, 6 bin
224 öğrencinin karıştığı tespit edildi.
Olayların türü incelendiğinde, en fazla ''yumruk,
tekme, tokat ve benzeri'' fiziksel zarar veren
şiddete başvurulduğu belirlenirken, ''zorbalık,
tehdit, sataşma'', ''dedikodu, lakap takma'',
''eşyaya, mala zarar verme'', ''çalma, gasp''
ile ''okula silah, kesici, delici alet getirme''
olaylarının da yaygın olduğu saptandı. Meydana
gelen olaylar arasında alkol, uyuşturucu,
ilaç ve diğer madde kullanımı, çete oluşturma
ve katılma ile cinsel taciz de bulunuyor.
Okullarda 26 Nisan 2006 tarihinden itibaren
meydana gelen olayların istatistiklere yansıması
şöyle:
- Fiziksel zarar veren şiddet (yumruk, tekme,
tokat...): 814 olay-yüzde 32.9
- Zorbalık, tehdit, sataşma: 491 olay-yüzde
19.8
- Dedikodu, lakap takma: 323 olay-yüzde 13.1
- Eşyaya/mala zarar verme: 234 olay-yüzde
9.5
- Okula silah/kesici, delici alet getirme:
196 olay-yüzde 7.9
- Çalma, gasp: 184 olay-yüzde 7.4
- Alkol, uyuşturucu, ilaç gibi maddelerin
kullanımı: 84 olay-yüzde 3.4
- Cinsel taciz: 65 olay-yüzde 2.6
- Ateşli, kesici, delici silahla yaralama:
47 olay-yüzde 1.9
- Çete oluşturma/katılma: 27 olay-yüzde 1.1
- Ateşli, kesici, delici silahla ölümlü olay:
9 olay-yüzde 0.4 |
İmparatorluğun son zamanlarına gelindiğinde ise,
gazete makalelerinde ya da romanlarda artık “yozlaşma”dan
daha açıkça söz edilmektedir. Osmanlı’ya özgü
feodal işleyiş ve yüzyıllar boyunca süren devlet
gelenekleri-kültürel kalıpları, Avrupa kapitalizmiyle
ilişkiye geçilen her noktada yıpranmakta ve toplumda
yeni insan tipleri belirmeye başlamaktadır. Başlangıçta
belki bu sadece “dini esaslardan ayrılma” çerçevesinde
eleştiri konusu yapılmakta ve edebi eserlerde
daha çok “Batı hayranı aydınlar” kınanmaktadır
ama giderek sahtekâr-madrabaz tüccar tipleri ve
toplumsal bozulmanın getirdiği fuhuş ve kumar
artışı gibi sorunlar da öne çıkmaktadır. Örneğin,
Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” romanında
her devre uyan ve her zaman başını suyun üstünde
tutan dalavereci tüccar-politikacı tipinin en
gelişkin örnekleri vardır. Aynı romanda -ve bir
çok benzerinde- kent nüfusunun geriye kalan bölümünün
yaşamı ise puslu ve karanlıktır; çünkü bizzat
yazarın kendisi de aslında bu yaşam hakkında bilgi
sahibi değildir. Oysa İstanbul şehrinin belli
bölgelerinin ve mahallelerinin fuhuş ve gayrı-meşru
işlerin merkezi olması (ki bu bölgeler bugüne
dek şöhretlerini korumuşlardır) ta o zamanlara
dayanmaktadır.
Daha sonraları, Cumhuriyet yıllarına gelindiğinde
ise çok açık biçimde Batıya ve kapitalist dünyaya
yönelme tercihi vardır. Bu dönemde bir yandan
devlet imkânlarıyla kolay zenginleşme yolları
ve kültürü yayılmakta, diğer yandan da kapitalizmin
geliştiği her yerde insan ilişkileri de bundan
etkilenmektedir. Bir yanda modernleşme adı altında
elit bir tabaka kendine ait melez bir kültür yaratmıştır;
devlet yöneticiliğinden tüccarlığa hızlı geçişler
yaşanmaktadır, diğer yanda ise sosyal-kültürel
değerleri ticaret dünyası tarafından tahrip edilen
toplumsal yapı gitgide bozulmaktadır.
b) Yeni-Sömürgeci Kapitalistleşme Sürecinin
İlk Dönemi
Ama yine de geçen yüzyılın en kapsamlı toplumsal
alt üst oluşu hiç şüphesiz yeni-sömürgeleşme süreciyle
birlikte gerçekleşmiştir.
Bu dönemin özellikle başlangıç yılları, sosyal-kültürel
ilişkilerin değişimi açısından son derece çarpıcıdır.
Beş on yıl gibi kısa bir süre içinde her şey büyük
bir hızla karmakarışık olmuş, eski değerlerde
kapsamlı çöküntüler yaşanmış, üstelik bütün bunlar
klasik burjuva devrimlerinin aydınlanmacı değerleri
üzerinden değil, emperyalist kültürün hegemonyası
üzerinden gerçekleşmiştir.
Emperyalist pazar ve sömürünün derinleştirilmesi
anlamına gelen bağımlı ve çarpık kapitalistleşmenin
en doğrudan sonucu, kuşkusuz çarpık bir kentleşmedir.
Tarımsal üretimin tekdüze yapısını sarsan ve kapitalist
ilişkileri en ücra köşelere kadar yaymaya başlayan
bu süreç, bir yandan kırsal hayatın yerleşik ilişkilerini
değiştirirken, diğer yandan da milyonlarca insanın
tarımdan koparak kentlere yığılması sonucunu doğurmuştur.
“Üstelik bu göç dalgası, kentlerdeki kapitalist
üretim birimlerinin emici kapasitesinin bir sonucu
olarak değil, kırın yoksullaşmasının insan yığınlarını
püskürtmesi olarak gerçekleşmiş ve çarpık bir
kentleşmenin yolunu açmıştır. Birinci büyük göç
dalgası olarak adlandırılabilecek bu sürecin bir
sonucu olarak 1950-1975 döneminde kırsal nüfus
oranı %81.6’dan %58.2’ye düşerken kent nüfusu
%18.4’ten %41.8’e yükselmiş ve bu eğilim daha
sonraki dönemlerde de sürekli olarak artmıştır.”
(Geçmişten Bugüne Yeni-Sömürgeci Yapı ve Günümüzde
Türkiye’nin Sınıf İlişkileri, SB, Sayı: 12)
Böylece geleneksel ilişkiler parçalanmış, geniş
ailelerin koruyucu yapıları dağılmaya başlamış,
böylece insanlar büyük bir sosyal-siyasal-kültürel
çalkantının içine düşmüşlerdir. Bu, gerçek bir
boşluk halidir. Örneğin 1963 yılı itibarıyla İstanbul’daki
işçi çalıştırma kapasitesi 154 bin civarında iken
aynı yılda kente gelen insan sayısının bir buçuk
milyon olduğunu düşünürsek durumu daha iyi anlarız.
Daha 1965’te bile toplam tarım-dışı işgücünün
%48’i “enformel sektör” denilen belirsiz işler
kategorisindedir ve bu durum kuşkusuz sosyal-kültürel
sonuçlar yaratmaktadır. Büyük kentlerin kıyısında
yaşayan, kentin ihtiyaçlarını bir biçimde karşılayan
ama ona asla dahil olmayan bu milyonlarca insan
bir biçimde “durumu idare etmekte” ama yine de
kendisini (en azından başlangıçta) kırdaki hayatına
göre “ilerlemiş” saymaktadır. “Taşın toprağı altın
olmadığı sonradan daha iyi anlaşılsa da uzunca
bir süre dengeleyici mekanizmalar işlemektedir,
çünkü sonuç olarak insanların değer yargıları
en azından başlangıçta “kırda bıraktıkları yaşantıyla
kıyaslama” yöntemiyle oluşmaktadır.” (agy)
Mümkün olan en ucuz ve en hızlı yoldan kurulabilen
bir mekan olarak gecekondu, işte tam da bu yaşam
biçiminin yansımasıdır. Kırda “kaybedenlerin”
kaderlerini değiştirmek için yığıldıkları kentlerde
yarattıkları bu yaşam alanları sonuçta kente dahil
olma talebinin ifadesidir ve tam bir “arada kalma”
kültürünün de zeminini oluşturmuştur.
Küçük
Bir Kıyaslama: 1930'lar ve 2000'ler…
1930 yılında:
Kişi başına düşen alkol : 1 litre
Kişi başına düşen sigara : 10 paket
2004 yılında:
Kişi başına düşen alkol : 20 litre
Kişi başına düşen sigara : 3 Kilogram |
c) Kentlerin Kenarları ve Çürümenin Aşamaları
“Arada kalma” kültürü, bu dönemde kendisini birkaç
yoldan ifade eder.
Bunlardan birincisi, çarpık kapitalistleşmenin
yarattığı gayrı-meşru alanlardır. Sanayi dünyasının
dışında kalan ve milyonlarca insanı kapsayan “belirsiz
işler” kategorisi, işsizlerin de katılımıyla yer
altı sektörünü ciddi biçimde güçlendirmiş ve kısa
sürede çok sayıda insanı istihdam eder hale getirmiştir.
En basitinden bir dönem çok yaygın olan sigara
kaçakçılığı bile en üstten sokaktaki satıcıya
dek binlerce insanı kapsamaktadır. Bunun dışında
kentin belli işlerini ve alanlarını hemşerilik
ilişkileriyle kontrol altına alan ve korumak için
gerekirse çatışmayı göze alan gruplar yine dönemin
ürünleridir. Bugünkü “çete” ilişkilerinden nispeten
farklı olarak eski “kabadayılık” esaslarına dayanan
bu ilişkiler, başlangıçta “uyuşturucu” gibi çok
kârlı alanları henüz fazla keşfetmemişlerdir;
daha ağırlıklı olarak alan kontrol etme, haraç,
kumar ve eğlence mekanlarının rantları söz konusudur.
Bugün sayıları azalarak başka biçimlere dönüşen
“pavyon” mekanları dönemin simgesi gibidir. Alkol
ve esrar yaygın olmakla birlikte ABD’de ve Avrupa’da
giderek yaygınlaşan eroin gibi sentetik uyuşturucular
bu eğlence mekanlarında henüz “lüks tüketim malları”
kategorisindedir.
Emekçi mahallelerinde de mümkün olan en ucuz uyuşturucu
olarak esrar ve “bitirimhane” diye anılan küçük
çaplı kumar mekanları yaygındır. Kırdan henüz
gelmiş insanlar arasında bu tür yaşantılar başlangıçta
henüz kınanan durumlardır, genel bir kanıksama
hali yoktur ve bu işlerle uğraşanlar, (en azından
60’lı yıllarda) marjinal-itilmiş unsurlardır.
Toplumsal yapıda henüz kapsamlı bir çürüme yaratılamadığı
için aileler ve çalışan insanlar bu unsurları
“çürük elmalar” gibi görmektedir, mahallelerin
tümüyle bataklığın içine çekildiği zamanlara daha
gelinmemiştir.
Daha sonraları, 1970’lerin ortalarından itibaren
daha çaplı mafyatik organizasyonlar ortaya çıkmaya
başlamış, uyuşturucuların daha büyük miktarlar
halinde nakli ve kumarhanelerin de “Casino”ya
dönüşme aşamasına gelinmiştir. Bu dönem, “eski
kafalı kabadayıların” “kaybetmeye” başladığı,
MHP ve Ülkü Ocakları’nın yanında devletle de bağlantılı
“çakal”ların ise güç kazandığı bir dönemdir. “Çakal”
deyimi son derece yerindedir, çünkü bu yeni türeyen
gruplar kendi güçlerinden çok hizmet ettikleri
patronlarının olanaklarına dayanmaktadırlar. Asıl
önemlisi de, 1980’lere doğru gelen süreç artık
oligarşinin de kitleleri yozlaştırmanın politik
önemini daha iyi kavradığı bir süreçtir. CIA ile
olan ilişkileri sonucunda muhtemelen Harlem deneyimini
kavramaya başlamışlardır ve polis müdürleri ile
uyuşturucu kaçakçılarının iç içe geçtikleri bir
dönemde emekçi mahallelerine yönelik musluklar
sonuna kadar açılmaya başlanmıştır.
Harlem deneyimi gerçekten önemlidir. En yetkili
FBI şefleri, sonradan yayınlanan anılarında, ABD’deki
siyah başkaldırı hareketinin (ve özel olarak Kara
Panterler hareketinin) bitirilmesinde Harlem’e
pompaladıkları uyuşturucunun kilit rol oynadığını
böbürlenerek ifade etmişlerdir. Bu açıdan Türkiye’de
uyuşturucunun yayılmasında oligarşinin ve onun
polisinin rolü konusunda devrimcilerin yıllardır
söyledikleri hiç de komplo teorisi değildir. Gerçekten
de sürecin belli bir noktasından sonra, özellikle
sınıf mücadelesinin yükseldiği ve devrimci örgütlerin
güç kazanmaya başladığı yıllarda düşman yavaş
yavaş bu araçların önemini kavramaya başlamış
ve bu işleri yapan büyük organizasyonların önünü
açmıştır. Bu dönemde övünerek sözü edilen “büyük
polis operasyonları” ise ya birbirini harcamak
isteyen mafya gruplarının ihbarlarına dayanır
ya da bunlardan bazılarının resmi güçlerle olan
çıkar ilişkilerinin bozulmasına…
Ve tabii bu dönem, dünyada ve Ortadoğu’da bu sektörün
CIA tarafından kollanıp büyütüldüğü, işlek geçiş
yollarının yaratıldığı ve dolayısıyla özellikle
sentetik uyuşturucuların ucuzladığı bir dönemdir.
Yaygın deyimle “mal” bollaşmış, fiyatları da emekçi
mahallelerine dek inebilecek bir seviyeye düşmüştür.
Böylece, 15-20 yıl içinde, başlangıçtaki “masumane”
sayılabilecek “hemşeri” çetelerinden uluslararası
ilişkileri olan, devletle temas noktaları yaratabilen
organizasyonlara gelinmiştir.
Bütün bu gelişmelerin sosyal ve kültürel alandaki
ifadesi ise genel olarak “arabesk” kavramıyla
tanımlanan bir yaşam tarzıdır. Çoğu kez hatalı
biçimde sadece bir müzik türü olarak görülen bu
tarz, esasen bir yaşam biçimi ve sosyal bir tutumdur.
Büyük ölçüde mistisizme ve “sızlanma”ya dayanan,
devrimci sınıf bilincinin yerine yozlaşmış bir
“isyan” ve “şikayet” karışımını geçiren bu kültür,
aslında en masum biçimiyle kırdan gelen ama kentle
de bütünleşemeyen gecekondu insanlarının arada
bir yerde ürettikleri bir olgudur. Ancak, çoğu
kez olduğu gibi, bu kendiliğinden oluşan sosyal
olgu, kısa sürede bir yandan bu kültürün ürünlerinden
kâr sağlayan güçleri harekete geçirmiş, diğer
yandan ise oligarşinin yöneticileri tarafından
politik olarak keşfedilmiştir. Gazeteci Cüneyt
Arcayürek’in anılarında bir yerde sözü edilir:
Kendisi futbola karşı hiç ilgi duymayan Süleyman
Demirel, bir kupa maçının töreninden sonra olsa
gerek, yanındakilere şöyle der: “Bu top işine
önem vermek lazım!”
Arabesk kültür ve genel olarak yozlaştırıcı, sınıf
bilincinden uzaklaştırıcı araçlar konusunda süreç
tam da böyle yaşanmıştır işte: “Bu top işine önem
vermek lazım!” Yani önce olgunun kendisi filizlerini
vermekte, sonra da işin içine devlet ve sektörün
kurtları girmektedir. Avuç içi kadar stüdyolardan
Unkapanı’nın meşrulaşmasına uzanan süreçtir bu.
Sonuçta, resmi devlet kurumlarında, TRT’de uzun
süre aforoz edilse de arabesk müzik ve arabesk
kültür, emekçi mekanlarında bu mantıkla yaygınlaşmış
ve yaygınlaştırılmıştır. Kuşkusuz, uyuşturucular
ve gayrı-meşru diğer alanlarla birlikte…
Böylece kentlerin ve emekçi mahallelerinin yozlaştırılmasında
yeni bir aşamaya gelinmiştir. Yeni-sömürge kapitalizmi
balayı dönemini tamamlayıp krizlerle sarsılmaya
başladıkça yoğunlaşan işsizlik, mahallelerdeki
yer altı ekonomisini beslemekte, diğer yandan
ise bizzat devlet mekanizması çürümeyi artırmak
için daha fazla devreye girmektedir.
Dönemin yazılı edebiyatında ve sinemasında bu
durumun tipik yansımaları izlenebilir. Bu dönemin
roman ve öykülerinde kırdan gelen emekçi insanların
yozlaşma biçimleri sık sık yer alır. Peyami Safa
gibi gerici yazarlar “Fatih-Harbiye” romanında
olduğu gibi meseleyi yarı-dinsel bir yerden ele
almaktadırlar. Namusuyla yaşayan, dinine bağlı
Fatih ve Batı’nın bozduğu, ahlaksız Harbiye, Peyami
Safa’daki temel motiftir. İşçi sınıfının büyük
yazarı Orhan Kemal ise çoğu zaman yozlaşmakta
olan emekçilerin karşısına aynı işyerinde çalışan
sınıf bilinçli bir “usta”yı koyarak manzarayı
yansıtır ve onun gözünden bakarak, onun ağzından
kendi düşüncesini dile getirir. Örneğin onun “Murtaza”sı,
değerlerin çarpışmasının hazin bir öyküsüdür ve
eskiye bağlı Murtaza’nın karşısına yeni-sömürgeci
sosyal-kültürel yapının alt ve üst sınıflardan
bütün unsurlarını koyar. Ve şüphesiz sonuçta Murtaza’nın
payına düşen yenilgidir.
Yeşilçam’daki ilk bölünme de aynı dönemin ürünüdür.
Hollywood türü melodramlarla uzun süre durumu
idare eden Yeşilçam, bir süre sonra bu yeni yaşam
biçimleri karşısında yetersizleşmiş ve içinden
önce Lütfü Akad’ın “köyden şehre göç” hikayelerini,
daha sonra da halkın sorunlarını yansıtan devrimci
sinemanın yetkin örneklerini çıkarmıştır. “Göç”
filmleri parçalanan gecekondu ailelerini ve yozlaşan
oğulları, kızları bize dramatik bir dille anlatırken,
politik sinemada ise daha fazla mücadele vurguları
vardır. “Göç” filmlerinde kente yerleşen ailelerin
oğulları-kızları kentin vahşi ormanı içinde boşluğa
doğru savrulurlarken, politik sinemada devrimci
hareketin unsurları da artık devrededir. Ancak
Yeşilçam, bir süre sonra bu ağır yenilginin intikamını
arabesk ve seks filmleri furyasıyla alacaktır.
Gecekondularda yaşayan, üst sınıfların açık saçık,
pop yaşamına ulaşamayan, o kesimle ilişki kuramayan
genç emekçiler nüfusunun, daha doğrusu bu nüfusun
devrimci sürece dahil edilemeyen kesimlerinin
üzerine bayat esprilerle yüklü İtalyan seks komedilerini
püskürten bu sektör, böylece etkileri bugüne dek
uzanan büyük bir yozlaştırmanın temellerini atmıştır.
Gecekonduların genç kızları için bu mümkün değildir
belki ama onlar da fotoromanları elden geçirmeye
başlamışlardır. Henüz “televole”ler ortalıkta
olmasa da, kendi çamurlu sokaklarıyla hizmetçilik
ettiği yalıların pırıltılı mermerlerini kıyaslayan
kadınlar bir eziklik duygusu içindedirler.
Bilimsel Bir Belirleme:
Uyuşturucu Varoşlara Kaydı
Çocuk ve Ergen Madde Bağımlılığı Araştırma,
Tedavi ve Eğitim Merkezi (ÇEMATEM) doktorları
tarafından yapılan araştırma sonuçlarına göre;
2004 yılının gözlemleri örneğin 2001 yılına
hemen hiç benzemiyor. Yaptıkları araştırma
dışında gözlemlerine de değinen Klinik şefi
Doç. Dr. Kültegin Ögel, bu değişimleri şöyle
özetliyor. "Eskiden şunu gözlerdik: Özel
okullarda, ekonomik durumu iyi aile çocuklarında
uyuşturucu kullanımı yaygındı. Ama şimdi durum
çok farklı ve bu, iki yılda değişti. Özellikle
varoş kesimlerinde, yarı kentsel alanda, tahminimizden
çok yüksek oranda madde kullanımı olduğu görülüyor.
İki yıl önce uyuşturucu kullanım yaşı 12-13
civarındaydı, şimdi ise 10-11 civarına düştü.
Bu çok çarpıcı bir durum. Eskiden trend daha
çok tiner-bali gibi uçucu maddeler üzerineydi
ve biz bu maddeleri kullananları daha çok
İstanbul merkezinde görüyorduk ama özellikle
belirtmeliyim ki, varoşlarda görmüyorduk.
Oysa şimdi, Gaziosmanpaşa, Esenler, Bağcılar,
Sultançiftliği gibi bölgelerde daha çok görülüyor.
Yani son iki yıldır trend tamamen değişti." |
d) 1970’ler: Bir Panzehir Olarak Devrimci Mücadelenin
Rolü
Ancak özellikle 1960’ların sonlarından itibaren
bütün bu olup bitenler artık bir boşluk ortamında
yaşanmamaktadır. Bugünkü devrimci hareketin “yozlaşmaya
ve çürütmeye karşı ne yapılacağı” sorusu üzerine
düşünürken dönüp bakması gereken tarihsel süreç
de biraz bu dönemdir. Gerçekten de, 1960’ların sonu
ve 1970’ler, Türkiye devrimci hareketinin ciddi
bir yükselişe geçtiği, sınıf mücadelesinin ivme
kazandığı yıllardır. Yani aynı süreç boyunca hem
emekçiler genel olarak mücadele ve birlik deneyimleri
kazanmakta, hem de devrimci güçler, mahallelere,
fabrikalara ve köylere dek inen bir sosyal olgu
olarak belli bir aşamaya gelmektedirler.
Bu her iki unsur, kuşkusuz emekçilerin sosyal-kültürel
hayatlarını etkilemiş ve yozlaştırma-çürütme politikalarını
büyük ölçüde törpülemiştir. Devrimci güçlerin bunu
yeterince ve bilince çıkararak yapıp yapmadığı kuşkusuz
her zaman tartışılabilir. Ama hiç haksızlık etmeden
söylemek gerekir: Bu konuda özel bir alan çalışması
yapsınlar ya da yapmasınlar, dönem boyunca devrimcilerin
sadece emekçi mahallelerindeki varlıkları ve güçleri
bile bu politikaların önünde ciddi bir set oluşturmuştur.
Kabul etmek gerekir ki, bu süreçte örneğin uyuşturucu
satıcılarının mahallelerdeki işi oldukça zordur;
yoksulların içe yönelen şiddetinin ya da sokak çetelerinin
de düzeyi oldukça düşüktür, hatta çoğu yerde yok
gibidir. Bunun yerine, günahıyla sevabıyla mahalle
komiteleri ya da başka türlü halk örgütleri, sendikalar,
dernekler sosyal hayatta daha etkin durumdadır.
Başka bir hayat umudu ve düzen dışı alternatifler
şöyle ya da böyle mevcuttur. Genç emekçiler ve işsizlerde
“yalnızlık” ve “çaresizlik” duyguları zayıftır,
dolayısıyla boşluk duygusunu doldurmak için uyuşturucu
kullanımı da bugünkü gibi üst düzeylerde değildir.
Ve en önemlisi, bugünün en ciddi sorunlarından biri
olarak kabul edilen “ortaöğrenimdeki uyuşturucu”
faciası, bu okullardaki politik ortamın baskınlığından
ötürü pratik olarak minimum düzeydedir; her gün
dişe diş mücadele edilen bu mekanlarda böyle sahte
bir aidiyet arayışı, bir boşluk zemini yoktur. İşin
açıkçası, bu tür faaliyetlere meyilli olan unsurlar
da (özellikle sol potansiyeli yüksek okullarda)
bunu yapabilecek cesareti bulamamaktadırlar. Bu
süreçte faşistlerin örgütledikleri kişilerin mahallelerdeki
ya da okullardaki en deforme, en çürümüş tipler
olması hiç rastlantı değildir.
Sonuç olarak, her şeye karşın yeni-sömürgeciliğin
1980’lere kadar gelen süreci, deyim yerindeyse emekçileri
yozlaştırma operasyonuna henüz bir “giriş” niteliğindedir.
Zaman içersinde bu politikalar belli bir zemin kazanmış
ama emekçi kitlelerin ve mahallelerinin tamamını
teslim alabilecek bir noktaya erişememiştir. Bu
emperyalist politika henüz büyük ölçüde devrimci
mücadelenin baskısı altındadır. Devrimci güçlerin
varlığı ve işçi sınıfının sendikal-demokratik örgütlenme
düzeyi karşısında istenilen düzeyde bir başarı sağlanamamaktadır.
Daha kapsamlı bir saldırı için öncelikle bu faktörlerin
devreden çıkarılması gerekmektedir, ki bunun için
12 Eylül cuntası bulunmaz nimet olmuştur.
3- Neoliberal Restorasyon ve Yeni Süreç
a) Koşullar ve Politikalar Üzerine Kısa Bir
Not
1980’ler sonrasında başlayan ve 2000’lerde artık
iyice zirve noktasına varan yozlaştırma-çürütme
politikalarının irdelenmesine geçmeden önce bir
uyarı yapmakta yarar var:
Son yıllarda emekçi mahallelerinde ve başka alanlarda
bu konuda bir çaba yürütmeye çalışan devrimci
yapılarda ve insanlarda, yozlaştırma-çürütme politikalarının
iradi yönüne (kuşkusuz haklı nedenlere dayanılarak)
fazla vurgu yapılmaktadır. Örneğin şu şu işlerin
polis eliyle kasıtlı olarak yaygınlaştırıldığı
sık sık vurgulanmakta, ancak bütün bu kötülüklerin
üzerine oturduğu toplumsal-ekonomik zeminlerden
daha az söz edilmektedir. Esasında iradi politikaların
süreçte çok ağırlıklı bir rol oynadığı kesindir;
bu alanda hiçbir şey öyle “sosyal durumun neticesi
olarak” kendiliğinden olmamaktadır. Bu tez, kendi
pozisyonlarına belli bir masumiyet katmak isteyen
polis yetkililerinin ve satılık akademisyenlerin
sık başvurdukları bir savunma türüdür. Suçu bir
kez “sosyal koşullara” yıktıklarında rahatlıyorlar
ve eninde sonunda sözü “eğitim şart” nakaratına
bağlayıp kitleleri aldatıyorlar. Oysa gerçek böyle
değil; devletin resmi güçleri (kirli işlerden
sağlanan kişisel rantlar bir yana) bu ortamdan
son derece açık bir biçimde politik yarar sağlıyorlar
ve bu ortamın devamı için ellerinden geleni yapıyorlar.
Tipik bir burjuva kâr-zarar mantığıdır bu: Tek
tek burjuvaların ötesinde genelde oligarşik blok
bileşenleri, toplam olarak bu gidişatın pratik
sonuçlarına bakıyorlar. Sonuç ise bellidir: Daha
az grev, daha az sendika, daha az hak arama bilinci,
daha zayıf devrimci örgütler, daha güçsüz öğrenci
hareketi, vs. vs… Sosyal-kültürel çürütme tablosunun
pratik siyasi sonuçları bunlardır. Hal böyle olunca,
arada sırada birkaç aşırı doz eroin vakasında
“ne olacak bu memleketin hali” diye sözde feryat
etseler de, aslında genel durumdan hoşnutluklarını
sürdürüyorlar. Hatta, birçok örnekte görüldüğü
gibi geleneksel devrimci potansiyelleri kurutmak
için belli mahalle ve kentlerde çok çok özel çaba
gösteriyorlar.
Ancak yine de bütün bu iradi politikaların bir
boşluk ortamında uygulandığını düşünmek yanlıştır.
Zaten toplumsal zeminleri mevcut olmayan bir durumu
sıfırdan komployla yaratmak da çok zordur. Ayrıca
soruna böyle bakmak, çözüm konusunda da bizi yanıltabilir,
sadece bilinçlendirme ya da fiziki önleme çabasıyla
sorunu kısa sürede halledebileceğimiz yanılgısına
neden olabilir. Görmemiz gereken şey, bütün bu
iradi politikaların son yirmi yılda uygulanan
ekonomik politikalarla, üretimin işleyişine ilişkin
değişikliklerle yakından ilgili olduğu, bu ekonomik-toplumsal
işleyişte kendisine uygun bir zemin bulduğudur.
Örneğin, büyük birimlerin kısmen tasfiyesiyle
üretim süreçlerinin parçalanması ve atölyelere
doğru gerçekleşen kayma, yoğun işsizlik ve mutlak
yoksulluk biçimleri, vs. vs. tümü, işçi sınıfının
klasik davranış kalıplarının parçalanmasına yol
açarak söz konusu yozlaştırma politikalarının
beslenebileceği bir zemini yaratmıştır. Dolayısıyla,
(yine bu örnekten hareket edecek olursak) eğer
biz sınıfın birliğini ve genel hareketini yükseltebilecek
yollar bulamazsak, genel bir devrimci kitle hareketinin
atmosferini yaratamazsak, yozlaştırma politikalarına
karşı yürüteceğimiz yerel ve genel kampanyalar
da doğal olarak tek ayakla yürüyen işler olacak
ve eksik sonuçlar verecektir.
Yani Devrimci Sosyalistler, (ileriki bölümlerde
değineceğimiz gibi) yozlaştırma ve çürütme politikalarına
karşı pratikte ellerinden gelen her şeyi yapmalıdırlar,
güçlerini buna yoğunlaştırmalı, bu politikaların
aktörlerini gerektiğinde şiddet yoluyla ezmelidirler;
ancak bunu yaparken neoliberalizmin bu durumu
besleyen zeminlerini de iyice analiz etmek, gerçek
toplumsal koşulların çözümlemesini yapmak kesin
bir zorunluluktur.
ATO:
Fuhuşun Önlenemeyen Yükselişi
Ankara Ticaret Odası'nın (ATO) hazırladığı
'Hayatsız Kadınlar Dosyası'na göre, Türkiye'de
hayat kadınlığı yaşı 15'e kadar düştü. Rapora
göre, Türkiye'deki her 350 kadından biri fuhuş
batağının içinde bulunuyor. ATO raporunda,
18 yaşından küçük hayat kadınlarının 'çocuk
hayat kadını' sınıfına girdiği belirtiliyor.
2000 yılında Türkiye'de yapılan 'I. Çocuk
Kurultayı'nda çocuk fahişe olayının korkutucu
boyutlara ulaştığı vurgulanıyor ve Türkiye'de
hayat kadınlığı yaşının 15'e kadar düştüğüne
dikkat çekiliyor. Raporda, 2000 yılında yalnızca
İstanbul'da 500 çocuk hayat kadını olduğu
belirtilirken, resmi olmayan rakamların bu
sayının çok üstünde olduğu tahmin ediliyor.
'Hayatsız Kadınlar Dosyası'na göre, Türkiye'de
faaliyet gösteren 56 genelevde kayıtlı yaklaşık
3 bin hayat kadını çalışıyor. Genelevlerde
ayrıca, 'hukuksal açıdan sorun çıkmasın' kaygısıyla
çok sayıda vesikasız kadın çalışıyor, çalışacak
genelev bulamadıkları çoğu da gizli fuhuş
yapıyor. Bu orana, travestiler, transseksüeller,
eşcinsel fuhuş dahil değil.
Ayrıca rapora göre, fuhuş sektöründe bir yılda
en az üç-dört milyar dolar para dönüyor. Kadınların
yüzde 30'u kocası, yüzde 10'u baba, anne,
ağabey gibi diğer yakınları, yüzde 3.4'ü de
beraber oldukları erkekler tarafından satılıyor.
Hayat kadınlarının yüzde 63.4'ü resmi, yüzde
12.2'si ise imam nikahlı olarak evli kadınlardan
oluşuyor |
b) 12 Eylül ve Sonrası: Ekonomik Restorasyon ve
Çıplak Baskının Üst Üste Düşmesi
Bu kısa uyarıdan sonra yeniden geçen bölümde bıraktığımız
yere geri dönebiliriz. Hatırlanacağı gibi, bölümü
bitirirken, 1980 öncesinde devrimci mücadelenin
düzeyinin ve sınıfın mücadele deneyimlerinin yozlaştırma
politikalarını frenleyici yanından söz etmiştik.
Denilebilir ki, 12 Eylül cuntası işte tam da bu
derdin devası olmuştur! Cunta, vahşi baskı koşullarıyla
yalnızca sınıf örgütlerini ve devrimci güçleri ezmekle
kalmamış, kendisini kalıcılaştıran önlemler de almıştır.
Özellikle yaratılan korku ortamını kalıcı bir örgüt
fobisine çevirmek, işçi sınıfı kitlelerinin bir
araya gelmesini ve örgütlenmesini her yoldan her
biçimde engellemek konusunda cuntanın belli bir
başarı sağladığı söylenebilir.
Ama asıl önemlisi, bu soluk aldırmaz baskı ortamı
ile 24 Ocak kararlarıyla başlayan neoliberal ekonomik
düzenlemelerin üst üste düşmesidir, ki zaten cuntanın
varlık nedenlerinden en önemlisi de bu restorasyonun
uygulanma zeminini yaratmaktır. Sonuçta emekçilerin
ellerinin bağlandığı, devrimci güçlerin kolunun
kanadının kırıldığı koşullarda uygulamaya konulan
ekonomik politikalar, yeni-sömürgeciliğin ilk dönemdeki
sanayi ağırlıklı uygulamalarını (IMF’nin “uyum programı”
çerçevesinde) yavaş yavaş sona erdirmiş, daha doğrusu
bir tür “sanayisizleştirme” operasyonu gerçekleştirerek
bunun yerine spekülasyona dayalı, mali sermayenin
dolaşımını özgürleştiren bir yönelimi geçirmiştir.
“Yirmi yılı kapsayan bir süreç boyunca Türkiye,
adeta kabuk değiştirerek borsa, banka vb. yollarla
bir spekülatif kârlar cenneti haline getirilmiş,
paranın hızla geriye döndüğü her alan büyük bir
hızla istilaya uğramıştır. Öyle ki, bu hızlı dolaşım
ve yüksek kâr alanlarının arasına büyük ölçüde karapara,
uyuşturucu gibi “sektör”ler de katılmış, buralardan
elde edilen büyük rantlar, savaş rantlarıyla da
birleşerek yeni-sömürge ekonomisine ciddi katkılarda
bulunmuştur.” (agy) Dizginsiz bir soygun düzeni,
her çeşit yolsuzluk ve hırsızlığın meşrulaşması,
bütün kamu alanlarının tasfiyesi, sağlıktan eğitime
her türden hizmet alanının metalaştırılması ve dergimizin
neredeyse bütün sayılarında sık sık değindiğimiz
neoliberal vahşi kapitalizmin diğer uygulamaları
bu sürecin ürünleridir.
Bu, tam bir ekonomik “şişme” durumudur ve aynı zamanda
tarihin en büyük çürütme operasyonunun da zeminidir.
Yeni ekonomik politikalar, bir kesim için gerçekten
“mucizevi” kazanç kapıları açarken, kitlelerin büyük
çoğunluğu için ise yeni “sınıf atlama” rüyalarının
göz kamaştırıcı zamanları başlamıştır. Sonuçta,
sınırsız bir sömürünün, derin bir yoksulluğun önünü
açan bu politikalar, diğer yandan o güne kadarki
toplumsal değerlerin ve düşünme biçimlerinin de
yerinden oynamasına yol açmıştır. Eğer Murtaza romanı
yeni-sömürgeciliğin ilk döneminin sosyal-kültürel
çatışmalarını karakterize ediyorsa, 1980 sonrasının
çatışması için de Şener Şen’in oynadığı “Namuslu”
filmi örnek olarak verilebilir. Tümüyle dalavereciler
tarafından kuşatılmış olan Şener Şen tiplemesinde
abartılan namuslu davranış tipi, artık neredeyse
“tarih öncesi” gibidir. Babasına “okuyup da ne olacak?”
diye çıkışıp üçkağıtçı dayısının işlerine “takılan”
büyük oğlan ise sanki geleceğin “köşe dönücülerinin”
habercisidir.
Gerçekten de banker skandalları, yeni zenginlerin
şımarıklıkları, Turgut Özal’ın “benim memurum işini
bilir” gibi vecizelerinde ifadesini bulan davranış
kalıpları bir dönemin simgeleri gibidir. Böylece,
önce çıplak ve düz şiddet yoluyla fiziki ve düşünsel
anlamda ezilen kitlelerin yaşamı, daha sonra da
yeni ekonomik politikalar ve “yükselen değerler”
çarpıklığıyla alt üst edilmiş, toplumsal yapı bütün
sınıflarıyla 1950’lerden sonraki en büyük deformasyonunu
yaşamıştır. Feodal değer yargılarının çürütülüşü,
kültürün çoraklaştırılması, bizzat devlet yöneticileri
tarafından özendirilen ahlak düşüklüğü, vicdan unsurundan
tamamen ayıklanmış dincilik, insani duygulardan
arınmış sosyal Darvinizm, eski “üretimci” sanayileşmeden
spekülasyon ve “hızlı para kazanma” yollarına geçişin
yarattığı kültürel yozlaşma, yolsuzluk ve mafyatik
hayatların dışlanan değil özenilen şeyler hale getirilmesi,
vb. gibi bir dizi unsur 1980’ler sonrasında toplum
hayatının başat öğeleri haline gelmiş, sınıfın parçalanması
ve örgütsüzleştirilmesiyle birlikte bütün bu unsurlar
toplumsal hareketin ciddi biçimde zayıflamasına
yol açmıştır.
Ayrıca bu dönemde son derece trajik bir noktaya
gelen kitlelerin yoksullaştırılması da ilginç bir
yoldan gerçekleşmiştir. Bu dönemde, bir yandan yoksulluk
artarken, diğer yandan sıradan iktisatçıyı şaşırtacak
biçimde yeni marjinal geçim alanları ortaya çıkmış,
yüz binlerce insanı bir biçimde kenarında köşesinde
toplayan ekmek kapıları belirmiştir. Kayıt-dışı
finans güçlerini sisteme dahil etmek için ardına
kadar açılan spekülasyon kapıları, yalnızca çok
varlıklı olan kesimleri değil, orta ve alt kesimleri
de (hatta daha çok onları) hedeflemiş, sonuçta “tümüyle
kaybetmişler dışında bütün sosyal tabakaları kesen
yeni bir illüzyon” oluşmuştur. Yeni düzen, bir yandan
en alttakileri tamamen dibe iterken diğer yandan
da yüz binlerce insanı “küçük havuzlarda oyalayabilen”
araçlar yaratmış, her şeye rağmen sınıf atlama hayallerinin
canlı tutulabildiği yanılsama alanlarını korumuştur.
Aynı biçimde tarımı çökerten ve bazı taşra illerini
hayalet şehirlere çeviren yeni düzen, bazı illerde
de ihracat ekonomisinin alaturka biçimlerine dayalı
sınırlı gelişme tempoları yaratmış, böylece düzene
karşı tepkileri taşra kademesinde de kırılmaya uğratan
araçlar üretmiştir.
Hiç kuşkusuz bu yanılsama biçimleri krizlerin keskinleştiği
dönemlerde tümüyle işlevsiz hale gelmektedir. Bunu
özellikle 2001 krizinde daha çarpıcı biçimde görmek
mümkün olmuştur. Yine de bu araçlar oligarşinin
elinin altında durmaktadır ve koşullara bağlı olarak
oldukça işlevsel olabilmektedir.
Bütün bunların yanında, şiddet aygıtlarını da büyük
maddi olanaklarla sağlamlaştıran oligarşi, reel
sosyalizmin çöküşünün yarattığı moral atmosfer içersinde
toplumda yeni bir korku ve umutsuzluk dalgası yaratmış,
çıplak şiddetle desteklenen ama esas olarak “zihinlerin
köreltilmesini” hedefleyen genel bir baskı ortamıyla
kitle pasifikasyonunun yeni araçları oluşturulmuştur.
Sonuç olarak, yoğun baskı altında ezilerek yetişen
yeni kuşaklar bu bataklıktan nasibini alarak gelmişler
ve aynı atmosferin içinde boy vermişlerdir. Bir
yandan yoksulluk ve sömürü artmakta, diğer yandan
ise sınıf atlama konusunda sahte hayaller kışkırtılmaktadır.
Güven verici bir devrimci çıkışın yokluğu ortamını
iyi değerlendiren neoliberal prensler kuşağı, iletişim
alanındaki patlamayı ve artan propaganda olanaklarını
da iyi kullanarak beş-on yıl içersinde bu coğrafyanın
insanlarının kimyasını ciddi biçimde değişikliğe
uğratmışlardır. Kürt coğrafyasındaki atılım ise,
kuşkusuz Kürtler üzerinde olağanüstü bir etki yaratmış
ama bu genel tabloyu değişikliğe uğratmamıştır.
1980’lerin sonlarına doğru başlayan kıpırdanma ise,
1990 çöküşüne çarpmış, emperyalist restorasyona
ikinci bir şans sağlayacak biçimde geri çekilmiştir.
Bundan sonrası artık neoliberal ekonomik-sosyal
politikaların dizginsizce at oynatabildiği bir ortamdır.
Günümüze kadar uzanan süreçte, kamu kurumlarının
peşkeş çekilmesi, sosyal alanların adım adım ticarileştirilmesi,
ekonominin üretim yapan sektörlerinin geri çekilerek
sıcak para hareketlerinin önünün açılması, böylece
bir dışa bağımlılığın zirve noktasına çıkarılması
ve daha sayılabilecek bir dizi ekonomik politika
uygulamaya konulmuştur.
c) İşçi Sınıfının Yapısının Parçalanması ve
Örgütsüzleştirilmesi
Öte yandan aynı sürecin toplumsal yozlaşmaya en
fazla zemin oluşturan politikası, kuşkusuz işçi
sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve üretimin işleyişindeki
değişikliklerle birlikte sınıfın yapısının ve
belleğinin parçalanmasıdır. 1970’li yıllarda krizlere
rağmen örgütlü güçleriyle kısmen de olsa ücret
düzeylerini ve haklarını koruyabilen işçi sınıfı,
cunta sonrasında bütün örgütlerinden mahrum bırakılmış,
her türlü demokratik kıpırdanmanın ezildiği bir
ortamda hain sendikacıların da işbirliğiyle bütün
kazanılmış hakları elinden alınmıştır. İşgücünün
ucuzlatılması esasına dayanan yeni ekonomik model,
böylece siyasal baskı ile iç içe geçerek amacına
ulaşmış, Türkiye kısa sürede tam bir “ucuz işçi”
cenneti haline getirilmiştir. Devrimci hareketin
yenilgiye uğradığı, yerel işçi önderlerinin de
titizlikle ayıklandığı koşullarda bu saldırıya
ciddi bir karşı duruş da gerçekleştirilememiş,
sınıf hareketi uzun süren bir yılgınlık ve hareketsizlik
dönemi yaşamıştır.
Bu, fiziki hakların kaybından çok, işçi sınıfının
kendi gücüne olan güveninin kaybıdır; mücadele
geleneğindeki bu kırılma, genel belleksizleştirme
operasyonuyla birlikte, sadece fiziksel değil
düşünsel anlamda da bir kopukluk anlamına gelmiştir.
Bu koşullar altında uygulamaya konulan yeni iş
örgütlenmesi modeli, büyük çaplı üretim merkezleri
esasına göre işleyen fordist üretim tekniğinin
terk edilmesi ve esnek üretime geçişe dayanmıştır.
Üretim sürecinin böylece parçalanması, yan ürünlerin
büyük işletmelerden küçük ve orta boy işletmelere
kaydırılması ve tipik vahşi kapitalist yöntemlere
geri dönüş, dönemin başlıca özellikleri olmuş,
sadece üretimin değil, iş zamanının, işin yapılış
biçiminin, çalıştırılan işçi sayısının, vb. de
yeniden düzenlenmesi anlamına gelen esnek üretim
modeli, böylece eski türden sendikal örgütlülük
biçimlerini ciddi biçimde zora sokmuştur.
Büyük üretim birimlerinin tasfiyesi ve taşeronlaştırma
sonucunda küçük-güvencesiz işyerlerinin olağanüstü
yayılmasıyla birlikte, düzensiz çalışan, işyeri
temelinde örgütlenmesi neredeyse imkânsız yeni
işçi sınıfı katmanları sürece eklenmiş, belleği
ve örgütlülüğü parçalanan işçi sınıfı, kitlesel
olarak olağanüstü bir büyüklüğe ulaşmıştır. Kaçak
ve güvencesiz çalıştırılan işçi sayısı bugün sınıfın
bütün kitlesinin yarısından fazlasını oluşturmaktadır;
hatta Türkiye için orijinal bir olgudur: Kaçak
çalışan yabancı işçi sayısı bile şu anda 1 milyonu
aşmış durumdadır.
Sonuçta böylece milyonlarca insanın hiçbir güvence
ve örgütlenme olmaksızın köle gibi çalıştırıldığı
bir düzen kurulmuş, geçmişte büyük birimlerde
örgütlenerek hayata müdahale edebilen sınıfın
bütünlüğü büyük ölçüde dağıtılmıştır. Aynı süreçte
ücretli-ücretsiz ekonomik faaliyetlerde çalıştırılan
çocukların sayısı 4 milyona ulaşmış, özellikle
konfeksiyon ve ev işlerinde yoğunlaşan kadın işgücü
ise en ucuz kategoriyi oluşturmuştur.
Öte yandan, işsizlik alanında da “mutlak işsizlik”
(ve paralel olarak “mutlak yoksulluk!) diye nispeten
yeni bir kategori ortaya çıkmış, artık iş bulmaktan
umudunu tümüyle kesmiş insan toplulukları umutsuz
ve çaresiz biçimde marjinal işler alanı ve lumpen
proletaryanın yasadışı sektörlerine doğru kaymıştır.
Bütün bunlar kuşkusuz politikadan soyut, salt
iktisadi-sosyal olgular değildir. Yani neoliberal
politikalar ve özel olarak esnek üretim-taşeronlaştırma-atölyeleştirme
politikası, emperyalist kapitalizmin krizinin
ve bu krizden doğan ihtiyaçlarının ürünü olarak
ortaya çıksa da, sınıfın mücadele kapasitesinin
zayıflatılması anlamındaki politik işlevi egemen
sınıflar tarafından görülmemiş değildir. Burada
ikili bir durum vardır. Örneğin kalite çemberi
dediğimiz şey, hiçbir biçimde yalnızca işletmenin
“verimlileştirilmesi”, “artı-değerin artırılması”
amacına hizmet etmemekte, aynı zamanda çalışanların
hakları için direnme potansiyelinin de önünü kesmektedir.
Aynı biçimde üretimin taşeronlara kaydırılması,
bir yandan maliyetleri düşürmekte, diğer yandan
ise örgütlü davranışın önünü kesmektedir, vs.
Sonuç olarak bütün bu parçalayıcı politikalar,
işçi sınıfının geleneksel davranış kalıplarını
yıpratmış, umutsuzluk ve geleceksizlik ortamında
yozlaştırma-çürütme operasyonunun zeminlerini
oluşturmuştur. Büyük fabrika düzeninin atmosferinde
etkisi zayıf olan yaşam biçimleri ve kültürleri,
parçalanmış olan sistem içersinde kendisine etki
alanı bulmuştur.
d) Çarpık Kentleşmenin Yeni Aşaması ve Ekonominin
Kenarları
Bu arada, aynı süreçte metropol kentler, yeni-sömürge
kapitalizmi tarihinin ikinci büyük göç dalgasıyla
karşılaşmıştır. Son derece açık olmalı: 1960’larda
nüfusun % 25’ini oluşturan kent nüfusu 2000’lerde
artık % 70’i aşmış durumdadır.
Dünyanın herhangi bir ülkesinde böyle bir hızlı
nüfus hareketinin sosyal sonuçlara yol açması
kaçınılmazdır. Ancak coğrafyamızdaki sonuçlar
daha derin ve çarpıcı olmuştur. Zaten 1950’lerden
beri kentlerin “çekmesi”ne değil de kırların “itmesi”ne
bağlı olarak çarpık biçimde gerçekleşen, metropol
kıyılarına tutunabilen göç dalgası, 1980’lerden
sonra Kürt sorunu ve savaş nedeniyle de olağanüstü
artmış ve kentlerdeki yoksulluğu zirveye ulaştırmıştır.
Yeni-sömürge ekonomisinin üretici kapasitesinin
daraltıldığı, eski türden fabrika düzeninin büyük
ölçüde tasfiyeye uğradığı, sosyal kurumların zaten
yerleşik kent nüfusu açısından bile çökertilmiş
olduğu bir döneme denk düşen bu yeni göç dalgaları,
kuşkusuz bir sosyal felaket anlamına gelmiş, milyonlarca
insan büyük kentlerin derinleşen yoksulluğun parçası
olmuştur. Ayrıca aynı dönemde tarım üretiminin
IMF-DB politikalarıyla çökertilmesi sonucunda
da yeni bir göç hareketi başlamış, böylece metropoller
daha yoğun bir yığılmaya uğramıştır. Buna karşın,
aynı süreçte ne sanayi üretimi, ne kentlerin sosyal
altyapısı bu büyük yığılmanın sorunlarını çözebilecek
düzeyde değildir.
Bütün bu gelişmelerin en doğrudan sonucu, milyonlarca
genç emekçinin örgütlü-toplu hareket geleneklerinden
ve deneyiminden yoksun bir biçimde “kayıp kuşak”
olarak boşluğa savrulmasıdır. Az önce de anlatmaya
çalıştığımız gibi neoliberal politikaların işinden
ettiği işçi kitleleriyle dalgalar halinde gelerek
kentlere yığılan vasıfsız emek güçleri, büyük
ölçüde enformel sektöre, belirsiz işlere kayarak
durumu idare etmeye çalışmış, ancak orada da herkese
yetecek kadar ekmek olmadığı kısa sürede anlaşılmıştır.
Yine de milyonlarca insan sigortasız, düşük ücretli
işlere razı olmakta, marjinal işler denilen yan
alanlarda (seyyar satıcılık vb.) salt günlük hayatını
devam ettirmeye, vaziyeti idare etmeye çalışmaktadır.
Ayrıca bu dönemde, metropollerdeki mekansal, kültürel
ayrışma da netleşmiş, yoksulların semtleri, hayatları,
kültürleri, dilleri, okulları, vb. ile varlıklı
kesimlerin hayatları arasındaki uçurum korkunç
bir derinliğe ulaşmıştır. Büyük zenginlerin ve
kısmen orta sınıfların oturdukları yerler, eğitim
kurumları, eğlence mekanları, kültürel etkinlik
alanları, sağlık kurumları, alışkanlıkları, kalın
duvarlarla yoksullarınkinden ayrılmış, yoksulların
bütün bu alanlara yaklaşmaları bile imkânsız hale
gelmiştir.
Kültürel alandaki uçurum da aynı ölçüde derindir.
Emekçi mahallelerindeki milyonlarca insanın arabesk-pop
kültürün en bayağı örneklerinden, uyuşturucu,
fuhuş gibi çürümüşlük zeminlerinden başka bir
şansı kalmamıştır. Son yirmi yılda uyuşturucu
ve alkol satışının emekçi mahallelerinde yoğunlaşması,
devletin özel çabasının yanında bir “alıcı” kitlenin
varlığıyla da ilgilidir. Bu “alıcı” kitlesi vardır
ve bu iş kârlı bir iştir; çünkü milyonlarca umutsuz
insan vardır.
Sonuç olarak bu yeni aşama, emekçi sınıflar açısından
da tam bir yıkım ve felaket anlamına gelmiş, bütün
sosyal tampon bölgeleri tasfiyeye uğramış, yozlaşma
ve çürümenin bütün biçimleri metropollerin karakteristik
manzarası olmuştur. İşte tam da bu yüzden emekçi
mahallelerindeki devrimci çalışma, yalnızca klasik
sınıf çalışmasını aşmakta, artık bütün bu politikalara
karşı mücadeleyi de kapsamaktadır.
d) Hiyerarşik, cahilleştirici eğitim düzeni ve
yeni ekonomik düzenin vasıfsızlaştırıcı sisteminde
kuşakların giderek çürütülmesi
Bugünkü sınıfsal hiyerarşiye dayanan cahilleştirici
eğitim düzeninin sadece ekonomik politikalardan
ya da “bütçe yetersizliğinden” kaynaklanmadığını
düşünmek için artık çok ciddi gerekçelerimiz var.
Evet, kuşkusuz mevcut neoliberal iş düzeni gerçekten
de artık vasıfsızlaştırıcı bir eğitimi zorunlu
kılmaktadır; ancak öte yandan, bu kadar kötü ve
bu kadar niteliksiz bir eğitimin politik yararının
oligarşi tarafından keşfedilmiş olduğu da kesindir.
Gerçekten de Türkiye’nin 2000’lerdeki eğitim düzeni,
cumhuriyet tarihinin en kötü, en cahilleştirici
düzenidir. Daha doğrusu, eğitim alanında artık
herkesin görebildiği bir sınıfsal piramit oluşturulmuş,
ilk öğretimden başlayarak herkesin haddini bildiren
bu düzen, belli bir çizginin üstünde kalan özel
okulları ve devletin gözdesi olan kurumları ayakta
tutarken, çizgi altındaki sıradan okulları tamamen
kaderine terk etmiştir. Sınıf geçme-ders geçme,
vs. gibi sistem oynamaları, vs. tümüyle bu yeni
politikanın araçları olmuş, okulların bir biçimde
“bitirilmesini” ama herhangi bir şey “öğrenilmemesini”
sağlayan bir işleyiş içinde emekçi mahallelerinin
kültürel potansiyeli, emekçi gençliğin zihinsel
gelişme olanakları son derece ciddi biçimde sınırlanmıştır.
Bütün bunları yalnızca “neoliberal ekonominin
ihtiyaçları” ya da “hortumlardan sonra geriye
kalan devlet kaynaklarının yetersizliği” gibi
gerekçelerle açıklamak, aşırı bir saflıktır. Tam
tersine, işin belli bir noktasından sonra bu eğitim
piramidinin emekçi gençleri ciddi biçimde yozlaştırdığı,
onların zeka düzeyini aşağı çektiği ve kahve bataklığına
yönlendirerek enerjisini boğduğu düzenin sahipleri
tarafından keşfedilmiş, sistem için tehlikeli
olabilecek bir potansiyelin tasfiyesi olarak değerlendirilmiştir.
Bugün, lise düzeyinde “eğitim” görmüş olduğu halde
okuyup yazmakta zorlanan, kendini ifade etmekte
güçlük çeken ve aldığı “eğitim”le hayatta yararlı
hiçbir iş yapamayan milyonlarca genç insan sokaklardadır.
Bu insanlar, hayat yarışına aynı yaştaki başka
sınıfların insanlarından yüzlerce kilometre geriden
başlamakta ve en küçük bir şansa sahip olamamaktadır.
Bu, coğrafyamızda mevcut olan bir akıl potansiyelinin
vahşice harcanmasıdır.
En önemlisi de artık bu insanlar, daha ilk öğretimdeyken
bile, herhangi bir parlak geleceğe sahip olmadıklarını
bilmekte, kendilerine hiç şans tanımayan vahşi
bir ormanda yaşamaya mahkum olduklarını acı bir
biçimde anlamaktadırlar. Yani, sınavlarda “sıfır
çekme” denilen olgu, yalnızca bilgisizlikle değil,
gelecekten umudunu kesme duygusuyla da ilgilidir;
genç emekçiler, “sıfır çekmeseler de”, bir parçacık
ders dinleseler de bu ormanda kendilerine yer
olmadığını bilmekte ve artık kendilerine bir gelecek
yaratma çabasından vazgeçmektedirler. Çeteleşme,
uyuşturucu yaşının çocuk düzeylerine dek inmesi,
sonuç itibarıyla bu boşluk duygusuyla yakından
ilgilidir. Emekçi mahallelerinin genç insanları,
ders ve öğrenme kavramlarından kopmuş, bütün bunların
yararından derin biçimde kuşku duyan bir noktaya
savrulmuştur. Bu noktada artık “okul”, bir “öğrenme”
yeri değil, mecburen gidilen, gidildiğinde de
kitaplar yerine muşta ve bıçaklarla ilgilenilen,
acımasız bir ortamda herkesin kendini korumaya
çalıştığı bir savaş alanı gibidir.
Üstelik bu ormandan bir biçimde çıkılabildiğinde
de, yerellere yayılarak anlamı ve düzeyi sıfırlanmış
bir “üniversite” ortamı onları beklemektedir.
Herkes artık belli üniversitelerin VİP muamelesi
gördüğünü, diğer sıradan okulların ise gerçekte
hiçbir anlam ifade etmediğini bilmektedir. 1990’larda
yeni açılan üniversiteler için “çocukların anarşiye
bulaşmaması için oyalanması gerekiyor” diyen Süleyman
Demirel, işte tam da bu gerçeği ifade etmişti.
Kısacası asıl sorun, genç emekçilerin ne mevcut
düzen içinde ne de onun dışında hiçbir gelecek
umudu görememesidir. Mevcut düzen içinde kendisi
için bir gelecek görmemektedir, bütün kapıların
kendisine kapalı olduğunu bilmektedir; ancak daha
kötüsü aynı emekçi genç, mevcut düzenin dışında
da başka bir gelecek umuduna sahip değildir. Yalnızca
sürecin nesnelliğinden kaynaklanan sorunlar yüzünden
değil, kendi hataları nedeniyle de güven verici
bir odak haline gelemeyen devrimci hareket geriledikçe
bu boşluk büyümektedir. Dolayısıyla bu sorun,
devrimci hareketin de deyim yerindeyse sadece
“polisiye tedbirler”le çözebileceği bir durum
olmaktan çıkmıştır. Artık bu, bütün güncel çalışmaların
ötesinde, onlar için bir gelecek umudu yaratma
çabasına da derin biçimde bağlıdır.
4- Oligarşinin ve Emperyalizmin Bilinçli Politikaları
ve Geleceğimizin Çürütülmesi
a) “Bilinçli Politikalar” İddiası Abartılı
mıdır?
Sonuç olarak, buraya kadar söylediklerimizi toparlarsak,
kapitalizmin genel olarak insanı kendi doğasından
uzaklaştıran, onun potansiyellerini boğan ve çürüten
bir düzen olması bir yana, özel olarak yeni-sömürge
düzeni ve onun neoliberal aşaması emekçilerin
hayatının çürütülmesi ve zehirlenmesi için son
derece uygun bir zemin oluşturmaktadır.
Ama bütün bunlar, salt sosyal-ekonomik gelişmelerin
kendiliğinden ortaya çıkan sonuçları olarak ele
alınabilir mi? Kuşkusuz hayır! Kuşkusuz bu kadar
saf olmak, olguya bakışımız açısından olduğu gibi,
mücadele perspektiflerimiz açısından da bir zayıflık
yaratır.
Tersine, yozlaştırma ve çürütme politikaları,
düpedüz emperyalizmin ve oligarşinin bilinçli
politikaları olarak anlaşılmalıdır. Bu, hiç de
“komplocu” bir düşünme tarzı değildir; bir politik
tasarrufun uygun zeminlere yaslanması ve o zemin
tarafından beslemesi ayrı bir şeydir, bu politikanın
iradi olarak belirlenip uygulanması ayrı bir şey…
Ayrıca bu, görülmemiş, duyulmamış şey de değildir.
Aksine, devrimler tarihi boyunca düşman politikalarının
“komplo” diye adlandırabileceğimiz bilinçli tezgahlar
şeklinde ortaya çıkması sık görülen bir durumdur.
Yazımızın başlarında sözünü ettiğimiz FBI’ın Harlem
operasyonu, yalnızca basit bir örnektir. Sömürgecilerin
bir zamanlar koskoca Çin’i bir afyonkeşler ülkesi
haline getirdiği bilinmeyen şey değildir. Sömürgeciler
aynı yöntemi Afrika ve Latin Amerika’da da yoğun
biçimde uygulamışlardır. Daha önce hiç içki tatmadıkları
halde beyazların gelişiyle alkolikleşen Kızılderililer
bunun en tipik örneğidir. Sovyetlere karşı savaşan
Afgan çapulcularını desteklerken Pakistan’da 2
milyon eroinman yaratan CIA şefleri, işgal yıllarında
Güney Vietnam’ın bazı kentlerini düpedüz geneleve
çeviren ABD ordusu da bu çerçevede hatırlanabilir.
Zaten daha genel bir belirleme olarak sömürgecilerin
ve emperyalistlerin gittikleri her yere kendi
sefil-lümpen kültürlerini taşıdıkları ve dünyanın
en bakir bölgelerini bile kısa sürede batakhaneye
çevirdikleri söylenebilir; bu her türden sömürgeci
ve emperyalist ilişki için temel bir kuraldır.
Emperyalistler ve sömürgeciler, sömürülen ülke
insanını asla kendileriyle eşit görmezler, ama
bir yandan da onları tek tek bireyler olarak kendilerine
benzetmeye, maymunca bir taklide zorlarlar. Ve
hemen her durumda yarattıkları tip, metropol insanına
da benzemeyen, melez ve acınası bir ucubedir.
Yani emperyalizm, hemen her ülke için zaten daha
en baştan yozlaştırıcı ve çürütücü bir anlam ifade
eder ve bu hiç de kendiliğinden gerçekleşen bir
durum değildir; tümüyle iradi çabalar, harcanan
paralar ve iletişim araçları tarafından yaratılır.
Örneğin “American Life” deyiminde ifade edilen
“Amerikan tarzı yaşam”ın yayılması için ABD hükümetlerinin
tümü olağanüstü ödenekler ayırmışlar, “Barış Gönüllüleri”
gibi CIA organizasyonlarından radyolara ve Hollywood
ürünlerine kadar yüzlerce değişik aracı kullanmışlardır.
Yani bizler, “devletin yozlaşmış yaşam biçimlerini
bizzat özendirdiğini ve uyuşturucu, fuhuş gibi
işleri yaygınlaştırdığını” söylediğimizde, bu,
sıradan, “ılımlı” (ve devletine çok bağlı!) solcu
tipine “fazla abartılı bir yorum” gibi gelebilir.
Şimdi, bu satırları yazarken, bir röportajda geçen
Aziz Nesin’le ilgili bir bölümü hatırlıyoruz.
1980’li yıllarda kendisini ziyaret edip Diyarbakır
Cezaevi’ndeki akıl almaz işkenceleri anlatan ve
bir şeyler yapmasını isteyen Kürt gençlerine şöyle
diyor Nesin: “Ben öykücüyüm ama siz benden de
iyi öykü yazıyorsunuz!” Yani söylenenlere inanmıyor
ya da inanıyor ama bu tür bir işe karışmayı kendince
“riskli” buluyor.
Bu, son derece tipik bir davranıştır. Böylesi
bir solcu tipi, “sosyal ve kültürel” koşulları
çok bilmişlikle tekrarlamaktan ve bu işlerin eğitimle,
şefkatle çözüleceğini vaaz etmekten geri durmaz;
çünkü emperyalizmin ve işbirlikçilerinin kirli
yüzünü görmek ve tanımak istemez, onca yıllık
kadim devletinin bu kadar “kötü” olabileceğini
düşünmekten kaçınır. Bu yüzü tanımak, görmek,
onun kendisine bir yaşam biçimi olarak belirlediği
pasifizminin arka planını yıkar, darmadağın eder.
Bu yüzü gerçekten gördüğünde, onunla yüzleşmek
ve savaşmak zorundadır; bu ise son derece riskli
bir iştir. O yüzden, gözaltına aldığı genç devrimcilere
“oğlum git esrar iç, kadın kız peşinde koş, niye
bu işlerle uğraşıyorsun” diyen polis şefinin mantığını
besleyen politikayla yüzleşmek istemez. “Çetelere”
karşı ışıklarını yakıp söndürse de bu organizasyonların
devletin resmi kararıyla yaratıldığını görmezlikten
gelir. Resmi açıklamalarda tekrarlanan “çürük
elmalar” ve “münferit vakalar” teorisine inanmayı
tercih eder. Daha doğrusu, inansın inanmasın bu
teori, onun yitirmek istemediği yaşam biçimine
uygun düşer.
Oysa halk, bildiğimiz halk, yani hiç de onlar
kadar okumuşluğa ve bilgiye sahip olmayan sıradan
emekçi insanlar, kendi sezgileri ve kişisel gözlemleriyle
örneğin bir mahallede durmadan artan hırsızlık
olaylarının “resmi düzeydeki” nedenleri üzerine
düşünür ve çoğu zaman da çok yerinde tahminler
yapar! Örneğin “uyuşturucu” denilen illetin ortalıkta
bu kadar çok üniformalı adam varken peynir ekmek
gibi satılıyor olmasını tuhaf karşılar ve şöyle
der: “İsteseler bir günde önünü alırlar!” Yine
o insanlar, şehrin göbeğinde ya da mahallelerindeki
fuhuş mekanlarının bakkal dükkanı kadar rahat
çalışmasının nedenini gayet iyi bilirler, bizzat
kendileri de o mekanlara gitmişlerse zaten pratik
gözlem yapma imkânına da kavuşmuşlardır!
Yani bunlar son derece pratik olarak görülebilen,
derin akademik araştırma yapmayı gerektirmeyen
gerçeklerdir. “Çürük elma” ve “münferit vakalar”
teorisi ise zaten kendi kendisini en baştan çürüten
teorilerdir. Ortada o kadar çok miktarda “çürük
elma” vardır ki, neredeyse “sağlamına” hiç rastlanmamaktadır!
Ayrıca, tekil görevlilerin çetelerde, vs. yer
alması meselenin özü değildir. Bu, tabii ki son
yılların en görünür gerçeğidir; son yirmi yılda
içinde polis ya da özel timci, astsubay, MİT görevlisi,
vs. bulunmayan bir hırsızlık, uyuşturucu, haraç
çetesine rastlanmamıştır. Oligarşinin şiddet ve
istihbarat örgütleri ile yer altı dünyası arasında
eleman geçişleri ise bilinen bir olgudur. Ama
asıl meselenin özü, bu çürütülmüş, uyuşturulmuş
yaşam biçimlerinin isyancı ruhu kontrol altına
aldığını bilen, bu yaşamların devrimci hareketin
gelişimini engellediğini belirlemiş olan daha
“üst” makamların bilerek ve isteyerek ortaya koydukları
tutumdur. “Bizzat organize etmek” ve “yaygınlaştırmak”
ille de bunu resmi ellerle yapmak anlamına gelmez;
ama resmi ellerin işin içine açıkça girdiği örnekler
de özellikle Kürt illerinde ve metropollerin devrimci
potansiyele sahip mahallelerinde görülmemiş şey
değildir.
Öte yandan, resmi ellerle olsun olmasın, bu işin
doğrudan ve dolaylı bir çok yolu vardır. “Önünü
açmak”tan tutalım, “kolaylaştırma”ya dek yüzlerce
yöntem mümkündür ve sıkça uygulanmaktadır. Bir
halk derneğini günde beş kere taciz eden, bir
lokale ruhsat verirken bin dereden su getiren
polisin, emekçi mahallelerinde ortalığa pislik
saçan batakhaneleri adeta himayesinde tutması
bilinen bir gerçekliktir. On tane tutuklu annesinin
yaptığı basın açıklamasına çevik kuvvet yığılır;
ama öte yanda arka sokakta soyulan vatandaş polise
gitmeyi bile düşünmez; çünkü yararı yoktur! Bütün
bunlar “devlet düşmanı” devrimcilerin uydurduğu
kötü niyetli iddialar değil, sokaktaki insanın
bildiği gerçeklerdir.
İşin açıkçası, en üsttekilerden en alta kadar
devlet mekanizmasını bütün dişlileri şu somut
gerçeği bilir: Yer altı dünyası denilen şey, zaman
zaman yerel sıkıntılar yaratsa da genel olarak
düzenin işleyişi için bir tehlike değildir. Hatta
çoğu durumda yararlıdır. Her şeyden önce, içinde
faşistlerin de yer aldığı bu organizasyonlar devrimci
güçlere karşı provokasyonlar ve saldırılar için
kullanılabilir ve kullanılmaktadır. Ayrıca, işsizlerin
ve yoksulların bir bölümünün devrimci cepheye
kaymak yerine bu tür organizasyonlar tarafından
istihdam edilmesi de yararlıdır. Oysa toplumsal
hareket ve devrimci güçlerin şöyle ya da böyle
güç kazanması, önü alınamayacak büyük bir tehlikedir!
Birahaneye giden emekçi tehlike değildir; ama
derneğe ya da kültür merkezine giden tehlikedir,
tehlikelidir. Çete kavgasına giden liseli risk
oluşturmaz; ama mitinge giden liseli risk unsurudur.
Mesele bu kadar basittir; emperyalizm ve işbirlikçileri
de bu basit gerçeği gayet iyi bilirler. Bu yüzdendir
ki, TV’lerde bol bol mafya reklamı yapan dizileri
özendirirler, “halkın ahlakını korumayı” kendine
görev belirlemiş kurullar da bütün bu suç dizilerini
görmezden gelirler.
Tabii ki bu işlerde her zaman “bal tutan parmağını
yalar” kuralı geçerlidir. Üniforması ve olağanüstü
yetkileriyle canı istediğini yapma yetkisine sahip
olanlar, çoğu kez bir süre sonra “bu kadar sıkıntının
bir bedeli olması gerektiğini” düşünmeye başlarlar
ve o zaman işin suyu çıkar. Bal tutan parmağını
yalar ve kuşkusuz büyük parmaklar daha çok bal
yalar! Dileyenler şaibeli Kontra sitelerinde eski
MİT’çilerin itiraflarını okuyabilirler. Bazıları
kin kusmak içindir tabii ama söylenenlerin çoğu
da asılsız değildir. Örneğin 12 Eylül’ün İstanbul
Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’nın (ki, korkunç işkencelere
imza atmasının yanında bu zatın en büyük “kahramanlığı”
sıkıştırılmış bir devrim savaşçısının, Tamer Arda’nın
katledilmesidir) Miami’deki villasını (geçtiğimiz
yıllarda orada ölmüştür) her parti uyuşturucudan
aldığı paylarla nasıl inşa ettiği üzerine ilginç
iddialar bu sitelerde çarşaf çarşaf yayınlanmaktadır.
Bu örneği bilerek veriyoruz; çünkü bu düzeyde
bir görevli bir yandan İstanbul’u cuntanın emriyle
cehenneme çevirmekte ve işkencehaneleri harıl
harıl çalıştırmakta, diğer yandan da diğer işler
tıkırında gitmeye devam etmektedir. İşte tam da
bu, kişisel bir şey değildir; bir emperyalist
politika olarak yürütülmektedir. 12 Eylül darbesini
yapanlar, nasıl müdürlerle, nasıl görevlilerle
çalışacaklarını gayet iyi bilmekte, tercihlerini
buna göre yapmaktadırlar. Devlet mekanizması içinde
aynı okulları bitirip, aynı yollardan geçtikleri
halde terfiler konusunda bir adım ilerleyemeyen
“talihsiz”ler ise bu tercihlere uygun olmayanlardır.
b) Çürütmenin Yeni Biçimleri, Çukurun Daha
Dip Noktaları
Son yirmi yılın bu klasik politikalara ekledikleri
ise her şeyden önce yeni dönemin ruhuna uygun
olarak yer altı dünyasının yeniden şekillendirilmesidir.
“Kabadayı”nın yerini “reis”in alması, “hemşeri”
kökenli organizasyonların yerine de açıkça devletle
iç içe iş gören yarı-faşist yarı-istihbaratçı
karışımı örgütlerin geçmesi, tam da böyle bir
değişimdir. 1960-70 yıllarının ünlü “baba”larının
hiçbirinin şimdilerde adının geçmemesi, onların
yerine “emekli astsubay”, “eski özel-timci” ya
da düpedüz MHP kökenli tiplerin adının telaffuz
edilmesi, dönemin ihtiyaçlarına da, ruhuna da
uygundur. Böylece artık devletle ilişkileri netleşen
yer altı sektörünün önü açılmış, çalışma koşulları
kolaylaşmıştır. Bu önemlidir, çünkü bu sektör,
artık Türkiye ekonomisinin hayli önemli kaynaklarından
biridir.
Bu arada “serbest pazar” ekonomisi, zehir türleri
bakımından da “serbest”tir artık. 1960-70 yıllarında
Hint kenevirinden imal edilen basit esrar içiciliğinin
yanında eroin gibi sentetik uyuşturucular henüz
“lüks” iken, 90’lardan sonra ortam değişmiş, Afganistan
ve Pakistan üzerinden yapılan doğrudan ithalat,
fiyatları oldukça düşürmüştür. Kürt illerinde
köşe başlarını tutan asker-korucu çetelerinin
de katkısıyla gerçekleşen bu ucuzlama, sonunda
uyuşturucunun gerçek hedefi olan emekçi mahallelerine
boylu boyunca yayılması anlamına gelmiştir. Son
yıllarda yayınlanan bütün raporların vardığı ortak
sonuç, uyuşturucuların artık esas olarak varoşlarda
tüketildiğidir ve bu, yazımız boyunca anlatmaya
çalıştığımız yozlaştırma-çürütme politikalarının
doğrudan sonucudur.
Özellikle “extacy” türleri artık emekçi mahallelerinde
ilkokul düzeyine dek inmiştir. Bütün bunlar, tatlı
su akademisyenlerinin göstermeye çalıştığı gibi
sadece arz-talep dengesinin sonuçları değildir.
Milli Eğitim-Valilik toplantıları, arada bir yapılan
göstermelik operasyonlar, vs. hiçbiri bu mahallelere
oluk oluk akan uyuşturucuların sokaklarda peynir
ekmek gibi satılmasının önünde engel değildir.
Çünkü burada yapılan aslında Harlem operasyonunun
bir benzerinden başkası değildir.
Üstelik bu kez ortalığı kaplayan uyuşturucu türleri
düz esrar gibi insanların “içip kenara çekildikleri”
nesneler değil, “içip sokağa fırladıkları” türden
nesnelerdir.
Bu arada, okullardaki çeteleşme, futbol fanatizmi,
pornografi, şovenist histeri, köşebaşlarında “takılan”
gençliğin boşluk duyguları da buna eklenmekte,
sonuçta ortaya eski “arabesk” kültürün pasifizmini
aşan bir tablo çıkmaktadır. Pasif sızlanma ve
geleneksel “çaresiz aşık” hallerinden mafyavari
havalar ve psikopatlıkla karışık ama yine düzene
isyan etmeyen bir başka pasifikasyon türüne geçiş
bu ortamın temel unsurudur. Yanık yanık ezgilerle
platonik aşkına uzaktan “takılan” eski usul gecekondu
gencinin yerine artık karşımızda okul basıp ortalığı
kana bulayan “psiko” tipler vardır.
Daha aşağılara inildiğinde ise, hiçbir özel planlama
ve incelik gerektirmeyen en vahşi hırsızlık türü
olarak “kapkaç” ve “uçucu madde bağımlılığı” yeni
dönemin karakteristik olguları olarak yer almaktadır.
Bu dünya artık içine şöyle bir girilip çıkılabilecek
gençlik çeteleri ya da bir nefes çekilip bırakılabilecek
bir uyuşturucu merakı gibi değildir; burada tamamen
tükenme ve fiziksel-zihinsel olarak çöküş vardır.
Bu, düpedüz uçurum dünyasıdır ve toplum tarafından
tamamen gözden çıkarılmışlığın öfkesiyle saldırgan
bir eğilime de sahiptir. Ayrıca artık sadece metropollerle
sınırlı da değildir. En küçük taşra illeri ya
da ilçelerinde bile “tinercilik” ya da “kapkaç”
artık kanıksanan bir olgu haline gelmektedir.
Ve nihayet, toplumsal yozlaşmanın en can acıtıcı
bir başka yeni unsuru da, giderek bütün politikasını
yoksulları aşağılamak üzerine kuran TV kanallarının
iğrenç şovlarıdır. Çürümüş aile hikayelerinden
yardım dilenmelere, yarışma sunucusuna dil dökmelerden
tiksinti verici magazin rezilliklerine kadar uzanan
bir çamur deryası gitgide toplumun üzerine kaplamakta,
başlangıçta “bu kadarı da kanıksanmaz herhalde”
denilen uçsuz bucaksız rezaletler bile kayıtsızlıkla
karşılanmaktadır.
Şüphesiz bütün bu korkunç saldırının da hedefinde
emekçilerin dünyası vardır ve saldırı büyük ölçüde
başarıya ulaşmıştır. Yaygın pornografinin de etkisiyle
emekçi mahallelerinin genç insanları, artık eski
zamanların basit fotoroman özentilerini ya da
Türk filmi tarzı zengin erkek-fakir kız avunmalarını
aşmış ve düpedüz fuhuş anlamına gelen ilişki biçimlerini
önüne model olarak koymaya başlamıştır. Geçtiğimiz
yıllarda yayınlanan bir BM raporunda Türkiye’deki
fahişelerin yarısının çocuk sahibi kadınlar olduğunun
belirtilmesi bu bakımdan son derece çarpıcıdır.
4- Kısa Bir Sonuç ve Yaygın Bir Yanlış Anlama
Sonuç olarak denilebilir ki, son yirmi yıllık
süreç, 1950’lerin ilk alt üst oluşuyla kıyaslanamayacak
oranda derin bir sarsılma ve dibe çökme süreci
olmuştur. Öyle ki, yeni-sömürgeciliğin ilk dönemlerindeki
yozlaşma ve çürüme biçimleri, bugünkülerin yanında
neredeyse masumane “yanlışlıklar” gibi kalmıştır.
Geçmişte pornografik sayılan nesne bugün “tesettür”
sayılabilir; geçmişte “kötü alışkanlık” denilen
şeyler bugün “iyi hal” gibidir; geçmişte kendisini
mafya zannedenler yeni kuşak çetelerin yanında
eski model arabalar gibidir, vs. vs… Neoliberal
restorasyon, soluk aldırmaz baskı ve bizzat emperyalizm
ve oligarşi tarafından organize edilen çürütme
politikaları aynı zaman diliminde üst üste düşmüş,
tarihin en büyük insani yıkımı gerçekleştirilmiştir.
Bütün bu olgular birbirini beslemiştir ama şüphesiz
işin önemli bir bölümü emperyalizmin ve oligarşinin
bilinçli politikaları çerçevesinde gelişmiştir.
Böylece aslında, - bu bölümü bitirirken kısaca
değinmiş olalım- Marksizm hakkında yetersiz bilgiye
sahip insanlarda yaygın olan “yoksullaşmanın toplumda
kendiliğinden bir devrimcileşmeye yol açacağı”
sanısı da bir kez daha boşa düşmüştür. Son yirmi
yılın toplumsal pratiği bir kez daha açıkça göstermiştir
ki, sömürü ve yoksulluğun, işsizliğin artışı,
eğer bu sürece irade koyan devrimci bir inisiyatif
yoksa, toplumsal kalkışmaya değil, çürüme ve yozlaşmaya
yol açmaktadır. Yani, “kapitalizmin mezar kazıcılarının”
var olması bir şeydir, bizatihi “mezarın kazılması”,
bu kazma işlemine öncülük edilmesi başka bir şeydir.
Kitlelerdeki daha iyi yaşama umudunun azalması
ve düzenin geleceğinden umudunu kesme eğilimi,
temelde devrimci bir yan taşısa da, bu eğilim
devrimci bir öncülükle buluşamadığında giderek
savrulmaya, içe dönük cinnet görüntülerine, yarı
isyancı-yarı yalvarıcı bir kültüre ve yozlaşmanın
türlü biçimlerine dönüşmektedir. İşte tam bu noktada
devrimci hareket, içinde soluk alıp verdiği emekçi
mahallelerine yönelik yeni devrimci görevlerle
karşı karşıyadır. Devrimci bir öznenin inşası
ve devrimci atılımın gerçekleştirilmesi hedefinin
yanında, emekçilerin dünyasını tanımak ve değiştirmek
için harekete geçmek, devrimci bir halk hareketi
yaratmanın en önemli koşullarından biridir. Gelecek
sayımızda işin bu cephesini ele alacağız.
|