Devrimci ve demokratik yapılar arasındaki gerilimler
ve şiddet üzerine daha önceleri de zaman zaman
yazmıştık. Ayrıca, bilindiği gibi Devrimci Sosyalistler,
daha ilk kurulma aşamasından başlayarak Devrimci
ve Demokratik Yapılar arası Diyalog ve Çözüm Platformu’na
da katılmışlar ve yoğun biçimde emek vermişlerdir.
Bu platformun kuruluşunda ve çalışmasında belli
bir pay sahibi olmak, bizim için dün de bugün
de hep önemli olmuştur. Kuşkusuz bütün bu çabayı
harcarken, başka siyasi yapılar gibi biz de bir
platform kurulmasının bu sorunların bitmesi anlamına
gelmeyeceğini biliyorduk; zaten aslında böyle
bir platform ve hukukun ihtiyaç haline gelmesi
de (her hukuk kuralında olduğu gibi) bizzat sorunların
varlığı ile ilgiliydi. Esasen hukuk kavramının
kendisi, ortada bu anlamda sorunlar olduğunun
kanıtıdır; yani, engellenmesi ya da yaptırıma
bağlanması gereken olumsuzluklar olduğu için hukuk
kuralları vardır, yoksa kimse bir cennet bahçesi
için hukuk kuralları koymayı aklından geçirmez.
Yani, Devrimci Sosyalist hareket, politik ve ideolojik
kökenleri olan bir sorunun salt kurallar koyarak,
metinler yazarak çözülemeyeceğini bilmekteydi,
bilmektedir. Elbette Türkiye devrimci hareketinde
(ve hatta uluslararası sosyalist harekette) “sol-içi
şiddet” sorununun derin ideolojik-politik-kültürel
kökenleri vardır ve bunların güncel tartışmalarla
bir çırpıda ortadan kaldırılması düşünülemez.
Platformun da böyle bir iddiası olmamıştır zaten;
Platform, bütün bunlara karşın yine de devrimci
ve demokratik yapılar arasındaki ilişkilere bir
düzen getirmenin ve kurallar koymanın gerekli
olduğu fikri üzerine inşa edilmiştir. Altını imzalayan
herkesi bağlayan bir metin, kuşkusuz mucizeler
yaratmamıştır ama solun tarihinde ilk kez yapılan
bir iş olarak son derece önemli bir yere oturmuştur.
Bütün bunlar hakkında elbette tarih hükmünü verecek.
Biz, bugüne kadar harcadığımız enerjinin boşa
gitmiş olduğunu hiç düşünmedik; düşünmüyoruz.
Böyle bir mekanizmanın yaratılması başlı başına
bir olumluluktur; öte yandan devrimci kamuoyunda
bu kurumun yarattığı pozitif etki de küçümsenemez.
Bu açıdan, sürece hiç katılmayan ya da belli bir
noktadan sonra ayrılan yapıların “yararsızlık”
ya da “yetersizlik” eleştirilerini doğru bulmadık,
bulmuyoruz. “Bu işler böyle çözülemez” cümlesiyle
özetlenebilecek olan bu yaklaşım, zaten olgunun
ve tartışmanın doğasına terstir; çünkü kimse “bu
işlerin”, böyle “çözülebileceğini” düşünmemiştir,
düşünmemektedir. Kimse on yıllar boyunca oluşmuş
bulunan politik kültürün ve davranış biçimlerinin
bir masa etrafında buluşulduğunda sona ereceğini
düşlememektedir. Burada asıl mesele, her nasıl
olursa olsun ortaya çıkan sorunların diyalog ve
çözüm sürecine yönlendirilmesi, ortaklaşa çözüm
arama zemininin ve kültürünün yaratılması ve sol
içi ilişkilerde en kaba hatlarıyla da olsa belli
kırmızı çizgilerin ortaya çıkarılmasıdır. Bu,
aynı zamanda daha derinlerdeki kültürel-ideolojik
zeminlerin de bir ucundan tartışılması ve açığa
çıkarılması süreci olarak anlamlıdır.
Şüphesiz bu bakımdan metin, bugüne kadar sol-içi
ilişkilerde şiddete zemin yaratan sorun alanlarını
(örneğin siyaset yasakçılığı) en kaba hatlarıyla
ele almış ve yine en tanımlanabilir olan sorunları
kapsamıştır. Politik hayat zengindir, değişik
sorunları ve nedenleri önümüze çıkarabilir ve
bir metnin bütün bunları en baştan kapsaması düşünülemez.
Zaten bu gerçeğin farkında olan Platform bileşenleri,
sorun alanlarını tanımlamadan önce, esas vurguyu
şiddetin “her ne olursa olsun ilkesel olarak reddi”
üzerine yaparak ayrıntıların esasın önüne geçmesini
önlemiştir.
Dolayısıyla, platform ve hukuk metnini mucizevî
bir “vahiy” olarak değil, çaba ve emek harcanarak
ilerletilecek bir süreç olarak algılamak daha
doğrudur. Bu bağlamda, bizzat platform masasının
kendisi de bir mücadele alanıdır; bu masa etrafında
da yanlış anlayışlara karşı savaşım yürütmek,
doğru bir anlayışın hâkim kılınmasını sağlamak
devrimci bir görevdir, böyle bir platformun parçası
olmanın sorumluluğudur. Her yeni olguda esas metnin
ruhunu gözeterek yeniden tartışmak, uygun ve makul
çözüm yollarını araştırmak, bütün bunlar için
inisiyatif almak… Süreç böyle yürümektedir ve
yürüyecektir. Yani, “bunlar derin konular böyle
platformlarla çözülmez” dediğiniz zaman, her şeyden
önce elinizi “taşın altına” sokmuyorsunuz demektir.
Ayrıca böyle söylediğinizde, bu “derin konular”ın
nasıl çözüleceği, hangi pratik adımların atılması
gerektiği üzerine de bir fikir beyan etmiş olmuyorsunuz.
Daha da önemlisi şu: uzun vadede çözüleceğini
düşündüğünüz bir sorunun, bugün, şu anda kendini
ortaya koyuş biçimleri ve bunların yarattığı tahribat
üzerine bir şey söylemiş olmuyorsunuz. Örneğin
“bu iş A olayını tartışmakla çözülmez, asıl mesele
ideolojiktir” dediğinizde, A olayının devrimci
ilişkilerde ve kitleler üzerinde yarattığı olumsuz
etkiyi nasıl önleyeceğimiz sorusu boşlukta kalıyor.
Kaldı ki, aynı yaklaşım, bütün bu “derin konuların”
tartışılmasına nereden, hangi zemin üzerinden
başlanabileceği üzerine kritik bir soruyu da boşlukta
bırakıyor. Yani bu konuları “zaman” gibi soyut
bir “hakem”e havale etmiyorsanız eğer, sizin iradi
müdahale ve inisiyatif alanınız neresi olacaktır?
“Benim bu tür kurallar ve kurumlara ihtiyacım
yok, ben zaten kavga gürültüyü sevmem” cümlesi
ise bu konuda kurulabilecek en kötü cümledir.
Böylece kendinize ruhani bir evliyalık mertebesi
yakıştırmanız bir yana pratik olarak da yararsız
bir şey söylemiş olursunuz; çünkü sizin “çok çok
özel” durumunuz ne olursa olsun sol-içi şiddet,
kimseyi etkilemeyen steril bir alanda cereyan
etmemektedir. Bizzat sizin ilişkilerinizin ve
çalışmanızın olduğu alanlarda gerçekleşen her
olumsuzluk, bütün politik ortamı olduğu gibi sizin
ilişkilerinizi de olumsuz yönde etkilemektedir.
Sonuç olarak bu, herkesin “taşın altına elini
sokmak zorunda olduğu” bir durumdur.
En son Gülsuyu’nda ESP ile HÖC arasında gerçekleşen
çatışma da bütün bu söylediklerimizin anlamını
bir kez daha artırmıştır. Bu olaydan hareketle
“o kadar platform kuruldu, yazıldı, çizildi ama
bakın yine de Gülsuyu’nda neler oldu” demek, az
önce izah etmeye çalıştığımız gibi platformun
ve gösterilen çabaların mantığını kavramamak demektir.
Platformun bir “mucize ilaç” olmadığını yukarıda
anlatmaya çalıştık; hatta tersine denilebilir
ki, Gülsuyu’nda ESP ve HÖC arasında gerçekleşen
çatışma, aslında bu tür bir çabanın ne kadar gerekli
olduğunu kanıtlamıştır. Platformun sürdürülmesi
ve kapsamının genişletilerek daha fazla devrimci
yapıyı içine alması tam da bu nedenle gereklidir.
Coğrafyamız devrimci güçlerinin mümkün olan en
geniş bileşiminin bir araya getirilmesi ve dolayısıyla
platformun kurallarının daha fazla sayıda yapı
için bağlayıcı hale gelmesi tartışmasız biçimde
yararlıdır. Kaldı ki, bu haliyle bile (sözü edilen
olaya somut bir müdahalede bulunmamış da olsa)
platformun varlığı, çatışmanın kısa sürede ve
yayılmadan durulmasında etkili olmuştur; bunu
da Platforma haksızlık etmemek için not düşmek
gereklidir.
***
Peki bütün bunlara karşın Gülsuyu’nda olup bitenleri
nasıl ele almalıyız?
Nereden bakılırsa bakılsın, Gülsuyu’nda olup bitenler
hiç hafife alınamayacak şeylerdir. Tarihi boyunca
devrimci güçlere kucak açmış olan bir mahalledeki
ilişkiler birkaç günde ağır bir tahribata uğratılmıştır.
Olayın başlangıcı ve nedenleri bir yana, misillemeler
ve karşı-misillemeler biçiminde cereyan etmesi,
grupların pusu kurmak gibi tasarlanmış işler için
özel planlarla çabalar harcaması, her zaman eylemlere
sahne olan mahalle meydanının savaş alanına dönmesi
ve en önemlisi de bu misillemelerde kol-bacak
kırılacak kadar sert bir şiddetin kullanılması,
ortada ciddi bir birikimin olduğunu gösteren kanıtlardır.
Elbette daha az insanın daha hafif yaralanması
sorunun vahametini azaltmaz, ama gösterilen acımasızlık
düzeyi de sorunun kökenleri ve büyüklüğü ile ilgili
bir fikir vermektedir.
Kuşkusuz, sorunun doğrudan tarafları olan yapılar,
çözüm yolunda adım atacaklardır ve bildiğimiz
kadarıyla atmaya da başlamışlardır. Söz konusu
yapılar şöyle ya da böyle bir araya gelip karşılıklı
eleştiri-özeleştirilerle sorunu “çözebilirler”
de; Devrimci Sosyalistler bunun olmasını kuşkusuz
ister. Ama öte yandan, sonradan çözülmüş olsun
ya da olmasın, bütün bunlar da yaşanmış somut
olgulardır. Bir sorunun şu ya da bu yöntemle çözülmesi
olumludur ama sorunun bizzat kendisinin ortaya
çıkmış olması gerçeğinden yine de kurtulamayız.
Bütün bunlar olmuştur ve olmaması için çok ciddi
çabaların harcandığı, bu konuda bilinç yaratılmaya
çalışıldığı bir dönemde olmuştur.
Bu gerçeklik, bizi bir kez daha bu konudaki görüşlerimizi
derli toplu ifade etmeye zorluyor.
Sorunun bir cephesi, tam da Platform’un varlığına
itirazda bulunan yapıların sözünü ettiği ideolojik-politik
kültür meselesiyle ilgilidir. Daha doğrusu, burada
Marksizmin kavranışındaki bir sakatlıkla yeniden
karşı karşıyayız.
İşin ABC’si gibi görünse de tekrar etmeye mecburuz,
Marksizm, skolastik ya da faşizan düşünme biçimlerinden
tamamen farklı olarak diyalektik düşünme ve tartışma
zeminine oturan bir akımdır. Sosyalist Barikat’taki
başka yazılarımızda da zaman zaman “solun bölünmüşlüğü”
eleştirilerinden söz ederken, bu eleştirilerin
yerine göre “iyi niyetli” olduğunu ama çoğu kez
bir gerçeği kavramadığını belirtmiştik. Dünyanın
hiçbir yerinde yekpare, beton gibi bir Marksist
veya sol hareket yoktur ve olamaz. Bu ölçüde homojen
bir hareket arayanlar, kaçınılmaz olarak mistik
ve skolastik bir noktaya varırlar. Genel olarak
devrimci hareket, bölünmesi istenen değil ama
“bölünebilen” bir şeydir. Çünkü nihayetinde Marksistler,
dünyayı ve üzerinde yaşadıkları toprağı çözümlerken,
dünyayı ve bu toprağı değiştirme eylemine girişirlerken
birbirlerinden farklı düşünme biçimlerine sahip
olabilirler. Bu, elbette muğlak bir durum değildir.
Her düşüncenin birbirine düz biçimde eşitlenmesi
ve gerçeğin bilinemez hale getirilmesinden söz
etmiyoruz. Sonuç itibarıyla süreci gerçeğe uygun
bir bakış açısıyla çözümleyerek doğru ve yerinde
bir hat belirleyebilenler, -bu hattın arkasına
irade ve enerjilerini koyarak- zafere ulaşırlar.
Nihayetinde her şey, “tarih” ve “zaman” gibi soyut
hakemler tarafından değil, pratik insan davranışları
tarafından, politik hayatın içinde belirlenir.
Daha öteye gitmeden Marksizmin ustalarının yaşamlarına
kısaca göz attığımızda bile, bu insanların bütün
hayatlarının tartışmalar, ayrılıklar ve birleşmelerle
geçtiğini, sürekli bir canlı ortam içinde yaşadıklarını
görürüz. Bölünmeleri ve ayrılıkları hiçbir zaman
istememekle birlikte, gerektiğinde ayrılmaktan
de çekinmemişlerdir.
Yani sonuç olarak, ideolojik-politik nedenlere
dayanmayan kişisel sürtüşmeleri bir yana bırakırsak,
diyebiliriz ki, herhangi bir ülkedeki devrimci
hareketin ayrı parçalardan oluşması -istenilir
olup olmaması bir yana- anlaşılabilir bir durumdur.
Bu ayrı parçaların kendi yollarında yürürlerken
doğru bildiklerini sürece hakim kılma çabasında
olmaları da yine anlaşılabilir bir durumdur. Tam
da bu noktada “karşılıklı saygı” dediğimiz şey,
soyut bir ahlak ilkesi değil, Marksizmin doğasında
var olan bir şeydir. Hatta bu esasen soyut bir
“saygı” da değildir. Siz, kendi doğru bildiğiniz
stratejik-taktik hat üzerinde yürürken aynı zeminde
başkalarının da var olduğunu bilirsiniz ve onların
yanlış düşünce ve davranışlarına karşı olan mücadelenizle
düşmana karşı yürüttüğünüz mücadele arasına kalın
bir çizgi çekersiniz. Her şey bu kadar yalın ve
ilkeseldir; yani “saygı”, “sevgi” gibi soyut kavramlara
da ihtiyacınız yoktur: düşmana karşı mücadele
yöntemleri ile yanlış düşüncelere karşı ideolojik
mücadelenin yöntemlerini birbirinden ayırırsanız
mesele biter.
Böyle bir bakış açısı, doğal olarak sabit mekanlar
ve sabit insan toplulukları gibi skolastik durumları
da tanımaz; bugün bir politik akımın ağırlıklı
olarak bulunduğu bir mekan, kurum, vb. yarın bir
başka akıma doğru kayabilir; tarihte bunun yüzlerce
örneği vardır. Devrimler de zaten böyle gerçekleşir;
Şubat başında azınlık durumunda olan Bolşevikler
Ekim’de belli bir yere böyle gelmişlerdir. Saflarına
kazandıkları işçi ve asker kitlelerinin önemli
bir bölümü, birkaç ay öncesine kadar başka saflarda
duran insanlardan oluşmaktadır. Bu anlamda politikleşmiş
askeri savaş çizgisini açıklarken “bu çizgi önce
solu örgütleyecektir” diyen Mahir Çayan da kuşkusuz
kendi politik hareketinin görevini “başka sol
yapılardan adam devşirme” olarak tanımlamamakta,
ama politik hayatın bir gerçeğini dile getirmektedir.
Dünyanın her ülkesinde devrimci inisiyatif, belli
bir çekim gücüyle solda bir sadeleşme yaratır.
Bu durumu politik yasaklarla, sabit mekanların
ve kitlelerin “muhafazası” yoluyla önleyemezsiniz;
öte yandan aynı durumu saldırgan bir politik tarzla
hızlandıramazsınız da! Her şey, politik arenada,
sosyal pratik içinde ne yaptığınızla, nasıl bir
çizgi izlediğinizle ilgilidir.
Dolayısıyla, resmen söylensin ya da söylenmesin
Gülsuyu olayının da zemininde var olan “egemenlik
alanları” anlayışı -bu “egemenliğin” sanal olması
bir yana- tümüyle gerici ve Marksizm dışı bir
anlayıştır. Sosyal pratikteki devrimci atılımdan
değil, muhafaza edilmeye çalışılan kapalı mekânların
atmosferinden beslenen akımlar, bu mekânları ne
pahasına olursa olsun elde tutmayı her şeyin önüne
koymakta ve çatışmaların zeminini hazırlamaktadır.
Çatışmanın belli bir anda sıradan bir meseleden
patlak vermesi arka plandaki bu zemini yok saymamız
için sebep değildir. Sorun tam da oradadır, devrimci
hareketin tarihi boyunca var olan bu sorun devrimci
hareketin etkinlik alanları daraldıkça daha da
derinleşmektedir.
***
Gülsuyu dahil bir dizi olumsuzlukta ciddi rolü
olan aynı ölçüde önemli bir başka faktör de 1990’lardan
bu yana gerileme içersinde olan solun insan yapısındaki
deformasyondur, ki bu sorun da yine yukarıda sözünü
ettiğimiz alan daralması tarafından derinleştirilmektedir.
Platform deneyimlerinden artık biliyoruz ki, devrimci
ve demokratik yapılar arasındaki sürtüşmelerin
çoğu, -ki bunların bir bölümü Platform gündemine
gelmeden küllenmekte ve kamuoyuna yansımamaktadır-
yerellerde ve çevre-çeper ilişkilerde başlamaktadır.
Bu, merkezi düzeylerin politik mantık açısından
sağlıklı olduğu anlamına gelmemektedir, tersine
sakatlık oradan başlayarak çeperlere doğru yayılmaktadır
ama aşağılarda da kendisine uygun bir beslenme
ortamı bulduğu kesindir.
Hemen belirtelim, bu sözünü ettiğimiz durum, genişlemekten
ve büyümekten kaynaklanan bir sığlaşma değildir.
Genişlemekte olan bir toplumsal hareketin eski
zamanlardaki dar ve sıkı yapısının biraz gevşemesi
ve daha değişik insan tiplerini içinde barındırması
anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bu kez sorun,
tam tersine daralma ve içine çökme eğiliminden
kaynaklanmakta, bu süreçte yapay bir çokluk durumu
tercih edilirken politik ölçütler zayıflamaktadır.
Daha açıkça söylemek gerekirse, her devrimci yayın
organında üzerine sayfalarca yazılar yazılan şu
“toplumsal yozlaşma ve bozulma”, maalesef devrimci
yapıların kapısına gelip dayandığında hız kesmemekte,
şu ya da bu gedikten, çatlaktan içeri sızmaktadır.
Elbette bu, yakınıp sızlanacağımız bir durum değildir.
Gözünü “zeki, çevik ve ahlaklı” bir hayali sanayi
proletaryasına dikerek “varoşları” bütün olumsuzlukların
sorumlusu ilan eden akımlar da böylece haklı çıkmış
olmuyor. Bilmem kaç kişiden fazla işçi çalıştıran
işyerlerinin virüslere karşı dezenfekte olduğu
da şimdiye dek kanıtlanmış değildir! İşçi sınıfı,
özellikle de neoliberal süreçte yapısı parçalanmış
olan yeni işçi katmanları, işsizler, kadınlar,
gençler, bugün olduğu gibi yarın da devrimci hareketin
temel güçlerini ve hedef kitlesini oluşturacaklardır
ve bu insanlar da başka herhangi bir yerde değil,
kendi yaşam alanları olan mahallelerde bulunmaktadırlar.
Bu insanların hem neoliberal üretimin işleyişinden,
hem de oligarşinin bilinçli politikalarından ötürü
ağır bir yozlaşma girdabında oldukları, dolayısıyla
içinden geldikleri kültürel yapının izlerini devrimci
harekete de taşıdıkları doğrudur. Devrimci hareket
uzay boşluğunda bir yerde faaliyet göstermemektedir
ve bütün bunları bütün bunları bilerek bu kitlenin
içinde çalışmaktadır. “Paçalarımızı temiz tutmak”
adına bu çalışmadan kaçınma lüksüne sahip değiliz.
Ayrıca hemen vurgulamakta yarar var; Devrimci
Sosyalistler salt belli nüfus gruplarına ve belli
mahallelere endekslenen bir çalışmayı dar bulmakla
birlikte bu dar alanın da çok önemli olduğunu,
buralarda da çalışmanın zorunlu olduğunu kabul
etmektedirler.
Ama öte yandan emekçi mahalleleri üzerinde sağlam
kriterlerle durulması gereken bir zemindir. Birincisi,
bizzat devrimci hareketin kendi gövdesi bu yozlaşma
ortamında bir temizlik noktası olarak durmak zorundadır.
Yani yozlaşmaya karşı harekete geçen bir güç olarak
devrimci hareketin kendi kadro yapısı, emekçi
kitlelerinde kuşku yaratacak unsurlardan oluşmamalıdır.
İkincisi, bu çalışma, emekçilerin kendi aralarındaki
yoz ilişkilere, zaaflı tutumlara teslim olarak
yürütülemez. Devrimci çalışma, bu mevcut ilişkilerden
kaçamaz; ama onlarla kendini eşitlemeden, onları
“olduğu gibi” kabullenmeden yürür ve her ele aldığı
ilişkiyi şu ya da bu zaman diliminde eskisinden
daha iyi bir düzeye getirir. Bu, kolay değildir,
ama yapmaktan vazgeçebileceğimiz bir şey de değildir.
Ama biz, politik daralmanın etkisiyle yapay bir
kalabalıklaşmayı tercih etmeye başlarsak; başka
bir deyişle ölçütlerimizi ve dönüştürücü çabamızı
gevşetmeye başlarsak, durum içinden çıkılmaz hale
gelir. Özellikle böylece yarattığımız ya da elde
tuttuğumuz “genişleme” dikey alana da yansımaya
başlarsa, yani bu zaaflı, yozlaşmış unsurlar “kadro”
sıfatıyla anılmaya başlarsa, geldikleri dünyaya
ait değer ve “racon”ları politik hayata (dolayısıyla
da sol-içi ilişkilere) yansıtmaya başlarlar.
Hemen vurgulamalıyız: Bütün bu çözümlemeler asla
sol-içi şiddet sorununu “sosyal bir vaka” gibi
göstermeyi amaçlamamaktadır; bu kesinlikle “masumlaştırıcı”
bir tutum olur. Tam tersine, sorunun kaynağı kesinlikle
devrimci ve sol hareketlerin merkezi anlayışlarında,
onların rekabetçi, başkalarını yok sayan kültüründedir.
Bu anlayışlar, başından itibaren siyasi mantığını
sol-içi şiddete yol açabilecek bir zeminde inşa
etmekte, bu mantık yerellerdeki “kadro” tipiyle
birleştiğinde ise ortaya felaket çıkmaktadır.
Başka bir siyasi yapıyla küçük bir sorun yaşayan
“kadro”muz, kendi kafasındaki “intikamcı” mantıkla
merkezi yapıdan akıp gelen benmerkezci tutumu
birleştirmekte ve mahalle birbirine girmektedir.
Daha sonradan “olgun tavırlı”(!) merkezin devreye
girerek malum “kadro”nun artık bağlayıcı olmadığını
açıklaması da aslında sorunu çözmemekte, o ana
kadar zaten olan olmaktadır.
***
Sonuç olarak, sorunun kaynağı ideolojik-politik
mantıkta ve insanların bu mantıkla şekillendirilmesindedir.
Kurutulması, kesilip atılması gereken damar tam
da burasıdır. Hayal kurmuyoruz, hemen yarın ortalığın
cennete dönmesini beklemiyoruz ama bu damar kurutulmazsa
sorunla ilgili ciddi bir ilerleme sağlanabileceğine
de inanmıyoruz.
Platform, kuşkusuz görevini yapacaktır ve bu görev
her koşulda anlamlıdır, önemlidir. En azından
sorunun kaynakları üzerine ipuçlarını ortaya çıkarması
ve devrimci yapılar arasında bir ilişki birikimi
yaratması açısından bile bu önem tartışılamaz.
Ancak bu ipuçlarını doğru değerlendirmek, doğru
noktaya parmak basmak ve derindeki sorunu bilince
çıkarmak asıl yapılması gereken iştir.
Hayal kurmuyoruz; ama bu yolda yürünmeye başlanmasının
mümkün olduğunu düşünüyoruz.
***
Bitirme faslına geldiğimizde ise, biraz sabır!
Uzun bir alıntı… Ama neyin düzeltilmesi, nereye
varılması gerektiğini konusunda son derece anlamlı:
“Devrimi destekleyen kitlenin bizim hareketimizden
çok daha büyük ve geniş olmasını çok iyi anlıyordum,
sekter olmamamız gerektiğini de. Hareketimizi
üstlenen yönetim sonucu tam bir destek kazandığımızı
söyleyebilirim, ama politik öne geçme düşüncesini
bir yana bırakmıştık! İsteseydik tam bir siyasal
üstünlük sağlama olanağımız vardı. Bizim Küba’da
sahip olduğumuz koşullar altında acaba kaç politik
liderin bir hegemonya fikrinden cayacağını sorarım
kendime!
“Hareketimiz halkın bütününün desteğini kazanmıştı,
yani böylece çoğu örgüte karşı çıkabilir ve devrimin
odak noktası haline gelebilirdi. Şöyle diyebilirdik:
Bütün diğer örgütlerden daha güçlüyüz ve sorumluluğu
kimseyle paylaşmadan tek başımıza üstleneceğiz.
Bu, tarihte sayısız kez böyle olmuştur, hemen
hemen hiç istisnası yoktur. Ancak biz bu yolu
seçmedik. (…)
“Yenilmesi gereken ikinci sekterlik eğilimi daha
güçsüz ve daha küçük olan örgütlerle bizim örgütümüz
arasındaki ilişkide görüldü. (…) Sosyalist Halk
Partisi daha çok parti deneyimi, daha çok politik
örgütü ve eski militanı olan bir örgüttü sonuçta.
Bu savaşı yapan bizler ise aramızda çok sayıda
bu aşamada büyük başarılar kazanan genç yoldaşlar
olmasına karşın yeni eylemcilerden oluşan daha
küçük bir gruptuk. Sonra devrimci eyleme, liderleri
Jose Antonio Echeverria olan bir öğrenci örgütü
de eklendi. Echeverria’nın yerini ölümünden sonra
bir başka yoldaş, Faure Chomon aldı. Bunlar savaşa
katılmış olan üç örgüttü. Ayrıca silahlı mücadelede
yer almamış olsalar da Batista’ya karşı çıkan
diğer bütün partileri ve örgütleri bir araya gelmeye
çağırdık. Hepsiyle, iktidardan uzaklaştırılmış
ve eski konumlarını yitirmiş eski partilerle de
konuştum. Bayraklarımıza bütün güçlerin birliği
yazdığımızda bunları bile ayrı tutmak istemiyorduk
kendimizden.
Halkın % 95’i devrimin yanında yer alıyordu, 26
Temmuz Hareketi halkın % 85 ya da % 90’ınını elinde
bulundurmaktaydı, diğer örgütlerden yana olan
% 10 ya da % 15 dışında, birliğe ulaşmak için
salt % 5’e gerek vardı. Ancak, devrimde birlik
salt nicel değil, aynı zamanda niteldir de. Diğer
partilerin gücünün % 10 ya da % 15’e ulaşmalarından
korkmuyordum. Önemli olan bunların devrime, birliğin
nitel özelliğine katılımlarıydı. Birlik ilkesini
kendini kabul ettirmeseydi, salt birçok parti
bölünmekle kalmaz, eğilimler, ölçütler, karşıtlıklar
ve hatta belki sınıflar oluştuğunda bizim kendi
örgütlerimizde de bölünmelere yol açarlardı. Çünkü
bizim hareketimiz çok daha değişik yapılanmalardan
oluşuyordu; özelliği büyük kitleyi ardında birleştirmiş
olmasıydı, dar bir nehir yatağındaki halkın amazonuydu.
Bu Amazonda bütün alanlardan ve kesimlerden insan
yer alıyordu.
Birlik ilkesini bütün örgütlere uyguladık. Salt
gerçekten istemeyenin devrimin dışında kaldığından
emin olabilirsiniz -yoksa olanak olmadığından
dolayı değil. Bu olanak herkese verildi. (…)”
(Fidel Castro, Fidel’le Gece Söyleşileri, Frei
Betto, Kavram Yay. Sf. 195-200)
2000’lerden, mahallemizin dar sokağından bakınca
anlaması zor gibi görünüyor; hatta belki bazıları
tuhaf bile bulabilir…
Bir devrim yapıyorsun, miting ya da basın açıklaması,
afişleme değil devrim yapıyorsun, gerilla ordularının
başında Havana’ya giriyorsun, bu arada ilan ettiğin
genel grev yüzde yüz katılımla gerçekleşmiş, bir
ayaklanmaya dönüşmüş ve iktidarı fiilen almışsın.
Ama sonra oturup bu süreçte görece olarak çok
daha az rol oynayan, nicel ve nitel anlamda çok
daha zayıf olan diğer partiler ve örgütlerle birlik
yapmaya, onları da sürece katmaya uğraşıyorsun!
Hatırlatmakta yarar var, burada sözü edilen şey,
bir mahalle ya da sendikadaki basit sayısal üstünlük
değil, bir ülkenin bütününden ve bir devrimden
söz ediyoruz, bizim küçük “egemenlik” alanlarımızdan
değil!
Bir yerlerde bir yanlışlık var değil mi?
Ya Havana’da, ya da Gülsuyu’nda…
|