Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

45. Sayı - Kasım 2006

Devrimci ve demokratik yapılar arasındaki gerilimler ve şiddet üzerine daha önceleri de zaman zaman yazmıştık. Ayrıca, bilindiği gibi Devrimci Sosyalistler, daha ilk kurulma aşamasından başlayarak Devrimci ve Demokratik Yapılar arası Diyalog ve Çözüm Platformu’na da katılmışlar ve yoğun biçimde emek vermişlerdir. Bu platformun kuruluşunda ve çalışmasında belli bir pay sahibi olmak, bizim için dün de bugün de hep önemli olmuştur. Kuşkusuz bütün bu çabayı harcarken, başka siyasi yapılar gibi biz de bir platform kurulmasının bu sorunların bitmesi anlamına gelmeyeceğini biliyorduk; zaten aslında böyle bir platform ve hukukun ihtiyaç haline gelmesi de (her hukuk kuralında olduğu gibi) bizzat sorunların varlığı ile ilgiliydi. Esasen hukuk kavramının kendisi, ortada bu anlamda sorunlar olduğunun kanıtıdır; yani, engellenmesi ya da yaptırıma bağlanması gereken olumsuzluklar olduğu için hukuk kuralları vardır, yoksa kimse bir cennet bahçesi için hukuk kuralları koymayı aklından geçirmez.
Yani, Devrimci Sosyalist hareket, politik ve ideolojik kökenleri olan bir sorunun salt kurallar koyarak, metinler yazarak çözülemeyeceğini bilmekteydi, bilmektedir. Elbette Türkiye devrimci hareketinde (ve hatta uluslararası sosyalist harekette) “sol-içi şiddet” sorununun derin ideolojik-politik-kültürel kökenleri vardır ve bunların güncel tartışmalarla bir çırpıda ortadan kaldırılması düşünülemez. Platformun da böyle bir iddiası olmamıştır zaten; Platform, bütün bunlara karşın yine de devrimci ve demokratik yapılar arasındaki ilişkilere bir düzen getirmenin ve kurallar koymanın gerekli olduğu fikri üzerine inşa edilmiştir. Altını imzalayan herkesi bağlayan bir metin, kuşkusuz mucizeler yaratmamıştır ama solun tarihinde ilk kez yapılan bir iş olarak son derece önemli bir yere oturmuştur.
Bütün bunlar hakkında elbette tarih hükmünü verecek. Biz, bugüne kadar harcadığımız enerjinin boşa gitmiş olduğunu hiç düşünmedik; düşünmüyoruz. Böyle bir mekanizmanın yaratılması başlı başına bir olumluluktur; öte yandan devrimci kamuoyunda bu kurumun yarattığı pozitif etki de küçümsenemez. Bu açıdan, sürece hiç katılmayan ya da belli bir noktadan sonra ayrılan yapıların “yararsızlık” ya da “yetersizlik” eleştirilerini doğru bulmadık, bulmuyoruz. “Bu işler böyle çözülemez” cümlesiyle özetlenebilecek olan bu yaklaşım, zaten olgunun ve tartışmanın doğasına terstir; çünkü kimse “bu işlerin”, böyle “çözülebileceğini” düşünmemiştir, düşünmemektedir. Kimse on yıllar boyunca oluşmuş bulunan politik kültürün ve davranış biçimlerinin bir masa etrafında buluşulduğunda sona ereceğini düşlememektedir. Burada asıl mesele, her nasıl olursa olsun ortaya çıkan sorunların diyalog ve çözüm sürecine yönlendirilmesi, ortaklaşa çözüm arama zemininin ve kültürünün yaratılması ve sol içi ilişkilerde en kaba hatlarıyla da olsa belli kırmızı çizgilerin ortaya çıkarılmasıdır. Bu, aynı zamanda daha derinlerdeki kültürel-ideolojik zeminlerin de bir ucundan tartışılması ve açığa çıkarılması süreci olarak anlamlıdır.
Şüphesiz bu bakımdan metin, bugüne kadar sol-içi ilişkilerde şiddete zemin yaratan sorun alanlarını (örneğin siyaset yasakçılığı) en kaba hatlarıyla ele almış ve yine en tanımlanabilir olan sorunları kapsamıştır. Politik hayat zengindir, değişik sorunları ve nedenleri önümüze çıkarabilir ve bir metnin bütün bunları en baştan kapsaması düşünülemez. Zaten bu gerçeğin farkında olan Platform bileşenleri, sorun alanlarını tanımlamadan önce, esas vurguyu şiddetin “her ne olursa olsun ilkesel olarak reddi” üzerine yaparak ayrıntıların esasın önüne geçmesini önlemiştir.
Dolayısıyla, platform ve hukuk metnini mucizevî bir “vahiy” olarak değil, çaba ve emek harcanarak ilerletilecek bir süreç olarak algılamak daha doğrudur. Bu bağlamda, bizzat platform masasının kendisi de bir mücadele alanıdır; bu masa etrafında da yanlış anlayışlara karşı savaşım yürütmek, doğru bir anlayışın hâkim kılınmasını sağlamak devrimci bir görevdir, böyle bir platformun parçası olmanın sorumluluğudur. Her yeni olguda esas metnin ruhunu gözeterek yeniden tartışmak, uygun ve makul çözüm yollarını araştırmak, bütün bunlar için inisiyatif almak… Süreç böyle yürümektedir ve yürüyecektir. Yani, “bunlar derin konular böyle platformlarla çözülmez” dediğiniz zaman, her şeyden önce elinizi “taşın altına” sokmuyorsunuz demektir. Ayrıca böyle söylediğinizde, bu “derin konular”ın nasıl çözüleceği, hangi pratik adımların atılması gerektiği üzerine de bir fikir beyan etmiş olmuyorsunuz. Daha da önemlisi şu: uzun vadede çözüleceğini düşündüğünüz bir sorunun, bugün, şu anda kendini ortaya koyuş biçimleri ve bunların yarattığı tahribat üzerine bir şey söylemiş olmuyorsunuz. Örneğin “bu iş A olayını tartışmakla çözülmez, asıl mesele ideolojiktir” dediğinizde, A olayının devrimci ilişkilerde ve kitleler üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi nasıl önleyeceğimiz sorusu boşlukta kalıyor. Kaldı ki, aynı yaklaşım, bütün bu “derin konuların” tartışılmasına nereden, hangi zemin üzerinden başlanabileceği üzerine kritik bir soruyu da boşlukta bırakıyor. Yani bu konuları “zaman” gibi soyut bir “hakem”e havale etmiyorsanız eğer, sizin iradi müdahale ve inisiyatif alanınız neresi olacaktır?
“Benim bu tür kurallar ve kurumlara ihtiyacım yok, ben zaten kavga gürültüyü sevmem” cümlesi ise bu konuda kurulabilecek en kötü cümledir. Böylece kendinize ruhani bir evliyalık mertebesi yakıştırmanız bir yana pratik olarak da yararsız bir şey söylemiş olursunuz; çünkü sizin “çok çok özel” durumunuz ne olursa olsun sol-içi şiddet, kimseyi etkilemeyen steril bir alanda cereyan etmemektedir. Bizzat sizin ilişkilerinizin ve çalışmanızın olduğu alanlarda gerçekleşen her olumsuzluk, bütün politik ortamı olduğu gibi sizin ilişkilerinizi de olumsuz yönde etkilemektedir.
Sonuç olarak bu, herkesin “taşın altına elini sokmak zorunda olduğu” bir durumdur.
En son Gülsuyu’nda ESP ile HÖC arasında gerçekleşen çatışma da bütün bu söylediklerimizin anlamını bir kez daha artırmıştır. Bu olaydan hareketle “o kadar platform kuruldu, yazıldı, çizildi ama bakın yine de Gülsuyu’nda neler oldu” demek, az önce izah etmeye çalıştığımız gibi platformun ve gösterilen çabaların mantığını kavramamak demektir. Platformun bir “mucize ilaç” olmadığını yukarıda anlatmaya çalıştık; hatta tersine denilebilir ki, Gülsuyu’nda ESP ve HÖC arasında gerçekleşen çatışma, aslında bu tür bir çabanın ne kadar gerekli olduğunu kanıtlamıştır. Platformun sürdürülmesi ve kapsamının genişletilerek daha fazla devrimci yapıyı içine alması tam da bu nedenle gereklidir. Coğrafyamız devrimci güçlerinin mümkün olan en geniş bileşiminin bir araya getirilmesi ve dolayısıyla platformun kurallarının daha fazla sayıda yapı için bağlayıcı hale gelmesi tartışmasız biçimde yararlıdır. Kaldı ki, bu haliyle bile (sözü edilen olaya somut bir müdahalede bulunmamış da olsa) platformun varlığı, çatışmanın kısa sürede ve yayılmadan durulmasında etkili olmuştur; bunu da Platforma haksızlık etmemek için not düşmek gereklidir.

***
Peki bütün bunlara karşın Gülsuyu’nda olup bitenleri nasıl ele almalıyız?
Nereden bakılırsa bakılsın, Gülsuyu’nda olup bitenler hiç hafife alınamayacak şeylerdir. Tarihi boyunca devrimci güçlere kucak açmış olan bir mahalledeki ilişkiler birkaç günde ağır bir tahribata uğratılmıştır. Olayın başlangıcı ve nedenleri bir yana, misillemeler ve karşı-misillemeler biçiminde cereyan etmesi, grupların pusu kurmak gibi tasarlanmış işler için özel planlarla çabalar harcaması, her zaman eylemlere sahne olan mahalle meydanının savaş alanına dönmesi ve en önemlisi de bu misillemelerde kol-bacak kırılacak kadar sert bir şiddetin kullanılması, ortada ciddi bir birikimin olduğunu gösteren kanıtlardır. Elbette daha az insanın daha hafif yaralanması sorunun vahametini azaltmaz, ama gösterilen acımasızlık düzeyi de sorunun kökenleri ve büyüklüğü ile ilgili bir fikir vermektedir.
Kuşkusuz, sorunun doğrudan tarafları olan yapılar, çözüm yolunda adım atacaklardır ve bildiğimiz kadarıyla atmaya da başlamışlardır. Söz konusu yapılar şöyle ya da böyle bir araya gelip karşılıklı eleştiri-özeleştirilerle sorunu “çözebilirler” de; Devrimci Sosyalistler bunun olmasını kuşkusuz ister. Ama öte yandan, sonradan çözülmüş olsun ya da olmasın, bütün bunlar da yaşanmış somut olgulardır. Bir sorunun şu ya da bu yöntemle çözülmesi olumludur ama sorunun bizzat kendisinin ortaya çıkmış olması gerçeğinden yine de kurtulamayız. Bütün bunlar olmuştur ve olmaması için çok ciddi çabaların harcandığı, bu konuda bilinç yaratılmaya çalışıldığı bir dönemde olmuştur.
Bu gerçeklik, bizi bir kez daha bu konudaki görüşlerimizi derli toplu ifade etmeye zorluyor.
Sorunun bir cephesi, tam da Platform’un varlığına itirazda bulunan yapıların sözünü ettiği ideolojik-politik kültür meselesiyle ilgilidir. Daha doğrusu, burada Marksizmin kavranışındaki bir sakatlıkla yeniden karşı karşıyayız.
İşin ABC’si gibi görünse de tekrar etmeye mecburuz, Marksizm, skolastik ya da faşizan düşünme biçimlerinden tamamen farklı olarak diyalektik düşünme ve tartışma zeminine oturan bir akımdır. Sosyalist Barikat’taki başka yazılarımızda da zaman zaman “solun bölünmüşlüğü” eleştirilerinden söz ederken, bu eleştirilerin yerine göre “iyi niyetli” olduğunu ama çoğu kez bir gerçeği kavramadığını belirtmiştik. Dünyanın hiçbir yerinde yekpare, beton gibi bir Marksist veya sol hareket yoktur ve olamaz. Bu ölçüde homojen bir hareket arayanlar, kaçınılmaz olarak mistik ve skolastik bir noktaya varırlar. Genel olarak devrimci hareket, bölünmesi istenen değil ama “bölünebilen” bir şeydir. Çünkü nihayetinde Marksistler, dünyayı ve üzerinde yaşadıkları toprağı çözümlerken, dünyayı ve bu toprağı değiştirme eylemine girişirlerken birbirlerinden farklı düşünme biçimlerine sahip olabilirler. Bu, elbette muğlak bir durum değildir. Her düşüncenin birbirine düz biçimde eşitlenmesi ve gerçeğin bilinemez hale getirilmesinden söz etmiyoruz. Sonuç itibarıyla süreci gerçeğe uygun bir bakış açısıyla çözümleyerek doğru ve yerinde bir hat belirleyebilenler, -bu hattın arkasına irade ve enerjilerini koyarak- zafere ulaşırlar. Nihayetinde her şey, “tarih” ve “zaman” gibi soyut hakemler tarafından değil, pratik insan davranışları tarafından, politik hayatın içinde belirlenir. Daha öteye gitmeden Marksizmin ustalarının yaşamlarına kısaca göz attığımızda bile, bu insanların bütün hayatlarının tartışmalar, ayrılıklar ve birleşmelerle geçtiğini, sürekli bir canlı ortam içinde yaşadıklarını görürüz. Bölünmeleri ve ayrılıkları hiçbir zaman istememekle birlikte, gerektiğinde ayrılmaktan de çekinmemişlerdir.
Yani sonuç olarak, ideolojik-politik nedenlere dayanmayan kişisel sürtüşmeleri bir yana bırakırsak, diyebiliriz ki, herhangi bir ülkedeki devrimci hareketin ayrı parçalardan oluşması -istenilir olup olmaması bir yana- anlaşılabilir bir durumdur. Bu ayrı parçaların kendi yollarında yürürlerken doğru bildiklerini sürece hakim kılma çabasında olmaları da yine anlaşılabilir bir durumdur. Tam da bu noktada “karşılıklı saygı” dediğimiz şey, soyut bir ahlak ilkesi değil, Marksizmin doğasında var olan bir şeydir. Hatta bu esasen soyut bir “saygı” da değildir. Siz, kendi doğru bildiğiniz stratejik-taktik hat üzerinde yürürken aynı zeminde başkalarının da var olduğunu bilirsiniz ve onların yanlış düşünce ve davranışlarına karşı olan mücadelenizle düşmana karşı yürüttüğünüz mücadele arasına kalın bir çizgi çekersiniz. Her şey bu kadar yalın ve ilkeseldir; yani “saygı”, “sevgi” gibi soyut kavramlara da ihtiyacınız yoktur: düşmana karşı mücadele yöntemleri ile yanlış düşüncelere karşı ideolojik mücadelenin yöntemlerini birbirinden ayırırsanız mesele biter.
Böyle bir bakış açısı, doğal olarak sabit mekanlar ve sabit insan toplulukları gibi skolastik durumları da tanımaz; bugün bir politik akımın ağırlıklı olarak bulunduğu bir mekan, kurum, vb. yarın bir başka akıma doğru kayabilir; tarihte bunun yüzlerce örneği vardır. Devrimler de zaten böyle gerçekleşir; Şubat başında azınlık durumunda olan Bolşevikler Ekim’de belli bir yere böyle gelmişlerdir. Saflarına kazandıkları işçi ve asker kitlelerinin önemli bir bölümü, birkaç ay öncesine kadar başka saflarda duran insanlardan oluşmaktadır. Bu anlamda politikleşmiş askeri savaş çizgisini açıklarken “bu çizgi önce solu örgütleyecektir” diyen Mahir Çayan da kuşkusuz kendi politik hareketinin görevini “başka sol yapılardan adam devşirme” olarak tanımlamamakta, ama politik hayatın bir gerçeğini dile getirmektedir. Dünyanın her ülkesinde devrimci inisiyatif, belli bir çekim gücüyle solda bir sadeleşme yaratır. Bu durumu politik yasaklarla, sabit mekanların ve kitlelerin “muhafazası” yoluyla önleyemezsiniz; öte yandan aynı durumu saldırgan bir politik tarzla hızlandıramazsınız da! Her şey, politik arenada, sosyal pratik içinde ne yaptığınızla, nasıl bir çizgi izlediğinizle ilgilidir.
Dolayısıyla, resmen söylensin ya da söylenmesin Gülsuyu olayının da zemininde var olan “egemenlik alanları” anlayışı -bu “egemenliğin” sanal olması bir yana- tümüyle gerici ve Marksizm dışı bir anlayıştır. Sosyal pratikteki devrimci atılımdan değil, muhafaza edilmeye çalışılan kapalı mekânların atmosferinden beslenen akımlar, bu mekânları ne pahasına olursa olsun elde tutmayı her şeyin önüne koymakta ve çatışmaların zeminini hazırlamaktadır. Çatışmanın belli bir anda sıradan bir meseleden patlak vermesi arka plandaki bu zemini yok saymamız için sebep değildir. Sorun tam da oradadır, devrimci hareketin tarihi boyunca var olan bu sorun devrimci hareketin etkinlik alanları daraldıkça daha da derinleşmektedir.

***
Gülsuyu dahil bir dizi olumsuzlukta ciddi rolü olan aynı ölçüde önemli bir başka faktör de 1990’lardan bu yana gerileme içersinde olan solun insan yapısındaki deformasyondur, ki bu sorun da yine yukarıda sözünü ettiğimiz alan daralması tarafından derinleştirilmektedir. Platform deneyimlerinden artık biliyoruz ki, devrimci ve demokratik yapılar arasındaki sürtüşmelerin çoğu, -ki bunların bir bölümü Platform gündemine gelmeden küllenmekte ve kamuoyuna yansımamaktadır- yerellerde ve çevre-çeper ilişkilerde başlamaktadır. Bu, merkezi düzeylerin politik mantık açısından sağlıklı olduğu anlamına gelmemektedir, tersine sakatlık oradan başlayarak çeperlere doğru yayılmaktadır ama aşağılarda da kendisine uygun bir beslenme ortamı bulduğu kesindir.
Hemen belirtelim, bu sözünü ettiğimiz durum, genişlemekten ve büyümekten kaynaklanan bir sığlaşma değildir. Genişlemekte olan bir toplumsal hareketin eski zamanlardaki dar ve sıkı yapısının biraz gevşemesi ve daha değişik insan tiplerini içinde barındırması anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bu kez sorun, tam tersine daralma ve içine çökme eğiliminden kaynaklanmakta, bu süreçte yapay bir çokluk durumu tercih edilirken politik ölçütler zayıflamaktadır. Daha açıkça söylemek gerekirse, her devrimci yayın organında üzerine sayfalarca yazılar yazılan şu “toplumsal yozlaşma ve bozulma”, maalesef devrimci yapıların kapısına gelip dayandığında hız kesmemekte, şu ya da bu gedikten, çatlaktan içeri sızmaktadır. Elbette bu, yakınıp sızlanacağımız bir durum değildir.
Gözünü “zeki, çevik ve ahlaklı” bir hayali sanayi proletaryasına dikerek “varoşları” bütün olumsuzlukların sorumlusu ilan eden akımlar da böylece haklı çıkmış olmuyor. Bilmem kaç kişiden fazla işçi çalıştıran işyerlerinin virüslere karşı dezenfekte olduğu da şimdiye dek kanıtlanmış değildir! İşçi sınıfı, özellikle de neoliberal süreçte yapısı parçalanmış olan yeni işçi katmanları, işsizler, kadınlar, gençler, bugün olduğu gibi yarın da devrimci hareketin temel güçlerini ve hedef kitlesini oluşturacaklardır ve bu insanlar da başka herhangi bir yerde değil, kendi yaşam alanları olan mahallelerde bulunmaktadırlar. Bu insanların hem neoliberal üretimin işleyişinden, hem de oligarşinin bilinçli politikalarından ötürü ağır bir yozlaşma girdabında oldukları, dolayısıyla içinden geldikleri kültürel yapının izlerini devrimci harekete de taşıdıkları doğrudur. Devrimci hareket uzay boşluğunda bir yerde faaliyet göstermemektedir ve bütün bunları bütün bunları bilerek bu kitlenin içinde çalışmaktadır. “Paçalarımızı temiz tutmak” adına bu çalışmadan kaçınma lüksüne sahip değiliz. Ayrıca hemen vurgulamakta yarar var; Devrimci Sosyalistler salt belli nüfus gruplarına ve belli mahallelere endekslenen bir çalışmayı dar bulmakla birlikte bu dar alanın da çok önemli olduğunu, buralarda da çalışmanın zorunlu olduğunu kabul etmektedirler.
Ama öte yandan emekçi mahalleleri üzerinde sağlam kriterlerle durulması gereken bir zemindir. Birincisi, bizzat devrimci hareketin kendi gövdesi bu yozlaşma ortamında bir temizlik noktası olarak durmak zorundadır. Yani yozlaşmaya karşı harekete geçen bir güç olarak devrimci hareketin kendi kadro yapısı, emekçi kitlelerinde kuşku yaratacak unsurlardan oluşmamalıdır. İkincisi, bu çalışma, emekçilerin kendi aralarındaki yoz ilişkilere, zaaflı tutumlara teslim olarak yürütülemez. Devrimci çalışma, bu mevcut ilişkilerden kaçamaz; ama onlarla kendini eşitlemeden, onları “olduğu gibi” kabullenmeden yürür ve her ele aldığı ilişkiyi şu ya da bu zaman diliminde eskisinden daha iyi bir düzeye getirir. Bu, kolay değildir, ama yapmaktan vazgeçebileceğimiz bir şey de değildir. Ama biz, politik daralmanın etkisiyle yapay bir kalabalıklaşmayı tercih etmeye başlarsak; başka bir deyişle ölçütlerimizi ve dönüştürücü çabamızı gevşetmeye başlarsak, durum içinden çıkılmaz hale gelir. Özellikle böylece yarattığımız ya da elde tuttuğumuz “genişleme” dikey alana da yansımaya başlarsa, yani bu zaaflı, yozlaşmış unsurlar “kadro” sıfatıyla anılmaya başlarsa, geldikleri dünyaya ait değer ve “racon”ları politik hayata (dolayısıyla da sol-içi ilişkilere) yansıtmaya başlarlar.
Hemen vurgulamalıyız: Bütün bu çözümlemeler asla sol-içi şiddet sorununu “sosyal bir vaka” gibi göstermeyi amaçlamamaktadır; bu kesinlikle “masumlaştırıcı” bir tutum olur. Tam tersine, sorunun kaynağı kesinlikle devrimci ve sol hareketlerin merkezi anlayışlarında, onların rekabetçi, başkalarını yok sayan kültüründedir. Bu anlayışlar, başından itibaren siyasi mantığını sol-içi şiddete yol açabilecek bir zeminde inşa etmekte, bu mantık yerellerdeki “kadro” tipiyle birleştiğinde ise ortaya felaket çıkmaktadır. Başka bir siyasi yapıyla küçük bir sorun yaşayan “kadro”muz, kendi kafasındaki “intikamcı” mantıkla merkezi yapıdan akıp gelen benmerkezci tutumu birleştirmekte ve mahalle birbirine girmektedir. Daha sonradan “olgun tavırlı”(!) merkezin devreye girerek malum “kadro”nun artık bağlayıcı olmadığını açıklaması da aslında sorunu çözmemekte, o ana kadar zaten olan olmaktadır.
***
Sonuç olarak, sorunun kaynağı ideolojik-politik mantıkta ve insanların bu mantıkla şekillendirilmesindedir. Kurutulması, kesilip atılması gereken damar tam da burasıdır. Hayal kurmuyoruz, hemen yarın ortalığın cennete dönmesini beklemiyoruz ama bu damar kurutulmazsa sorunla ilgili ciddi bir ilerleme sağlanabileceğine de inanmıyoruz.
Platform, kuşkusuz görevini yapacaktır ve bu görev her koşulda anlamlıdır, önemlidir. En azından sorunun kaynakları üzerine ipuçlarını ortaya çıkarması ve devrimci yapılar arasında bir ilişki birikimi yaratması açısından bile bu önem tartışılamaz. Ancak bu ipuçlarını doğru değerlendirmek, doğru noktaya parmak basmak ve derindeki sorunu bilince çıkarmak asıl yapılması gereken iştir.
Hayal kurmuyoruz; ama bu yolda yürünmeye başlanmasının mümkün olduğunu düşünüyoruz.

***
Bitirme faslına geldiğimizde ise, biraz sabır!
Uzun bir alıntı… Ama neyin düzeltilmesi, nereye varılması gerektiğini konusunda son derece anlamlı:
“Devrimi destekleyen kitlenin bizim hareketimizden çok daha büyük ve geniş olmasını çok iyi anlıyordum, sekter olmamamız gerektiğini de. Hareketimizi üstlenen yönetim sonucu tam bir destek kazandığımızı söyleyebilirim, ama politik öne geçme düşüncesini bir yana bırakmıştık! İsteseydik tam bir siyasal üstünlük sağlama olanağımız vardı. Bizim Küba’da sahip olduğumuz koşullar altında acaba kaç politik liderin bir hegemonya fikrinden cayacağını sorarım kendime!
“Hareketimiz halkın bütününün desteğini kazanmıştı, yani böylece çoğu örgüte karşı çıkabilir ve devrimin odak noktası haline gelebilirdi. Şöyle diyebilirdik: Bütün diğer örgütlerden daha güçlüyüz ve sorumluluğu kimseyle paylaşmadan tek başımıza üstleneceğiz. Bu, tarihte sayısız kez böyle olmuştur, hemen hemen hiç istisnası yoktur. Ancak biz bu yolu seçmedik. (…)
“Yenilmesi gereken ikinci sekterlik eğilimi daha güçsüz ve daha küçük olan örgütlerle bizim örgütümüz arasındaki ilişkide görüldü. (…) Sosyalist Halk Partisi daha çok parti deneyimi, daha çok politik örgütü ve eski militanı olan bir örgüttü sonuçta. Bu savaşı yapan bizler ise aramızda çok sayıda bu aşamada büyük başarılar kazanan genç yoldaşlar olmasına karşın yeni eylemcilerden oluşan daha küçük bir gruptuk. Sonra devrimci eyleme, liderleri Jose Antonio Echeverria olan bir öğrenci örgütü de eklendi. Echeverria’nın yerini ölümünden sonra bir başka yoldaş, Faure Chomon aldı. Bunlar savaşa katılmış olan üç örgüttü. Ayrıca silahlı mücadelede yer almamış olsalar da Batista’ya karşı çıkan diğer bütün partileri ve örgütleri bir araya gelmeye çağırdık. Hepsiyle, iktidardan uzaklaştırılmış ve eski konumlarını yitirmiş eski partilerle de konuştum. Bayraklarımıza bütün güçlerin birliği yazdığımızda bunları bile ayrı tutmak istemiyorduk kendimizden.
Halkın % 95’i devrimin yanında yer alıyordu, 26 Temmuz Hareketi halkın % 85 ya da % 90’ınını elinde bulundurmaktaydı, diğer örgütlerden yana olan % 10 ya da % 15 dışında, birliğe ulaşmak için salt % 5’e gerek vardı. Ancak, devrimde birlik salt nicel değil, aynı zamanda niteldir de. Diğer partilerin gücünün % 10 ya da % 15’e ulaşmalarından korkmuyordum. Önemli olan bunların devrime, birliğin nitel özelliğine katılımlarıydı. Birlik ilkesini kendini kabul ettirmeseydi, salt birçok parti bölünmekle kalmaz, eğilimler, ölçütler, karşıtlıklar ve hatta belki sınıflar oluştuğunda bizim kendi örgütlerimizde de bölünmelere yol açarlardı. Çünkü bizim hareketimiz çok daha değişik yapılanmalardan oluşuyordu; özelliği büyük kitleyi ardında birleştirmiş olmasıydı, dar bir nehir yatağındaki halkın amazonuydu. Bu Amazonda bütün alanlardan ve kesimlerden insan yer alıyordu.
Birlik ilkesini bütün örgütlere uyguladık. Salt gerçekten istemeyenin devrimin dışında kaldığından emin olabilirsiniz -yoksa olanak olmadığından dolayı değil. Bu olanak herkese verildi. (…)”
(Fidel Castro, Fidel’le Gece Söyleşileri, Frei Betto, Kavram Yay. Sf. 195-200)
2000’lerden, mahallemizin dar sokağından bakınca anlaması zor gibi görünüyor; hatta belki bazıları tuhaf bile bulabilir…
Bir devrim yapıyorsun, miting ya da basın açıklaması, afişleme değil devrim yapıyorsun, gerilla ordularının başında Havana’ya giriyorsun, bu arada ilan ettiğin genel grev yüzde yüz katılımla gerçekleşmiş, bir ayaklanmaya dönüşmüş ve iktidarı fiilen almışsın. Ama sonra oturup bu süreçte görece olarak çok daha az rol oynayan, nicel ve nitel anlamda çok daha zayıf olan diğer partiler ve örgütlerle birlik yapmaya, onları da sürece katmaya uğraşıyorsun! Hatırlatmakta yarar var, burada sözü edilen şey, bir mahalle ya da sendikadaki basit sayısal üstünlük değil, bir ülkenin bütününden ve bir devrimden söz ediyoruz, bizim küçük “egemenlik” alanlarımızdan değil!
Bir yerlerde bir yanlışlık var değil mi?
Ya Havana’da, ya da Gülsuyu’nda…




 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19