Toplumsal gündem büyüyen ve derinleşen çelişkilerle
her gün yeniden ve yeniden biçimleniyor. Aslında
sürecin çatışmalarına yön veren ana sorun alanları
listesi aynı. Egemen sınıflar arasında ekonomik,
siyasi rant ve güç alanlarının paylaşım için giderek
büyüyen çatışmaları... Kürt ulusal sorununda yaşanan
çözümsüzlük atmosferi... Ekonominin iç ya da uluslararası
piyasalarda ortaya çıkabilecek herhangi bir krizlere
aşırı duyarlı hale gelmesi... AB ile ilişkilerde
yaşanan soğuma.. Ermeni soykırımı meselesinde
yaşanan sıkışmalar... Emekçilerin işsizlik, yoksulluk,
güvencesizlik, yozlaşma girdabı içinde yuvarlanışa
ve emperyalizmle siyonizme karşı büyüyen tepkiler...
ABD emperyalizminin Ortadoğu politikalarının giderek
başarısızlıklarının ortaya çıkışı ile TC’nin bu
politikalara ortak olmaya zorlanmasının atbaşı
gidişi... Emperyalistler arası paylaşım mücadelelerinin
çeşitli hamlelerle her geçen gün daha da derinleşmesi...
Sol ve devrimci güçlerin dünya ölçeğinde eşitsiz
de olsa giderek güçlenmesi, coğrafyamızda ise
henüz gerici atmosferi kıracak bir çıkışı yaratamaması
ve bunun yarattığı derin çelişkiler...
Sıralanabilecek başka önemli sorun başlıkları
daha var. Son günlerin gelişmeleri bu sorun alanların
hemen hemen tümünde yaşanan önemli gelişmelerle
doluydu. İçeride yaşananlar dışarıdaki bağlantılarıyla
birlikte bir zincir oluşturuyor. Bu zinciri anlamak
için oligarşi içi çatışmalar ve Tayyip’in ABD
gezisini başlangıç noktası olarak alabiliriz.
Türkiye egemenleri içindeki çatışmalı bir arada
duruş giderek daha da zorlaşıyor. Gelişen yeni
tekellerin ve tekelleşmek isteyen ya da mevcut
tekellerin paylarına ortak olmaya çalışan büyük
burjuvazinin ve üst-orta burjuva sınıfın ezici
bir bölümünün temsilcisi olan AKP hükümetiyle,
oligarşinin geri kalan kesimleri arasındaki güç
mücadelesi önümüzdeki bir yıl içinde oldukça belirleyici
adımlara gebe durumda. AKP, bir yandan küçük adımlarla
devlet yapısı içindeki gücünü büyütmeye çalışırken,
diğer yandan ordu ve TÜSİAD eksenli kesimlerle
sert bir çatışmadan mümkün olduğunca uzak durmaya
çalışıyor. Sert çatışmalara ve açık meydan okumalara
girişecek güce sahip değil. Böylesi bir durumda
sürecin girebileceği/sürüklenebileceği tehlikeli
(28 Şubat darbesi gibi, belki daha da kötüsü)
mecralardan uzak durmaya çalışıyor.
Ancak korkunun ecele faydası yok. 2007 hem cumhurbaşkanlığı,
hem de genel seçim yılı... Ordu-TÜSİAD ekseni,
hem cumhurbaşkanlığı gibi tüm stratejik bürokratik
atamalarda belirleyici rol oynayan ve siyasi olarak
da moral etkisi bulunan bir mevziyi kaptırmamak,
hem de genel seçimlerde AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak
için sürekli bir taarruz hali içinde. Aşırı faşizan
bir milliyetçilik ve ikiyüzlü bir laisizm ile
bezeli söylem etrafında bir ideolojik, politik
çizgi yaratmaya çalışan Ordu-TÜSİAD ekseni hem
siyasal parti düzeyinde etkili bir seçenek oluşturabilmiş
değil, hem de AB vb. meselelerde kendi iç kırılmaları
nedeniyle zaaflar gösterebiliyor. Yine de özellikle
Ordunun kimi zaman açık tehditler, kimi zaman
ise kendi ekseninde saflaştırdığı partiler yoluyla
geliştirdiği sokak eylemleri, medya basıncı vb.
yoluyla AKP hükümetine nefes aldırmamaya çalıştığı
açıkça görülüyor.
Ordu, özellikle Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı
giriştiği saldırılarla, Diyarbakır’da önce aralarında
üç küçük çocuğun da bulunduğu 10 ‘nu aşkın insanın
gösterilerde öldürülmesi, ardından yine Diyarbakır’da
patlatılan bombayla yine çocuklar da dahil olmak
üzere 10 insanın katledilmesiyle vahşet çıtası
iyice yükseltilmiştir. Çatışmaların tempolu yükselişi,
artan asker cenazeleri, büyük kentlerde de artan
PKK bombalamaları, kırdaki çatışmalar vb. coğrafyamızı
tipik bir “düşük yoğunluklu çatışma” coğrafyasına
dönüştürmüştür. Ordu bu tabloyu, AKP hükümetinin
aczinden kaynaklanan bir durum olarak sunmakta
medyanın da yardımıyla başarılı olmuştur. Bu tabloyla
bağlantılı olarak yine ordunun yönlendirdiği faşizan
bir popüler milliyetçilik dalgası AKP’yi de hedefleyerek
gelişmiştir.
Öte yandan, laiklik söylemiyle geliştirilen basınç
bir an olsun AKP’yi rahat bırakmamaktadır. Son
dönemde artan “utanmaz, yalancı hoca”, “cami içi
linç”, “tarikatların kurtarılmış bölgeleri” vb..
vakaları, 28 Şubat darbe günlerinde medya manipülasyonları
için kullanılan/üretilen utanmaz ve saldırgan
hoca vakalarının, tarikat hikayelerinin adeta
yeni versiyonları gibidir.
AKP’nin bu durum karşısında boş durduğu söylenemez.
Elindeki tüm güç ve olanakları en ileri düzeyde
kullanma çabası içinde. AKP’nin ülke içindeki
destekleri noktasında zaten sınır noktasındadır.
Şu ana değin kendisine destek veren güç odakları
ve toplumsal kesimler dışında yeni güçler kazanamamıştır.
Bu noktada, yüzünü dışarıya emperyalistlere dönmüştür.
Tayyip’in son Amerika gezisinin esas amacı; ABD’ye
yeniden ve her cephede bir kez daha tam teslimiyetini
bildirmek ve onun desteğini almak, en azından
ABD’nin kendisine açıkça karşı durmasını engellemektir.
ABD ile imzalanan stratejik vizyon belgesi esas
olarak ilişkileri onarmaya ve TC’nin her cepheden
ABD’nin yanında yer alacağını açıkça deklare etmesine
dönüktür.
Yeni bir unsur yoktur bu belgede. Sadece bağımlılık
ilişkisi teyit edilmiş, birkez daha çerçevesi
çizilmiştir. Tayyip açıkça bu bağımlılık çerçevesini
en ileri düzeyde benimle yürütebilirsiniz demeye
ve iktidarda kalmaları için icazet ve destek istemeye
gitmiştir. Kısmen de olsa başarılı olmuştur. Özgün
bir gelişme olmadığı taktirde, ABD’nin Tayyip’in
düşüşüne dönük aktif bir çaba içinde olmayacağı
söylenebilir. Öte yandan, PKK’nin ateşkesi ilan
etmesi ve çatışmalı sürecin hafifletilmesi için
ABD’nin gösterdiği çaba, bir yandan Türkiye kamuoyuna
bu noktada ABD de çaba harcıyor görüntüsü vermek
ve böylece ABD’nin Türkiye’deki imajını düzeltmek
için atılmış bir adımdır. Diğer yandan da, seçimler
öncesinde, Ordunun sıkça kullandığı şehit edebiyatıyla
sıkışmak istemeyen Tayyip’e verilmiş önemli bir
destektir.
Ancak ABD’nin Tayyip’e sınırsız bir çek verdiği
düşünülemez. ABD büyükelçisinin bir soruya verdiği
yanıtta dediği gibi; Büyükanıt ABD’nin Türkiye’deki
en iyi adamıdır. Yani, ABD’nin tek ata oynaması,
hele ki, Ordu-TÜSİAD eksenini bir kenara bırakarak,
asıl desteğini AKP ve destekçileri gibi gelişen
ancak henüz gücü sınırlı bir kesime vermesi düşünülemez.
Bu noktada, ABD emperyalizminin tavırlarında iki
unsur belirleyici rol oynamaktadır. Birincisi,
ABD emperyalizminin Bush döneminde belirlediği
ittifak politikasıdır. Bu politikanın özü; sınırlı
sayıda ülke dışında (İsrail, İngiltere ve diğer
Anglo-Sakson ülkeler) stratejik ittifak arayışı
ve ilişkisi bir kenara bırakılmıştır. Tek yanlılık,
dayatmacılık, olaylar-gelişmeler özgülünde eğer
ABD’nin çıkarlarına tümüyle ya da önemli ölçüde
tabi olunmuşsa sıkı bir ilişki kurulmaktadır.
Bunun dışında diğer emperyalist ülkelere boyun
eğme dayatılmakta, yeni-sömürgelere ise adeta
paçavra muamelesi yapılmakta; herhangi bir durumda
kendisine tabi olmakta geciken ya da tereddüt
eden ülkelere tehdit, şantaj, saldırı dahil her
yolla müdahale edilmektedir. Pakistan devlet başkanı
gibi uşaklıkta sınır tanımayan biri bile geçtiğimiz
günlerde bu ilişki biçimini çarpıcı biçimde ifade
etti. Müşerref’in itiraflarına göre ABD emperyalizmi
Afganistan’ı işgal öncesinde kendisiyle ilişkilerde
belli tereddütler gösteren Pakistan’ı taş devrine
geri götürmekle yani tam bir yıkıma uğratmakla
tehdit etmişti.
İkinci unsur, AKP ve ordu-TÜSİAD ekseni de dahil
olmak üzere tüm işbirlikçi öğelerin değişik bağlamlarda
ABD ile çok sınırlı da olsa çelişen çıkarlarının
bulunmasıdır. Hemen belirtelim; egemen sınıfların
hiçbir kesimi, hiçbir siyasi kanadı/temsilcisi,
nihai ve temel süreçlerde ABD ile çatışmaz/çatışamaz,
onunla uzlaşır, daha doğrusu ona tabi olur. Tabi
olmayanların hükümet olması, bir biçimde hükümet
olduğunda ise iktidarı elinde tutması olasılığı
çok zayıftır. (1 Mart tezkeresinin ret edilmesi
bunun tersine göstermek, istisna bir durumdur,
AKP ve diğer taraflar hesap hatası yapmışlardır
ve bu da 1 Mart tezkeresi gibi bir yol kazasına
neden olmuştur.) Ancak bu boyuneğiş hiçbir çıkar
çelişkisinin olmadığı anlamına da gelmiyor. İşte
ABD, bu çelişki noktalarında oligarşinin değişik
kanatlarını destekleyerek ilişkilerini dengelemektedir.
İşte Kürt hareketinin ateşkes ilan etmesinin sağlanması
ve çatışmaların azalmasıyla Tayyip’e verilen destek
bu niteliktedir. Ordu-TÜSİAD ekseninin ABD emperyalizminden
bu noktadaki beklentisi, ABD’nin PKK’yi Güney
Kürdistan’da ezmesidir. Ancak böylesi bir çatışmaya
girişmek ABD emperyalizmi için ne askeri açıdan,
ne de Kürtlerle girdiği ilişkiler açısından mümkün
değildir. ABD’nin bu konuda zamana ve Türkiye’nin
yön değişikliğine ihtiyacı vardır. Tam da bu noktada
çıkarları Tayyip’le çakışmaktadır. Ve gereken
destek verilmiştir. Tayyip böylece çatışmaların
artmasıyla birlikte kendisine karşı daha yoğun
biçimde kullanılacak “terörün önüne geçememe”
söylemi ve “şehit” edebiyatının önüne geçme şansını
yakalamıştır. PKK’nin ilan ettiği ateşkesin seçimlere
değin sürmesi ve büyük çarpışma süprizlerinin
yaşanmaması halinde Tayyip rakiplerinin en önemli
kozlarından birini ellerinden almış sayılır.
Ancak seçimlere değin giderek daha tempolu biçimde
şiddetlenecek olan çelişkiler sadece bu alandaki
gelişmelerle sınırlı değil. Ayrıca ordu-TÜSİAD
eksenininde bu noktada eli boş duracağı beklenmemelidir.
Genelkurmay Başkanı ve çeşitli kuvvet komutanlarının
önümüzdeki aylarda yapacakları ABD ziyaretleri
ve AKP’nin olası karşı ziyaretleri, ABD’nin oligarşi
içi çatışmalar karşısında tutumunu tekrar tekrar
biçimlendirecektir.
Bu noktada süpriz gelişmelerden biri eli kanlı
katil Ağar’ın aniden barışsever kesilmesidir.
Barışseverliği tümüyle burjuva siyaset sahnesinde
inisiyatif alma çabasından kaynaklanıyor. 28 Şubat
darbesiyle üstü çizilen Ağar, siyaset alanında
kapanmış olan önünü, ABD’nin Kürt politikasıyla
uyumlu biçimde inisiyatif alarak ve bunu AKP gibi
korkak biçimde değil, en ileri biçimiyle yaparak,
ABD desteğini alarak açmayı hedefliyor. Ne kadar
yol alabileceğini şimdiden söylemek mümkün değil.
Ancak adımı atmıştır ve bu konudaki ABD politikası
ilk kez tam ve açık ifadesine kavuşmuştur.
Bu gelişmelerin yanında, uluslararası arenada
gerçekleşen ancak TC’yi doğrudan ilgilendiren
ve iç politika gündeminin üst sıraların yerleşen
kimi gelişmeler de sözkonusu.
Fransa’nın Ermeni Soykırımı, TC’nin Cezayir
İkiyüzlülüğü
Bunlardan biri, yalancı gürültülere neden olan
Fransa’daki Ermeni soykırımını ret etmeyi suç
sayan yasa tasarısının gündeme gelmesi ve Fransız
meclisinde kabul edilmesiydi. Barbarlık sicili
hiç de TC ya da Osmanlı’dan daha iyi olmayan ve
muhtemelen daha kötü olan Fransa devletinin Ermeni
soykırımı ile ilgili bu adımı tam bir ikiyüzlülük
örneğiydi. Vietnam’dan, Cezayir’e, Afrika’daki
tüm sömürgelere ve daha yakın dönemde Ruanda’daki
1 milyon Tutsi’nin öldüğü soykırıma değin uzanan
barbarlık suçlarını bedelini ödemeden, insanlık
önünde bu suçları kabul edip, tazmin yoluna gitmeyen
Fransa devleti Ermeniler için timsah gözyaşları
dökerek efeleniyordu.
“Ermeni soykırımı olmadı dersen hapse atarım”,
peki Ruanda’daki 1 milyon ölü, peki Cezayir ve
diğerleri ne olacak?.. Hiç kuşkusuz; Fransa’nın
Ermeni soykırımı konusundaki bu radikal çıkışının
insani değerlerle ya da Ermeni sevgisiyle, ya
da tek başına Ermeni lobisinin gücüyle ilgisi
bulunmuyor. TC’nin AB’ye girişine kesin biçimde
karşı olan Fransa, TC’nin AB ile arasındaki mesafenin
açılması için TC’yi moral açıdan yaralayacak bir
atak yapmıştır. Fransa açıktan engelleyemediği
üyelik sürecini, bu tür ataklar yoluyla yıpratmaya,
zayıflatmaya çalışıyor. Sorunun özü tümüyle budur.
Tabii, Türkiye’den yükselen şovenist ulumalar
da en az Fransız devletinin ikiyüzlülüğü kadar
tiksinti vericidir. Katledilenler üç yüzbin miydi,
milyon muydu, gibisinden iğrenç bir ceset sayma
merakından, açıkça soykırımı zorunlu birşey gösterme
heveslerine kadar uzanan klasik söylem tam temkil
yinelendi.
Asgari 1 milyon olduğunu iddia ettikleri Ermenilerin
birkaç ay içinde yok edilmesinin ne tür bir iğrençlik
olduğu, yok edilmedilerse neden ortada olmadıklarının
yanıtı yok... Bu iğrenç barbar koro, Ermenileri
bebekleriyle, kadınlarıyla, yaşlılarıyla, gençleriyle,
erkekleriyle hepimiz gibi insan olarak değil,
adeta ayrı bir canlı türü gibi görüyor. 1 milyon
muydu, yoksa 300 bin miydi derken sanki insanlardan
değil de, herhangi bir bitkiden ya da soyut bir
şeyden söz ediyorlar... İnkar; TC’nin en iyi bildiği
şey yine devrededir. Ama bu kez bununla yetinmediler.
Öyle ya, Fransa da soykırımcılıkta, katliamcılıkta
az değildi. Misilleme olarak onun Cezayir’deki
soykırımı meclis kararıyla kabul edilecek, kınanacaktı,
vb... Fakat her nedense bu girişim yarı yolda
kaldı. Çünkü bu konuda unuttukları “küçük” bir
ayrıntı vardı. Fransa Cezayir’de katliamlar ve
soykırım yaparken, onu uluslararası platformlarda
destekleyen yegane “müslüman devlet” TC’ydi. Yani,
Cezayir’deki Fransız barbarlığında TC’nin de “küçük”de
olsa katkısı bulunuyordu. İkiyüzlü inkârcılar
bunu hatırlamış olmalı ki, gürültülü biçimde meclise
getirilen bu mesele, müthiş bir sessizlik içinde
rafa kaldırıldı. Sonuç; Fransa meclisi yasayı
kabul etti, TC savurduğu tehditlerle kaldı, bütün
afra tafralar fos çıktı. TC, Avrupa macerasında
bir moral darbe daha aldı. Ordu’nun bu konuda
eli güçlendi. Hükümet başta olmak üzere AB’ci
kesimler bir darbe daha aldılar.
Kıbrıs Sıkışma Alanı
Yine AB süreciyle bağlantılı bir diğer gelişme,
TC’ye dayatılan Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni tanıması,
en azından gemi ve uçaklarına limanların, havalanlarının
açılması, mal ve sermaye dolaşımının serbestleştirilmesidir.
TC, özelde ise AKP hükümeti bu noktada ciddi bir
sıkışma yaşamaktadır. Seçim sürecine girilen bu
dönemde AKP’nin Kıbrıs Türk kesimi için küçük
de olsa bir taviz almadan bu koşulları kabul etmesi
mümkün görünmüyor. Bu ise TC’nin adaylık sürecini
ciddi biçimde etkileyebilecektir. Her iki koşulda
da, içte güçlenecek olan Ordu eksenidir. Tam da
bu noktada, bir orta yol bulunması olasılığı AKP’nin
yegane seçeneğidir ve bunun için canhıraş bir
çaba içindedir.
Orhan Pamuk ve Nobel Edebiyat Ödülü
Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat ödülü alması ise
pek çok açıdan Türkiye’deki burjuva siyasete ve
toplumsal atmosfere ayna tutmuştur. Sistemin şişirdiği,
abarttığı Nobel ödülleri gerçekte emperyalist
kapitalist sisteme üstün hizmetler vermiş olanları
ödüllendirmeyi, bu tür hizmetleri popülerleştirmeyi
hedefleyen bir ödüldür. Bu yanıyla emekçiler açısından
hiçbir matah yönünün olmadığı açıktır. Nobel ödülleri
içinde nispeten (daha doğrusu istisnai olarak)
muhalif duruşlu insanlara da açık olan yegane
alan ise edebiyat ödülüdür. Ki “muhalif duruş”
bile genellikle liberal burjuva içeriklidir. Bütün
bu özellikleriyle birlikte bu ödül burjuva dünyasının
en değerli ve en etkili ödülüdür.
Sömürge ve yeni-sömürgelerde egemen olan aşağılık
kompleksi atmosferinde bu tür ödüller adeta tanrının
en büyük lütfudur oligarşiler için. Bırakalım
Nobel ödülünü sıradan bir spor ödülü, sıradan
herhangi bir ödül ya da madalya bile büyük bir
ulusal onur nişanı haline gelir. Ulusal gelişme
ve başarının ifadesi olarak görülür. Fakat bu
kez böyle olmadı.
Solculukla bulaşık bir liberal olan Orhan Pamuk’un
aldığı ödül, şovenist faşizan güçler tarafından
adeta ulusal ceza olarak görüldü. Çünkü Orhan
Pamuk bir türlü “devlet sanatçısı” olmamıştı.
Ermeni soykırımı meselesinde, Kürt meselesinde
sınırlı da olsa aykırı birkaç söz söylemişti.
Öyleyse onun ödülü ödül sayılmazdı. Akıl fukarası,
para delisi cep herkülünün bilmem kaç kilo kaldırarak
aldığı ödül adeta ulusal bayram ilan edilerek
kutlanırken, edebi açıdan beğenilsin ya da beğenilmesin
sonuçta bir yazar olarak Pamuk’un aldığı ödül
şovenist barbarların adeta boğazına dolandı.
Afganistan ve Irak; Emperyalistler İnisiyatifi
Yitiriyor...
Uluslararası arenadaki gelişmelerde en az Türkiye
gündemi kadar hareketli. ABD emperyalizmi Irak’ta
işgal sürecinin başından itibaren en fazla kaybını
Ekim ayında verdi. (Darısı Kasım ayının başına!)
ABD Irak’ta inisiyatifi kaybediyor.
İngiliz Genelkurmay başkanının son açıklamaları
bu durumu çok açık biçimde teyit ediyor ve geri
çekilmeyi öneriyor. Emperyalistlerin şu anda Irak’taki
asıl derdi, çok fazla mevzi kaybetmeden Irak’tan
nasıl çekilecekleri. Bu arada, Afganistan’dan
da itiraf üzerine itiraf geliyor; Kabil ve birkaç
kent dışında Güney Afganistan artık emperyalistlerin
kontrolü dışında. İslamcı güçler (ki bunlar da
faşizan özellikler taşıyor), bir süre öncesine
kadar işbirliği yaptıkları emperyalistlere göz
açtırmıyorlar. Afganistan’a, Irak’a sefer yapılmış
ancak zafer kazanılmamıştır, daha da önemlisi
zafer umudu yitirilmiştir. Karşı durulmaz Amerikan
gücü efsanesi Bağdat’ın, Felluce’nin arka sokaklarında,
Afganistan’ın dağlarında yok olup gitmektedir.
Direniş, ABD emperyalizminin planlarını-hedeflerini
belirsizliğe itmektedir.
Kore DHC Emperyalist Tehditler Karşısında Daha
Güçlü...
Kore DHC’nin nükleer denemesi önemli bir diğer meydan
okumadır. Artık en az bölgesel çapta olmak üzere
ve Japonya ile Güney Kore’nin büyük çaplı yıkımı
göze alınmadan Kore DHC’nin askeri yollardan ele
geçirilmesi imkanı bitirilmiştir. Böylece, ABD emperyalizmi
Uzakdoğu’da önemli bir inisiyatif yitimine uğramıştır.
Kore DHC’ndeki sosyalizm deneyimi üzerine yapılabilecek
eleştiriler ve yorumlar, Kore halkının 60 yıla yaklaşan
emperyalist saldırganlık karşısındaki direnişinin
önemini ve bugün nükleer silah yaparak kazandığı
savunma gücünün önemini gölgelememelidir. Halen
ABD emperyalizmi ve kuklası Güney Kore ile savaş
halinde olan (mevcut statüko sadece ateşkes durumudur),
Kore DHC’nin nükleer silah yapması tümüyle meşrudur.
Afganistan ve Irak’ta bile küçük çaplı nükleer bombalar
kullanma tehditleri savuran bir emperyalist güçle
savaş halinde olan bir ülkenin kendi nükleer silahını
üretmesini eleştirmek, eğer pek de akıllıca olmayan,
safiyane bir nükleer karşıtlığı değilse, düpedüz
ABD emperyalizminin nükleer saldırganlığına destek
vermektir. Sonuçta; ABD emperyalizmi ve dünya egemenliği
bir önemli darbe daha almıştır. Uzakdoğu’da süreç
daha da belirsizleşmiştir.
Merkezkaç Kuvvetler Gücünü Koruyor, Büyütüyor...
Uluslararası alanda ABD egemenliğini aşındıran
başka süreçler de işlemeye devam ediyor. Latin
Amerika’daki sol güçlerin yükseliş trendi devam
ediyor. Venezuella’nın BM Güvenlik Konseyi üyeliğine
adaylığını koyması ve ABD kuklası Guatemala karşısında
pes etmemesi, ABD’nin tüm çabalarına karşı yenilmemesi
önemli bir gelişmedir. Yine Küba’da toplanan Bağlantısızlar
Hareketi’nin konferansında ABD karşıtı söylemin
gücü dikkat çekicidir. Küba’ya desteğin büyümesi
önemli bir gelişmedir. Öte yandan, Rusya’nın Kafkaslar
ve Orta Asya enerji havzaları ve boru hatları
üzerindeki etkinliğinin giderek büyümesi, ABD’nin
bu yöndeki heveslerinin önüne ciddi biçimde set
çekecek boyutlara yaklaşıyor. Özellikle Avrupa’ya
enerji naklinde ve doğal gaz sağlanmasında Rusya’nın
öne çıkışı, bu alanda tekel gücüne yaklaşması,
Avrupa politikasında giderek daha da önem kazanıyor.
Rusya’nın Avrupa üzerindeki gücü artıyor, bağımlılık
ilişkileri giderek Rusya’nın çıkarlarının ve sözünün
değeri artıyor. Rusya’nın ABD’yi dengeleme olanakları
artıyor. Bunun tüm Avrasya’da kaçınılmaz politik
sonuçlara yol açacağı açıktır.
Emekçi Halk ve Gelişmeler
Proletarya ve geniş emekçi kesimlerin bu gelişmeler
karşısındaki duruşu genel olarak sürüklenmek kavramıyla
ifade edilebilir. Emekçilerin günlük yaşam pratiği
içinde edindikleri tohum halindeki sınıf bilinci
daha oluşum aşamasında sistematik olarak geliştirilen
karşı-devrimci propagandalarla, örgütlenme ve
manipülasyonlarla çarpıtılıyor. Emperyalizme karşıtlık,
Kürt karşıtlığına dönüştürülüyor, derinleşen toplumsal
yozlaşma, uyuşturucu ve çeteleşme, basının, tv
dizilerinin yayınlarıyla olağanlaştırılıyor, bilinçlerde
de giderek tepki sıradanlaşıyor. İşsizlik ve yoksulluk
karşısında tüm düzen parti ve kurumlarının aşağı
yukarı aynı şeyleri söylemesi karşısında bir çaresizlik,
bu durumun kaçınılmaz olduğu duygusu gelişiyor.
Hiç kuşkusuz, bütün bu noktalarda hala çok diri
ve güçlü bir tepki de bulunuyor. Fındık üreticilerinin
büyük direnişi bunun somut ifadesidir. İşsizlik,
yoksulluk, yozlaşma büyük tepkiler üreten kaynaklar...
Çelişki ve tepkilerin büyüklüğü düzen güçlerinin
emekçileri yönelendirebilme kapasitesinide belirliyor.
Düzen güçleri geniş emekçi kesimleri giderek kısa
sürelerle yönlendirebiliyorlar. Ancak çelişkilerinin
derinliği bu süreçlerin ömrünü de belirliyor.
Son süreçte yapılan kamuoyu yoklamaları AKP’nin
başta Karadeniz olmak üzere ciddi oy kaybına uğradığını
gösteriyor. Peki alternatif ne? Koca bir soru
işareti.
Her şey gelip devrimci öncü sorununda düğümleniyor.
Devrimci öncü devrimci savaşçı eylemiyle hayata
ağırlığını koymadan, emekçilerin hayat karşısındaki
çaresizlik duygularının, çarpılmış politik ve
toplumsal tutumlarının,belirsizliklerle dolu duruşlarının
değişmesi mümkün görünmüyor.
***
Görüldüğü üzere, tüm çelişki alanları açısından
küçümsenemeyecek gelişmeler yaşı- yoruz. Sistemin
çelişkilerinin büyüdüğü, derinleştiği, ancak çözüm
imkanlarının ise daraldığı, genel olarak sürecin
belirsizliklerinin arttığı görülüyor. Çatışan
tarafların hiçbiri bu sorun alanlarında kendi
çözümlerini kesin biçimde egemen kılamıyorlar.
Böylece her bir sorun alanı günlük yeni olay ve
gelişmelerle daha da karmaşıklaşıyor. Ve kaçınılmaz
olarak bir çözümsüzlük içinde sürüklenme düşüncesi
çatışan tüm taraflarda şu ya da bu ölçüde egemen
oluyor. Aslında emperyalist stratejistler bu durumun
belirli uzun bir dönem için kesin biçimde düzeltilebilir
geçici bir durum olmadığının, 1970’lerin ikinci
yarısından itibaren bilincindeler. Emperyalist
kapitalist sistem genel bunalım demektir. 1945’ten
sonra savaşın yarattığı yıkımın ortaya çıkardığı
yeniden inşanın yarattığı muazzam ortam içinde
genel bunalımı kısmen hafifleyen sistem, bu olanakları
1970’lerin başına gelindiğinde önemli ölçüde tükettiğinde
genel bunalım ya da kimi yazarların deyişiyle
yapısal kriz apaçık ortaya çıkmıştır. Emperyalist
politika belirleyicileri ve stratejistlerin buna
yanıtı “köklü ve kesin çözüm” olmamıştır, olamamıştır.
Çünkü genel bunalım kapitalizme içkin bir durumdur,
onun temel yapısal bir özelliğidir. Yanıtları
krizi yönetmekdir. Ya da şimdilerde Bush yönetimi
tarafından kullanılan moda deyişle “kontrol edilebilir
istikrarsızlık”tır. Yani krizi ortadan kaldırma
imkanı yoksa, onu kontrol edebilmek, ağır bir
çöküşlere ve devrimlere yol açmayacak tarzda yönetmek,
kontrol etmek gerekmektedir.
1990’larda reel sosyalist ülkelerin çöküşü emperyalist
sistem için hem muazzam olanakların kapısının
açılması anlamına gelirken, hem de kendi içinde
büyük güç mücadelelerinin önünün açılması anlamına
geliyordu. Bu tablo 1990’lardan 2000 başına değin,
ABD’nin ezici ağırlığı altında daha çok ortaya
çıkan imkanların değerlendirilmesi söylemiyle
biçimlendi. Yeni tarihsel sürecin bu ilk aşamasında
da kanlı savaşlar önemli bir yer tuttu. Emperyalistler
arasında zorlamada olsa ABD politikalarının belirleyiciliği
karşısında boyun eğiş tablosu egemen oldu. Ancak
2000’lerden bu yana, sadece emperyalistler arası
çelişkiler alanında değil, emekçi sınıflar ve
ezilenler de dahil olmak üzere tüm kesimlerde
ve cephelerde çelişkiler adeta patlamıştır. Emperyalistler
arasında kimi taktik birliklere karşın çatışmalı
ve çekişmeli atmosfer egemen hale gelmiştir. Emekçi
sınıfların ve ezilenlerin direnişleri ve mücadeleleri
hem uluslararası çapta, hem de giderek artan sayıda
ülkede mutlaka hesaba katılması gereken temel
bir faktör haline gelmiştir.
Artık krizi yönetmek emperyalist kapitalist sistemin
hegemon gücü ABD için giderek daha zor bir iş
haline geliyor. Özellikle direniş güçleri karşısında
artık mümkün olmaktan çıkıyor. Yeni-sömürge oligarşileri
ise sorunlar karşısında giderek daha fazla inisiyatif
kaybına uğruyorlar.
Devrimci Özne; Kurtuluşun Tek Yolu...
Coğrafyamızda bu tablo içindeki en önemli boşluk
devrimci özne/öncüdür. Oligarşinin bütün taraflarının
üzerinde anlaştıkları az sayıdaki meseleden biri
de bu boşluğun kesinlikle sürdürülmesi gerektiğidir.
Proletarya ve geniş emekçi kitleler gibi, onlar
adına öncülüğe soyunan güçler de esas olarak bir
sürüklenme hali içindedirler.
Bu sürüklenme durumu salt pratik güç sorunuyla
ilgili değildir. Devrimcilik hemen hemen her zaman,
çok küçük bir güçle yola çıkarak, büyük devrimler
yaratma işi olmuştur. Büyük güçlerle yola çıkıldığı
zaten pek görülmüş bir durum değildir. Coğrafyamızda
devrimci hareketin sorunu esas olarak ufuk, bilinç
ve özgüven sorunudur.
Devrimci güçler genel olarak sağlam bir devrimci
yenileme perspektifinden, buna bağlı bir plan
ve programdan ve sistematik çalışmadan yoksun,
genel geçer, ufuksuz, sığ bir çalışma sürdürmektedir.
2 yıl sonra bugünkünden farklı olarak nerede olmak
istediği sorusuna net, açık yanıtlar verebilen
devrimci kadro yok gibidir. Genel geçer bir örgütlenelim,
çoğalalım, kurumlarımızı çoğaltalım, eylem gücümüzü
arttıralım, vb. söylemi devrimci saflarda egemen
durumdadır. Sıçramalı gelişme, atılımlar yapma,
bugünden bunların zeminini örme yaklaşımı yoktur.
Sıçramalı gelişme imkanları esas olarak kitle
hareketinin kendiliğinden gelişmesine havale edilmiştir.
Kitle hareketi kabaracak, devrimci harekette bundan
yararlanıp sıçramalar yapacak, yani armut piş
ağzıma düş... Bunun bir başka ifadesi; kitle hareketi
zayıf, gericilik çok güçlü, uluslararası alanda
emperyalist saldırganlık çok güçlü, ancak bu kadar
devrimci gelişme oluyor biçimindedir. Ufuk, hedefler
genel olarak kitle hareketinin kendiliğinden gelişmesine
ayarlanmış durumda. Devrimci bilincin ve ufkun
devrimi yenilenme temelinde bütünlüklü olarak
yeniden üretilmesi, sürece devrimci tarzda güçlü
biçimde devrimci müdahalenin imkanlarının yaratılması
vb. yönünde bütünlüklü bir çaba yoktur, varolan
çabalar çoğunluklu çeşitli konulara ilişkin parça
parça çabalardır. Özgüven oldukça zayıftır. Öyleki,
heyecanlı, atak genç sempatizanlarda görülen parça
bölük pratik coşkunluk dışında, mevcut statükoyu
aşmak, sıçramalı gelişme ve devrimci atılım yaratmak
yönünde ciddi bir söylem, kararlılık vb. görmek
mümkün olmuyor.
Devrimci harekette özgüven yitiminde düşmanın
saldırı dalgalarının da derin bir etkisi bulunuyor.
Bu bağlamda, kırılma noktasını; PKK’nin 1999’daki
stratejik çizgi değişikliği oluşturuyor. PKK’nin
yenilgisi, başarı konusunda, devrimci inisiyatif
ve sıçramalı gelişme, devrimci savaş vb. konularda
derin bir moral yıkıma yol açtı. Bunu 19 Aralık
cezaevi operasyonu ile yaşanan ağır yıkım izledi.
Son iki yıldır, bu gelişmelere, düşmanın çeşitli
devrimci yapılara dönük merkezi saldırıları da
eklenmiş durumdadır. 2005 Haziran’ında MKP’ye
yönelik merkezi operasyonda, tek bir darbeyle
bu hareketin önder kadrolarının katledilmesi,
bu yıl içinde TKP/ML’ye dönük merkezi operasyonlarla
darbeler indirilmesi ve son olarak MLKP’ya dönük
merkezi operasyonla yine tek bir darbeyle çok
sayıda devrimcinin yakalanıp tutuklanması, düşmanın
gücü, takip yeteneği, teknik bilgisi, vb... konusunda
pek çok abartılı düşüncenin yayılmasına, başarı
duygusunun zayıflamasına yol açmıştır.
Düşman gücünü dağıtmadan merkezi kadrolarda yoğunlaşmakta,
yeterince bilgi topladığında, konjonktürel olarak
en uygun zamanı beklemekte ve bu uygun zaman ve
zeminde harekete geçerek devrimci yapılara ağır
darbeler indirmektedir. Düşman bu tür operasyonlar
için eşiği oldukça aşağı sınırlara çekmiştir.
Devrimci hareketin hiçbir bileşeninin yakın ve
açık bir tehlike oluşturacak güce sahip olmadığını
düşman bilmektedir. Ancak bu da beklenmemektedir.
Tüm devrimci ve sol güçler düşman tarafından değişik
düzeylerde izlenmektedir. İster legal, ister illegal
faaliyet yürütsün sol ve devrimci güçlerden her
hangi birinin saldırıya hedef olması için büyük
güçler yaratması gerekmiyor. Başarı ve gelişme
umudunu kısmen de olsa yaratması, biraz olsun
toparlanması, stratejik çizgisini uygulma yeteneğine
az da olsa yaklaşması saldırının startının verilmesi
için yeterli olmaktadır. Düşmanın derdi, devrimci
yapıları tümüyle imha etmek değildir. Bunun mümkün
olmadığını da biliyorlar. Asıl dertleri, birincisi,
özellikle illegal faaliyetlerde yürüten devrimci
yapılar açısından, bu faaliyetlerin başarısız
kalmaya mahkum olduğu, legal alan dışında gelişme
umudu olmadığı duygusunu yaratmaktır. Yani çalışma
ağırlıklarını adım adım legal alana kaydırmalarını
sağlamaktır. İkincisi ise esas olarak, devrimci
güçleri sürekli biçimde zayıf, önderliksiz, yenik
ve sinik durumda tutmaktır. Asıl dertleri budur.
Bu operasyon mantığı, aynı zamanda, önleyici vuruş
stratejisinin pratik uygulamalarından biridir.
Devrimci saflarda özgüvenin yıkımı bütün bu süreçlerden,
gelişmelerden beslenmektedir. Bu durum, kaçınılmaz
biçimde sürüklenen, ufuksuz, genel geçer bir devrimcilik
tarzı yürüten, kaderini kitle hareketinin ritmine
bağlamış (ki o hareket yükseldiğinde de birşey
yapma şansı yoktur, 2001 kriz günleri, köylü direnişleri
ve daha pek çok direniş ve süreç bunu gösteriyor)
bir devrimci ve sol hareket tablosu yaratmıştır.
Söylemde ne denilirse denilsin özne bilinci, öncü
bilinci pratikte kararmıştır, kaybedilmiştir.
(Kuşkusuz her devrimci ve sol yapı açısından bu
durum değişik ölçektedir, ancak genel tablo budur.)
Bu duruş, bu tablo devrimci özne duruşu, tablosu
değildir. Öncü duruş değildir. Bu yoldan öncüleşilemez
de. Bu yoldan, proletaryanın partisi inşa edilemez.
Devrimci sosyalizm bu tablo içinde bütünlüklü
devrimci yenilenme ufkuyla, perspektifiyle, sıçramalı
gelişme ve atılım hedefiyle, genel geçer hedefler
ve söylemlerle çalışma yaklaşımını aşan yeniden
inşa programıyla ve çalışma planıyla ayırt edici
bir yerde durmaktadır. Bunların toplamından devrimci
özne/öncü bilinci ve onu yaratma pratiği ve kararlığı
ortaya çıkmaktadır.
Devrimci yenilenme temelindeki yeniden inşa sürecimizi
büyüterek, menzile ulaştırmak, bugünkü tablo içinde
daha yaşamsal önemdedir. Kuşkusuz, bu gerici moral
ve siyasal atmosferin şu ya da bu düzeyde saflarımıza
da bulaşması mümkündür. Zor yollardan geçeceğiz,
düşenler olacak, gerileme noktaları olacak, ancak
başarmak için gerekli bilince ve ufka sahibiz.
Toplumsal hayatın her bir çelişkisini geliştirdiğimiz
çalışma planları temelinde işleme zamanıdır. Sürecimize
ilişkin değerlendirmeleri ışığında geliştirdiğimiz,
geliştireceğimiz politikaları anlamak ve pratiğe
dönüştürmek için hızla harekete geçmeliyiz.
Devrimci yenilenme ve yeniden inşa bilinci ve
ufkuyla, devrimci pratiği geliştirerek, emekçi
kitlelerle birlikte yürüyerek adımlarmızı büyütelim...
|