Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

45. Sayı - Kasım 2006

Toplumsal gündem büyüyen ve derinleşen çelişkilerle her gün yeniden ve yeniden biçimleniyor. Aslında sürecin çatışmalarına yön veren ana sorun alanları listesi aynı. Egemen sınıflar arasında ekonomik, siyasi rant ve güç alanlarının paylaşım için giderek büyüyen çatışmaları... Kürt ulusal sorununda yaşanan çözümsüzlük atmosferi... Ekonominin iç ya da uluslararası piyasalarda ortaya çıkabilecek herhangi bir krizlere aşırı duyarlı hale gelmesi... AB ile ilişkilerde yaşanan soğuma.. Ermeni soykırımı meselesinde yaşanan sıkışmalar... Emekçilerin işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, yozlaşma girdabı içinde yuvarlanışa ve emperyalizmle siyonizme karşı büyüyen tepkiler... ABD emperyalizminin Ortadoğu politikalarının giderek başarısızlıklarının ortaya çıkışı ile TC’nin bu politikalara ortak olmaya zorlanmasının atbaşı gidişi... Emperyalistler arası paylaşım mücadelelerinin çeşitli hamlelerle her geçen gün daha da derinleşmesi... Sol ve devrimci güçlerin dünya ölçeğinde eşitsiz de olsa giderek güçlenmesi, coğrafyamızda ise henüz gerici atmosferi kıracak bir çıkışı yaratamaması ve bunun yarattığı derin çelişkiler...
Sıralanabilecek başka önemli sorun başlıkları daha var. Son günlerin gelişmeleri bu sorun alanların hemen hemen tümünde yaşanan önemli gelişmelerle doluydu. İçeride yaşananlar dışarıdaki bağlantılarıyla birlikte bir zincir oluşturuyor. Bu zinciri anlamak için oligarşi içi çatışmalar ve Tayyip’in ABD gezisini başlangıç noktası olarak alabiliriz.
Türkiye egemenleri içindeki çatışmalı bir arada duruş giderek daha da zorlaşıyor. Gelişen yeni tekellerin ve tekelleşmek isteyen ya da mevcut tekellerin paylarına ortak olmaya çalışan büyük burjuvazinin ve üst-orta burjuva sınıfın ezici bir bölümünün temsilcisi olan AKP hükümetiyle, oligarşinin geri kalan kesimleri arasındaki güç mücadelesi önümüzdeki bir yıl içinde oldukça belirleyici adımlara gebe durumda. AKP, bir yandan küçük adımlarla devlet yapısı içindeki gücünü büyütmeye çalışırken, diğer yandan ordu ve TÜSİAD eksenli kesimlerle sert bir çatışmadan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyor. Sert çatışmalara ve açık meydan okumalara girişecek güce sahip değil. Böylesi bir durumda sürecin girebileceği/sürüklenebileceği tehlikeli (28 Şubat darbesi gibi, belki daha da kötüsü) mecralardan uzak durmaya çalışıyor.
Ancak korkunun ecele faydası yok. 2007 hem cumhurbaşkanlığı, hem de genel seçim yılı... Ordu-TÜSİAD ekseni, hem cumhurbaşkanlığı gibi tüm stratejik bürokratik atamalarda belirleyici rol oynayan ve siyasi olarak da moral etkisi bulunan bir mevziyi kaptırmamak, hem de genel seçimlerde AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak için sürekli bir taarruz hali içinde. Aşırı faşizan bir milliyetçilik ve ikiyüzlü bir laisizm ile bezeli söylem etrafında bir ideolojik, politik çizgi yaratmaya çalışan Ordu-TÜSİAD ekseni hem siyasal parti düzeyinde etkili bir seçenek oluşturabilmiş değil, hem de AB vb. meselelerde kendi iç kırılmaları nedeniyle zaaflar gösterebiliyor. Yine de özellikle Ordunun kimi zaman açık tehditler, kimi zaman ise kendi ekseninde saflaştırdığı partiler yoluyla geliştirdiği sokak eylemleri, medya basıncı vb. yoluyla AKP hükümetine nefes aldırmamaya çalıştığı açıkça görülüyor.
Ordu, özellikle Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı giriştiği saldırılarla, Diyarbakır’da önce aralarında üç küçük çocuğun da bulunduğu 10 ‘nu aşkın insanın gösterilerde öldürülmesi, ardından yine Diyarbakır’da patlatılan bombayla yine çocuklar da dahil olmak üzere 10 insanın katledilmesiyle vahşet çıtası iyice yükseltilmiştir. Çatışmaların tempolu yükselişi, artan asker cenazeleri, büyük kentlerde de artan PKK bombalamaları, kırdaki çatışmalar vb. coğrafyamızı tipik bir “düşük yoğunluklu çatışma” coğrafyasına dönüştürmüştür. Ordu bu tabloyu, AKP hükümetinin aczinden kaynaklanan bir durum olarak sunmakta medyanın da yardımıyla başarılı olmuştur. Bu tabloyla bağlantılı olarak yine ordunun yönlendirdiği faşizan bir popüler milliyetçilik dalgası AKP’yi de hedefleyerek gelişmiştir.
Öte yandan, laiklik söylemiyle geliştirilen basınç bir an olsun AKP’yi rahat bırakmamaktadır. Son dönemde artan “utanmaz, yalancı hoca”, “cami içi linç”, “tarikatların kurtarılmış bölgeleri” vb.. vakaları, 28 Şubat darbe günlerinde medya manipülasyonları için kullanılan/üretilen utanmaz ve saldırgan hoca vakalarının, tarikat hikayelerinin adeta yeni versiyonları gibidir.
AKP’nin bu durum karşısında boş durduğu söylenemez. Elindeki tüm güç ve olanakları en ileri düzeyde kullanma çabası içinde. AKP’nin ülke içindeki destekleri noktasında zaten sınır noktasındadır. Şu ana değin kendisine destek veren güç odakları ve toplumsal kesimler dışında yeni güçler kazanamamıştır. Bu noktada, yüzünü dışarıya emperyalistlere dönmüştür. Tayyip’in son Amerika gezisinin esas amacı; ABD’ye yeniden ve her cephede bir kez daha tam teslimiyetini bildirmek ve onun desteğini almak, en azından ABD’nin kendisine açıkça karşı durmasını engellemektir. ABD ile imzalanan stratejik vizyon belgesi esas olarak ilişkileri onarmaya ve TC’nin her cepheden ABD’nin yanında yer alacağını açıkça deklare etmesine dönüktür.
Yeni bir unsur yoktur bu belgede. Sadece bağımlılık ilişkisi teyit edilmiş, birkez daha çerçevesi çizilmiştir. Tayyip açıkça bu bağımlılık çerçevesini en ileri düzeyde benimle yürütebilirsiniz demeye ve iktidarda kalmaları için icazet ve destek istemeye gitmiştir. Kısmen de olsa başarılı olmuştur. Özgün bir gelişme olmadığı taktirde, ABD’nin Tayyip’in düşüşüne dönük aktif bir çaba içinde olmayacağı söylenebilir. Öte yandan, PKK’nin ateşkesi ilan etmesi ve çatışmalı sürecin hafifletilmesi için ABD’nin gösterdiği çaba, bir yandan Türkiye kamuoyuna bu noktada ABD de çaba harcıyor görüntüsü vermek ve böylece ABD’nin Türkiye’deki imajını düzeltmek için atılmış bir adımdır. Diğer yandan da, seçimler öncesinde, Ordunun sıkça kullandığı şehit edebiyatıyla sıkışmak istemeyen Tayyip’e verilmiş önemli bir destektir.
Ancak ABD’nin Tayyip’e sınırsız bir çek verdiği düşünülemez. ABD büyükelçisinin bir soruya verdiği yanıtta dediği gibi; Büyükanıt ABD’nin Türkiye’deki en iyi adamıdır. Yani, ABD’nin tek ata oynaması, hele ki, Ordu-TÜSİAD eksenini bir kenara bırakarak, asıl desteğini AKP ve destekçileri gibi gelişen ancak henüz gücü sınırlı bir kesime vermesi düşünülemez.
Bu noktada, ABD emperyalizminin tavırlarında iki unsur belirleyici rol oynamaktadır. Birincisi, ABD emperyalizminin Bush döneminde belirlediği ittifak politikasıdır. Bu politikanın özü; sınırlı sayıda ülke dışında (İsrail, İngiltere ve diğer Anglo-Sakson ülkeler) stratejik ittifak arayışı ve ilişkisi bir kenara bırakılmıştır. Tek yanlılık, dayatmacılık, olaylar-gelişmeler özgülünde eğer ABD’nin çıkarlarına tümüyle ya da önemli ölçüde tabi olunmuşsa sıkı bir ilişki kurulmaktadır. Bunun dışında diğer emperyalist ülkelere boyun eğme dayatılmakta, yeni-sömürgelere ise adeta paçavra muamelesi yapılmakta; herhangi bir durumda kendisine tabi olmakta geciken ya da tereddüt eden ülkelere tehdit, şantaj, saldırı dahil her yolla müdahale edilmektedir. Pakistan devlet başkanı gibi uşaklıkta sınır tanımayan biri bile geçtiğimiz günlerde bu ilişki biçimini çarpıcı biçimde ifade etti. Müşerref’in itiraflarına göre ABD emperyalizmi Afganistan’ı işgal öncesinde kendisiyle ilişkilerde belli tereddütler gösteren Pakistan’ı taş devrine geri götürmekle yani tam bir yıkıma uğratmakla tehdit etmişti.
İkinci unsur, AKP ve ordu-TÜSİAD ekseni de dahil olmak üzere tüm işbirlikçi öğelerin değişik bağlamlarda ABD ile çok sınırlı da olsa çelişen çıkarlarının bulunmasıdır. Hemen belirtelim; egemen sınıfların hiçbir kesimi, hiçbir siyasi kanadı/temsilcisi, nihai ve temel süreçlerde ABD ile çatışmaz/çatışamaz, onunla uzlaşır, daha doğrusu ona tabi olur. Tabi olmayanların hükümet olması, bir biçimde hükümet olduğunda ise iktidarı elinde tutması olasılığı çok zayıftır. (1 Mart tezkeresinin ret edilmesi bunun tersine göstermek, istisna bir durumdur, AKP ve diğer taraflar hesap hatası yapmışlardır ve bu da 1 Mart tezkeresi gibi bir yol kazasına neden olmuştur.) Ancak bu boyuneğiş hiçbir çıkar çelişkisinin olmadığı anlamına da gelmiyor. İşte ABD, bu çelişki noktalarında oligarşinin değişik kanatlarını destekleyerek ilişkilerini dengelemektedir.
İşte Kürt hareketinin ateşkes ilan etmesinin sağlanması ve çatışmaların azalmasıyla Tayyip’e verilen destek bu niteliktedir. Ordu-TÜSİAD ekseninin ABD emperyalizminden bu noktadaki beklentisi, ABD’nin PKK’yi Güney Kürdistan’da ezmesidir. Ancak böylesi bir çatışmaya girişmek ABD emperyalizmi için ne askeri açıdan, ne de Kürtlerle girdiği ilişkiler açısından mümkün değildir. ABD’nin bu konuda zamana ve Türkiye’nin yön değişikliğine ihtiyacı vardır. Tam da bu noktada çıkarları Tayyip’le çakışmaktadır. Ve gereken destek verilmiştir. Tayyip böylece çatışmaların artmasıyla birlikte kendisine karşı daha yoğun biçimde kullanılacak “terörün önüne geçememe” söylemi ve “şehit” edebiyatının önüne geçme şansını yakalamıştır. PKK’nin ilan ettiği ateşkesin seçimlere değin sürmesi ve büyük çarpışma süprizlerinin yaşanmaması halinde Tayyip rakiplerinin en önemli kozlarından birini ellerinden almış sayılır.
Ancak seçimlere değin giderek daha tempolu biçimde şiddetlenecek olan çelişkiler sadece bu alandaki gelişmelerle sınırlı değil. Ayrıca ordu-TÜSİAD eksenininde bu noktada eli boş duracağı beklenmemelidir. Genelkurmay Başkanı ve çeşitli kuvvet komutanlarının önümüzdeki aylarda yapacakları ABD ziyaretleri ve AKP’nin olası karşı ziyaretleri, ABD’nin oligarşi içi çatışmalar karşısında tutumunu tekrar tekrar biçimlendirecektir.
Bu noktada süpriz gelişmelerden biri eli kanlı katil Ağar’ın aniden barışsever kesilmesidir. Barışseverliği tümüyle burjuva siyaset sahnesinde inisiyatif alma çabasından kaynaklanıyor. 28 Şubat darbesiyle üstü çizilen Ağar, siyaset alanında kapanmış olan önünü, ABD’nin Kürt politikasıyla uyumlu biçimde inisiyatif alarak ve bunu AKP gibi korkak biçimde değil, en ileri biçimiyle yaparak, ABD desteğini alarak açmayı hedefliyor. Ne kadar yol alabileceğini şimdiden söylemek mümkün değil. Ancak adımı atmıştır ve bu konudaki ABD politikası ilk kez tam ve açık ifadesine kavuşmuştur.
Bu gelişmelerin yanında, uluslararası arenada gerçekleşen ancak TC’yi doğrudan ilgilendiren ve iç politika gündeminin üst sıraların yerleşen kimi gelişmeler de sözkonusu.

Fransa’nın Ermeni Soykırımı, TC’nin Cezayir İkiyüzlülüğü
Bunlardan biri, yalancı gürültülere neden olan Fransa’daki Ermeni soykırımını ret etmeyi suç sayan yasa tasarısının gündeme gelmesi ve Fransız meclisinde kabul edilmesiydi. Barbarlık sicili hiç de TC ya da Osmanlı’dan daha iyi olmayan ve muhtemelen daha kötü olan Fransa devletinin Ermeni soykırımı ile ilgili bu adımı tam bir ikiyüzlülük örneğiydi. Vietnam’dan, Cezayir’e, Afrika’daki tüm sömürgelere ve daha yakın dönemde Ruanda’daki 1 milyon Tutsi’nin öldüğü soykırıma değin uzanan barbarlık suçlarını bedelini ödemeden, insanlık önünde bu suçları kabul edip, tazmin yoluna gitmeyen Fransa devleti Ermeniler için timsah gözyaşları dökerek efeleniyordu.
“Ermeni soykırımı olmadı dersen hapse atarım”, peki Ruanda’daki 1 milyon ölü, peki Cezayir ve diğerleri ne olacak?.. Hiç kuşkusuz; Fransa’nın Ermeni soykırımı konusundaki bu radikal çıkışının insani değerlerle ya da Ermeni sevgisiyle, ya da tek başına Ermeni lobisinin gücüyle ilgisi bulunmuyor. TC’nin AB’ye girişine kesin biçimde karşı olan Fransa, TC’nin AB ile arasındaki mesafenin açılması için TC’yi moral açıdan yaralayacak bir atak yapmıştır. Fransa açıktan engelleyemediği üyelik sürecini, bu tür ataklar yoluyla yıpratmaya, zayıflatmaya çalışıyor. Sorunun özü tümüyle budur.
Tabii, Türkiye’den yükselen şovenist ulumalar da en az Fransız devletinin ikiyüzlülüğü kadar tiksinti vericidir. Katledilenler üç yüzbin miydi, milyon muydu, gibisinden iğrenç bir ceset sayma merakından, açıkça soykırımı zorunlu birşey gösterme heveslerine kadar uzanan klasik söylem tam temkil yinelendi.
Asgari 1 milyon olduğunu iddia ettikleri Ermenilerin birkaç ay içinde yok edilmesinin ne tür bir iğrençlik olduğu, yok edilmedilerse neden ortada olmadıklarının yanıtı yok... Bu iğrenç barbar koro, Ermenileri bebekleriyle, kadınlarıyla, yaşlılarıyla, gençleriyle, erkekleriyle hepimiz gibi insan olarak değil, adeta ayrı bir canlı türü gibi görüyor. 1 milyon muydu, yoksa 300 bin miydi derken sanki insanlardan değil de, herhangi bir bitkiden ya da soyut bir şeyden söz ediyorlar... İnkar; TC’nin en iyi bildiği şey yine devrededir. Ama bu kez bununla yetinmediler. Öyle ya, Fransa da soykırımcılıkta, katliamcılıkta az değildi. Misilleme olarak onun Cezayir’deki soykırımı meclis kararıyla kabul edilecek, kınanacaktı, vb... Fakat her nedense bu girişim yarı yolda kaldı. Çünkü bu konuda unuttukları “küçük” bir ayrıntı vardı. Fransa Cezayir’de katliamlar ve soykırım yaparken, onu uluslararası platformlarda destekleyen yegane “müslüman devlet” TC’ydi. Yani, Cezayir’deki Fransız barbarlığında TC’nin de “küçük”de olsa katkısı bulunuyordu. İkiyüzlü inkârcılar bunu hatırlamış olmalı ki, gürültülü biçimde meclise getirilen bu mesele, müthiş bir sessizlik içinde rafa kaldırıldı. Sonuç; Fransa meclisi yasayı kabul etti, TC savurduğu tehditlerle kaldı, bütün afra tafralar fos çıktı. TC, Avrupa macerasında bir moral darbe daha aldı. Ordu’nun bu konuda eli güçlendi. Hükümet başta olmak üzere AB’ci kesimler bir darbe daha aldılar.

Kıbrıs Sıkışma Alanı
Yine AB süreciyle bağlantılı bir diğer gelişme, TC’ye dayatılan Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni tanıması, en azından gemi ve uçaklarına limanların, havalanlarının açılması, mal ve sermaye dolaşımının serbestleştirilmesidir. TC, özelde ise AKP hükümeti bu noktada ciddi bir sıkışma yaşamaktadır. Seçim sürecine girilen bu dönemde AKP’nin Kıbrıs Türk kesimi için küçük de olsa bir taviz almadan bu koşulları kabul etmesi mümkün görünmüyor. Bu ise TC’nin adaylık sürecini ciddi biçimde etkileyebilecektir. Her iki koşulda da, içte güçlenecek olan Ordu eksenidir. Tam da bu noktada, bir orta yol bulunması olasılığı AKP’nin yegane seçeneğidir ve bunun için canhıraş bir çaba içindedir.

Orhan Pamuk ve Nobel Edebiyat Ödülü
Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat ödülü alması ise pek çok açıdan Türkiye’deki burjuva siyasete ve toplumsal atmosfere ayna tutmuştur. Sistemin şişirdiği, abarttığı Nobel ödülleri gerçekte emperyalist kapitalist sisteme üstün hizmetler vermiş olanları ödüllendirmeyi, bu tür hizmetleri popülerleştirmeyi hedefleyen bir ödüldür. Bu yanıyla emekçiler açısından hiçbir matah yönünün olmadığı açıktır. Nobel ödülleri içinde nispeten (daha doğrusu istisnai olarak) muhalif duruşlu insanlara da açık olan yegane alan ise edebiyat ödülüdür. Ki “muhalif duruş” bile genellikle liberal burjuva içeriklidir. Bütün bu özellikleriyle birlikte bu ödül burjuva dünyasının en değerli ve en etkili ödülüdür.
Sömürge ve yeni-sömürgelerde egemen olan aşağılık kompleksi atmosferinde bu tür ödüller adeta tanrının en büyük lütfudur oligarşiler için. Bırakalım Nobel ödülünü sıradan bir spor ödülü, sıradan herhangi bir ödül ya da madalya bile büyük bir ulusal onur nişanı haline gelir. Ulusal gelişme ve başarının ifadesi olarak görülür. Fakat bu kez böyle olmadı.
Solculukla bulaşık bir liberal olan Orhan Pamuk’un aldığı ödül, şovenist faşizan güçler tarafından adeta ulusal ceza olarak görüldü. Çünkü Orhan Pamuk bir türlü “devlet sanatçısı” olmamıştı. Ermeni soykırımı meselesinde, Kürt meselesinde sınırlı da olsa aykırı birkaç söz söylemişti. Öyleyse onun ödülü ödül sayılmazdı. Akıl fukarası, para delisi cep herkülünün bilmem kaç kilo kaldırarak aldığı ödül adeta ulusal bayram ilan edilerek kutlanırken, edebi açıdan beğenilsin ya da beğenilmesin sonuçta bir yazar olarak Pamuk’un aldığı ödül şovenist barbarların adeta boğazına dolandı.

Afganistan ve Irak; Emperyalistler İnisiyatifi Yitiriyor...
Uluslararası arenadaki gelişmelerde en az Türkiye gündemi kadar hareketli. ABD emperyalizmi Irak’ta işgal sürecinin başından itibaren en fazla kaybını Ekim ayında verdi. (Darısı Kasım ayının başına!) ABD Irak’ta inisiyatifi kaybediyor.
İngiliz Genelkurmay başkanının son açıklamaları bu durumu çok açık biçimde teyit ediyor ve geri çekilmeyi öneriyor. Emperyalistlerin şu anda Irak’taki asıl derdi, çok fazla mevzi kaybetmeden Irak’tan nasıl çekilecekleri. Bu arada, Afganistan’dan da itiraf üzerine itiraf geliyor; Kabil ve birkaç kent dışında Güney Afganistan artık emperyalistlerin kontrolü dışında. İslamcı güçler (ki bunlar da faşizan özellikler taşıyor), bir süre öncesine kadar işbirliği yaptıkları emperyalistlere göz açtırmıyorlar. Afganistan’a, Irak’a sefer yapılmış ancak zafer kazanılmamıştır, daha da önemlisi zafer umudu yitirilmiştir. Karşı durulmaz Amerikan gücü efsanesi Bağdat’ın, Felluce’nin arka sokaklarında, Afganistan’ın dağlarında yok olup gitmektedir. Direniş, ABD emperyalizminin planlarını-hedeflerini belirsizliğe itmektedir.

Kore DHC Emperyalist Tehditler Karşısında Daha Güçlü...
Kore DHC’nin nükleer denemesi önemli bir diğer meydan okumadır. Artık en az bölgesel çapta olmak üzere ve Japonya ile Güney Kore’nin büyük çaplı yıkımı göze alınmadan Kore DHC’nin askeri yollardan ele geçirilmesi imkanı bitirilmiştir. Böylece, ABD emperyalizmi Uzakdoğu’da önemli bir inisiyatif yitimine uğramıştır. Kore DHC’ndeki sosyalizm deneyimi üzerine yapılabilecek eleştiriler ve yorumlar, Kore halkının 60 yıla yaklaşan emperyalist saldırganlık karşısındaki direnişinin önemini ve bugün nükleer silah yaparak kazandığı savunma gücünün önemini gölgelememelidir. Halen ABD emperyalizmi ve kuklası Güney Kore ile savaş halinde olan (mevcut statüko sadece ateşkes durumudur), Kore DHC’nin nükleer silah yapması tümüyle meşrudur. Afganistan ve Irak’ta bile küçük çaplı nükleer bombalar kullanma tehditleri savuran bir emperyalist güçle savaş halinde olan bir ülkenin kendi nükleer silahını üretmesini eleştirmek, eğer pek de akıllıca olmayan, safiyane bir nükleer karşıtlığı değilse, düpedüz ABD emperyalizminin nükleer saldırganlığına destek vermektir. Sonuçta; ABD emperyalizmi ve dünya egemenliği bir önemli darbe daha almıştır. Uzakdoğu’da süreç daha da belirsizleşmiştir.

Merkezkaç Kuvvetler Gücünü Koruyor, Büyütüyor...
Uluslararası alanda ABD egemenliğini aşındıran başka süreçler de işlemeye devam ediyor. Latin Amerika’daki sol güçlerin yükseliş trendi devam ediyor. Venezuella’nın BM Güvenlik Konseyi üyeliğine adaylığını koyması ve ABD kuklası Guatemala karşısında pes etmemesi, ABD’nin tüm çabalarına karşı yenilmemesi önemli bir gelişmedir. Yine Küba’da toplanan Bağlantısızlar Hareketi’nin konferansında ABD karşıtı söylemin gücü dikkat çekicidir. Küba’ya desteğin büyümesi önemli bir gelişmedir. Öte yandan, Rusya’nın Kafkaslar ve Orta Asya enerji havzaları ve boru hatları üzerindeki etkinliğinin giderek büyümesi, ABD’nin bu yöndeki heveslerinin önüne ciddi biçimde set çekecek boyutlara yaklaşıyor. Özellikle Avrupa’ya enerji naklinde ve doğal gaz sağlanmasında Rusya’nın öne çıkışı, bu alanda tekel gücüne yaklaşması, Avrupa politikasında giderek daha da önem kazanıyor. Rusya’nın Avrupa üzerindeki gücü artıyor, bağımlılık ilişkileri giderek Rusya’nın çıkarlarının ve sözünün değeri artıyor. Rusya’nın ABD’yi dengeleme olanakları artıyor. Bunun tüm Avrasya’da kaçınılmaz politik sonuçlara yol açacağı açıktır.

Emekçi Halk ve Gelişmeler
Proletarya ve geniş emekçi kesimlerin bu gelişmeler karşısındaki duruşu genel olarak sürüklenmek kavramıyla ifade edilebilir. Emekçilerin günlük yaşam pratiği içinde edindikleri tohum halindeki sınıf bilinci daha oluşum aşamasında sistematik olarak geliştirilen karşı-devrimci propagandalarla, örgütlenme ve manipülasyonlarla çarpıtılıyor. Emperyalizme karşıtlık, Kürt karşıtlığına dönüştürülüyor, derinleşen toplumsal yozlaşma, uyuşturucu ve çeteleşme, basının, tv dizilerinin yayınlarıyla olağanlaştırılıyor, bilinçlerde de giderek tepki sıradanlaşıyor. İşsizlik ve yoksulluk karşısında tüm düzen parti ve kurumlarının aşağı yukarı aynı şeyleri söylemesi karşısında bir çaresizlik, bu durumun kaçınılmaz olduğu duygusu gelişiyor. Hiç kuşkusuz, bütün bu noktalarda hala çok diri ve güçlü bir tepki de bulunuyor. Fındık üreticilerinin büyük direnişi bunun somut ifadesidir. İşsizlik, yoksulluk, yozlaşma büyük tepkiler üreten kaynaklar...
Çelişki ve tepkilerin büyüklüğü düzen güçlerinin emekçileri yönelendirebilme kapasitesinide belirliyor. Düzen güçleri geniş emekçi kesimleri giderek kısa sürelerle yönlendirebiliyorlar. Ancak çelişkilerinin derinliği bu süreçlerin ömrünü de belirliyor. Son süreçte yapılan kamuoyu yoklamaları AKP’nin başta Karadeniz olmak üzere ciddi oy kaybına uğradığını gösteriyor. Peki alternatif ne? Koca bir soru işareti.
Her şey gelip devrimci öncü sorununda düğümleniyor. Devrimci öncü devrimci savaşçı eylemiyle hayata ağırlığını koymadan, emekçilerin hayat karşısındaki çaresizlik duygularının, çarpılmış politik ve toplumsal tutumlarının,belirsizliklerle dolu duruşlarının değişmesi mümkün görünmüyor.

***
Görüldüğü üzere, tüm çelişki alanları açısından küçümsenemeyecek gelişmeler yaşı- yoruz. Sistemin çelişkilerinin büyüdüğü, derinleştiği, ancak çözüm imkanlarının ise daraldığı, genel olarak sürecin belirsizliklerinin arttığı görülüyor. Çatışan tarafların hiçbiri bu sorun alanlarında kendi çözümlerini kesin biçimde egemen kılamıyorlar. Böylece her bir sorun alanı günlük yeni olay ve gelişmelerle daha da karmaşıklaşıyor. Ve kaçınılmaz olarak bir çözümsüzlük içinde sürüklenme düşüncesi çatışan tüm taraflarda şu ya da bu ölçüde egemen oluyor. Aslında emperyalist stratejistler bu durumun belirli uzun bir dönem için kesin biçimde düzeltilebilir geçici bir durum olmadığının, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren bilincindeler. Emperyalist kapitalist sistem genel bunalım demektir. 1945’ten sonra savaşın yarattığı yıkımın ortaya çıkardığı yeniden inşanın yarattığı muazzam ortam içinde genel bunalımı kısmen hafifleyen sistem, bu olanakları 1970’lerin başına gelindiğinde önemli ölçüde tükettiğinde genel bunalım ya da kimi yazarların deyişiyle yapısal kriz apaçık ortaya çıkmıştır. Emperyalist politika belirleyicileri ve stratejistlerin buna yanıtı “köklü ve kesin çözüm” olmamıştır, olamamıştır.
Çünkü genel bunalım kapitalizme içkin bir durumdur, onun temel yapısal bir özelliğidir. Yanıtları krizi yönetmekdir. Ya da şimdilerde Bush yönetimi tarafından kullanılan moda deyişle “kontrol edilebilir istikrarsızlık”tır. Yani krizi ortadan kaldırma imkanı yoksa, onu kontrol edebilmek, ağır bir çöküşlere ve devrimlere yol açmayacak tarzda yönetmek, kontrol etmek gerekmektedir.
1990’larda reel sosyalist ülkelerin çöküşü emperyalist sistem için hem muazzam olanakların kapısının açılması anlamına gelirken, hem de kendi içinde büyük güç mücadelelerinin önünün açılması anlamına geliyordu. Bu tablo 1990’lardan 2000 başına değin, ABD’nin ezici ağırlığı altında daha çok ortaya çıkan imkanların değerlendirilmesi söylemiyle biçimlendi. Yeni tarihsel sürecin bu ilk aşamasında da kanlı savaşlar önemli bir yer tuttu. Emperyalistler arasında zorlamada olsa ABD politikalarının belirleyiciliği karşısında boyun eğiş tablosu egemen oldu. Ancak 2000’lerden bu yana, sadece emperyalistler arası çelişkiler alanında değil, emekçi sınıflar ve ezilenler de dahil olmak üzere tüm kesimlerde ve cephelerde çelişkiler adeta patlamıştır. Emperyalistler arasında kimi taktik birliklere karşın çatışmalı ve çekişmeli atmosfer egemen hale gelmiştir. Emekçi sınıfların ve ezilenlerin direnişleri ve mücadeleleri hem uluslararası çapta, hem de giderek artan sayıda ülkede mutlaka hesaba katılması gereken temel bir faktör haline gelmiştir.
Artık krizi yönetmek emperyalist kapitalist sistemin hegemon gücü ABD için giderek daha zor bir iş haline geliyor. Özellikle direniş güçleri karşısında artık mümkün olmaktan çıkıyor. Yeni-sömürge oligarşileri ise sorunlar karşısında giderek daha fazla inisiyatif kaybına uğruyorlar.

Devrimci Özne; Kurtuluşun Tek Yolu...
Coğrafyamızda bu tablo içindeki en önemli boşluk devrimci özne/öncüdür. Oligarşinin bütün taraflarının üzerinde anlaştıkları az sayıdaki meseleden biri de bu boşluğun kesinlikle sürdürülmesi gerektiğidir. Proletarya ve geniş emekçi kitleler gibi, onlar adına öncülüğe soyunan güçler de esas olarak bir sürüklenme hali içindedirler.
Bu sürüklenme durumu salt pratik güç sorunuyla ilgili değildir. Devrimcilik hemen hemen her zaman, çok küçük bir güçle yola çıkarak, büyük devrimler yaratma işi olmuştur. Büyük güçlerle yola çıkıldığı zaten pek görülmüş bir durum değildir. Coğrafyamızda devrimci hareketin sorunu esas olarak ufuk, bilinç ve özgüven sorunudur.
Devrimci güçler genel olarak sağlam bir devrimci yenileme perspektifinden, buna bağlı bir plan ve programdan ve sistematik çalışmadan yoksun, genel geçer, ufuksuz, sığ bir çalışma sürdürmektedir. 2 yıl sonra bugünkünden farklı olarak nerede olmak istediği sorusuna net, açık yanıtlar verebilen devrimci kadro yok gibidir. Genel geçer bir örgütlenelim, çoğalalım, kurumlarımızı çoğaltalım, eylem gücümüzü arttıralım, vb. söylemi devrimci saflarda egemen durumdadır. Sıçramalı gelişme, atılımlar yapma, bugünden bunların zeminini örme yaklaşımı yoktur. Sıçramalı gelişme imkanları esas olarak kitle hareketinin kendiliğinden gelişmesine havale edilmiştir. Kitle hareketi kabaracak, devrimci harekette bundan yararlanıp sıçramalar yapacak, yani armut piş ağzıma düş... Bunun bir başka ifadesi; kitle hareketi zayıf, gericilik çok güçlü, uluslararası alanda emperyalist saldırganlık çok güçlü, ancak bu kadar devrimci gelişme oluyor biçimindedir. Ufuk, hedefler genel olarak kitle hareketinin kendiliğinden gelişmesine ayarlanmış durumda. Devrimci bilincin ve ufkun devrimi yenilenme temelinde bütünlüklü olarak yeniden üretilmesi, sürece devrimci tarzda güçlü biçimde devrimci müdahalenin imkanlarının yaratılması vb. yönünde bütünlüklü bir çaba yoktur, varolan çabalar çoğunluklu çeşitli konulara ilişkin parça parça çabalardır. Özgüven oldukça zayıftır. Öyleki, heyecanlı, atak genç sempatizanlarda görülen parça bölük pratik coşkunluk dışında, mevcut statükoyu aşmak, sıçramalı gelişme ve devrimci atılım yaratmak yönünde ciddi bir söylem, kararlılık vb. görmek mümkün olmuyor.
Devrimci harekette özgüven yitiminde düşmanın saldırı dalgalarının da derin bir etkisi bulunuyor. Bu bağlamda, kırılma noktasını; PKK’nin 1999’daki stratejik çizgi değişikliği oluşturuyor. PKK’nin yenilgisi, başarı konusunda, devrimci inisiyatif ve sıçramalı gelişme, devrimci savaş vb. konularda derin bir moral yıkıma yol açtı. Bunu 19 Aralık cezaevi operasyonu ile yaşanan ağır yıkım izledi.
Son iki yıldır, bu gelişmelere, düşmanın çeşitli devrimci yapılara dönük merkezi saldırıları da eklenmiş durumdadır. 2005 Haziran’ında MKP’ye yönelik merkezi operasyonda, tek bir darbeyle bu hareketin önder kadrolarının katledilmesi, bu yıl içinde TKP/ML’ye dönük merkezi operasyonlarla darbeler indirilmesi ve son olarak MLKP’ya dönük merkezi operasyonla yine tek bir darbeyle çok sayıda devrimcinin yakalanıp tutuklanması, düşmanın gücü, takip yeteneği, teknik bilgisi, vb... konusunda pek çok abartılı düşüncenin yayılmasına, başarı duygusunun zayıflamasına yol açmıştır.
Düşman gücünü dağıtmadan merkezi kadrolarda yoğunlaşmakta, yeterince bilgi topladığında, konjonktürel olarak en uygun zamanı beklemekte ve bu uygun zaman ve zeminde harekete geçerek devrimci yapılara ağır darbeler indirmektedir. Düşman bu tür operasyonlar için eşiği oldukça aşağı sınırlara çekmiştir. Devrimci hareketin hiçbir bileşeninin yakın ve açık bir tehlike oluşturacak güce sahip olmadığını düşman bilmektedir. Ancak bu da beklenmemektedir. Tüm devrimci ve sol güçler düşman tarafından değişik düzeylerde izlenmektedir. İster legal, ister illegal faaliyet yürütsün sol ve devrimci güçlerden her hangi birinin saldırıya hedef olması için büyük güçler yaratması gerekmiyor. Başarı ve gelişme umudunu kısmen de olsa yaratması, biraz olsun toparlanması, stratejik çizgisini uygulma yeteneğine az da olsa yaklaşması saldırının startının verilmesi için yeterli olmaktadır. Düşmanın derdi, devrimci yapıları tümüyle imha etmek değildir. Bunun mümkün olmadığını da biliyorlar. Asıl dertleri, birincisi, özellikle illegal faaliyetlerde yürüten devrimci yapılar açısından, bu faaliyetlerin başarısız kalmaya mahkum olduğu, legal alan dışında gelişme umudu olmadığı duygusunu yaratmaktır. Yani çalışma ağırlıklarını adım adım legal alana kaydırmalarını sağlamaktır. İkincisi ise esas olarak, devrimci güçleri sürekli biçimde zayıf, önderliksiz, yenik ve sinik durumda tutmaktır. Asıl dertleri budur.
Bu operasyon mantığı, aynı zamanda, önleyici vuruş stratejisinin pratik uygulamalarından biridir. Devrimci saflarda özgüvenin yıkımı bütün bu süreçlerden, gelişmelerden beslenmektedir. Bu durum, kaçınılmaz biçimde sürüklenen, ufuksuz, genel geçer bir devrimcilik tarzı yürüten, kaderini kitle hareketinin ritmine bağlamış (ki o hareket yükseldiğinde de birşey yapma şansı yoktur, 2001 kriz günleri, köylü direnişleri ve daha pek çok direniş ve süreç bunu gösteriyor) bir devrimci ve sol hareket tablosu yaratmıştır. Söylemde ne denilirse denilsin özne bilinci, öncü bilinci pratikte kararmıştır, kaybedilmiştir. (Kuşkusuz her devrimci ve sol yapı açısından bu durum değişik ölçektedir, ancak genel tablo budur.)
Bu duruş, bu tablo devrimci özne duruşu, tablosu değildir. Öncü duruş değildir. Bu yoldan öncüleşilemez de. Bu yoldan, proletaryanın partisi inşa edilemez. Devrimci sosyalizm bu tablo içinde bütünlüklü devrimci yenilenme ufkuyla, perspektifiyle, sıçramalı gelişme ve atılım hedefiyle, genel geçer hedefler ve söylemlerle çalışma yaklaşımını aşan yeniden inşa programıyla ve çalışma planıyla ayırt edici bir yerde durmaktadır. Bunların toplamından devrimci özne/öncü bilinci ve onu yaratma pratiği ve kararlığı ortaya çıkmaktadır.
Devrimci yenilenme temelindeki yeniden inşa sürecimizi büyüterek, menzile ulaştırmak, bugünkü tablo içinde daha yaşamsal önemdedir. Kuşkusuz, bu gerici moral ve siyasal atmosferin şu ya da bu düzeyde saflarımıza da bulaşması mümkündür. Zor yollardan geçeceğiz, düşenler olacak, gerileme noktaları olacak, ancak başarmak için gerekli bilince ve ufka sahibiz. Toplumsal hayatın her bir çelişkisini geliştirdiğimiz çalışma planları temelinde işleme zamanıdır. Sürecimize ilişkin değerlendirmeleri ışığında geliştirdiğimiz, geliştireceğimiz politikaları anlamak ve pratiğe dönüştürmek için hızla harekete geçmeliyiz.
Devrimci yenilenme ve yeniden inşa bilinci ve ufkuyla, devrimci pratiği geliştirerek, emekçi kitlelerle birlikte yürüyerek adımlarmızı büyütelim...



 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19