Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

44. Sayı - Eylül 2006

İşbirlikçiler Cephesinde Bayram Havası
Emperyalizmin ve Siyonizmin uşakları nihayet muratlarına erdiler. Halkın yüzde sekseninin muhalefetine ve sokaklardan gelen haykırışlara rağmen Lübnan’a asker gönderme tezkeresini meclisten geçirdiler ve bir kez daha efendilerinin gözüne girmeyi becerdiler. Şimdi gurur zamanı! Şimdi televizyonlara çıkıp bir yandan halka rağmen karar alabilmenin keyfini çıkarma, bir yandan da emperyalistlere mesaj gönderme günlerindeyiz.

Filistin ve Lübnan’da Neler Oldu?
Dönüp bir daha hatırlamakta yarar var: Filistin ve Lübnan’da neler oldu da birdenbire Birleşmiş Milletler denilen emperyalist kukla tiyatrosu, “barış sağlama” görevini anımsadı? Daha doğrusu şöyle sormak gerekiyor: Lübnan’da zaten bir “Barış Gücü” yok muydu?
Tabii ki vardı; hem de yıllardır vardı. Peki o zaman niçin BM, mevcut gücün sayısını şu kadar ya da bu kadar artırmak yerine yeni bir kararla yeni bir güç gönderme gereği duydu? Ve daha önemlisi, bu kararı ne zaman aldı?
Bütün bu soruları anlamak için çok uzağa da değil, yakın geçmişe bakmak yeterli. Bu yakın geçmişte gerçekleşen en önemli olay ise kuşkusuz Filistin seçimleriydi. Afganistan ve Irak işgallerinin ardından direnişlerle bunalan ABD emperyalistlerinin Büyük Ortadoğu Projesi’ni ilan ettiği günler henüz çok geride kalmamıştı. Bu projenin de esas hedefinin bölgede henüz uysallaştırılamamış ya da ezilememiş olan güçlerin tasfiyesi olduğu biliniyordu. Irak direnişinin mezhep kaosları içinde kırılması, İran ve Suriye gibi sorun yaratan odakların sıkıca baskı altına alınması ve en ciddi sorun olarak gözüken Filistin direnişinin ise rüşvet, baskı, kıyım, vs. bütün yollar denenerek, kimi zaman yol haritalarıyla, kimi zaman direniş önderlerini hedef alan Siyonist füzelerle ezilerek teslimiyete zorlanması… Tümüyle felçli Hamas liderinin katledilmesinden FHKC liderinin korsanlıkla kaçırılmasına dek her yol kullanılıyordu bunun için.
Öte yandan bu proje, kademe kademe sıralanan bir işbirlikçiler hiyerarşisini de öngörüyordu, ki kuşkusuz bu bölgesel piramidin tepesinde Siyonist İsrail vardı. Daha sonra ise Türkiye gibi her işe sürülmeye gönüllü işbirlikçiler, gerici Arap rejimleri, Ürdün ve Lübnan gibi uydurma devletçikler ve Pakistan gibi bölgenin en kötü şöhretli diktatörlükleri geliyordu.
İran’a nükleer dayatma, Suriye’ye yüklenen provokatif suikastler, Filistin’e hem “yol haritası”, hem de tanklar… Liste böylece uzuyordu.
Tam da bu noktada, Irak direnişi henüz bitirilememişken, Filistin seçimleri emperyalist politikalara ciddi bir darbe oldu. Filistin halkı ortaya konulan sandığa gitmiş ve kendisini yönetecek güç olarak Hamas’ı seçmişti. Bu, Hamas’ın kirli geçmişi ve gerici niteliğinden bağımsız olarak halkın açık bir tercihini yansıtıyordu. Filistin halkı, uzun yıllar boyu uzlaşma yollarında gitgide bataklığa saplanan ve bu arada yüzlerce yolsuzluk ve skandalla kirlenen El-Fetih ekibini reddediyor ve direniş vaat eden bir gücü iktidara getiriyordu. Bu tercih, özel olarak Hamas’la ilgili değildi; emperyalistler ve siyonistler açısından potansiyel tehlike de buydu zaten. Filistin halkı, 70’lerin deyimiyle söylersek, yeniden bir “red cephesi”ni tercih ediyordu.
Provokasyonlar ve saldırılar gelmekte gecikmedi. Bir yandan İsrail Hamas’a karşı resmen savaş ilan ederken, diğer yandan ise suikast ve işgal politikalarını sürdürüyordu. Tam da bu noktada İsrailli bir askerin Filistin direniş güçleri tarafından esir alınması gündeme geldi. Çocuklar ve kadınlar dahil olmak üzere binlerce Filistinli, İsrail zindanlarında çürütülürken bir İsrail askerinin esir alınması aslında bir açıdan hiç de vahim değildi, üstelik hiç olmamış bir şey de değildi. Ama artık İsrail’in ipleri çözülmüştü ve azgın bir saldırı dalgası başladı. Daha birkaç ay önce sözde boşalttığı Gazze’ye yeniden giren İsrail ordusu, bakanları, milletvekillerini tutukluyor, ölüm fermanları yayınlıyordu.
İşler bu aşamaya geldiğinde, süreçte yeni bir perde açıldı ve Lübnan, neredeyse zaman zaman Filistin cephesini unutturacak kadar çok öne çıktı. Lübnan topraklarına ayaklarını basan ama İran’la da sıkı bağlar içinde olan Hizbullah, bir adım öne çıkınca bu kez İsrail savaş makinesi Lübnan’a yönelmekte gecikmedi. Bir yandan bir başka hesaplaşmanın, İran-ABD çatışmasının sanki provası yapılıyordu ama bir yandan da bu, Lübnan-Filistin topraklarında gerçekleşen, o topraklara özgü bir savaştı.
İsrail’in planı basit görünüyordu aslında. Hitler tipi bir “yıldırım savaşı” ile Hizbullah’ın kolu kanadı iyice kırıldığında ve direniş kapasitesi iyice düşürüldüğünde biraz yabancı gözlemcilere razı olmak ve böylece Filistin’e ciddi moral etki yapan bu odağın zayıfladığı koşullarda yeniden “yol haritaları”na geri dönmek…
Ama, İsrail Genelkurmayı dahil olmak üzere herkesin üzerinde hemfikir olduğu gibi, bu plan tutmadı. “Yıldırım Savaşı” fiyaskoyla sonuçlandı ve Hizbullah bu savaştan bütün sivil kayıplara karşın moral açıdan bir tür zaferle çıktı. Hesaplanmayan olgu, yapay bir devlet olan Lübnan’da Hizbullah’ın yıllardır kazandığı konum ve büyük askeri-moral gücüydü. Hizbullah üzerinden İran’a mesaj verme projesi, İran’ın ABD ve İsrail’e tersten bir mesaj göndermesiyle bozuldu: Bana dokunamazsınız!

Ateşkes ve “Barış Gücü” Planı
O güne dek bine yakın çocuk ve kadının vahşice katledilmesine karşı parmağını oynatmayan BM, tam da işlerin İsrail açısından sarpa sarmaya başladığı bu aşamada ortaya çıktı. O güne dek bütün ateşkes önerilerini Hizbullah’ın iyice ezileceği umuduyla veto eden ABD, sadık müttefikinin imdadına yetişti ve BM bir gün içersinde inanılmaz bir hızla kararlar almaya başladı.
İsrail’in beceremediğini bir başka yoldan becermek! Hiç lafı uzatmadan açıkça söylenebilir: Bugünkü planın özü budur. Daha da açık ve net söylemek, iyice altını çizmek gerekiyor: Bu, bir işgal planıdır! Kararın içeriği, gizli maddeleri, açık maddeleri, Türkiye’nin ne yaptığı, vs. tartışmalarının da bu bakımdan hiçbir anlamı yoktur. Lübnan halkını korumak, barışı sağlamak gibi demagojilerin de bir hükmü bulunmamaktadır; savaşın tek bir nedeni vardır ve onu da bütün dünya bilmektedir: İsrail. Barışı korumanın yolu da gayet basittir: İsrail’i silahsızlandırmak! Oysa, Barış Gücü, saldırgan güç olan İsrail topraklarına değil Lübnan’a konuşlandırılmaktadır. Güney Lübnan’da sınır boyunca bir bölge belirlenecek, burası fiilen işgal edilerek İsrail için “tehlikesiz” hale getirilecek ve sonra bu bölgede resmi Lübnan devletinin, yani aslında hiçbir zaman var olmayan şu hayalet devletin egemenliği “tesis edilecek!”
Bütün bunların bir işgal başlangıcı olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Bütün bunların Hizbullah’a saldırı amacını taşıdığını görmemek için kör olmak gerekir. Ayrıca zaten ABD’nin BM temsilcisi de ikinci bir planlarının olduğunu gizlemiyor. Öte yandan, halkın neredeyse yüzde yüzünün Hizbullah’ı desteklediği bir bölgeyi “güvenli” hale getirmenin tek yolu, oradaki yerleşim alanlarının ortadan kaldırılması, bizdeki orman yakma-köy boşaltma taktiğine benzer biçimde bölgenin insansızlaştırılmasıdır.
Bugün söylenen bütün yumuşak sözlerin, yemin billah edilerek altı çizilen “Hizbullah’la çatışılmayacak” garantilerinin tümü de anlamsızdır, gerçeğin karşısında parçalanıp gidecektir. Lübnan’ın bu bölgesi Hizbullah’a aittir ve Filistin direnişiyle yakın temasta olan bu bölgenin İsrail için “güvenli” hale getirilmesinin tek yolu, Hizbullah’ı vurmaktır. Bu, tek yoldur; çünkü Ortadoğu topraklarının bu parçasında Hizbullah dahil hiçbir direnişçi gücün ehlileşme, uysallaşarak İsrail katillerine karşı mücadele etmekten vazgeçme ihtimali yoktur. Ne Hizbullah, ne Hamas, ne de bölgenin diğer güçleri Siyonizmle savaşmaktan geri durma lüksüne sahip değillerdir.
Sonuç olarak, adı ne olursa olsun bu emperyalist askeri güç, eninde sonunda kalıcı bir işgal gücüne dönüşmek, bölgenin direnişçi güçlerine saldırmak zorundadır. Bu da aslında genel ABD planına uygundur. Çünkü bu planın bütün ekseni, bölgenin direniş güçlerinin ezilmesi ya da satın alınarak ehlileştirilmesi üzerine kuruludur. Yani neresinden bakılırsa bakılsın bu girişim, İsrail’in yapamadığının uluslararası emperyalist güçler tarafından yapılması amacına yöneliktir. Üstelik bu kez, İsrail kadar bölgeyi tanımayan güçler bu konuda görev almaktadır ki, açıkça söylemek gerekirse hiç şansları yoktur.
Kazanacak olan şimdiden bellidir: Filistin ve Lübnan halkları! Ne kadar güç yığılırsa yığılsın, ne kadar uzun süre kalırsa kalsın, toprak bu yabancı maddeyi geri kusacak ve ABD’nin Beyrut’ta 80’li yıllarda yaşadığı yenilginin utancı bir kez daha tekrarlanacaktır. Üstelik bu defa, Filistin ve çevresindeki diğer Arap güçlerini birleştiren, kısa vadede yeni ulusal ittifakların zeminini hazırlayan ve en önemlisi gerici Arap rejimlerinin halklarını da harekete geçirebilecek bir moral ortam vardır. George Habbaş’ın “Arap ulusal birliği” çağrısı bu bakımdan önemlidir; çünkü özellikle Hizbullah’ın başarısı bütün Arap coğrafyasında etki yaratmış ve gerici rejimlerin Filistin ve Lübnan halkına yönelik sahtekar tutumunu açığa çıkarmıştır.

Unutturulan Gazze’de Soykırım Yaşanıyor

Lübnan ateşkesinin kirli pembe havasında İsrail'in Gazze'deki soykırımı gizlenmeye, unutturulmaya çalışılı yor.
Bugün 1,3 milyon Filistinli, İsrail'in kuşatmasıyla hapis. Birçok Filistinli İsrail'in günübirlik hava va kara saldırılarında öldürülüyor. Doktorlar, 25 Haziran'dan bu yana toplam 262 sivilin öldüğünü, bin 200 sivilin de yaralandığını belirtiyor. İsrail uçakları, Gazze'ye 250'den fazla operasyon düzenledi. İki enerji santralı, üç bakanlık yıkıldı. Filistinlilere ait 120'den fazla bina yok edildi. Elektrik şebekesinde 1,8 milyar dolarlık maddi zarar meydana geldi ve 1 milyondan fazla insan içme suyundan yoksun kaldı. Batı Şeria ve Gazze, ekonomik olarak çökmüş durumda. Reel gelirler 2006'da en az üçte bir oranında azaldı ve nüfusun üçte ikisi yoksul.
Eski göz doktoru ve Gazze'nin belediye başkanı Ebu Ramadan, "Gazze bir hapishane. Ne insanların ne de malların Gazze'yi terk etmesine izin verilmiyor. İnsanlar açlıktan ölmeye başladı bile." Dr. Ebu Ramadan, İsraillilerin turunçgil bahçelerinin yüzde 70'ini güvenlik bölgeleri oluşturma bahanesiyle yok ettiğini söylüyor. İsrail tarafından düzenlenen bir hava saldırısı sonucunda bir elektrik enerjisi istasyonunun yok edildiğin ve böylelikle enerji kaynağının yüzde 55'inin kaybedildiğini belirtiyor. İsrail, vergi gelirlerini dondurduğu gibi, malların Gazze'ye gişini de engelliyor. Gazze halkının üçte ikisi işsiz ve üçte biri kamu kesiminde çalışıyor.
Sonuçta, İsrail işgali ve Batı ambargosu, Gazze'deki herkese kesilen ortak ceza. Üstelik Lübnan’daki “ateşkes” ortamının bulanıklığında Gazze felaketi görmezden geliniyor, Gazze unutturuluyor.

 

Türkiye: Kölece İtaat ve İşbirlikçilik Ruhu
İşte Türkiye’nin almak istediği sefil figüranlık rolü, böyle bir işgal senaryosunun parçasıdır.
Bir yandan, aslında bu tezkere zaferi (!), hiç tartışmasız biçimde işbirlikçilerin 1 Mart tezkeresindeki zayıflıklarının özürüdür. Türkiye oligarşisi ve özel olarak AKP hükümeti, böylece efendilerine “güvenilir uşak” olduklarını göstermiş ve geçmişte olan şeyin sadece bir anlık zaaf olduğunu kanıtlamışlardır. Bize güvenebilirsiniz, bizi her yere çekinmeden çağırabilirsiniz, koşa koşa geliriz ve hizmet ederiz… Halkın %90’ının sizden nefret etmesini dert etmeyin, biz onlara rağmen sizin sadık uşaklığınızı yapmaya devam edeceğiz… Meclis’teki 340 oyun söylediği şey budur!
Ama bundan daha önemlisi, ordusuyla siviliyle Türkiye oligarşisinin bu davranışı artık kalıcı ve meşru kılma amacıdır. Türkiye, açıkça bu coğrafyada ABD askeri olarak hizmet vermeyi “normal” bir devlet politikası haline getirmek ve halkı buna ikna etmek istemektedir. Hizbullah’la çatışılıp çatışılmamasının, bütün o kabadayı lafların ötesinde asıl önemli olan gerçek budur. Oligarşi, böylece Rice’nin kurulacağını hayal ettiği “yeni Ortadoğu”da tuttuğu safı görünür biçimde işaretlemiştir. Öyle ki, askerin gerçekten gönderilip gönderilmemesi, sayısı, görevi, vs. de artık önemli değildir. Türkiye, niyetini ve tutumunu ortaya koymuş; bu coğrafyadaki bütün çatışmalarda ABD ve İsrail saflarında yer alacağını ilan etmiştir. Dolayısıyla bu, başka lejyonerliklerin de kapısının açılmasıdır. Örneğin bu noktadan sonra İran’a karşı yapılacak bir harekatta da Türkiye’nin yer alması mümkündür. Kaldı ki zaten şu anda da Hizbullah’ı ve Filistin i vuran İsrail hava kuvvetlerinin pilotları Konya’da eğitim görmekte, İncirlik’ten İsrail’e lojistik destek verilmekte ve bir dizi anlaşma ile sıkı fıkı ilişkiler kurulmaktadır. Yani bu esasen başlamış bir süreçtir.
İşin asıl önemli olan noktası burasıdır. Yoksa “Hizbullah’la çatışılırsa geri çekiliriz” gibi ucuz kabadayılıkların ciddiye alınır bir tarafı zaten yoktur. BM kararlarının bağlayıcılığı bir tarafa, zaten Hizbullah’la çatışmak da öyle pek akıllıca bir iş değildir. Uluslararası güç daha Hizbullah’a karşı ilk silahı patlattığı anda kendisini büyük bir kaosun içinde bulacaktır. Hiç tanımadığı bir bölgede, hangi evden ne zaman ateş açılacağını bilmeyen bir durumda bu birlik bir süre sonra halkla savaşır hale gelecektir. Türk ordusunun halkla savaşma gelenek ve deneyimi bilinmektedir gerçi ama bu işin Lübnan’da yapılması o kadar kolay değildir.
Ayrıca, “büyük devlet” olma, “maçı kale arkasından izlememe” gibi ucuz edebiyatların da bir hükmü yoktur. Türkiye, Ortadoğu bölgesinde orta boy bir yeni-sömürge ülkedir ve anti-emperyalist anti-oligarşik bir devrimle emperyalistler ve işbirlikçileri kovulmadan da bundan büyük, bundan fazla bir şey olmayacaktır. Uşaklık yoluyla “büyüme”nin mümkün olmadığı şimdiye dek binlerce kez kanıtlanmıştır. Bugün Washington’un övgüsünü alanların da yarın için garantileri yoktur. Daha şimdiden yedek kulübesinde hazırlamaya başladıkları yeni aktörleri yarın ortaya sürerler ve bugün sarhoşluğun zirvesinde olanlar daha birkaç yıl önce siyaseten ceset haline getirilmiş olan meslektaşlarının yanını boylarlar. Yeni-sömürge siyasetinde işler böyle yürür. Yani büyük siyasetçi, büyük devlet kavramları oynaktır, geçici mutluluklardır. Öte yandan “büyük” olmanın formülünü Lübnan’da değil de Kürtlerin ezilmesinde bularak orduyu “Beyrut’a değil Kandil’e” gönderme hevesini güdenler de, halkla savaşılarak bir yere varılamayacağını eninde sonunda öğrenirler.
“Maç seyretme” konusunda ise söylenebilecek tek şey, sefil bir sahtekarlık içinde olduklarıdır. Katliam bütün hızıyla sürerken parmağını bile oynatmayanların böyle sözler söylemeleri utanç vericidir.
Sonuç olarak Türkiye’nin de heveslendiği uluslar arası güç projesi, eninde sonunda hüsrana uğrayacak bir işgal projesinden başka bir şey değildir ve kim bu projenin içinde yer alırsa o, mutlaka hezimete uğrayanların arasında olacaktır.

Sürekli Dayanışma Sürekli Enternasyonalizm
Bugün, tezkerenin çıkmasıyla birlikte her şey bitmiş değildir. Türkiye devrimci hareketi ve emekten yana anti-emperyalist güçlerin yapabilecekleri çok şey vardır. Her şeyden önce direnen Filistin ve Lübnan halklarına olan desteğin devamlılığı son derece önemlidir. Lübnan ateşkesinin gölgesi altında kalan Gazze faciasını unutturmamak, kesintisiz bir biçimde Filistin davasını desteklemek ve anti-emperyalist anti-siyonist kampanyayı sürdürmek bugün artık daha fazla acildir.
Bütün bunlar için Hizbullah’a sempati duymak gibi saçmalıklara da gerek yoktur. Çok kirli bir geçmişe sahip olan Saddam’ın bile Türkiye solunun sınırlı bazı kesimlerinde hafif bir sempati görmesi düşünülürse, Hizbullah için bu uyarı daha anlamlıdır. Ayrıca, Hizbullah’ın anti-siyonist savaşına destek vermenin Türkiye’deki dinci gruplarla özel bir yakınlık geliştirmeyi gerektirmediği de ortadadır. Esasen doğru olan tutum, emperyalizme ve siyonizme tepki duyan emekçilerin tümüne -hangi dini inanışa sahip olurlarsa olsunlar- doğrudan, onların dini-siyasi temsiliyetlerini dikkate almadan gitmek ve bu duyguları devrimci duygulara çevirmektir. 2006 Türkiye’sinde bunu yapmak mümkündür, hem de çok mümkündür.
Özel olarak devrimci sosyalist hareket, Ortadoğu halklarının devrimci dayanışmasını her şeyin üstünde tutmakta ve bunu stratejik bir görev olarak görmektedir. Türkiye devrimi, Ortadoğu devriminin ayrılmaz bir parçasıdır. Bunu hiç unutmuyoruz ve enternasyonalizmin ışıklı yolunda yürüyoruz.




 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münif Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/ No:29 Adana
Tel: (0322) 352 17 92