İşbirlikçiler Cephesinde Bayram Havası
Emperyalizmin ve Siyonizmin uşakları nihayet muratlarına
erdiler. Halkın yüzde sekseninin muhalefetine
ve sokaklardan gelen haykırışlara rağmen Lübnan’a
asker gönderme tezkeresini meclisten geçirdiler
ve bir kez daha efendilerinin gözüne girmeyi becerdiler.
Şimdi gurur zamanı! Şimdi televizyonlara çıkıp
bir yandan halka rağmen karar alabilmenin keyfini
çıkarma, bir yandan da emperyalistlere mesaj gönderme
günlerindeyiz.
Filistin ve Lübnan’da Neler Oldu?
Dönüp bir daha hatırlamakta yarar var: Filistin
ve Lübnan’da neler oldu da birdenbire Birleşmiş
Milletler denilen emperyalist kukla tiyatrosu,
“barış sağlama” görevini anımsadı? Daha doğrusu
şöyle sormak gerekiyor: Lübnan’da zaten bir “Barış
Gücü” yok muydu?
Tabii ki vardı; hem de yıllardır vardı. Peki o
zaman niçin BM, mevcut gücün sayısını şu kadar
ya da bu kadar artırmak yerine yeni bir kararla
yeni bir güç gönderme gereği duydu? Ve daha önemlisi,
bu kararı ne zaman aldı?
Bütün bu soruları anlamak için çok uzağa da değil,
yakın geçmişe bakmak yeterli. Bu yakın geçmişte
gerçekleşen en önemli olay ise kuşkusuz Filistin
seçimleriydi. Afganistan ve Irak işgallerinin
ardından direnişlerle bunalan ABD emperyalistlerinin
Büyük Ortadoğu Projesi’ni ilan ettiği günler henüz
çok geride kalmamıştı. Bu projenin de esas hedefinin
bölgede henüz uysallaştırılamamış ya da ezilememiş
olan güçlerin tasfiyesi olduğu biliniyordu. Irak
direnişinin mezhep kaosları içinde kırılması,
İran ve Suriye gibi sorun yaratan odakların sıkıca
baskı altına alınması ve en ciddi sorun olarak
gözüken Filistin direnişinin ise rüşvet, baskı,
kıyım, vs. bütün yollar denenerek, kimi zaman
yol haritalarıyla, kimi zaman direniş önderlerini
hedef alan Siyonist füzelerle ezilerek teslimiyete
zorlanması… Tümüyle felçli Hamas liderinin katledilmesinden
FHKC liderinin korsanlıkla kaçırılmasına dek her
yol kullanılıyordu bunun için.
Öte yandan bu proje, kademe kademe sıralanan bir
işbirlikçiler hiyerarşisini de öngörüyordu, ki
kuşkusuz bu bölgesel piramidin tepesinde Siyonist
İsrail vardı. Daha sonra ise Türkiye gibi her
işe sürülmeye gönüllü işbirlikçiler, gerici Arap
rejimleri, Ürdün ve Lübnan gibi uydurma devletçikler
ve Pakistan gibi bölgenin en kötü şöhretli diktatörlükleri
geliyordu.
İran’a nükleer dayatma, Suriye’ye yüklenen provokatif
suikastler, Filistin’e hem “yol haritası”, hem
de tanklar… Liste böylece uzuyordu.
Tam da bu noktada, Irak direnişi henüz bitirilememişken,
Filistin seçimleri emperyalist politikalara ciddi
bir darbe oldu. Filistin halkı ortaya konulan
sandığa gitmiş ve kendisini yönetecek güç olarak
Hamas’ı seçmişti. Bu, Hamas’ın kirli geçmişi ve
gerici niteliğinden bağımsız olarak halkın açık
bir tercihini yansıtıyordu. Filistin halkı, uzun
yıllar boyu uzlaşma yollarında gitgide bataklığa
saplanan ve bu arada yüzlerce yolsuzluk ve skandalla
kirlenen El-Fetih ekibini reddediyor ve direniş
vaat eden bir gücü iktidara getiriyordu. Bu tercih,
özel olarak Hamas’la ilgili değildi; emperyalistler
ve siyonistler açısından potansiyel tehlike de
buydu zaten. Filistin halkı, 70’lerin deyimiyle
söylersek, yeniden bir “red cephesi”ni tercih
ediyordu.
Provokasyonlar ve saldırılar gelmekte gecikmedi.
Bir yandan İsrail Hamas’a karşı resmen savaş ilan
ederken, diğer yandan ise suikast ve işgal politikalarını
sürdürüyordu. Tam da bu noktada İsrailli bir askerin
Filistin direniş güçleri tarafından esir alınması
gündeme geldi. Çocuklar ve kadınlar dahil olmak
üzere binlerce Filistinli, İsrail zindanlarında
çürütülürken bir İsrail askerinin esir alınması
aslında bir açıdan hiç de vahim değildi, üstelik
hiç olmamış bir şey de değildi. Ama artık İsrail’in
ipleri çözülmüştü ve azgın bir saldırı dalgası
başladı. Daha birkaç ay önce sözde boşalttığı
Gazze’ye yeniden giren İsrail ordusu, bakanları,
milletvekillerini tutukluyor, ölüm fermanları
yayınlıyordu.
İşler bu aşamaya geldiğinde, süreçte yeni bir
perde açıldı ve Lübnan, neredeyse zaman zaman
Filistin cephesini unutturacak kadar çok öne çıktı.
Lübnan topraklarına ayaklarını basan ama İran’la
da sıkı bağlar içinde olan Hizbullah, bir adım
öne çıkınca bu kez İsrail savaş makinesi Lübnan’a
yönelmekte gecikmedi. Bir yandan bir başka hesaplaşmanın,
İran-ABD çatışmasının sanki provası yapılıyordu
ama bir yandan da bu, Lübnan-Filistin topraklarında
gerçekleşen, o topraklara özgü bir savaştı.
İsrail’in planı basit görünüyordu aslında. Hitler
tipi bir “yıldırım savaşı” ile Hizbullah’ın kolu
kanadı iyice kırıldığında ve direniş kapasitesi
iyice düşürüldüğünde biraz yabancı gözlemcilere
razı olmak ve böylece Filistin’e ciddi moral etki
yapan bu odağın zayıfladığı koşullarda yeniden
“yol haritaları”na geri dönmek…
Ama, İsrail Genelkurmayı dahil olmak üzere herkesin
üzerinde hemfikir olduğu gibi, bu plan tutmadı.
“Yıldırım Savaşı” fiyaskoyla sonuçlandı ve Hizbullah
bu savaştan bütün sivil kayıplara karşın moral
açıdan bir tür zaferle çıktı. Hesaplanmayan olgu,
yapay bir devlet olan Lübnan’da Hizbullah’ın yıllardır
kazandığı konum ve büyük askeri-moral gücüydü.
Hizbullah üzerinden İran’a mesaj verme projesi,
İran’ın ABD ve İsrail’e tersten bir mesaj göndermesiyle
bozuldu: Bana dokunamazsınız!
Ateşkes ve “Barış Gücü” Planı
O güne dek bine yakın çocuk ve kadının vahşice
katledilmesine karşı parmağını oynatmayan BM,
tam da işlerin İsrail açısından sarpa sarmaya
başladığı bu aşamada ortaya çıktı. O güne dek
bütün ateşkes önerilerini Hizbullah’ın iyice ezileceği
umuduyla veto eden ABD, sadık müttefikinin imdadına
yetişti ve BM bir gün içersinde inanılmaz bir
hızla kararlar almaya başladı.
İsrail’in beceremediğini bir başka yoldan becermek!
Hiç lafı uzatmadan açıkça söylenebilir: Bugünkü
planın özü budur. Daha da açık ve net söylemek,
iyice altını çizmek gerekiyor: Bu, bir işgal planıdır!
Kararın içeriği, gizli maddeleri, açık maddeleri,
Türkiye’nin ne yaptığı, vs. tartışmalarının da
bu bakımdan hiçbir anlamı yoktur. Lübnan halkını
korumak, barışı sağlamak gibi demagojilerin de
bir hükmü bulunmamaktadır; savaşın tek bir nedeni
vardır ve onu da bütün dünya bilmektedir: İsrail.
Barışı korumanın yolu da gayet basittir: İsrail’i
silahsızlandırmak! Oysa, Barış Gücü, saldırgan
güç olan İsrail topraklarına değil Lübnan’a konuşlandırılmaktadır.
Güney Lübnan’da sınır boyunca bir bölge belirlenecek,
burası fiilen işgal edilerek İsrail için “tehlikesiz”
hale getirilecek ve sonra bu bölgede resmi Lübnan
devletinin, yani aslında hiçbir zaman var olmayan
şu hayalet devletin egemenliği “tesis edilecek!”
Bütün bunların bir işgal başlangıcı olduğunu görmemek
için kör olmak gerekir. Bütün bunların Hizbullah’a
saldırı amacını taşıdığını görmemek için kör olmak
gerekir. Ayrıca zaten ABD’nin BM temsilcisi de
ikinci bir planlarının olduğunu gizlemiyor. Öte
yandan, halkın neredeyse yüzde yüzünün Hizbullah’ı
desteklediği bir bölgeyi “güvenli” hale getirmenin
tek yolu, oradaki yerleşim alanlarının ortadan
kaldırılması, bizdeki orman yakma-köy boşaltma
taktiğine benzer biçimde bölgenin insansızlaştırılmasıdır.
Bugün söylenen bütün yumuşak sözlerin, yemin billah
edilerek altı çizilen “Hizbullah’la çatışılmayacak”
garantilerinin tümü de anlamsızdır, gerçeğin karşısında
parçalanıp gidecektir. Lübnan’ın bu bölgesi Hizbullah’a
aittir ve Filistin direnişiyle yakın temasta olan
bu bölgenin İsrail için “güvenli” hale getirilmesinin
tek yolu, Hizbullah’ı vurmaktır. Bu, tek yoldur;
çünkü Ortadoğu topraklarının bu parçasında Hizbullah
dahil hiçbir direnişçi gücün ehlileşme, uysallaşarak
İsrail katillerine karşı mücadele etmekten vazgeçme
ihtimali yoktur. Ne Hizbullah, ne Hamas, ne de
bölgenin diğer güçleri Siyonizmle savaşmaktan
geri durma lüksüne sahip değillerdir.
Sonuç olarak, adı ne olursa olsun bu emperyalist
askeri güç, eninde sonunda kalıcı bir işgal gücüne
dönüşmek, bölgenin direnişçi güçlerine saldırmak
zorundadır. Bu da aslında genel ABD planına uygundur.
Çünkü bu planın bütün ekseni, bölgenin direniş
güçlerinin ezilmesi ya da satın alınarak ehlileştirilmesi
üzerine kuruludur. Yani neresinden bakılırsa bakılsın
bu girişim, İsrail’in yapamadığının uluslararası
emperyalist güçler tarafından yapılması amacına
yöneliktir. Üstelik bu kez, İsrail kadar bölgeyi
tanımayan güçler bu konuda görev almaktadır ki,
açıkça söylemek gerekirse hiç şansları yoktur.
Kazanacak olan şimdiden bellidir: Filistin ve
Lübnan halkları! Ne kadar güç yığılırsa yığılsın,
ne kadar uzun süre kalırsa kalsın, toprak bu yabancı
maddeyi geri kusacak ve ABD’nin Beyrut’ta 80’li
yıllarda yaşadığı yenilginin utancı bir kez daha
tekrarlanacaktır. Üstelik bu defa, Filistin ve
çevresindeki diğer Arap güçlerini birleştiren,
kısa vadede yeni ulusal ittifakların zeminini
hazırlayan ve en önemlisi gerici Arap rejimlerinin
halklarını da harekete geçirebilecek bir moral
ortam vardır. George Habbaş’ın “Arap ulusal birliği”
çağrısı bu bakımdan önemlidir; çünkü özellikle
Hizbullah’ın başarısı bütün Arap coğrafyasında
etki yaratmış ve gerici rejimlerin Filistin ve
Lübnan halkına yönelik sahtekar tutumunu açığa
çıkarmıştır.
Unutturulan Gazze’de Soykırım
Yaşanıyor
Lübnan ateşkesinin
kirli pembe havasında İsrail'in Gazze'deki
soykırımı gizlenmeye, unutturulmaya çalışılı
yor.
Bugün 1,3 milyon Filistinli, İsrail'in kuşatmasıyla
hapis. Birçok Filistinli İsrail'in günübirlik
hava va kara saldırılarında öldürülüyor.
Doktorlar, 25 Haziran'dan bu yana toplam
262 sivilin öldüğünü, bin 200 sivilin de
yaralandığını belirtiyor. İsrail uçakları,
Gazze'ye 250'den fazla operasyon düzenledi.
İki enerji santralı, üç bakanlık yıkıldı.
Filistinlilere ait 120'den fazla bina yok
edildi. Elektrik şebekesinde 1,8 milyar
dolarlık maddi zarar meydana geldi ve 1
milyondan fazla insan içme suyundan yoksun
kaldı. Batı Şeria ve Gazze, ekonomik olarak
çökmüş durumda. Reel gelirler 2006'da en
az üçte bir oranında azaldı ve nüfusun üçte
ikisi yoksul.
Eski göz doktoru ve Gazze'nin belediye başkanı
Ebu Ramadan, "Gazze bir hapishane.
Ne insanların ne de malların Gazze'yi terk
etmesine izin verilmiyor. İnsanlar açlıktan
ölmeye başladı bile." Dr. Ebu Ramadan,
İsraillilerin turunçgil bahçelerinin yüzde
70'ini güvenlik bölgeleri oluşturma bahanesiyle
yok ettiğini söylüyor. İsrail tarafından
düzenlenen bir hava saldırısı sonucunda
bir elektrik enerjisi istasyonunun yok edildiğin
ve böylelikle enerji kaynağının yüzde 55'inin
kaybedildiğini belirtiyor. İsrail, vergi
gelirlerini dondurduğu gibi, malların Gazze'ye
gişini de engelliyor. Gazze halkının üçte
ikisi işsiz ve üçte biri kamu kesiminde
çalışıyor.
Sonuçta, İsrail işgali ve Batı ambargosu,
Gazze'deki herkese kesilen ortak ceza. Üstelik
Lübnan’daki “ateşkes” ortamının bulanıklığında
Gazze felaketi görmezden geliniyor, Gazze
unutturuluyor.
|
Türkiye: Kölece İtaat ve İşbirlikçilik Ruhu
İşte Türkiye’nin almak istediği sefil figüranlık
rolü, böyle bir işgal senaryosunun parçasıdır.
Bir yandan, aslında bu tezkere zaferi (!), hiç
tartışmasız biçimde işbirlikçilerin 1 Mart tezkeresindeki
zayıflıklarının özürüdür. Türkiye oligarşisi ve
özel olarak AKP hükümeti, böylece efendilerine
“güvenilir uşak” olduklarını göstermiş ve geçmişte
olan şeyin sadece bir anlık zaaf olduğunu kanıtlamışlardır.
Bize güvenebilirsiniz, bizi her yere çekinmeden
çağırabilirsiniz, koşa koşa geliriz ve hizmet
ederiz… Halkın %90’ının sizden nefret etmesini
dert etmeyin, biz onlara rağmen sizin sadık uşaklığınızı
yapmaya devam edeceğiz… Meclis’teki 340 oyun söylediği
şey budur!
Ama bundan daha önemlisi, ordusuyla siviliyle
Türkiye oligarşisinin bu davranışı artık kalıcı
ve meşru kılma amacıdır. Türkiye, açıkça bu coğrafyada
ABD askeri olarak hizmet vermeyi “normal” bir
devlet politikası haline getirmek ve halkı buna
ikna etmek istemektedir. Hizbullah’la çatışılıp
çatışılmamasının, bütün o kabadayı lafların ötesinde
asıl önemli olan gerçek budur. Oligarşi, böylece
Rice’nin kurulacağını hayal ettiği “yeni Ortadoğu”da
tuttuğu safı görünür biçimde işaretlemiştir. Öyle
ki, askerin gerçekten gönderilip gönderilmemesi,
sayısı, görevi, vs. de artık önemli değildir.
Türkiye, niyetini ve tutumunu ortaya koymuş; bu
coğrafyadaki bütün çatışmalarda ABD ve İsrail
saflarında yer alacağını ilan etmiştir. Dolayısıyla
bu, başka lejyonerliklerin de kapısının açılmasıdır.
Örneğin bu noktadan sonra İran’a karşı yapılacak
bir harekatta da Türkiye’nin yer alması mümkündür.
Kaldı ki zaten şu anda da Hizbullah’ı ve Filistin
i vuran İsrail hava kuvvetlerinin pilotları Konya’da
eğitim görmekte, İncirlik’ten İsrail’e lojistik
destek verilmekte ve bir dizi anlaşma ile sıkı
fıkı ilişkiler kurulmaktadır. Yani bu esasen başlamış
bir süreçtir.
İşin asıl önemli olan noktası burasıdır. Yoksa
“Hizbullah’la çatışılırsa geri çekiliriz” gibi
ucuz kabadayılıkların ciddiye alınır bir tarafı
zaten yoktur. BM kararlarının bağlayıcılığı bir
tarafa, zaten Hizbullah’la çatışmak da öyle pek
akıllıca bir iş değildir. Uluslararası güç daha
Hizbullah’a karşı ilk silahı patlattığı anda kendisini
büyük bir kaosun içinde bulacaktır. Hiç tanımadığı
bir bölgede, hangi evden ne zaman ateş açılacağını
bilmeyen bir durumda bu birlik bir süre sonra
halkla savaşır hale gelecektir. Türk ordusunun
halkla savaşma gelenek ve deneyimi bilinmektedir
gerçi ama bu işin Lübnan’da yapılması o kadar
kolay değildir.
Ayrıca, “büyük devlet” olma, “maçı kale arkasından
izlememe” gibi ucuz edebiyatların da bir hükmü
yoktur. Türkiye, Ortadoğu bölgesinde orta boy
bir yeni-sömürge ülkedir ve anti-emperyalist anti-oligarşik
bir devrimle emperyalistler ve işbirlikçileri
kovulmadan da bundan büyük, bundan fazla bir şey
olmayacaktır. Uşaklık yoluyla “büyüme”nin mümkün
olmadığı şimdiye dek binlerce kez kanıtlanmıştır.
Bugün Washington’un övgüsünü alanların da yarın
için garantileri yoktur. Daha şimdiden yedek kulübesinde
hazırlamaya başladıkları yeni aktörleri yarın
ortaya sürerler ve bugün sarhoşluğun zirvesinde
olanlar daha birkaç yıl önce siyaseten ceset haline
getirilmiş olan meslektaşlarının yanını boylarlar.
Yeni-sömürge siyasetinde işler böyle yürür. Yani
büyük siyasetçi, büyük devlet kavramları oynaktır,
geçici mutluluklardır. Öte yandan “büyük” olmanın
formülünü Lübnan’da değil de Kürtlerin ezilmesinde
bularak orduyu “Beyrut’a değil Kandil’e” gönderme
hevesini güdenler de, halkla savaşılarak bir yere
varılamayacağını eninde sonunda öğrenirler.
“Maç seyretme” konusunda ise söylenebilecek tek
şey, sefil bir sahtekarlık içinde olduklarıdır.
Katliam bütün hızıyla sürerken parmağını bile
oynatmayanların böyle sözler söylemeleri utanç
vericidir.
Sonuç olarak Türkiye’nin de heveslendiği uluslar
arası güç projesi, eninde sonunda hüsrana uğrayacak
bir işgal projesinden başka bir şey değildir ve
kim bu projenin içinde yer alırsa o, mutlaka hezimete
uğrayanların arasında olacaktır.
Sürekli Dayanışma Sürekli Enternasyonalizm
Bugün, tezkerenin çıkmasıyla birlikte her şey
bitmiş değildir. Türkiye devrimci hareketi ve
emekten yana anti-emperyalist güçlerin yapabilecekleri
çok şey vardır. Her şeyden önce direnen Filistin
ve Lübnan halklarına olan desteğin devamlılığı
son derece önemlidir. Lübnan ateşkesinin gölgesi
altında kalan Gazze faciasını unutturmamak, kesintisiz
bir biçimde Filistin davasını desteklemek ve anti-emperyalist
anti-siyonist kampanyayı sürdürmek bugün artık
daha fazla acildir.
Bütün bunlar için Hizbullah’a sempati duymak gibi
saçmalıklara da gerek yoktur. Çok kirli bir geçmişe
sahip olan Saddam’ın bile Türkiye solunun sınırlı
bazı kesimlerinde hafif bir sempati görmesi düşünülürse,
Hizbullah için bu uyarı daha anlamlıdır. Ayrıca,
Hizbullah’ın anti-siyonist savaşına destek vermenin
Türkiye’deki dinci gruplarla özel bir yakınlık
geliştirmeyi gerektirmediği de ortadadır. Esasen
doğru olan tutum, emperyalizme ve siyonizme tepki
duyan emekçilerin tümüne -hangi dini inanışa sahip
olurlarsa olsunlar- doğrudan, onların dini-siyasi
temsiliyetlerini dikkate almadan gitmek ve bu
duyguları devrimci duygulara çevirmektir. 2006
Türkiye’sinde bunu yapmak mümkündür, hem de çok
mümkündür.
Özel olarak devrimci sosyalist hareket, Ortadoğu
halklarının devrimci dayanışmasını her şeyin üstünde
tutmakta ve bunu stratejik bir görev olarak görmektedir.
Türkiye devrimi, Ortadoğu devriminin ayrılmaz
bir parçasıdır. Bunu hiç unutmuyoruz ve enternasyonalizmin
ışıklı yolunda yürüyoruz.
|