Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

44. Sayı - Eylül 2006

Hatırlanacağı gibi 43. sayımızda Betül Altındal yoldaşın geçen yıl düzenlenen bir seminerdeki sunumunu vermiştik. Bu sayımızda da aynı sunumun devamı olarak gelişen seminer tartışmalarını ve diğer konuşmaları veriyoruz. Bu bölümde de Betül yoldaşın katkıları bulunmaktadır ve tabii yine cümle düşüklükleri konuşma dilinden kaynaklanmaktadır.

1. Katılımcı: Belki Betül yoldaşın söylediklerini biraz şöyle toparlayabiliriz. Aslında kadro sorunu dediğimiz şey, insan sorunu, insana yaklaşım sorunu… İnsanın doğadaki anlamı, yeri, bugünü, geleceği ve tabii geçmişiyle bağlantılı olarak, ona nasıl bakıyoruz? Aslında Marksizm bir insan hareketi. İnsanlığın bütününün hareketi. Evet proletarya hareketi deriz ama proletarya ile bağı yalnızca onun içinden çıktığı için değildir; ancak proletarya, bütün insanlığı kurtarabilecek dinamiğe sahip olduğu için Marksizm onun hareketidir. Bu anlamda Marksizm bir insanlık hareketi. İnsanın bütün varoluş dinamiklerinin açığa çıkarılması hareketi. Bunu sadece bir sınıfı kurtararak da yapamazsınız. İnsanlığın tümünü kurtarabildiğiniz ölçüde, gerçekten, insanın bütün varoluş dinamiklerini, sahip olduğu dinamikleri açığa çıkarabilirsiniz. Bu anlamda proletarya, sadece kendisini kurtarmayacak, aynı zamanda burjuvaziyi de kurtaracak kendi zincirlerinden. Onlar için de insan olma zeminlerini yaratacak.
Doğal olarak bugün baktığımızda, özellikle henüz iktidarın alınmadığı ülkelerde, insan sorunu esas olarak bir kadro sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle devrimcileşme, devrim sorunu olarak ortaya çıkıyor. Aslında şöyle bir çelişki var, bir paradoks var. Biz savaşa karşı çıkarız ama savaşmak zorundayızdır. İnsanlığın savaşmadığı bir dünya yaratmak istiyoruz ama aynı zamanda bunu savaşarak yaratmak istiyoruz. Bütünlüklü bir insan yaratmak istiyoruz ama bugün bunun zeminlerinin olmadığı bir yerde işe başlıyoruz. Yani kapitalist toplumda ne kadar çabalarsanız çabalayın, bir insanın kendisinin sahip olduğu bütün olanakların, bütün dinamiklerinin özgürce açığa çıkarılması mümkün değildir. Bütünlüklü insan dediğimiz şey ne? Sahip olduğunu düşündüğünüz, bütün insani özellikleri olumlu tarzda açığa çıkarabilecek zeminlere sahip olmak ve bunu yapabilmektir. Bütünlüklü insan budur aslında, başka bir şey değil. Yani, komünizm bu anlamda tam bir özgürlüktür. Müzisyen ya da başka bir şey mi olmak istiyorsunuz, toplumla hangi üretim içinde bağ kurmak istiyorsanız öyle bağ kurabileceksiniz. Bu sadece eğitimle, üretimle ilgili bir şey değil. İstisnasız doğa ve insanla kurduğunuz bütün ilişkiler tümüyle özgürlükçü bir temelde olacaktır. Ama bugün kapitalist toplumda yaşıyoruz ve bütün bunların mümkün olmadığını biliyoruz. Devrimci kadro burada geleceğin insanının bir prototipini temsil ediyor.
Örneğin direnişçi kişilik dedik, komünizmde bu anlamda bir direnişçi kişiliğe gerek yok. Çünkü, orada özel olarak didişeceğiniz, vuruşacağınız insanlar yoktur. Önder kişilik, öncü kişiliklere gerek yok. Aslında komünist toplum bütün bu kavramları aşmıştır. Herkes kendi çapında öncüdür orada. Katacağı bir şey varsa katar, yapar. Oysa bugün o toplumda herkeste varolan nitelikler özel olarak devrimcilerde cisimleşiyor. Hani halkın bizden beklentileri vardır, “devrimciydi ama şunu yaptı, yapmamalıydı” derler. Aslında haklıdır adam, çünkü devrimcinin özel bir misyonu var. Sen, geleceği bugünden temsil ediyorsun. O, iç güdüsel olarak bunu anlar, senin ifade ettiğin şeyleri teorik olarak ne kadar ifade edemez belki, yaşlı bir kadın, bir işçi vs. sana bunu doğrudan ifade edemez ama bunları söylediğinde sana dönük ciddi beklentileri oluşur. Örneğin başkasının hakkını yememekten söz edersin, ama sen bunu yaparsan bu onun için çok büyük bir felakettir. Başkası birinin hakkını yediğinde o kadar ses çıkarmaz belki ama sen bunların olmadığı bir dünya yaratmaktan söz etmişsen ve aynı hatayı yapmışsan bunu çok kolay affetmez, unutmaz. İşte az önce ifade ettiğimiz, ideolojik yetkinleşme, sürekli gelişme çabası, örgütlü olma iradesi vb. bu anlamda gelecek toplumda yaşayacağımız kimi özellikleri bağrında taşıyan, hatta hemen hemen tümünün temel özelliklerini bağrında taşıyan ama bugüne özgü yanlar içeren tanımlamalar, özelliklerdir.
Aslında bir devrimciyi en iyi tanımlayan kavram kurtuluşçuluktur. Bugünkü devrimcinin en temel özelliği budur. Devrimci, kurtuluşçu kişiliktir. Kendisini ne kadar kurtarmış olmasından bağımsız olarak, kurtuluş için yola çıkmış insan tipidir. Yani bütün bu düzenin özelliklerinden, kirinden, pasından, olumsuzluklarından kendini kurtarma iradesini koymuş insandır. Ben devrimci olacağım dediğinde bunların hepsinden kurtulmuyorsun belki ama bu irade var demektir. Bütün bunları da “kurtuluşçu kişilik” başlığı altında toplayabiliriz. O yüzden herkes ağlayıp sızlayabilir ama bir devrimcinin sızlanmasının temeli yoktur.
Kimi zaman işte “şu olmadı”, “bu olmadı” gerekçelerini duyarız. Yani kendi hatalarını, kurtuluşçu kişilikten uzaklaşarak gerekçelendirme halidir bu. Oysa ideolojik yetkinleşme ve sürekli gelişme çabası, örgütlü devrimci olma, eylem insanı olma, kararlılık, disiplin, önder kişilik, öncü kişilik, direnişçilik, emekçilerle birlikte olma, vb. konularında devrimcinin bir bahanesi olamaz. Bunları yapmamanın bahanesi yoktur. Hayır, sen artık “kurtarılması gereken” bir insan değilsin, öyle olmadığını iddia ediyorsun. Bu ülkenin kaderinde benim sözüm var diyorsun. Öyleyse şikayet etme hakkın yok, sadece yapma hakkın var, yap. Ve bunlar yapılabilir şeylerdir.
Gerçekten biraz baktığımızda, henüz ne sosyalist, ne komünist olan küçücük bir bebekte bile tipik bir gelişme görürsünüz. Doğar ve çevresine saldırır, “bu ne-şu ne” diye sormaya başlar. “Bu ne” diye sormasını kimse öğretmez ona. İnsan olmanın doğasında zaten merak etme ve öğrenme var. Eğer biz öğrenme konusunda isteksizsek, bu tümüyle içinde yaşadığımız toplumsal koşullardan kaynaklanıyor. Düzen bizi köreltiyor. Ufacık bir bebek bile o isteği taşırken, yirmi yaşına gelmiş hayatta daha çok sorumluluklar yüklenmiş insan hiçbir şey öğrenmek istemiyor, okumuyor, hayata ilgisiz, otobüse binip işe gidip bilmem ne kadar çalışıp geri dönmek dışında hiçbir şey bilmiyor. Bu düzenin verdiği bir şey.
Oysa devrimci olma iradesi başka bir şeydir. Burada aslında sorun şu, devrimci olacağım diyorsun, devrimciliğin iyi bir şey olduğunu biliyorsun ama bunun gereklerini yerine getirmiyorsun. İnsan neden böyle davranır? Çoğunlukla süreç şöyledir: Kapitalist toplum ilişkileri sürekli bize bir şey dayatır ve biz bir çok şeyi isteksizce yaparız. Yani çok sıkı sıkıya sahip çıkmayız. Devrimcilik ise tümüyle gönüllü yapılan bir şey. O zaman senin devrimcilik karşısındaki tutum düzen içinde yaptığın şeylerden farklı olmak zorundadır. Kimse seni zorlamıyor. Seni sendeki insani özellikler zorluyor, yönlendiriyor. Halbuki düzenin sana dışsal bir sopası var, üç defa işe geç gidersen seni işten atarlar. Ama aynı insan devrimci çalışmada bir yere gitmemeyi hiç kötü bir şeymiş gibi algılamıyor. Biraz üzüntü duyuyor, o kadar. Niye? Gönüllü. Oysa sen, özgürce, gönüllüce yaptığın bir işe çok daha fazla sahip çıkmalısın. Biz her şeyden önce bunu yerleştirmek zorundayız.

Devrimci Kadro: Eylem Adamı
Öte yandan devrimcilik, her şeyden önce Marx’ın da söylediği gibi, bir düşünme işidir ama aynı zamanda ve esas olarak da yapma işidir. Devrimci insan sadece sokaktaki pratik anlamda değil, söylediği her şeyi yapmak zorunda olan bir insandır. Politikadaki, felsefedeki tam karşılığı eylemle teorinin birleştiği noktadır ve bu tam da devrimci kadrodur. Bunun somut, cisimleşmiş halidir. İnsanlar onunla yürürler, örgütü de onunla tanırlar, sosyalizmi de onda görürler, istisnasız her şeyde bu vardır.
Öncü kişilik, aslında kurtuluşçu olmanın çok böyle öteki yüzüdür. Onun dolaysız sonucudur. Eğer kurtuluşçuyum diyorsan, ben bu ülkenin kaderine el koydum, bu ülkede söz sahibiyim, benim iradem var ve yoldaşlarımla, hareketimle birlikte, bu ülkenin kaderini değiştireceğim diyorsan öncü olacaksın. Yoksa, kıyısında durayım, köşesinde durayım diyemezsin. Tabii ki, kıyısından, köşesinden katkı sunan insanlar olacak ama biz kadrodan söz ediyoruz. Kadro ise öncü tutum demektir. Aldığın görev ne olursa olsun, bir taşın bir yere kaldırılması kadar basit olsa bile önce sen elini atabilmelisin. Onun için yaratıcı bir çaba geliştirebilmelisin, daha iyi yapılmasının araçlarını, yollarını bulabilmelisin. Yapıyorum olmuyor, gidiyorum olmuyor, neden? Çünkü, sen bir devlet memuru gibi çalışıyorsun, o yüzden olmuyor.
Böylece yine devrimci olmanın anlamını kavramıyoruz. Sen gönüllü yapıyorsun, iradeni koyuyorsun, diyorsun ki, tamamen kendi içsel isteklerimle bu işi yapıyorum diyorsun ama çaba harcamıyorsun. Normal bir iş yerinde çalışır gibi, 8 saat gözlerimi kaparım vazifemi yaparım, sonucu ne olursa olsun diye düşünürsen, elbette sonuç çıkmaz.

Yeniden Direnişçi Kişilik Üzerine
Direnişçi kişilik… Aslında arkadaşlar, sokakta, kavgada, direnişçilik daha kolay. Hatta şubede, cezaevinde bile daha kolay. Kanımca önemli olan ailenle ilişkilerinde devrimci olabilmek, direnişçi olabilmek, onlar karşısında uzlaşmaz olabilmek, iş karşısında uzlaşmaz olabilmek, kendinle olan mücadelende uzlaşmaz ve direnişçi olabilmek, bu çok daha önemli bir şey. Asıl kritik düğümler burada atılıyor. Sokak ise zaten bir çarpmadır. Adamla karşı karşıyasın, kavgaya giriyorsun, o sana yumruk atıyor, sen ona yumruk atıyorsun, orada zaten ya kaçacaksın ya kavga edeceksin, bir çarpışma noktası var. Ama onun öncesi çok daha önemli. Sen hayatın düğüm noktalarında direnişçi bir tutum geliştirebiliyor musun, önemli olan o. Bu işte seni iten ve çeken kuvvetler var. İten kuvvet daima zayıf bir kuvvettir. Devrimci hareket, iktidarı alıncaya kadar en güçlü olduğu düzeyde bile düzen karşısında aslında maddi açıdan, kapsayıcılık açısından daha zayıftır. Düzen dediğin şey, içinde hareket ettiğin şeydir. Yani sen, denizin, deryanın içinde bir gemide gidiyorsun. O zaman asıl sorun sende bitiyor. Bütün seni kuşatan şeyler karşısında “gerçekten ben doğru bir yerde duruyorum ve mutlaka bunu daha ileriye taşımalıyım” diyebiliyor musun, diyemiyor musun? Sorun burada. Direnişçi kişiliğin bu anlamda en sorunlu yanı da budur. Biz düşmanla, sokak çatışmalarında, şurada burada hiç yenilmedik, yenilsek bile aslında orada yenilmiş sayılmayız, öncesinde bir yenilgi zaten var; öncesinde kendi içerisinde kararlaşamama, iradeni netleştirememe sorunu var. Güçlü bir direnişçilik ortaya koyamama var.

2. Katılımcı: Tamamlamak için şu söylenebilir: Bilmediğimiz ve yaşamadığımız ama hazır olmamız gereken dönemler de var. Yani, herkesin yılgınlığa düştüğü, teslim olduğu, mevzileri bırakıp kaçtığı, okuldaysak, fabrikadaysak grevi kırdığı, yapayalnız kaldığımız anlar var. Direnişçi kişiliğin asıl böyle bir istikrara sahip olması gerekiyor. Yani herkesle birlikte ve her zaman direnirken zafer dönemlerinde değil, her dönemde, her yerde ve her zaman bütünlüklü bir istikrara sahip kişiliğin ifade edilmesi gerek diye düşünüyorum.

1. Katılımcı: Ayrıca, son bir nokta olarak da kitlelerden öğrenmek ve öğretmek dedik. Bu hayati bir şey aslında. İnsan sosyal bir varlık ve bütün davranışlarının bütün sonuçları kurduğu sosyal ilişkilerde ortada çıkıyor. Sağındaki solundaki insanlarla ve esas olarak da o steril devrimci ortamda değil, sokaktaki vatandaşla, yurttaşla kurduğu ilişkide aslında devrimciliğin anlamı ortaya çıkıyor. Sen devrimci bir kurumda düzgün davranabilirsin de, sokakta başka bir adam olursan, bir anlamı yok. Ya da kendin düzgün cümleler kurup da sokaktaki adamın daha geri tutumu karşısında böbürleniyorsan, “bunlar ne kadar cahil adamlar” diyorsan, orada iş bitiyor. Cehaleti nesnel bir durum olarak tanımlamak ayrı bir şey ama bundan kendine paye çıkarmak noktasında bir tavır alıyorsan, aslında çok az şey öğrenmişsin demektir. En azından insanlarla ilişki noktasında, devrimcilik noktasında çok az şey öğrenmişsin demektir. Herkesten öğrenebiliriz arkadaşlar. Kitlelerden öğrenmek dediğimiz şey, öyle laf olsun diye söylenmiş bir şey değil. Hepimiz bir hayat yaşıyoruz ve bu hayattan çeşitli deneyimlerle geliyoruz. Hayatın toplamı da bu deneyimlerin toplamı aslında. 60-70 yaşındaki insandan dahi öğreneceğimiz çok şey var. Köyde yaşamış, büyümüş insandan öğreneceğimiz çok şey var. Yeter ki, iyi bir gözlemci olalım ve doğru sorular soralım. Onun hayat deneyiminden çok şey öğrenebiliriz. En azından bulunduğu yörenin gelişim seyrini öğrenebiliriz. Bizim hareketimizde böyle bir risk de vardır daima, şöyle iş yapacaksın, şöyle vuracaksın, şöyle kıracaksın ama ne için? Yani bütün bu yaptıklarının sonuçta hepsinin tek bir amacı var, o da emekçileri kazanmak! Yani biz bütün bunları emekçilerle daha iyi bir iletişim kurmak için, emekçilere kendi fikirlerimizi, örgütlülüğümüzü daha güçlü aktarabilmek için yapıyoruz. O yüzden emekçilerden kopan, bütün çalışmasının odak noktasına emekçileri örgütlemeyi, emekçilere devrimci düşünceleri taşımayı ve onları devrimci eylemin içine çekmeyi koymayan bir devrimci, devrim yapamaz. Bir devrim hareketi örgütleyemez. Bu türden devrimcilerin olduğu yapı, bir protesto hareketi olur. Emekçileri özne yapan bir devrim hareketi olamaz. MRTA’nın çok güzel bir sloganı vardı: “silahlarla ve kitlelerle…” Silahla kitleyi birbirine bağlayan, tek bir cümle içerisinde yapmak istedikleri şeyin bütün özetini veren bir slogan bu. Demek ki, öncelikli sorunumuz daima emekçilerin örgütlenmesidir, onların mücadeleye kazanılmasıdır.
Aradığımız bütünlük bunların bütünlüğü aslında. Bu olabilir mi? Evet olabilir arkadaşlar. Yeni hayatını kaybetmiş bir yoldaşımızdan söz ettik: Erdal Altınöz. Erdal Altınöz, 19 yaşında ve yoksul bir köylü çocuğu. Köyleri de kent merkezine yakın. Üniversiteyi kazanıyor. Yaklaşık 1 yıldır, Giresun’da okuyor. Kısa sürede oranın yerli insanlarıyla ilişki kuruyor. Onlardan kimileri ile çalışmaları başlatıyor. Onun dışında, derginin dağıtımını sağlıyor, tüm kurumlara götürüyor, bırakıyor. Bu arada günde 12 saat de kitap okuyabiliyor. Bunların hepsini birlikte yapıyor, çok istekli, çok canlı, bir yandan teorik çalışma da yapıyor. Gençlik dergisine yazı yazma sorumluluğunu alıyor, sonuçta devrimci iradeyi koyuyor, kendisini her cephede var etmeye, her cephede güçlendirmeye çalışıyor. Aslında böyle birçok örnek gösterebiliriz. Bunu böyle anlamak lazım. Sonuç itibariyle sadece şu ya da bu konuda yetkin insanlar değil istediğimiz. Yani çok kitap okursun, çok şey bilirsin ama devrimci çalışmada, emekçilere bunu taşımada hiçbir aktiviten yoktur. O zaman çok anlamlı değil. Tamam bir insanın kendisini geliştirmesi önemli. Bunu mücadelenin içine taşımıyorsan, pratiğe uygulamıyorsan, hepsi yetersizdir, tek yönlü gelişmeye neden olur. Ya da eylem adamı olursun ama emekçilerle karşı karşıya geldiğinde iki kelime söyleyemezsin, sana yiğit, cesur, mert derler ama bir yandan da sadece kırmayı dökmeyi biliyordu, ne derdini anlatabiliyordu, ne başka bir şey yapabiliyordu da derler.
Çok yönlü bir gelişmede genç arkadaşlar bunu çok yoğun hissedeceklerdir, evde size karşı tutum da değişecektir. Sen evinde saat 10.00’a kadar yatarsan, çalışmadığın halde, diyecek ki, “devrimcilikten bahsediyor ama akşama kadar yatıyor.” Ama sen sabah kalkıp önüne kitabı koyduğunda, tabii yine çarpışma olacaktır ama içten içe sana karşı tutum değişmeye başlayacaktır: “Çalışmıyor, iş bulamıyor ama çocuk oturup okuyor!”
Ana romanı aslında bu konuda çok çarpıcı bir örnektir. Pavel’in önceleri annesi ile olan ilişkisi çok kötüdür ama içkiyi bırakır, annesiyle ilişkilerini düzeltir, ona karşı saygılı davranmaya başlar, sonra başka şeyler arka arkaya gelir ve ana onun destekçisi olur. Biz bunu, kısacası her yerde ve her cephede bütünlüklü uygulayabilirsek, bütünlüklü insan olma çabasının sıkı bir takipçisi olursak sonuçlarını kesin bir biçimde görürüz.
Che ve Mao’ya değinilmişti. Mao’nun kadro sorununda söyledikleri, yazdıkları oldukça önemlidir, değerli deneyimlere dayanır. Uzun yılları savaş içerisinde geçmiş bir insandır. Her şeyden önce bir “uzun yürüyüş” vardır ki, muhteşem bir olaydır. 12 bin kilometrelik bir yürüyüştür bu. Yüzbin - ikiyüzbin kişi ile başlayıp, on bin kişi ile biten ve ardından 6 milyon kişi ile geri dönen bir mücadeledir o. Bu anlamda çok büyük deneyimler de biriktirmiştir.
Che bu konuyu özel olarak ele aldığı için daha fazla bilinir, daha fazla kafa yormuştur, ekonomizme ve kendiliğindenciliğe karşı mücadele vermiştir. Yani, sosyalizmin ekonomik koşullarını yaratmak yetmez. Sosyalizm, irade ile yapılan birşeydir. O yüzden irade vurgusu güçlüdür sosyalizmde. Sovyet ekonomizmine karşı özel bir vurguyu ifade eder ama biz bu ifadeyi günlük yaşamımızdan da çıkarabiliriz. Che “siz sosyalist ekonomik bir alt yapı yaratabilirsiniz ama bu sosyalist insanı yaratabildiğiniz, yaratabileceğiniz anlamına gelmez. Bunun için özel bir çaba, bilinç, örgütlülük ve mücadele gerekir” diyor; “insandaki o geri yanları aşabilmek, insanın daha rafine, daha nitelikli, daha paylaşımcı, dayanışmacı bir karakter kazanması için özel çaba harcamak gerekir” diyor.
Bunu kendi pratiğimizde de görebiliriz. Bir insan bizim herhangi bir çalışmamızda yer alıyor diye, herhangi bir kurumumuza geliyor diye, iyi insan olmaz. Sizin karşı karşıya olduğunuz insanla özel bir faaliyet yürütmeniz gerekir. Bu sadece bir eğitim çalışması ile olmaz. Bütün tutumlarımızda o öncü kişilik orada gereklidir. Bütün tutumlarımızla onu değişime zorlamak, onu değişmeye zorlayacak bir atmosfer yaratmak zorundayız. Yoksa siz, Sovyet revizyonizminin düştüğü hataya düşersiniz. “Biz herkese ekmek veriyoruz, güzel de yaşıyorlar, daha ne olabilir, karnı tok, sırtı pek, otursun sosyalist olsun, yaşadığı koşulların değerini bilsin”, hayır, öyle olmuyor... Pekala üç gün sonra o koşullar bir biçimde, manipülasyonla vs. gidiyor.
Yani bir insan kurumlarımıza geliyor, biz ona daha eşitlikçi davranıyoruz, daha iyi davranıyoruz demekle olmaz. Sizin kurumlarınızdaki iç işleyişinizden, onun demokratik, kapsayıcı niteliğinden tutalım, eğitim çalışmalarınıza, kullandığınız hitap biçimlerine kadar her şey, insanların değişmesi için, farklılaşması için önemlidir; siz ancak böyle bir çabayla, özel bir emek harcayarak bir insanı değiştirebilirsiniz. Ancak, o zaman örgütlülükten söz edilebilir, yoksa bir kurumda, dört duvarın arasında bir arada durarak, kimi genel geçer çalışmaları yaparak ne kurum olursunuz, ne de örgütlü çalışmadan söz edebilirsiniz. Che’nin bugünkü karşılığı, Che’nin Sovyet revizyonizmine yönelttiği itirazın karşılığı budur. Yani çalışmalarınızın her bir anını, yan yana geldiğiniz yoldaşlarınızın her anını, gerçekten mücadelenin sorunlarıyla, doğru ve düzgün bir insan olmanın görevleriyle birlikte yoğurabilmektir. Che, bunu söylüyor aslında. Bu anlamda Che’nin itirazları sadece Sovyet revizyonizmine yöneltilmiş itirazlar değildir. Sovyet revizyonizminin bir biçimde benzerini uygulayan herkes için geçerlidir ya da o hatalara şu ya da bu düzeyde düşen herkes için geçerlidir. Che’nin yoldaşları olmak istiyorsak o zaman, demek ki, çok örgütlü bir çaba, çok özel emek harcayan, özel olarak yoğunlaşan bir kadrolaşma faaliyeti söz konusu olmak zorundadır.

3. Katılımcı: Arkadaşlarımız, kadro olmanın temel niteliklerini koydular ortaya. Bunlar, olmazsa olmaz koşullar. Ama galiba kadronun asıl özelliklerini, hangi alanda çalışırsa çalışsın kadronun nitelikleri üzerinde durmak, bunu açmak gerekiyor. Bugün Türkiye devrimci hareketlerinin geldiği duruma da bakarsak, bundan payımızı ve etkilenmelerimizi hepimiz alıyoruz. Ama biz bir iddiada bulunuyoruz, bir irade gösteriyoruz. Kitlelerin nezdinde devrimcilere karşı sarsılan güveni yeniden ve yeniden oluşturacak örgütlülüğe ihtiyacımız var. Ben bunu sürekli devrim gibi bir şey olarak görüyorum. Bu niteliklerin başında da Mahir’in etik tutumu vardır. Etik davranabilme, ikincisi bilimsel düşünebilme, üçüncüsü ihtilalci olma.... ihtilalci ruha sahip olma, zaten gerek direnişçi, gerek kurtuluşçu, her yönüyle niteliği kapsıyor da gibi geliyor bana. Dördüncüsü ideolojik formasyona sahip olma, onun üzerinden yükselebilme, onu zenginleştirebilme, hayata diyalektik bakabilme. Bütün ilişkilere, bütün yaşama, örgütlülüğe ve mücadeleye, diyalektik bakabilme, ona göre yaşamayı öğrenme ve öğretme. Bütün bunları da kapsayan bir noktada örgütlü davranabilme. İnsanlığın getirdiği bir birikim var. Bunu devrimciler inkar etmez. Önemli olan, dürüst nitelikleri, doğru nitelikleri, devrimci mücadeleyle, Marksizm-Leninizmle buluşturabilmektir.
Tabii ki toplumun bütününü düşündüğümüzde kişiliği gelişmemiş demek daha doğru. Ama birikim de var bu arada. Yoksa tarih boyunca ne mücadele süreçleri, ne de devrimciler olurdu. İşte bu olumlu niteliklerle buluşabilmek, o güveni karşılıklı kazanabilmek son derece önemli. Devrimciler üstün insanlar değil. Devrimciler farklılıklar taşıyan insanlar. Devrimci sosyalist hareket de diğer pek çok yapının kültüründen, bugün emekçilerin güvenini kıran davranışlardan kopuyor. Yeniden yapılanma sürecimizde bu güveni yeniden sağlayabilmek önemli. Yoksa emekçilerden soyutlanmış, marjinalleşmiş, kendi kendine yeten bir cemaat olmaktan öteye gidilemiyor bir türlü.
Ayrıca, kadronun dili de çok önemlidir. Kaba, uzak, hayatın gerçeklerinden kopuk olmamalıdır ve değildir de. Tam tersi hayatın içindedir, hayatın içinde üretir ve dilini kendi değerlerini oluşturarak kullanır. Nasıl davranışlarımıza son derece önem veriyorsak kullandığımız dil de bununla bütünlüklü bir şeydir. Kadro adayları az önce belirli ölçülerde saymaya çalıştığım kriterleri yakalamaya çalışan bir yerden geliştirmeye çalışmalı. O yüzden hiçbir biçimde bugüne kadar getirilen birikimi yabana atmamalıyız, küçümsememeliyiz, biz onunla bütünleşen, onu yükselten bir yerden gitmeliyiz. Savaşçı bir süreç bizi bekliyor. Komünizm başka bir şey, zaten komünist insan, sosyalist insan bugünden yaratılan insan dedik. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, orada kültürel devrimin yaratılamamış olması, bürokrasinin ya da statükoculuğun ağırlık kazanması, vs. insanlığa bir deneyim, bir birikimdir. Dolayısıyla bunu on kişilik ilişkilerle de, emekçilerle giderek büyüyen tüm ilişkilerimizde de görmeli ve yaratmalıyız. Bizi böyle bir gelecek bekliyor, buna zorunluyuz yoksa gecikiriz diye düşünüyorum.

Yabancılaşmayı Kırmış İnsan…
4. Katılımcı:
İnsan diğer canlılardan farklı olarak üretimiyle birlikte ortaya çıkıyor. Yani insan, bilinçli üretimiyle, doğaya müdahalesiyle kendi varoluşunu inşa ediyor. Bu yaratma süreci içerisinde farklı aşamalardan geçerek kapitalizme kadar geliyor. Şimdi, kapitalizme kadar geliş süreci içerisinde insanın şöyle bir gerçekliği var. İnsan doğa denen ortamda yaşıyor ve ona çeşitli şekilde müdahale ederek, ekip biçerek, hayvan yetiştirerek bir şekilde yaşamını sürdürebiliyor. Kapitalizmle birlikte insanın doğaya olan müdahalesi en üst boyuta ulaşıyor. Doğayı istediği gibi şekle sokabilir, ona tam anlamıyla hakim olabilir ve o anlamıyla insan iradesi cüretiyle, bilimiyle, toplumsal gelişimi ile dünya üzerinde birçok şeyi değiştirebilir hale gelebiliyor. Şimdi artık bu noktada insanın kendi iradesiyle, kendi üretimiyle, kendi bilinciyle birçok şeyi yapabileceğine dair bir gerçeklik var. Ve bu gerçeklik üzerinden insan kendi gücünü görmüş durumda. Kapitalizmle birlikte başlayan bir aydınlanma süreci var. Kapitalizmin ortaya çıkışı devrimci, olumlu bir karakter taşıyor ve bu ortaya çıkan aydınlanma insana bir rol veriyor. Toplumsal yaşamını, tanrısal buyrukların hücresine hapsederek değil, kendi bilimiyle, kültürüyle, sanatıyla inşa ederek bir toplumu oluşturabilir gibisinden bir atmosfer yaratıyor. Sosyalizm, aydınlanma geleneğinin zincirine eklenen bir halka olarak buna son noktayı koyacak. İnsan, kendi emeğiyle, kendi bilinciyle, kendi üretimiyle, sınıfsız bir toplumu, sömürüsüz bir toplumu yaratabileceği anlamıyla aydınlanmanın en üst noktasını meydana getiriyor.
Buna karşın kapitalizm ise yabancılaşmayı üretmeye başlıyor. Çünkü, varolan insan iradesine karşı, insanın bu duruşu, sömürü sistemini sürdürebilmesi için yabancılaşma, insanın kendi üretimine yabancılaştırılması, kendi ürettiğinden uzaklaştırılması, kendi ürettiğinin düşmanı haline getirilmesi sistemi işliyor.
Günümüzde gelinen bu noktada postmodernizm dediğimiz durum ile birlikte artık kapitalizm, bu yabancılaşmayı en üst noktasına götürüyor. İnsanın hiçbir şey yapamayacağını, ister örgütlü olsun, ister örgütsüz olsun, istek tek başına olsun, ister dünyanın tüm bilincine sahip olsun hiçbir şey yapamayacağını, yani varolan akışa hiçbir müdahalede bulunamayacağını konusunda bir kaderciliği getiriyor. Ortaçağ skolastiğine benziyor. Ortaçağ döneminde (ki postmodern süreç, Marksistler tarafından ikinci ortaçağ süreci diye tanımlanmaktadır) din her şeyi belirlemektedir, biz bunun dışına hiçbir şekilde çıkamayız, hiçbir şekilde müdahale edemeyiz, sadece tapınmakla yetinmek zorundayız denilir. Postmodernizm, aynı şeyi farklı bir tarzda söylüyor: kapitalizm mutlaktır, egemendir, tanrının yerine kapitalizm geçmiştir, onun gidişatı karşısında bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur, varolan bütün denemeler, sosyalizm vb. hepsi insanlığa hüsran getirmiştir…
Devrimcilik ise, bunun tam tersidir. Devrimci insan, kapitalizm koşullarında yaşar, ancak bu koşullar içerisinde kendisine dayatılan, kendisine empoze edilen, çocukluğundan beri kafasına sıkıştırılan bütün, bilgi, bilinç, davranış özellikleri, kalıplar, kültür, hepsini karşısına alır, cephe alır ve bunların hepsini kendi iradesi ile yapar. Bu elbette tekil kişilerin iradesi değildir, hem o vardır aynı zamanda örgütlü irade de vardır. Diyalektik bir bütündür, karşılıklı birbirini etkileyen bir bütün, işte bu noktada bizim kadrolaşma dediğimiz, yeni insan dediğimiz sorunun asıl özüne geliyoruz. Bizim aslında yaptığımız şey, kadrolaşma, sosyalist insan olma dediğimiz şey, Ernesto Che Guevara gibi olmak dediğimiz şey aynı zamanda savaşma aygıtıdır. Çünkü, kapitalizm bizi insan yapan, bizim en temel insani özelliğimizi, bilincimizi hayata geçirme dediğimiz şeye, bizi insan yapan niteliğe yabancılaştırmayı dayatıyor. Onun propagandasını yaparak, toplumu, insanlığı köleleştirmeye çalışıyor. Biz ise, insanın ürettiği değerler üzerinden, birikim üzerinden, kültürel, sanatsal, sosyal, siyasal birikimin üzerinden yeni bir dünyanın yaratılabileceğini, sömürüsüz bir dünyanın yaratılabileceğini, bunun insanın kendi emeğiyle yaratılacağını söylüyoruz; bilgimizle, bilincimizle doğaya, topluma, her şeye müdahale ediyoruz, müdahale etmenin tarzını ve örgütünü geliştiriyoruz, bilincini yaratıyoruz.
Bu bilinç aynı zamanda insani varlık oluşumuzun bir gereğidir. Çünkü, biz insan olarak, doğayı, toplumu, endüstriyi, vs. değiştirecek güce, bilince, yeteneğe sahibiz. Bu yeteneklere sahip olduğumuz ve uyguladığımız zaman biz insan oluyoruz. İnsan dediğimiz bütünlüklü şeye yaklaşıyoruz. Bunu başaramadığımız oranda, uzaklaştığımız oranda insanlığımızdan uzaklaşıyoruz. Solculuğu bırakan insanları görüyoruz, nedir? Toplumda sıradan bir insan gibi yaşayıp giderek sürüleşiyorlar. Kapitalizm ne emrederse onu yapmaya başlıyor. Onun gibi üretiyor, onun gibi yaşıyor, onun gibi tepkiler veriyor. Oysa bizim kadrolaşma dediğimiz şey, aynı zamanda bizim doğa karşısında insan olarak düşünsel niteliğimiz karşısında yeniden öğrenmemizi, sağlıklı tarzda insan olmanın gerekliliğini yerine getirecek tarzda üretmemizi gerektiriyor.
Bu bir sorundur aslında. Biz her şeye farklı bir pencereden bakıyoruz. Bu durum bazen toplumla ilişkiler kurmamızı zorlaştırabiliyor. İnsana anlatmaya nereden başlasam diyorsun, yani adam başka bir dil konuşuyor, sen başka bir dil konuşuyorsun, farklı iki dünyanın insanı olarak karşı karşıya geliyorsunuz. Oysa bizim dilimizi de ortaklaştırabileceğimiz, temas kurabileceğimiz en temel nokta, pratik. Yani, o insanın üretim pratiği üzerinden, o insanın yaşam pratiği üzerinden ortak dili de tutturabiliriz, ortak düşünceyi de tutturabiliriz. Ortak bir yerlere gitmek, ortak bir yürüyüşü örgütlemenin, örmenin kanallarını açabiliriz. Bu bizim için, insanları insanlaşma mücadelemize katabilmek, o noktada temas kurabilmek için en temel geçerli halkadır diye düşünüyorum.

5. Katılımcı: Sunumu yapan arkadaş başka siyasi yapıların ne yaptığının bizi ilgilendirmemesi lazım dedi. Fakat, yaşadığımız koşullarda diğer siyasetlerdeki arkadaşların yaptığı yanlışlıklar şöyle ya da böyle, halk tarafından genel olarak devrimcilere mal ediliyor. Böyle bir yerden baktığımızda bu söylem ne kadar doğru olur?

Betül Yoldaş: Bunu genel olarak aslında ideolojinin insanı belirlediği, ideolojinin yansımasının, insanın hayattaki pratiğini açıklarken alt başlıklardan biri olarak söyledik. Aslında evet, genel olarak A bölgesinde çalışma yaptığınızda, o bölgede bizden önce çalışma yapan siyasetlerin eksikleri ve hataları genel olarak gündeme gelir. Ancak, burada asıl vurgu, başta bahsettiğimiz bizi diğerlerinden ayıranın ne olduğu noktasındadır. Biz savaş örgütüyüz, savaşçı kadrolarız, kurucu kadrolarız; bu anlamda A siyasetinin insanının herhangi bir kahveye girdiğindeki konuşma tarzıyla benimki aynı olmaz. Benim yayını dağıtma tarzım, B siyasetinin insanı ile aynı olmaz. Benim emekçilerle kuracağım bağ, C siyasetiyle aynı olmaz. O yüzden onun bu işleri yaparken pratik hayattaki ördükleri de beni bağlamaz. Asıl vurgu buna idi. Ama gerçekten devrimcilerin yaptığı hatalar genel olarak herkesi bağlar, hepimizi geri düşürür. Bunu aşacak yöntem, beni diğerlerinden ayıran, devrimci sosyalistleri diğer siyasetlerden ayıran bir tarzın pratikte kendini ifade etmesidir. Bunu ifade ettikçe durum değişecektir.

Beceriklilik ve Siyasi Kadro
6. Katılımcı:
Bir de kadro sorununda “iş bitiricilik” diye bir kavram var. “Beceriklilik” deniyor bazen. Bunun kadro kavramıyla karıştığı durumlara çok rastladık. Yani adam çok becerikli, bazı işleri çok hızla yapıyor ama devrimci kadro değil. İyi araba kullanıyor ama sosyalist değil, vs… Ama bu arada konum kazanıyor.
Başka örnekleri de var. Bir başka arkadaşımızın bastığı yerde ot bitmiyor. İşe başladıktan bir yıl sonra üç kişi olmuyor. Hatta üç kişi ise bire iniyor. O da bir kadro tipi. Bu konuda biraz konuşmalıyız.

Betül Yoldaş: Aslında bu konuya başka bir noktadan başlamalıyım. Geçmiş süreçlerde de hâlâ da devrimci hareketlerde becerikli insanlarımız vardır. Bu insanlar ideolojik formasyon ya da yarını örecek kadroyu bugünden oluşturan insanlar olarak gelişmeyen insanlardır. Bu noktada asıl iş, örgütlenmeyle, örgütün o kadroların gelişmesini sağlayacak mekanizmaları yaratıp yaratamamasıyla ilgili bir durumdur. Niye bu kadar çok darlar? Niye bu kadar çok bu eksikliklerle devrimci hareketlerin içinde bu kadar çok yer alabilmişler? Arkadaşlar, hepimiz eşit düzeyde yetişmiyoruz, eşit düzeyde gelişmiyoruz. Devrimci hareketlere çok farklı kanallardan, çok farklı yollardan, çok farklı hayatlardan geliyoruz. Ama bizi birleştiren ve sonuçta bu pratik içinde yetkinleştiren bir yol var. Bu yola girdiğimizde aslında sunumun en başında belirttiğimiz “örgüt insanı yaratır-insan örgütü yaratır”dan bir başka kademeye atlıyoruz. İlişkilenmeye başladığımız insanları A bölgesinde iş yaparken, kendi örgütlülük düzeyinde belirli kademelere çektiğimiz insanları gelişme düzeylerini takip edebilmek, bunları geliştirebilmek, bunları örgütlü hale getirebilmek ve onları bugünün kurucu kadroları haline getirebilmek, sorunumuz bu. Eğer buna uygun mekanizmaları oluşturamıyorsak, karşımıza bu tür sıkıntıların çıkması çok doğal. Adam bir kahveye gidiyor, arkasında yüz kişi ile çıkıyor ama o ilişki değil. Aslında örgütlü bir form kazanamıyor. Aslında devrimci harekete yararı yok zararı var bu kafa kol ilişkilerinin. Bir yere gitmek gerekiyor, acil otobüse ihtiyacımız var, adam benim ilişkim var diyor, alıp gidiyoruz ama bunun bize artısı yok, kendi devrimciliğimiz noktasında, hayat pratiğimiz noktasında eksileri var. Bunun devrime, örgütlülüğe bir faydası yok. Sonuçta, aslında bütün iş, kadroyla örgüt, örgütle kadro arasındaki mekanizmaların, denetleyici mekanizmaların kurumsallaşması ile ilgili.

1. Katılımcı: Aslında sorun bir sıkışmadan kaynaklanıyor iş bitirici alanlar noktasında. Sıkışmanın kaynağında da devrimcilerin, devrimci hareketin insan zemini yatıyor. Emekçi semtlerinden insanlar geliyor ve çoğunlukla oldukça zayıf yetenek ve dinamiklere sahip. Kendilerini geliştirme konusunda özel bir motivasyonları yok, imkanları da yok. Örneğin orta sınıflar için araba kullanmak nedir ki! Hemen hemen hepsinin ehliyeti vardır. Ama bu bir “yetenek” değil. Sonuç olarak orta zekalı herkesin yapabileceği bir yetenek. Mesela adamın iki insanla diplomatik ilişki kurma yeteneği var, iki tane laf ediyor, çok büyük bir olay oluyor. Adam aslında birçok geri özelliklere sahip ama salt bu nedenle “yetenekli” deniliyor. Oysa aslında sorun gayet basit: Biz yeteneksiziz!
Demek ki sorun şurada düğümleniyor: Bütünlüklü insan. Yani, her yönde, her cephede kendisini geliştiren, bu konuda özel bir motivasyona sahip insanlar olsak, özel bir çaba harcasak hiç de böyle tiplere ihtiyacımız olmaz. Biz kendi cephemizden sorunu çözebilsek, bu sorun aşılır. Yeteneklerimizi sürekli geliştirebilsek, en temel noktalarda formasyonlara sahip olsak bunları kolayca aşarız. Aslında, Betül yoldaş insan kriterleri diye 4 ana başlık altında kriterler söyledi. Bunlar, bütünlüklü insanın sahip olması gereken yanlara dair de bir fikir veriyor. Sizin bir takım yetenekleriniz olacak, yeteneklerinizi geliştireceksiniz, ailenizle doğru ilişki kuracaksınız, çevrenizle kuracaksınız, kitap okuyacaksınız vs. Bunları yaparsanız, aslında iş bitirici görünen ama yine Betül yoldaşın dediği gibi uzun vadede zarar veren durumlardan kurtuluruz. Bu “iş bitirici” adamlar karşısında devrimci hareket çoğu zaman çocuk gibi davranır. Özellikle onların o tutumlarına kanıyorsak. O bize bir-iki şey gösterir. Bir statü kazanır, “iyi adam, büyük adam” pozisyonu kazanır. Bu bizim sıkışmamız ile ilgili ve biz kendimizi geliştirdiğimiz ölçüde aşılır.

İrade ve İradecilik
7. Katılımcı:
Başka bir sorun da şu: Sosyalizmde inşa söz konusu iken insan ve bilinç faktörü çok daha etkin bir noktada. Bundan sonra komünizme giden bir süreç var. Biz bugün emperyalizm koşullarında iradeci yan, volantirist yan vurgusunu çok fazla ön plana koyarız ve kadrodan bahsederken hep bu iradeci yana, bu bilinç faktörüne ağırlık veririz. Ama öte yandan bizim Marksizm’den öğrendiğimiz bir şey var: üretim ilişkileri bilinci belirler. Yani bilincin ve iradenin ön planda olduğu sürecin bir sınırı yok mu? Komünizmin şu aşamasında ya da bu aşamasında bu nasıl bir biçim kazanacak? Bu sonsuza kadar gidecek bir şey mi?

1. Katılımcı: Şimdi bu kendiliğinden gelişme, determinizm tartışmaları, Leninizm ile birlikte başlayan tartışmalardır. Lenin volantiristtir, çok kesindir. Lenin, volantiristtir, iradecidir ama öyle keyfi veriler üzerinden değil. Nesnel durum tahlilleri yapmıştır. Her şeyden önce yaşadığı ülkeyi, Rusya’yı iyi anlamıştır. Rusya’da kapitalizmin gelişme özellikleri üzerine kocaman bir kitabı var biliyorsunuz. Yani önce nesnelliği iyi tahlil etmeye çalışmıştır, işçi sınıfının yaşadığı koşulları tahlil etmeye çalışmıştır. Bugün burjuva ideologlarının bize olan saldırısı hep şöyledir: “Bunlar nesnel koşulları göz ardı ediyorlar. Sürekli irade irade diyorlar ama koşullar yoksa irade ne yapar?” Hayır, aslında öyle değil, sosyalizm çok kesin bir biçimde irade ile kurulur ama bu irade nedir? Sosyalizm, tüm dünyada sosyalizme geçişin nesnel koşulları vardır tahlilinden hareket ediyor. Sınırsız bir üretimin, doğayla barışık yaşamanın ve onu insanca yaşama noktasına dönüştürmenin koşulları vardır diyor ve gerçekten herkes bunu çıplak gözle görebiliyor.
Dünyadaki kaynaklar herkese yeter ama bunu yapmak için irade gerekiyor. Her şeyden önce kapitalizm kendi içinde sosyalizmi yaratamıyor, onu emekçilerin iradesi kuruyor. Bu anlamda devrim vurgusu sosyalizmden sonra da devam edecektir. Neden? Bakın Küba’da yaklaşık 45 yıldır, devrimi korumaktan, geliştirmekten söz ediyorlar. Bu çok önemli bir şey. Çünkü, devrimden söz etmek, aynı zamanda siyasetten söz etmektir. Sosyalist insan, aynı zamanda siyasi insandır. Sosyalizmin ekonomik uygulamaları politizasyon yaratır mı? Elbette yaratır. Örneğin Sovyetler Birliği’ne çöküşten sonra giden insanların çok temel gözlemlerinden biri şudur: Melek gibi insanlar! Misafirperver, candan, paylaşımcı… Yani o nesnel koşullar, kapitalizme özgü birçok olumsuzluğu ortadan kaldırmış, insanların huyunu suyunu düzeltmiş. Ancak, sorun o nesnel koşulların yarattığı melek gibi insanlar sorunu değil, bu dünyada kapitalizm diye bir şey varsa, insanların bir bölümü hâlâ acı içinde kıvranıyorsa, senin Moskova’da ya da Sibirya’da melek gibi yaşaman hiçbir anlam ifade etmiyor. Sen enternasyonal kurtuluşun savaşçısı olmak zorundasın, melek değil!
İşte Che’nin farkı orada. Che’nin söylediği bir şey var, sen dünyanın herhangi bir yerinde acı çeken bir insanın acısını yüreğinde hissetmiyorsan sosyalist olduğundan bahsedilemez, devrimci olduğundan bahsedemezsin, diyor. Moskova’da işler iyi, iyi ama Afrika’da da çok kötü! Ne yapacağız peki? Moskova’daki adam yüreğinde onu hissediyorsa, bunun mücadelesini veriyorsa, Kübalı devrimciler gibi, 50-100 kişi Kongo’ya gidiyorsa, Bolivya’ya gidiyorsa ya da Angola’da destek çağrısı yapıldığında 20-30 bin gönüllü insan savaşa gidiyorsa, o da sosyalizmin kendisidir. Bu insanlar da melek gibidirler. Küba’ya gidenler de söylüyor, insanlar melek gibi olmuş, ama savaşan melekler. Uykuya yatmış, cenneti yaratmış melekler değil. Sonuçta irade, iradecilik, evet komünizme kadar vardır.
Komünizm, zaten bu kavramları geçersizleştirecek. Ne partiye, ne kavgaya, ne de devrimcilik kavramına gerek olacak. O zaman yeni bir literatür yaratacağız, yeni bir kavram düzeyine ulaşacağız. Ama dünyanın en ufak yerinde bile kapitalizm varsa, bizim literatürümüzde devrimcilik olmak zorunda ve savaşkanlık olmak zorunda.

Ayrıntılarda Gizli Olan…
8. Katılımcı:
Kadro değerlendirmesi yaparken bazı özellikler saydık. Öğrenme karşısındaki tutum, hayat karşısındaki tutum, devrimci çalışmadaki tutum, ilişkiler ve özel ilişkiler diye. Bu benim son zamanlarda sorguladığım bir şeydi, konuşulması iyi oldu. Birkaç örnekle karşılaştım. Eminim ki, birçok insan da karşılaşmıştır. Bir arkadaş var, öğrenmeye çok meraklı, sorumluluk sahibi bir insan ama özel ilişkilerinde bir problem var. Örnek vereyim, daha açıklayıcı olacak, bir arkadaş diyor ki, yemek yediğimizde annemin sofrayı kaldırmasına yardımcı olmuyorum. Ama bir işçi ailesine gittiğimde ona yardım ediyorum. Veya bir başkası birisini örgütlemek için bir çok zaman harcıyor ama eşine, çocuğuna aynı zamanı harcamıyor. Ailesi ile ilişkilerinde sorunları var, vb… Bu konuda arkadaşlarımız da ne düşündüğünü söyleyebilir. Bu konuda bir değerlendirme yapmak gerektiğini düşünüyorum. Birebir ilişkilerde bunlar önemli diye düşünüyorum. Bunun bir öncelik sırası var mı? Nasıl yapmak lazım?

9. Katılımcı: Aslında sorunun içinde yanıt da var. Öncelik sıralamasıyla değil, bütünlüklü bakmak… O bütünlükten bir parçayı ayıramazsın. Bunlar zaaflardır. Çaba gösterirsek aşarız.

6. Katılımcı: Ama gölge alanlar da var. Adamın bir şey öğrenip öğrenmediğini oralardan anlayabilirsin. Gölge alanlar nedir? İşlerini yapıyordur ama evde çoraplar yığılmıştır mesela. O bakımdan kriterlerin gözlemlenmesi, derinlikli bakabilmek ile ilgili bir şey.

10. Katılımcı: Bazen saydığımız özelliklerin yansımalarını kurumlarda da görüyoruz. Yani bütünlük meselesini. Arkadaş iyi, okuyor okumasına ama kül tablasını boşaltmıyor ya da kurumun camlarını düşünemeyebiliyor. Sonuçta, evlerde de aynı şeyler yaşanıyor.

Betül Yoldaş: Şimdi aslında bu bizim hayatımızda direk karşılaştığımız bir sorun. Evet, şimdi ben burada bulaşık yıkıyorum ama evde yemek yedikten sonra o bulaşık kalıyor. Yıkamıyorum, okumam gereken kitap oluyor, yapmam gereken iş oluyor. Ortak bir komün hayatındaysak, bu işi çözebiliriz. Ama aile ilişkilerimde veya gittiğim herhangi bir evde bunları yapamam. Bunları yapmamam gerekir ama söylediğin nokta ile ilgili, sürekli bütünlüklü bakış, tamamlanmış insan olmak dedik ya, sosyalist insan da böyle bir şeydir. Ama ailelerle ilişkiler hep sorunludur. Ailelerle sorunları en aza indirmenin yolu çok net olabilmektir, her gün kavga olabilir ama siz kendinizi ifade edersiniz. Onların sizi geri çekmesine izin vermezsiniz.

11. Katılımcı: Özellikle aile konusunda, aileye yardım ediyorsun ama bir noktadan sonra şu yüzden tıkanıyor, çok diyalog kurduğunda engellemeye çalışıyor, fırsat, bu fırsat diyerek, o yüzden biraz ilişkiler kopuyor. Mesafe koyuyorsun, çok üzerine gelmesin diye.
Netlik önemli tabii. Net duruşun bir yerden sonra onları duraklatır ama sürekli koruma iç güdüsü var; oraya gitme böyle olur, bak eylem olur dayak yiyorlar, şöyle yapma böyle olur. Bir de yaşının küçük olmasının verdiği problemler var. Söylemek istediğim bu noktada bir kopukluk var. Netlik veya başka bir şeyden dolayı gelişen kopukluk değil, bundan dolayı bir kopukluk var.

Bütünlük mü? Tamamlanmışlık mı?
12. Katılımcı:
Kafama takılan bir cümle var, belki yanlış da anlamış olabilirim. Arkadaş, tamamlanmış devrimci, bütünlüklü insan Che diyor. Ben Che’nin bütünlüklü bir insan olduğuna inanıyorum, ki öyledir zaten. Ama “tamamlanmış devrimci” noktasına ben katılmıyorum. Çünkü, bir devrimci hayatı bütünlüklü olarak kavrar. Hayat sürekli ilerler, devrimcinin önüne yeni yeni olgular, yeni sorunlar çıkartır, devrimci bunlara karşı kendi penceresinden bütünlüklü bakış açısı geliştirir. O yüzden tamamlanmış devrimci diye bir şey olmaz, hayatın sürekli değiştiğini, geliştiğini, devrimci değerler çerçevesinde ona farklı değerler yüklemek gerektiğini bilir ve kendisini de geliştirmesi gerektiğini bilir. Che, belki Bolivya’da ölmemiş olsaydı, kendini yine geliştirecekti. Tamamlanmasının sınırı yoktur diye düşünüyorum.

Betül Yoldaş: Aslında, arkadaşımız çok doğru noktaya vurgu yapıyor. Orada bahsettiğim iki söylem var, birincisi bütünlüklü insan, ikincisi tamamlanmış insan… Evet, hiçbir zaman tamam değil, hiçbir zaman, komünist dediğimiz insanların da söylediğimiz anlamda tamam olduğu şüphe götürür bir şey. Her zaman yeni bir şey öğrenmeli, kendini ilerletmeli, toplumu ilerletmeli, sanatını, kültürünü ilerletmeli. Kapitalizm ise insanı parçalıyor ki, kendi örgütlülüğünü engellesin. Oysa, Che gibi devrimcilerde bu parçalanmışlık yok. Bu, siyaset anlamında, devrimci kadro anlamında, yapmamız gerekenler anlamında, bir tamamlanmışlık getirir. O yüzden Che, böyle özel bir simge.

6. Katılımcı: Parçalanmışlığın karşıtı bütünlüktür. Tamamlanmışlık başka bir şey.

Betül Yoldaş: Tam insan, komünizmin insanıdır.

3. Katılımcı: Sonuçta tamamlanmış sözü doğru değil, bütünlüklü demek daha doğru. “Tamamlanma” mistik noktalarda olur.

1. Katılımcı: Arkadaşlar, sonuçta “tamamlanmış insan” sözü tek bir anlam ifade eder. Tamamlanmış insan sınırına varmış insandır. O yüzden hayatta böyle bir şey yok. Hayatta tamamlanma diye bir şey yok ama hayatta bütünlüklü olunur. Bütünlüklü olursun, çok yönlü bakarsın, hayatı tüm yönleriyle anlamaya ve kavramaya çalışırsın. Ama tam kavrayabilir misin? Mümkün değil. O yüzden, insanlığın arayışında da bu vardır. Ama bu deyim yerindeyse güneşe doğru yürümek gibi bir şeydir. Hiçbir zaman varamazsın ama hiçbir zaman da vazgeçmezsin. Hayat komünizmde de, daha öncesinde de sürekli önümüze bir sürü yeni şey çıkarır. O yüzden kavramın o anlamı, bu anlamı yok, bir tane anlamı var.

7. Katılımcı: Başka tartışmalarımızda da konuşmuştuk, Marksizm’de kesin tanımlamalar yok, önü açıktır, gelişime açıktır. Örneğin yüz elli yıl önceki proletarya tanımı doğrudur ama bugün farklı bir proletaryanın değişimini, koşullarını dikkate almalıyız.

1. Katılımcı: Marksizm’in kendisi hiçbir zaman tamamlanmayacak bir şey. Yeni gerçeklerle, yeni ilişkilerle bütünlenecek bir şey. Bu anlamda kavram karışıklığı var ama arkadaşın sunumunda da baştan itibaren vurgulanan şey bütünlüklü insandı aslında. O da onun bir parçası olarak ifade edildi. Ayrıca “devrimci olmayanın karakteri yoktur” sözü de çok abartılı bir söylemdi. Kuşkusuz vardır ama şu da çok kesindir, çarpıktır. Kapitalizmin insanı çarpılmış bir insandır. Bu bazen fena halde çarpılmış bir insandır, bazen daha azdır, kimi insani özellikleri taşır. Bir arkadaşın dediği gibi, insanlık on bin yıldır bugüne kadar bir şey getirmedi değil. Bir sürü değer yarattı, bir sürü güzel şey yarattı. Bunu kısmen insanlar kendilerinde cisimleştiriyorlar. Bunlardan çoğunluk ise habersiz olarak onu taşıyor. Asıl sorun, yeniden vurgulamak gerekirse eğer, geleceğin, komünizmin referanslarıyla yeni insanı, bütünlüklü insanı yaratmak ve her gün daha da yetkinleştirmektir.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19