Hatırlanacağı gibi 43.
sayımızda Betül Altındal yoldaşın geçen yıl
düzenlenen bir seminerdeki sunumunu vermiştik.
Bu sayımızda da aynı sunumun devamı olarak
gelişen seminer tartışmalarını ve diğer konuşmaları
veriyoruz. Bu bölümde de Betül yoldaşın katkıları
bulunmaktadır ve tabii yine cümle düşüklükleri
konuşma dilinden kaynaklanmaktadır. |
1. Katılımcı: Belki Betül yoldaşın söylediklerini
biraz şöyle toparlayabiliriz. Aslında kadro sorunu
dediğimiz şey, insan sorunu, insana yaklaşım sorunu…
İnsanın doğadaki anlamı, yeri, bugünü, geleceği
ve tabii geçmişiyle bağlantılı olarak, ona nasıl
bakıyoruz? Aslında Marksizm bir insan hareketi.
İnsanlığın bütününün hareketi. Evet proletarya
hareketi deriz ama proletarya ile bağı yalnızca
onun içinden çıktığı için değildir; ancak proletarya,
bütün insanlığı kurtarabilecek dinamiğe sahip
olduğu için Marksizm onun hareketidir. Bu anlamda
Marksizm bir insanlık hareketi. İnsanın bütün
varoluş dinamiklerinin açığa çıkarılması hareketi.
Bunu sadece bir sınıfı kurtararak da yapamazsınız.
İnsanlığın tümünü kurtarabildiğiniz ölçüde, gerçekten,
insanın bütün varoluş dinamiklerini, sahip olduğu
dinamikleri açığa çıkarabilirsiniz. Bu anlamda
proletarya, sadece kendisini kurtarmayacak, aynı
zamanda burjuvaziyi de kurtaracak kendi zincirlerinden.
Onlar için de insan olma zeminlerini yaratacak.
Doğal olarak bugün baktığımızda, özellikle henüz
iktidarın alınmadığı ülkelerde, insan sorunu esas
olarak bir kadro sorunu olarak karşımıza çıkıyor.
Özellikle devrimcileşme, devrim sorunu olarak
ortaya çıkıyor. Aslında şöyle bir çelişki var,
bir paradoks var. Biz savaşa karşı çıkarız ama
savaşmak zorundayızdır. İnsanlığın savaşmadığı
bir dünya yaratmak istiyoruz ama aynı zamanda
bunu savaşarak yaratmak istiyoruz. Bütünlüklü
bir insan yaratmak istiyoruz ama bugün bunun zeminlerinin
olmadığı bir yerde işe başlıyoruz. Yani kapitalist
toplumda ne kadar çabalarsanız çabalayın, bir
insanın kendisinin sahip olduğu bütün olanakların,
bütün dinamiklerinin özgürce açığa çıkarılması
mümkün değildir. Bütünlüklü insan dediğimiz şey
ne? Sahip olduğunu düşündüğünüz, bütün insani
özellikleri olumlu tarzda açığa çıkarabilecek
zeminlere sahip olmak ve bunu yapabilmektir. Bütünlüklü
insan budur aslında, başka bir şey değil. Yani,
komünizm bu anlamda tam bir özgürlüktür. Müzisyen
ya da başka bir şey mi olmak istiyorsunuz, toplumla
hangi üretim içinde bağ kurmak istiyorsanız öyle
bağ kurabileceksiniz. Bu sadece eğitimle, üretimle
ilgili bir şey değil. İstisnasız doğa ve insanla
kurduğunuz bütün ilişkiler tümüyle özgürlükçü
bir temelde olacaktır. Ama bugün kapitalist toplumda
yaşıyoruz ve bütün bunların mümkün olmadığını
biliyoruz. Devrimci kadro burada geleceğin insanının
bir prototipini temsil ediyor.
Örneğin direnişçi kişilik dedik, komünizmde bu
anlamda bir direnişçi kişiliğe gerek yok. Çünkü,
orada özel olarak didişeceğiniz, vuruşacağınız
insanlar yoktur. Önder kişilik, öncü kişiliklere
gerek yok. Aslında komünist toplum bütün bu kavramları
aşmıştır. Herkes kendi çapında öncüdür orada.
Katacağı bir şey varsa katar, yapar. Oysa bugün
o toplumda herkeste varolan nitelikler özel olarak
devrimcilerde cisimleşiyor. Hani halkın bizden
beklentileri vardır, “devrimciydi ama şunu yaptı,
yapmamalıydı” derler. Aslında haklıdır adam, çünkü
devrimcinin özel bir misyonu var. Sen, geleceği
bugünden temsil ediyorsun. O, iç güdüsel olarak
bunu anlar, senin ifade ettiğin şeyleri teorik
olarak ne kadar ifade edemez belki, yaşlı bir
kadın, bir işçi vs. sana bunu doğrudan ifade edemez
ama bunları söylediğinde sana dönük ciddi beklentileri
oluşur. Örneğin başkasının hakkını yememekten
söz edersin, ama sen bunu yaparsan bu onun için
çok büyük bir felakettir. Başkası birinin hakkını
yediğinde o kadar ses çıkarmaz belki ama sen bunların
olmadığı bir dünya yaratmaktan söz etmişsen ve
aynı hatayı yapmışsan bunu çok kolay affetmez,
unutmaz. İşte az önce ifade ettiğimiz, ideolojik
yetkinleşme, sürekli gelişme çabası, örgütlü olma
iradesi vb. bu anlamda gelecek toplumda yaşayacağımız
kimi özellikleri bağrında taşıyan, hatta hemen
hemen tümünün temel özelliklerini bağrında taşıyan
ama bugüne özgü yanlar içeren tanımlamalar, özelliklerdir.
Aslında bir devrimciyi en iyi tanımlayan kavram
kurtuluşçuluktur. Bugünkü devrimcinin en temel
özelliği budur. Devrimci, kurtuluşçu kişiliktir.
Kendisini ne kadar kurtarmış olmasından bağımsız
olarak, kurtuluş için yola çıkmış insan tipidir.
Yani bütün bu düzenin özelliklerinden, kirinden,
pasından, olumsuzluklarından kendini kurtarma
iradesini koymuş insandır. Ben devrimci olacağım
dediğinde bunların hepsinden kurtulmuyorsun belki
ama bu irade var demektir. Bütün bunları da “kurtuluşçu
kişilik” başlığı altında toplayabiliriz. O yüzden
herkes ağlayıp sızlayabilir ama bir devrimcinin
sızlanmasının temeli yoktur.
Kimi zaman işte “şu olmadı”, “bu olmadı” gerekçelerini
duyarız. Yani kendi hatalarını, kurtuluşçu kişilikten
uzaklaşarak gerekçelendirme halidir bu. Oysa ideolojik
yetkinleşme ve sürekli gelişme çabası, örgütlü
devrimci olma, eylem insanı olma, kararlılık,
disiplin, önder kişilik, öncü kişilik, direnişçilik,
emekçilerle birlikte olma, vb. konularında devrimcinin
bir bahanesi olamaz. Bunları yapmamanın bahanesi
yoktur. Hayır, sen artık “kurtarılması gereken”
bir insan değilsin, öyle olmadığını iddia ediyorsun.
Bu ülkenin kaderinde benim sözüm var diyorsun.
Öyleyse şikayet etme hakkın yok, sadece yapma
hakkın var, yap. Ve bunlar yapılabilir şeylerdir.
Gerçekten biraz baktığımızda, henüz ne sosyalist,
ne komünist olan küçücük bir bebekte bile tipik
bir gelişme görürsünüz. Doğar ve çevresine saldırır,
“bu ne-şu ne” diye sormaya başlar. “Bu ne” diye
sormasını kimse öğretmez ona. İnsan olmanın doğasında
zaten merak etme ve öğrenme var. Eğer biz öğrenme
konusunda isteksizsek, bu tümüyle içinde yaşadığımız
toplumsal koşullardan kaynaklanıyor. Düzen bizi
köreltiyor. Ufacık bir bebek bile o isteği taşırken,
yirmi yaşına gelmiş hayatta daha çok sorumluluklar
yüklenmiş insan hiçbir şey öğrenmek istemiyor,
okumuyor, hayata ilgisiz, otobüse binip işe gidip
bilmem ne kadar çalışıp geri dönmek dışında hiçbir
şey bilmiyor. Bu düzenin verdiği bir şey.
Oysa devrimci olma iradesi başka bir şeydir. Burada
aslında sorun şu, devrimci olacağım diyorsun,
devrimciliğin iyi bir şey olduğunu biliyorsun
ama bunun gereklerini yerine getirmiyorsun. İnsan
neden böyle davranır? Çoğunlukla süreç şöyledir:
Kapitalist toplum ilişkileri sürekli bize bir
şey dayatır ve biz bir çok şeyi isteksizce yaparız.
Yani çok sıkı sıkıya sahip çıkmayız. Devrimcilik
ise tümüyle gönüllü yapılan bir şey. O zaman senin
devrimcilik karşısındaki tutum düzen içinde yaptığın
şeylerden farklı olmak zorundadır. Kimse seni
zorlamıyor. Seni sendeki insani özellikler zorluyor,
yönlendiriyor. Halbuki düzenin sana dışsal bir
sopası var, üç defa işe geç gidersen seni işten
atarlar. Ama aynı insan devrimci çalışmada bir
yere gitmemeyi hiç kötü bir şeymiş gibi algılamıyor.
Biraz üzüntü duyuyor, o kadar. Niye? Gönüllü.
Oysa sen, özgürce, gönüllüce yaptığın bir işe
çok daha fazla sahip çıkmalısın. Biz her şeyden
önce bunu yerleştirmek zorundayız.
Devrimci Kadro: Eylem Adamı
Öte yandan devrimcilik, her şeyden önce Marx’ın
da söylediği gibi, bir düşünme işidir ama aynı
zamanda ve esas olarak da yapma işidir. Devrimci
insan sadece sokaktaki pratik anlamda değil, söylediği
her şeyi yapmak zorunda olan bir insandır. Politikadaki,
felsefedeki tam karşılığı eylemle teorinin birleştiği
noktadır ve bu tam da devrimci kadrodur. Bunun
somut, cisimleşmiş halidir. İnsanlar onunla yürürler,
örgütü de onunla tanırlar, sosyalizmi de onda
görürler, istisnasız her şeyde bu vardır.
Öncü kişilik, aslında kurtuluşçu olmanın çok böyle
öteki yüzüdür. Onun dolaysız sonucudur. Eğer kurtuluşçuyum
diyorsan, ben bu ülkenin kaderine el koydum, bu
ülkede söz sahibiyim, benim iradem var ve yoldaşlarımla,
hareketimle birlikte, bu ülkenin kaderini değiştireceğim
diyorsan öncü olacaksın. Yoksa, kıyısında durayım,
köşesinde durayım diyemezsin. Tabii ki, kıyısından,
köşesinden katkı sunan insanlar olacak ama biz
kadrodan söz ediyoruz. Kadro ise öncü tutum demektir.
Aldığın görev ne olursa olsun, bir taşın bir yere
kaldırılması kadar basit olsa bile önce sen elini
atabilmelisin. Onun için yaratıcı bir çaba geliştirebilmelisin,
daha iyi yapılmasının araçlarını, yollarını bulabilmelisin.
Yapıyorum olmuyor, gidiyorum olmuyor, neden? Çünkü,
sen bir devlet memuru gibi çalışıyorsun, o yüzden
olmuyor.
Böylece yine devrimci olmanın anlamını kavramıyoruz.
Sen gönüllü yapıyorsun, iradeni koyuyorsun, diyorsun
ki, tamamen kendi içsel isteklerimle bu işi yapıyorum
diyorsun ama çaba harcamıyorsun. Normal bir iş
yerinde çalışır gibi, 8 saat gözlerimi kaparım
vazifemi yaparım, sonucu ne olursa olsun diye
düşünürsen, elbette sonuç çıkmaz.
Yeniden Direnişçi Kişilik Üzerine
Direnişçi kişilik… Aslında arkadaşlar, sokakta,
kavgada, direnişçilik daha kolay. Hatta şubede,
cezaevinde bile daha kolay. Kanımca önemli olan
ailenle ilişkilerinde devrimci olabilmek, direnişçi
olabilmek, onlar karşısında uzlaşmaz olabilmek,
iş karşısında uzlaşmaz olabilmek, kendinle olan
mücadelende uzlaşmaz ve direnişçi olabilmek, bu
çok daha önemli bir şey. Asıl kritik düğümler
burada atılıyor. Sokak ise zaten bir çarpmadır.
Adamla karşı karşıyasın, kavgaya giriyorsun, o
sana yumruk atıyor, sen ona yumruk atıyorsun,
orada zaten ya kaçacaksın ya kavga edeceksin,
bir çarpışma noktası var. Ama onun öncesi çok
daha önemli. Sen hayatın düğüm noktalarında direnişçi
bir tutum geliştirebiliyor musun, önemli olan
o. Bu işte seni iten ve çeken kuvvetler var. İten
kuvvet daima zayıf bir kuvvettir. Devrimci hareket,
iktidarı alıncaya kadar en güçlü olduğu düzeyde
bile düzen karşısında aslında maddi açıdan, kapsayıcılık
açısından daha zayıftır. Düzen dediğin şey, içinde
hareket ettiğin şeydir. Yani sen, denizin, deryanın
içinde bir gemide gidiyorsun. O zaman asıl sorun
sende bitiyor. Bütün seni kuşatan şeyler karşısında
“gerçekten ben doğru bir yerde duruyorum ve mutlaka
bunu daha ileriye taşımalıyım” diyebiliyor musun,
diyemiyor musun? Sorun burada. Direnişçi kişiliğin
bu anlamda en sorunlu yanı da budur. Biz düşmanla,
sokak çatışmalarında, şurada burada hiç yenilmedik,
yenilsek bile aslında orada yenilmiş sayılmayız,
öncesinde bir yenilgi zaten var; öncesinde kendi
içerisinde kararlaşamama, iradeni netleştirememe
sorunu var. Güçlü bir direnişçilik ortaya koyamama
var.
2. Katılımcı: Tamamlamak için şu söylenebilir:
Bilmediğimiz ve yaşamadığımız ama hazır olmamız
gereken dönemler de var. Yani, herkesin yılgınlığa
düştüğü, teslim olduğu, mevzileri bırakıp kaçtığı,
okuldaysak, fabrikadaysak grevi kırdığı, yapayalnız
kaldığımız anlar var. Direnişçi kişiliğin asıl
böyle bir istikrara sahip olması gerekiyor. Yani
herkesle birlikte ve her zaman direnirken zafer
dönemlerinde değil, her dönemde, her yerde ve
her zaman bütünlüklü bir istikrara sahip kişiliğin
ifade edilmesi gerek diye düşünüyorum.
1. Katılımcı: Ayrıca, son bir nokta olarak
da kitlelerden öğrenmek ve öğretmek dedik. Bu
hayati bir şey aslında. İnsan sosyal bir varlık
ve bütün davranışlarının bütün sonuçları kurduğu
sosyal ilişkilerde ortada çıkıyor. Sağındaki solundaki
insanlarla ve esas olarak da o steril devrimci
ortamda değil, sokaktaki vatandaşla, yurttaşla
kurduğu ilişkide aslında devrimciliğin anlamı
ortaya çıkıyor. Sen devrimci bir kurumda düzgün
davranabilirsin de, sokakta başka bir adam olursan,
bir anlamı yok. Ya da kendin düzgün cümleler kurup
da sokaktaki adamın daha geri tutumu karşısında
böbürleniyorsan, “bunlar ne kadar cahil adamlar”
diyorsan, orada iş bitiyor. Cehaleti nesnel bir
durum olarak tanımlamak ayrı bir şey ama bundan
kendine paye çıkarmak noktasında bir tavır alıyorsan,
aslında çok az şey öğrenmişsin demektir. En azından
insanlarla ilişki noktasında, devrimcilik noktasında
çok az şey öğrenmişsin demektir. Herkesten öğrenebiliriz
arkadaşlar. Kitlelerden öğrenmek dediğimiz şey,
öyle laf olsun diye söylenmiş bir şey değil. Hepimiz
bir hayat yaşıyoruz ve bu hayattan çeşitli deneyimlerle
geliyoruz. Hayatın toplamı da bu deneyimlerin
toplamı aslında. 60-70 yaşındaki insandan dahi
öğreneceğimiz çok şey var. Köyde yaşamış, büyümüş
insandan öğreneceğimiz çok şey var. Yeter ki,
iyi bir gözlemci olalım ve doğru sorular soralım.
Onun hayat deneyiminden çok şey öğrenebiliriz.
En azından bulunduğu yörenin gelişim seyrini öğrenebiliriz.
Bizim hareketimizde böyle bir risk de vardır daima,
şöyle iş yapacaksın, şöyle vuracaksın, şöyle kıracaksın
ama ne için? Yani bütün bu yaptıklarının sonuçta
hepsinin tek bir amacı var, o da emekçileri kazanmak!
Yani biz bütün bunları emekçilerle daha iyi bir
iletişim kurmak için, emekçilere kendi fikirlerimizi,
örgütlülüğümüzü daha güçlü aktarabilmek için yapıyoruz.
O yüzden emekçilerden kopan, bütün çalışmasının
odak noktasına emekçileri örgütlemeyi, emekçilere
devrimci düşünceleri taşımayı ve onları devrimci
eylemin içine çekmeyi koymayan bir devrimci, devrim
yapamaz. Bir devrim hareketi örgütleyemez. Bu
türden devrimcilerin olduğu yapı, bir protesto
hareketi olur. Emekçileri özne yapan bir devrim
hareketi olamaz. MRTA’nın çok güzel bir sloganı
vardı: “silahlarla ve kitlelerle…” Silahla kitleyi
birbirine bağlayan, tek bir cümle içerisinde yapmak
istedikleri şeyin bütün özetini veren bir slogan
bu. Demek ki, öncelikli sorunumuz daima emekçilerin
örgütlenmesidir, onların mücadeleye kazanılmasıdır.
Aradığımız bütünlük bunların bütünlüğü aslında.
Bu olabilir mi? Evet olabilir arkadaşlar. Yeni
hayatını kaybetmiş bir yoldaşımızdan söz ettik:
Erdal Altınöz. Erdal Altınöz, 19 yaşında ve yoksul
bir köylü çocuğu. Köyleri de kent merkezine yakın.
Üniversiteyi kazanıyor. Yaklaşık 1 yıldır, Giresun’da
okuyor. Kısa sürede oranın yerli insanlarıyla
ilişki kuruyor. Onlardan kimileri ile çalışmaları
başlatıyor. Onun dışında, derginin dağıtımını
sağlıyor, tüm kurumlara götürüyor, bırakıyor.
Bu arada günde 12 saat de kitap okuyabiliyor.
Bunların hepsini birlikte yapıyor, çok istekli,
çok canlı, bir yandan teorik çalışma da yapıyor.
Gençlik dergisine yazı yazma sorumluluğunu alıyor,
sonuçta devrimci iradeyi koyuyor, kendisini her
cephede var etmeye, her cephede güçlendirmeye
çalışıyor. Aslında böyle birçok örnek gösterebiliriz.
Bunu böyle anlamak lazım. Sonuç itibariyle sadece
şu ya da bu konuda yetkin insanlar değil istediğimiz.
Yani çok kitap okursun, çok şey bilirsin ama devrimci
çalışmada, emekçilere bunu taşımada hiçbir aktiviten
yoktur. O zaman çok anlamlı değil. Tamam bir insanın
kendisini geliştirmesi önemli. Bunu mücadelenin
içine taşımıyorsan, pratiğe uygulamıyorsan, hepsi
yetersizdir, tek yönlü gelişmeye neden olur. Ya
da eylem adamı olursun ama emekçilerle karşı karşıya
geldiğinde iki kelime söyleyemezsin, sana yiğit,
cesur, mert derler ama bir yandan da sadece kırmayı
dökmeyi biliyordu, ne derdini anlatabiliyordu,
ne başka bir şey yapabiliyordu da derler.
Çok yönlü bir gelişmede genç arkadaşlar bunu çok
yoğun hissedeceklerdir, evde size karşı tutum
da değişecektir. Sen evinde saat 10.00’a kadar
yatarsan, çalışmadığın halde, diyecek ki, “devrimcilikten
bahsediyor ama akşama kadar yatıyor.” Ama sen
sabah kalkıp önüne kitabı koyduğunda, tabii yine
çarpışma olacaktır ama içten içe sana karşı tutum
değişmeye başlayacaktır: “Çalışmıyor, iş bulamıyor
ama çocuk oturup okuyor!”
Ana romanı aslında bu konuda çok çarpıcı bir örnektir.
Pavel’in önceleri annesi ile olan ilişkisi çok
kötüdür ama içkiyi bırakır, annesiyle ilişkilerini
düzeltir, ona karşı saygılı davranmaya başlar,
sonra başka şeyler arka arkaya gelir ve ana onun
destekçisi olur. Biz bunu, kısacası her yerde
ve her cephede bütünlüklü uygulayabilirsek, bütünlüklü
insan olma çabasının sıkı bir takipçisi olursak
sonuçlarını kesin bir biçimde görürüz.
Che ve Mao’ya değinilmişti. Mao’nun kadro sorununda
söyledikleri, yazdıkları oldukça önemlidir, değerli
deneyimlere dayanır. Uzun yılları savaş içerisinde
geçmiş bir insandır. Her şeyden önce bir “uzun
yürüyüş” vardır ki, muhteşem bir olaydır. 12 bin
kilometrelik bir yürüyüştür bu. Yüzbin - ikiyüzbin
kişi ile başlayıp, on bin kişi ile biten ve ardından
6 milyon kişi ile geri dönen bir mücadeledir o.
Bu anlamda çok büyük deneyimler de biriktirmiştir.
Che bu konuyu özel olarak ele aldığı için daha
fazla bilinir, daha fazla kafa yormuştur, ekonomizme
ve kendiliğindenciliğe karşı mücadele vermiştir.
Yani, sosyalizmin ekonomik koşullarını yaratmak
yetmez. Sosyalizm, irade ile yapılan birşeydir.
O yüzden irade vurgusu güçlüdür sosyalizmde. Sovyet
ekonomizmine karşı özel bir vurguyu ifade eder
ama biz bu ifadeyi günlük yaşamımızdan da çıkarabiliriz.
Che “siz sosyalist ekonomik bir alt yapı yaratabilirsiniz
ama bu sosyalist insanı yaratabildiğiniz, yaratabileceğiniz
anlamına gelmez. Bunun için özel bir çaba, bilinç,
örgütlülük ve mücadele gerekir” diyor; “insandaki
o geri yanları aşabilmek, insanın daha rafine,
daha nitelikli, daha paylaşımcı, dayanışmacı bir
karakter kazanması için özel çaba harcamak gerekir”
diyor.
Bunu kendi pratiğimizde de görebiliriz. Bir insan
bizim herhangi bir çalışmamızda yer alıyor diye,
herhangi bir kurumumuza geliyor diye, iyi insan
olmaz. Sizin karşı karşıya olduğunuz insanla özel
bir faaliyet yürütmeniz gerekir. Bu sadece bir
eğitim çalışması ile olmaz. Bütün tutumlarımızda
o öncü kişilik orada gereklidir. Bütün tutumlarımızla
onu değişime zorlamak, onu değişmeye zorlayacak
bir atmosfer yaratmak zorundayız. Yoksa siz, Sovyet
revizyonizminin düştüğü hataya düşersiniz. “Biz
herkese ekmek veriyoruz, güzel de yaşıyorlar,
daha ne olabilir, karnı tok, sırtı pek, otursun
sosyalist olsun, yaşadığı koşulların değerini
bilsin”, hayır, öyle olmuyor... Pekala üç gün
sonra o koşullar bir biçimde, manipülasyonla vs.
gidiyor.
Yani bir insan kurumlarımıza geliyor, biz ona
daha eşitlikçi davranıyoruz, daha iyi davranıyoruz
demekle olmaz. Sizin kurumlarınızdaki iç işleyişinizden,
onun demokratik, kapsayıcı niteliğinden tutalım,
eğitim çalışmalarınıza, kullandığınız hitap biçimlerine
kadar her şey, insanların değişmesi için, farklılaşması
için önemlidir; siz ancak böyle bir çabayla, özel
bir emek harcayarak bir insanı değiştirebilirsiniz.
Ancak, o zaman örgütlülükten söz edilebilir, yoksa
bir kurumda, dört duvarın arasında bir arada durarak,
kimi genel geçer çalışmaları yaparak ne kurum
olursunuz, ne de örgütlü çalışmadan söz edebilirsiniz.
Che’nin bugünkü karşılığı, Che’nin Sovyet revizyonizmine
yönelttiği itirazın karşılığı budur. Yani çalışmalarınızın
her bir anını, yan yana geldiğiniz yoldaşlarınızın
her anını, gerçekten mücadelenin sorunlarıyla,
doğru ve düzgün bir insan olmanın görevleriyle
birlikte yoğurabilmektir. Che, bunu söylüyor aslında.
Bu anlamda Che’nin itirazları sadece Sovyet revizyonizmine
yöneltilmiş itirazlar değildir. Sovyet revizyonizminin
bir biçimde benzerini uygulayan herkes için geçerlidir
ya da o hatalara şu ya da bu düzeyde düşen herkes
için geçerlidir. Che’nin yoldaşları olmak istiyorsak
o zaman, demek ki, çok örgütlü bir çaba, çok özel
emek harcayan, özel olarak yoğunlaşan bir kadrolaşma
faaliyeti söz konusu olmak zorundadır.
3. Katılımcı: Arkadaşlarımız, kadro olmanın
temel niteliklerini koydular ortaya. Bunlar, olmazsa
olmaz koşullar. Ama galiba kadronun asıl özelliklerini,
hangi alanda çalışırsa çalışsın kadronun nitelikleri
üzerinde durmak, bunu açmak gerekiyor. Bugün Türkiye
devrimci hareketlerinin geldiği duruma da bakarsak,
bundan payımızı ve etkilenmelerimizi hepimiz alıyoruz.
Ama biz bir iddiada bulunuyoruz, bir irade gösteriyoruz.
Kitlelerin nezdinde devrimcilere karşı sarsılan
güveni yeniden ve yeniden oluşturacak örgütlülüğe
ihtiyacımız var. Ben bunu sürekli devrim gibi
bir şey olarak görüyorum. Bu niteliklerin başında
da Mahir’in etik tutumu vardır. Etik davranabilme,
ikincisi bilimsel düşünebilme, üçüncüsü ihtilalci
olma.... ihtilalci ruha sahip olma, zaten gerek
direnişçi, gerek kurtuluşçu, her yönüyle niteliği
kapsıyor da gibi geliyor bana. Dördüncüsü ideolojik
formasyona sahip olma, onun üzerinden yükselebilme,
onu zenginleştirebilme, hayata diyalektik bakabilme.
Bütün ilişkilere, bütün yaşama, örgütlülüğe ve
mücadeleye, diyalektik bakabilme, ona göre yaşamayı
öğrenme ve öğretme. Bütün bunları da kapsayan
bir noktada örgütlü davranabilme. İnsanlığın getirdiği
bir birikim var. Bunu devrimciler inkar etmez.
Önemli olan, dürüst nitelikleri, doğru nitelikleri,
devrimci mücadeleyle, Marksizm-Leninizmle buluşturabilmektir.
Tabii ki toplumun bütününü düşündüğümüzde kişiliği
gelişmemiş demek daha doğru. Ama birikim de var
bu arada. Yoksa tarih boyunca ne mücadele süreçleri,
ne de devrimciler olurdu. İşte bu olumlu niteliklerle
buluşabilmek, o güveni karşılıklı kazanabilmek
son derece önemli. Devrimciler üstün insanlar
değil. Devrimciler farklılıklar taşıyan insanlar.
Devrimci sosyalist hareket de diğer pek çok yapının
kültüründen, bugün emekçilerin güvenini kıran
davranışlardan kopuyor. Yeniden yapılanma sürecimizde
bu güveni yeniden sağlayabilmek önemli. Yoksa
emekçilerden soyutlanmış, marjinalleşmiş, kendi
kendine yeten bir cemaat olmaktan öteye gidilemiyor
bir türlü.
Ayrıca, kadronun dili de çok önemlidir. Kaba,
uzak, hayatın gerçeklerinden kopuk olmamalıdır
ve değildir de. Tam tersi hayatın içindedir, hayatın
içinde üretir ve dilini kendi değerlerini oluşturarak
kullanır. Nasıl davranışlarımıza son derece önem
veriyorsak kullandığımız dil de bununla bütünlüklü
bir şeydir. Kadro adayları az önce belirli ölçülerde
saymaya çalıştığım kriterleri yakalamaya çalışan
bir yerden geliştirmeye çalışmalı. O yüzden hiçbir
biçimde bugüne kadar getirilen birikimi yabana
atmamalıyız, küçümsememeliyiz, biz onunla bütünleşen,
onu yükselten bir yerden gitmeliyiz. Savaşçı bir
süreç bizi bekliyor. Komünizm başka bir şey, zaten
komünist insan, sosyalist insan bugünden yaratılan
insan dedik. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, orada
kültürel devrimin yaratılamamış olması, bürokrasinin
ya da statükoculuğun ağırlık kazanması, vs. insanlığa
bir deneyim, bir birikimdir. Dolayısıyla bunu
on kişilik ilişkilerle de, emekçilerle giderek
büyüyen tüm ilişkilerimizde de görmeli ve yaratmalıyız.
Bizi böyle bir gelecek bekliyor, buna zorunluyuz
yoksa gecikiriz diye düşünüyorum.
Yabancılaşmayı Kırmış İnsan…
4. Katılımcı: İnsan diğer canlılardan farklı
olarak üretimiyle birlikte ortaya çıkıyor. Yani
insan, bilinçli üretimiyle, doğaya müdahalesiyle
kendi varoluşunu inşa ediyor. Bu yaratma süreci
içerisinde farklı aşamalardan geçerek kapitalizme
kadar geliyor. Şimdi, kapitalizme kadar geliş
süreci içerisinde insanın şöyle bir gerçekliği
var. İnsan doğa denen ortamda yaşıyor ve ona çeşitli
şekilde müdahale ederek, ekip biçerek, hayvan
yetiştirerek bir şekilde yaşamını sürdürebiliyor.
Kapitalizmle birlikte insanın doğaya olan müdahalesi
en üst boyuta ulaşıyor. Doğayı istediği gibi şekle
sokabilir, ona tam anlamıyla hakim olabilir ve
o anlamıyla insan iradesi cüretiyle, bilimiyle,
toplumsal gelişimi ile dünya üzerinde birçok şeyi
değiştirebilir hale gelebiliyor. Şimdi artık bu
noktada insanın kendi iradesiyle, kendi üretimiyle,
kendi bilinciyle birçok şeyi yapabileceğine dair
bir gerçeklik var. Ve bu gerçeklik üzerinden insan
kendi gücünü görmüş durumda. Kapitalizmle birlikte
başlayan bir aydınlanma süreci var. Kapitalizmin
ortaya çıkışı devrimci, olumlu bir karakter taşıyor
ve bu ortaya çıkan aydınlanma insana bir rol veriyor.
Toplumsal yaşamını, tanrısal buyrukların hücresine
hapsederek değil, kendi bilimiyle, kültürüyle,
sanatıyla inşa ederek bir toplumu oluşturabilir
gibisinden bir atmosfer yaratıyor. Sosyalizm,
aydınlanma geleneğinin zincirine eklenen bir halka
olarak buna son noktayı koyacak. İnsan, kendi
emeğiyle, kendi bilinciyle, kendi üretimiyle,
sınıfsız bir toplumu, sömürüsüz bir toplumu yaratabileceği
anlamıyla aydınlanmanın en üst noktasını meydana
getiriyor.
Buna karşın kapitalizm ise yabancılaşmayı üretmeye
başlıyor. Çünkü, varolan insan iradesine karşı,
insanın bu duruşu, sömürü sistemini sürdürebilmesi
için yabancılaşma, insanın kendi üretimine yabancılaştırılması,
kendi ürettiğinden uzaklaştırılması, kendi ürettiğinin
düşmanı haline getirilmesi sistemi işliyor.
Günümüzde gelinen bu noktada postmodernizm dediğimiz
durum ile birlikte artık kapitalizm, bu yabancılaşmayı
en üst noktasına götürüyor. İnsanın hiçbir şey
yapamayacağını, ister örgütlü olsun, ister örgütsüz
olsun, istek tek başına olsun, ister dünyanın
tüm bilincine sahip olsun hiçbir şey yapamayacağını,
yani varolan akışa hiçbir müdahalede bulunamayacağını
konusunda bir kaderciliği getiriyor. Ortaçağ skolastiğine
benziyor. Ortaçağ döneminde (ki postmodern süreç,
Marksistler tarafından ikinci ortaçağ süreci diye
tanımlanmaktadır) din her şeyi belirlemektedir,
biz bunun dışına hiçbir şekilde çıkamayız, hiçbir
şekilde müdahale edemeyiz, sadece tapınmakla yetinmek
zorundayız denilir. Postmodernizm, aynı şeyi farklı
bir tarzda söylüyor: kapitalizm mutlaktır, egemendir,
tanrının yerine kapitalizm geçmiştir, onun gidişatı
karşısında bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur,
varolan bütün denemeler, sosyalizm vb. hepsi insanlığa
hüsran getirmiştir…
Devrimcilik ise, bunun tam tersidir. Devrimci
insan, kapitalizm koşullarında yaşar, ancak bu
koşullar içerisinde kendisine dayatılan, kendisine
empoze edilen, çocukluğundan beri kafasına sıkıştırılan
bütün, bilgi, bilinç, davranış özellikleri, kalıplar,
kültür, hepsini karşısına alır, cephe alır ve
bunların hepsini kendi iradesi ile yapar. Bu elbette
tekil kişilerin iradesi değildir, hem o vardır
aynı zamanda örgütlü irade de vardır. Diyalektik
bir bütündür, karşılıklı birbirini etkileyen bir
bütün, işte bu noktada bizim kadrolaşma dediğimiz,
yeni insan dediğimiz sorunun asıl özüne geliyoruz.
Bizim aslında yaptığımız şey, kadrolaşma, sosyalist
insan olma dediğimiz şey, Ernesto Che Guevara
gibi olmak dediğimiz şey aynı zamanda savaşma
aygıtıdır. Çünkü, kapitalizm bizi insan yapan,
bizim en temel insani özelliğimizi, bilincimizi
hayata geçirme dediğimiz şeye, bizi insan yapan
niteliğe yabancılaştırmayı dayatıyor. Onun propagandasını
yaparak, toplumu, insanlığı köleleştirmeye çalışıyor.
Biz ise, insanın ürettiği değerler üzerinden,
birikim üzerinden, kültürel, sanatsal, sosyal,
siyasal birikimin üzerinden yeni bir dünyanın
yaratılabileceğini, sömürüsüz bir dünyanın yaratılabileceğini,
bunun insanın kendi emeğiyle yaratılacağını söylüyoruz;
bilgimizle, bilincimizle doğaya, topluma, her
şeye müdahale ediyoruz, müdahale etmenin tarzını
ve örgütünü geliştiriyoruz, bilincini yaratıyoruz.
Bu bilinç aynı zamanda insani varlık oluşumuzun
bir gereğidir. Çünkü, biz insan olarak, doğayı,
toplumu, endüstriyi, vs. değiştirecek güce, bilince,
yeteneğe sahibiz. Bu yeteneklere sahip olduğumuz
ve uyguladığımız zaman biz insan oluyoruz. İnsan
dediğimiz bütünlüklü şeye yaklaşıyoruz. Bunu başaramadığımız
oranda, uzaklaştığımız oranda insanlığımızdan
uzaklaşıyoruz. Solculuğu bırakan insanları görüyoruz,
nedir? Toplumda sıradan bir insan gibi yaşayıp
giderek sürüleşiyorlar. Kapitalizm ne emrederse
onu yapmaya başlıyor. Onun gibi üretiyor, onun
gibi yaşıyor, onun gibi tepkiler veriyor. Oysa
bizim kadrolaşma dediğimiz şey, aynı zamanda bizim
doğa karşısında insan olarak düşünsel niteliğimiz
karşısında yeniden öğrenmemizi, sağlıklı tarzda
insan olmanın gerekliliğini yerine getirecek tarzda
üretmemizi gerektiriyor.
Bu bir sorundur aslında. Biz her şeye farklı bir
pencereden bakıyoruz. Bu durum bazen toplumla
ilişkiler kurmamızı zorlaştırabiliyor. İnsana
anlatmaya nereden başlasam diyorsun, yani adam
başka bir dil konuşuyor, sen başka bir dil konuşuyorsun,
farklı iki dünyanın insanı olarak karşı karşıya
geliyorsunuz. Oysa bizim dilimizi de ortaklaştırabileceğimiz,
temas kurabileceğimiz en temel nokta, pratik.
Yani, o insanın üretim pratiği üzerinden, o insanın
yaşam pratiği üzerinden ortak dili de tutturabiliriz,
ortak düşünceyi de tutturabiliriz. Ortak bir yerlere
gitmek, ortak bir yürüyüşü örgütlemenin, örmenin
kanallarını açabiliriz. Bu bizim için, insanları
insanlaşma mücadelemize katabilmek, o noktada
temas kurabilmek için en temel geçerli halkadır
diye düşünüyorum.
5. Katılımcı: Sunumu yapan arkadaş başka
siyasi yapıların ne yaptığının bizi ilgilendirmemesi
lazım dedi. Fakat, yaşadığımız koşullarda diğer
siyasetlerdeki arkadaşların yaptığı yanlışlıklar
şöyle ya da böyle, halk tarafından genel olarak
devrimcilere mal ediliyor. Böyle bir yerden baktığımızda
bu söylem ne kadar doğru olur?
Betül Yoldaş: Bunu genel olarak aslında
ideolojinin insanı belirlediği, ideolojinin yansımasının,
insanın hayattaki pratiğini açıklarken alt başlıklardan
biri olarak söyledik. Aslında evet, genel olarak
A bölgesinde çalışma yaptığınızda, o bölgede bizden
önce çalışma yapan siyasetlerin eksikleri ve hataları
genel olarak gündeme gelir. Ancak, burada asıl
vurgu, başta bahsettiğimiz bizi diğerlerinden
ayıranın ne olduğu noktasındadır. Biz savaş örgütüyüz,
savaşçı kadrolarız, kurucu kadrolarız; bu anlamda
A siyasetinin insanının herhangi bir kahveye girdiğindeki
konuşma tarzıyla benimki aynı olmaz. Benim yayını
dağıtma tarzım, B siyasetinin insanı ile aynı
olmaz. Benim emekçilerle kuracağım bağ, C siyasetiyle
aynı olmaz. O yüzden onun bu işleri yaparken pratik
hayattaki ördükleri de beni bağlamaz. Asıl vurgu
buna idi. Ama gerçekten devrimcilerin yaptığı
hatalar genel olarak herkesi bağlar, hepimizi
geri düşürür. Bunu aşacak yöntem, beni diğerlerinden
ayıran, devrimci sosyalistleri diğer siyasetlerden
ayıran bir tarzın pratikte kendini ifade etmesidir.
Bunu ifade ettikçe durum değişecektir.
Beceriklilik ve Siyasi Kadro
6. Katılımcı: Bir de kadro sorununda “iş bitiricilik”
diye bir kavram var. “Beceriklilik” deniyor bazen.
Bunun kadro kavramıyla karıştığı durumlara çok
rastladık. Yani adam çok becerikli, bazı işleri
çok hızla yapıyor ama devrimci kadro değil. İyi
araba kullanıyor ama sosyalist değil, vs… Ama
bu arada konum kazanıyor.
Başka örnekleri de var. Bir başka arkadaşımızın
bastığı yerde ot bitmiyor. İşe başladıktan bir
yıl sonra üç kişi olmuyor. Hatta üç kişi ise bire
iniyor. O da bir kadro tipi. Bu konuda biraz konuşmalıyız.
Betül Yoldaş: Aslında bu konuya başka
bir noktadan başlamalıyım. Geçmiş süreçlerde de
hâlâ da devrimci hareketlerde becerikli insanlarımız
vardır. Bu insanlar ideolojik formasyon ya da
yarını örecek kadroyu bugünden oluşturan insanlar
olarak gelişmeyen insanlardır. Bu noktada asıl
iş, örgütlenmeyle, örgütün o kadroların gelişmesini
sağlayacak mekanizmaları yaratıp yaratamamasıyla
ilgili bir durumdur. Niye bu kadar çok darlar?
Niye bu kadar çok bu eksikliklerle devrimci hareketlerin
içinde bu kadar çok yer alabilmişler? Arkadaşlar,
hepimiz eşit düzeyde yetişmiyoruz, eşit düzeyde
gelişmiyoruz. Devrimci hareketlere çok farklı
kanallardan, çok farklı yollardan, çok farklı
hayatlardan geliyoruz. Ama bizi birleştiren ve
sonuçta bu pratik içinde yetkinleştiren bir yol
var. Bu yola girdiğimizde aslında sunumun en başında
belirttiğimiz “örgüt insanı yaratır-insan örgütü
yaratır”dan bir başka kademeye atlıyoruz. İlişkilenmeye
başladığımız insanları A bölgesinde iş yaparken,
kendi örgütlülük düzeyinde belirli kademelere
çektiğimiz insanları gelişme düzeylerini takip
edebilmek, bunları geliştirebilmek, bunları örgütlü
hale getirebilmek ve onları bugünün kurucu kadroları
haline getirebilmek, sorunumuz bu. Eğer buna uygun
mekanizmaları oluşturamıyorsak, karşımıza bu tür
sıkıntıların çıkması çok doğal. Adam bir kahveye
gidiyor, arkasında yüz kişi ile çıkıyor ama o
ilişki değil. Aslında örgütlü bir form kazanamıyor.
Aslında devrimci harekete yararı yok zararı var
bu kafa kol ilişkilerinin. Bir yere gitmek gerekiyor,
acil otobüse ihtiyacımız var, adam benim ilişkim
var diyor, alıp gidiyoruz ama bunun bize artısı
yok, kendi devrimciliğimiz noktasında, hayat pratiğimiz
noktasında eksileri var. Bunun devrime, örgütlülüğe
bir faydası yok. Sonuçta, aslında bütün iş, kadroyla
örgüt, örgütle kadro arasındaki mekanizmaların,
denetleyici mekanizmaların kurumsallaşması ile
ilgili.
1. Katılımcı: Aslında sorun bir sıkışmadan
kaynaklanıyor iş bitirici alanlar noktasında.
Sıkışmanın kaynağında da devrimcilerin, devrimci
hareketin insan zemini yatıyor. Emekçi semtlerinden
insanlar geliyor ve çoğunlukla oldukça zayıf yetenek
ve dinamiklere sahip. Kendilerini geliştirme konusunda
özel bir motivasyonları yok, imkanları da yok.
Örneğin orta sınıflar için araba kullanmak nedir
ki! Hemen hemen hepsinin ehliyeti vardır. Ama
bu bir “yetenek” değil. Sonuç olarak orta zekalı
herkesin yapabileceği bir yetenek. Mesela adamın
iki insanla diplomatik ilişki kurma yeteneği var,
iki tane laf ediyor, çok büyük bir olay oluyor.
Adam aslında birçok geri özelliklere sahip ama
salt bu nedenle “yetenekli” deniliyor. Oysa aslında
sorun gayet basit: Biz yeteneksiziz!
Demek ki sorun şurada düğümleniyor: Bütünlüklü
insan. Yani, her yönde, her cephede kendisini
geliştiren, bu konuda özel bir motivasyona sahip
insanlar olsak, özel bir çaba harcasak hiç de
böyle tiplere ihtiyacımız olmaz. Biz kendi cephemizden
sorunu çözebilsek, bu sorun aşılır. Yeteneklerimizi
sürekli geliştirebilsek, en temel noktalarda formasyonlara
sahip olsak bunları kolayca aşarız. Aslında, Betül
yoldaş insan kriterleri diye 4 ana başlık altında
kriterler söyledi. Bunlar, bütünlüklü insanın
sahip olması gereken yanlara dair de bir fikir
veriyor. Sizin bir takım yetenekleriniz olacak,
yeteneklerinizi geliştireceksiniz, ailenizle doğru
ilişki kuracaksınız, çevrenizle kuracaksınız,
kitap okuyacaksınız vs. Bunları yaparsanız, aslında
iş bitirici görünen ama yine Betül yoldaşın dediği
gibi uzun vadede zarar veren durumlardan kurtuluruz.
Bu “iş bitirici” adamlar karşısında devrimci hareket
çoğu zaman çocuk gibi davranır. Özellikle onların
o tutumlarına kanıyorsak. O bize bir-iki şey gösterir.
Bir statü kazanır, “iyi adam, büyük adam” pozisyonu
kazanır. Bu bizim sıkışmamız ile ilgili ve biz
kendimizi geliştirdiğimiz ölçüde aşılır.
İrade ve İradecilik
7. Katılımcı: Başka bir sorun da şu: Sosyalizmde
inşa söz konusu iken insan ve bilinç faktörü çok
daha etkin bir noktada. Bundan sonra komünizme
giden bir süreç var. Biz bugün emperyalizm koşullarında
iradeci yan, volantirist yan vurgusunu çok fazla
ön plana koyarız ve kadrodan bahsederken hep bu
iradeci yana, bu bilinç faktörüne ağırlık veririz.
Ama öte yandan bizim Marksizm’den öğrendiğimiz
bir şey var: üretim ilişkileri bilinci belirler.
Yani bilincin ve iradenin ön planda olduğu sürecin
bir sınırı yok mu? Komünizmin şu aşamasında ya
da bu aşamasında bu nasıl bir biçim kazanacak?
Bu sonsuza kadar gidecek bir şey mi?
1. Katılımcı: Şimdi bu kendiliğinden gelişme,
determinizm tartışmaları, Leninizm ile birlikte
başlayan tartışmalardır. Lenin volantiristtir,
çok kesindir. Lenin, volantiristtir, iradecidir
ama öyle keyfi veriler üzerinden değil. Nesnel
durum tahlilleri yapmıştır. Her şeyden önce yaşadığı
ülkeyi, Rusya’yı iyi anlamıştır. Rusya’da kapitalizmin
gelişme özellikleri üzerine kocaman bir kitabı
var biliyorsunuz. Yani önce nesnelliği iyi tahlil
etmeye çalışmıştır, işçi sınıfının yaşadığı koşulları
tahlil etmeye çalışmıştır. Bugün burjuva ideologlarının
bize olan saldırısı hep şöyledir: “Bunlar nesnel
koşulları göz ardı ediyorlar. Sürekli irade irade
diyorlar ama koşullar yoksa irade ne yapar?” Hayır,
aslında öyle değil, sosyalizm çok kesin bir biçimde
irade ile kurulur ama bu irade nedir? Sosyalizm,
tüm dünyada sosyalizme geçişin nesnel koşulları
vardır tahlilinden hareket ediyor. Sınırsız bir
üretimin, doğayla barışık yaşamanın ve onu insanca
yaşama noktasına dönüştürmenin koşulları vardır
diyor ve gerçekten herkes bunu çıplak gözle görebiliyor.
Dünyadaki kaynaklar herkese yeter ama bunu yapmak
için irade gerekiyor. Her şeyden önce kapitalizm
kendi içinde sosyalizmi yaratamıyor, onu emekçilerin
iradesi kuruyor. Bu anlamda devrim vurgusu sosyalizmden
sonra da devam edecektir. Neden? Bakın Küba’da
yaklaşık 45 yıldır, devrimi korumaktan, geliştirmekten
söz ediyorlar. Bu çok önemli bir şey. Çünkü, devrimden
söz etmek, aynı zamanda siyasetten söz etmektir.
Sosyalist insan, aynı zamanda siyasi insandır.
Sosyalizmin ekonomik uygulamaları politizasyon
yaratır mı? Elbette yaratır. Örneğin Sovyetler
Birliği’ne çöküşten sonra giden insanların çok
temel gözlemlerinden biri şudur: Melek gibi insanlar!
Misafirperver, candan, paylaşımcı… Yani o nesnel
koşullar, kapitalizme özgü birçok olumsuzluğu
ortadan kaldırmış, insanların huyunu suyunu düzeltmiş.
Ancak, sorun o nesnel koşulların yarattığı melek
gibi insanlar sorunu değil, bu dünyada kapitalizm
diye bir şey varsa, insanların bir bölümü hâlâ
acı içinde kıvranıyorsa, senin Moskova’da ya da
Sibirya’da melek gibi yaşaman hiçbir anlam ifade
etmiyor. Sen enternasyonal kurtuluşun savaşçısı
olmak zorundasın, melek değil!
İşte Che’nin farkı orada. Che’nin söylediği bir
şey var, sen dünyanın herhangi bir yerinde acı
çeken bir insanın acısını yüreğinde hissetmiyorsan
sosyalist olduğundan bahsedilemez, devrimci olduğundan
bahsedemezsin, diyor. Moskova’da işler iyi, iyi
ama Afrika’da da çok kötü! Ne yapacağız peki?
Moskova’daki adam yüreğinde onu hissediyorsa,
bunun mücadelesini veriyorsa, Kübalı devrimciler
gibi, 50-100 kişi Kongo’ya gidiyorsa, Bolivya’ya
gidiyorsa ya da Angola’da destek çağrısı yapıldığında
20-30 bin gönüllü insan savaşa gidiyorsa, o da
sosyalizmin kendisidir. Bu insanlar da melek gibidirler.
Küba’ya gidenler de söylüyor, insanlar melek gibi
olmuş, ama savaşan melekler. Uykuya yatmış, cenneti
yaratmış melekler değil. Sonuçta irade, iradecilik,
evet komünizme kadar vardır.
Komünizm, zaten bu kavramları geçersizleştirecek.
Ne partiye, ne kavgaya, ne de devrimcilik kavramına
gerek olacak. O zaman yeni bir literatür yaratacağız,
yeni bir kavram düzeyine ulaşacağız. Ama dünyanın
en ufak yerinde bile kapitalizm varsa, bizim literatürümüzde
devrimcilik olmak zorunda ve savaşkanlık olmak
zorunda.
Ayrıntılarda Gizli Olan…
8. Katılımcı: Kadro değerlendirmesi yaparken
bazı özellikler saydık. Öğrenme karşısındaki tutum,
hayat karşısındaki tutum, devrimci çalışmadaki
tutum, ilişkiler ve özel ilişkiler diye. Bu benim
son zamanlarda sorguladığım bir şeydi, konuşulması
iyi oldu. Birkaç örnekle karşılaştım. Eminim ki,
birçok insan da karşılaşmıştır. Bir arkadaş var,
öğrenmeye çok meraklı, sorumluluk sahibi bir insan
ama özel ilişkilerinde bir problem var. Örnek
vereyim, daha açıklayıcı olacak, bir arkadaş diyor
ki, yemek yediğimizde annemin sofrayı kaldırmasına
yardımcı olmuyorum. Ama bir işçi ailesine gittiğimde
ona yardım ediyorum. Veya bir başkası birisini
örgütlemek için bir çok zaman harcıyor ama eşine,
çocuğuna aynı zamanı harcamıyor. Ailesi ile ilişkilerinde
sorunları var, vb… Bu konuda arkadaşlarımız da
ne düşündüğünü söyleyebilir. Bu konuda bir değerlendirme
yapmak gerektiğini düşünüyorum. Birebir ilişkilerde
bunlar önemli diye düşünüyorum. Bunun bir öncelik
sırası var mı? Nasıl yapmak lazım?
9. Katılımcı: Aslında sorunun içinde yanıt
da var. Öncelik sıralamasıyla değil, bütünlüklü
bakmak… O bütünlükten bir parçayı ayıramazsın.
Bunlar zaaflardır. Çaba gösterirsek aşarız.
6. Katılımcı: Ama gölge alanlar da var.
Adamın bir şey öğrenip öğrenmediğini oralardan
anlayabilirsin. Gölge alanlar nedir? İşlerini
yapıyordur ama evde çoraplar yığılmıştır mesela.
O bakımdan kriterlerin gözlemlenmesi, derinlikli
bakabilmek ile ilgili bir şey.
10. Katılımcı: Bazen saydığımız özelliklerin
yansımalarını kurumlarda da görüyoruz. Yani bütünlük
meselesini. Arkadaş iyi, okuyor okumasına ama
kül tablasını boşaltmıyor ya da kurumun camlarını
düşünemeyebiliyor. Sonuçta, evlerde de aynı şeyler
yaşanıyor.
Betül Yoldaş: Şimdi aslında bu bizim hayatımızda
direk karşılaştığımız bir sorun. Evet, şimdi ben
burada bulaşık yıkıyorum ama evde yemek yedikten
sonra o bulaşık kalıyor. Yıkamıyorum, okumam gereken
kitap oluyor, yapmam gereken iş oluyor. Ortak
bir komün hayatındaysak, bu işi çözebiliriz. Ama
aile ilişkilerimde veya gittiğim herhangi bir
evde bunları yapamam. Bunları yapmamam gerekir
ama söylediğin nokta ile ilgili, sürekli bütünlüklü
bakış, tamamlanmış insan olmak dedik ya, sosyalist
insan da böyle bir şeydir. Ama ailelerle ilişkiler
hep sorunludur. Ailelerle sorunları en aza indirmenin
yolu çok net olabilmektir, her gün kavga olabilir
ama siz kendinizi ifade edersiniz. Onların sizi
geri çekmesine izin vermezsiniz.
11. Katılımcı: Özellikle aile konusunda,
aileye yardım ediyorsun ama bir noktadan sonra
şu yüzden tıkanıyor, çok diyalog kurduğunda engellemeye
çalışıyor, fırsat, bu fırsat diyerek, o yüzden
biraz ilişkiler kopuyor. Mesafe koyuyorsun, çok
üzerine gelmesin diye.
Netlik önemli tabii. Net duruşun bir yerden sonra
onları duraklatır ama sürekli koruma iç güdüsü
var; oraya gitme böyle olur, bak eylem olur dayak
yiyorlar, şöyle yapma böyle olur. Bir de yaşının
küçük olmasının verdiği problemler var. Söylemek
istediğim bu noktada bir kopukluk var. Netlik
veya başka bir şeyden dolayı gelişen kopukluk
değil, bundan dolayı bir kopukluk var.
Bütünlük mü? Tamamlanmışlık mı?
12. Katılımcı: Kafama takılan bir cümle var,
belki yanlış da anlamış olabilirim. Arkadaş, tamamlanmış
devrimci, bütünlüklü insan Che diyor. Ben Che’nin
bütünlüklü bir insan olduğuna inanıyorum, ki öyledir
zaten. Ama “tamamlanmış devrimci” noktasına ben
katılmıyorum. Çünkü, bir devrimci hayatı bütünlüklü
olarak kavrar. Hayat sürekli ilerler, devrimcinin
önüne yeni yeni olgular, yeni sorunlar çıkartır,
devrimci bunlara karşı kendi penceresinden bütünlüklü
bakış açısı geliştirir. O yüzden tamamlanmış devrimci
diye bir şey olmaz, hayatın sürekli değiştiğini,
geliştiğini, devrimci değerler çerçevesinde ona
farklı değerler yüklemek gerektiğini bilir ve
kendisini de geliştirmesi gerektiğini bilir. Che,
belki Bolivya’da ölmemiş olsaydı, kendini yine
geliştirecekti. Tamamlanmasının sınırı yoktur
diye düşünüyorum.
Betül Yoldaş: Aslında, arkadaşımız çok
doğru noktaya vurgu yapıyor. Orada bahsettiğim
iki söylem var, birincisi bütünlüklü insan, ikincisi
tamamlanmış insan… Evet, hiçbir zaman tamam değil,
hiçbir zaman, komünist dediğimiz insanların da
söylediğimiz anlamda tamam olduğu şüphe götürür
bir şey. Her zaman yeni bir şey öğrenmeli, kendini
ilerletmeli, toplumu ilerletmeli, sanatını, kültürünü
ilerletmeli. Kapitalizm ise insanı parçalıyor
ki, kendi örgütlülüğünü engellesin. Oysa, Che
gibi devrimcilerde bu parçalanmışlık yok. Bu,
siyaset anlamında, devrimci kadro anlamında, yapmamız
gerekenler anlamında, bir tamamlanmışlık getirir.
O yüzden Che, böyle özel bir simge.
6. Katılımcı: Parçalanmışlığın karşıtı
bütünlüktür. Tamamlanmışlık başka bir şey.
Betül Yoldaş: Tam insan, komünizmin insanıdır.
3. Katılımcı: Sonuçta tamamlanmış sözü
doğru değil, bütünlüklü demek daha doğru. “Tamamlanma”
mistik noktalarda olur.
1. Katılımcı: Arkadaşlar, sonuçta “tamamlanmış
insan” sözü tek bir anlam ifade eder. Tamamlanmış
insan sınırına varmış insandır. O yüzden hayatta
böyle bir şey yok. Hayatta tamamlanma diye bir
şey yok ama hayatta bütünlüklü olunur. Bütünlüklü
olursun, çok yönlü bakarsın, hayatı tüm yönleriyle
anlamaya ve kavramaya çalışırsın. Ama tam kavrayabilir
misin? Mümkün değil. O yüzden, insanlığın arayışında
da bu vardır. Ama bu deyim yerindeyse güneşe doğru
yürümek gibi bir şeydir. Hiçbir zaman varamazsın
ama hiçbir zaman da vazgeçmezsin. Hayat komünizmde
de, daha öncesinde de sürekli önümüze bir sürü
yeni şey çıkarır. O yüzden kavramın o anlamı,
bu anlamı yok, bir tane anlamı var.
7. Katılımcı: Başka tartışmalarımızda
da konuşmuştuk, Marksizm’de kesin tanımlamalar
yok, önü açıktır, gelişime açıktır. Örneğin yüz
elli yıl önceki proletarya tanımı doğrudur ama
bugün farklı bir proletaryanın değişimini, koşullarını
dikkate almalıyız.
1. Katılımcı: Marksizm’in kendisi hiçbir
zaman tamamlanmayacak bir şey. Yeni gerçeklerle,
yeni ilişkilerle bütünlenecek bir şey. Bu anlamda
kavram karışıklığı var ama arkadaşın sunumunda
da baştan itibaren vurgulanan şey bütünlüklü insandı
aslında. O da onun bir parçası olarak ifade edildi.
Ayrıca “devrimci olmayanın karakteri yoktur” sözü
de çok abartılı bir söylemdi. Kuşkusuz vardır
ama şu da çok kesindir, çarpıktır. Kapitalizmin
insanı çarpılmış bir insandır. Bu bazen fena halde
çarpılmış bir insandır, bazen daha azdır, kimi
insani özellikleri taşır. Bir arkadaşın dediği
gibi, insanlık on bin yıldır bugüne kadar bir
şey getirmedi değil. Bir sürü değer yarattı, bir
sürü güzel şey yarattı. Bunu kısmen insanlar kendilerinde
cisimleştiriyorlar. Bunlardan çoğunluk ise habersiz
olarak onu taşıyor. Asıl sorun, yeniden vurgulamak
gerekirse eğer, geleceğin, komünizmin referanslarıyla
yeni insanı, bütünlüklü insanı yaratmak ve her
gün daha da yetkinleştirmektir.
|