Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

44. Sayı - Eylül 2006

Hatırlanacağı gibi, 1 Temmuz 2006 günü 13 ilin birden elektrikleri kesilerek karanlığa mahkum edildi. Üstelik bu 13 ilin Bursa, İzmir, Antalya, Muğla, Denizli, Aydın, Uşak, Kütahya Manisa, Balıkesir, Çanakkale, Eskişehir ile İstanbul gibi yaşamın en yoğun olduğu iller olması da ayrıca üzerinde düşünülmesini gerektiriyordu. Sonrasında her zaman olduğu gibi bu konuda da burjuva medyadan yalan yanlış haberler akmakta gecikmedi. Olay, sanki sermayedarların daha çok para/kâr hırsından değil de, herkesin futbol izlemek isteyerek elektriğe aşırı yüklenmesinden kaynaklanıyormuş gibi gösterilmeye çalışıldı. Ancak bu yalan yenilir yutulur cinsten değildi; yani yama tutmayacak bir delik vardı ortada. Durumu kendileri de anlamış olsa gerek ki bir süre sonra olayın iç yüzüne yönelik birkaç açıklama yapma gereği duydular.
Asıl mesele elektrik üreten özel firmaların daha fazla kâr hırsından başka bir şey değildi. Ama bu aslında çok basit bir durum da değildi. Sonuçta olan şey, Türkiye halklarının en doğal hakkı olan ücretsiz ya da çok düşük bir ücretle elektrik enerjisinden yararlanma hakkının elinden alınması anlamına geliyordu.
Durumu anlayabilmek için biraz geriye dönüp bakmakta fayda var.
Enerjinin Yağmaya Açılması
Teknolojinin ilerlemesi ve artan oranda makineleşme, otomasyon, günlük yaşamın da karmaşıklaşması, enerjiye olan talebi sürekli olarak arttırmaktadır. Enerji, ekonomik ve sosyal gelişim için temel girdilerden birisi durumundadır. Artan nüfus, şehirleşme, sanayileşme, teknolojinin yaygınlaşmasına paralel olarak enerji tüketimi kaçınılmaz bir şekilde büyümektedir. Öte yandan da şu anda kullanılan temel enerji kaynaklarından olan fosil yakıt yataklarının ömrünün tükenmekte olduğu da söylenmektedir. Yapılan araştırmalara göre kömürün 250, petrolün ise 50 yıllık bir ömrünün kaldığı saptanmış durumda. Bu gerçeklik dahi kapitalist sermayedarların enerjiyi daha çok kâr hırsıyla hoyratça kullanmaktan vazgeçirememiştir. Aksine azalan enerjinin değeri daha da çok arttığından kanlı savaşlar emekçi halka giydirilen bir kefen olmuştur.
Türkiye’deki enerji politikaları da uzun süredir emperyalistlerin, onların sözcüleri olan IMF, Dünya Bankası, WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi kuruluşlarca şekillendirilmekte, neoliberal politikalar doğrultusunda özelleştirmeler dayatılmaktadır.
Diğer bütün kamusal alanlarda olduğu gibi enerji sektöründe de kurulu düzen 1980’lerden beri emperyalistler ve onların yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmek üzere yeniden biçimlendirilmektedir.
Enerjideki talan 1984 yılında çıkarılan 3096 sayılı yasa ile başladı. İşletme hakkı devirleri ile başlayan bu süreçte enerji üretim santralleri ve dağıtım şirketleri tekellere peşkeş çekildi. O günden beri yapılanları kamuoyuna haklı göstermek için çeşitli propagandalar yapılıyor; “hızla artan enerji ihtiyacını karşılayacak yeterli kamu kaynağı olmaması nedeniyle özel sermayenin sektöre kaynak getireceği” yalanları durmadan pompalanıyor. Oysa zaman içersinde kanıtlanan şey, “kaynak getirmek” bir yana, özel sektörün devlet kaynakları üzerine oturduğu oldu.
Elektrik sektörünün özelleştirilmesinin yolu tabii ki öncelikle sektörün idari olarak yeniden yapılandırılmasından yani TEK’in bölünüp, küçültülerek işlevsizleştirilmesinden geçmekteydi, ki bu operasyon 1993 yılında TEK’in TEAŞ ve TEDAŞ olarak ikiye bölünmesiyle başladı. Ancak efendiler bununla da yetinmediler ve daha fazlasını istediler. Bu doğrultuda TEAŞ, 2001 yılında Dünya Bankası’nın verdiği kredilerin ön şartı olarak Bakanlar Kurulu kararıyla TEİAŞ, EÜAŞ, TETAŞ olarak üçe bölündü. Böylelikle sektörün merkezi planlamayı gerektiren bütünlüklü yapısı bozularak bir kaos ve yolsuzluk bataklığı haline getirildi. Uzan ailesini tasfiye etmek için girişilen operasyonda ortaya çıkarılan ÇEAŞ ve KEPEZ yolsuzlukları hala çok canlı örnekler olarak karşımızda durmaktalar. Ki, bütün bunlar sadece bir iç hesaplaşmada ortaya çıkanlardır ve diğer şirketlere kimse elini bile sürmemiştir.

Yap-İşlet-Kazıkla!
Sonuçta, neoliberal enerji politikalarından türeyen Yİ (Yap İşlet) ve YİD (Yap İşlet Devret) yasaları çerçevesinde tam bir soygun furyası elektrik enerjisi sektörünü teslim almıştır.
Bu şirketlerin esas işlevi ise genelde şişirilmiş yatırım maliyetleri ile yüksek tarifeden ürettikleri elektriğin yüzde 85’ini devlete satmaktır. Sözleşme gereği, devlet bu elektriği fiyatı yüksek de olsa almakla yükümlü bulunuyor. Hatta devlet, elektriği almasa da fiyatını ödemek zorunda. En büyükleri dahil olmak üzere çoğu doğalgazla elektrik üreten bu santraller, doğalgaz fiyatına yapılan zamları da fiyatlarına doğrudan yansıtıyorlar.
Bir de 1 Temmuz’daki kesintiden asıl sorumlu görülen otoprodüktör sistemleri var. Otoprodüktörler normal koşullarda kendi sanayi tesislerinde kullanmak üzere elektrik enerjisi üreten sermaye sahipleri olup, devletle yaptıkları anlaşmalar gereği ihtiyaç fazlası üretimlerini devlete satıyorlar. Tabii aynı zamanda bu şirketler yakınındaki fabrikalara da satış yapmaktadırlar. Önemli bir konu, devletin bunların ürettiği tüm elektriği ihtiyacı olmasa da satın almayı garanti etmiş olmasıdır. Bu anlaşma, uzun süre bu üreticilere karlı kazançlar sağlamıştır. Ancak son dönemde doğalgaz fiyatındaki artışın elektrik fiyatlarına yansıtılmaması nedeniyle “zarar” (aslında kardan zarar) ettiklerini iddia eden bu üreticiler, bir süredir elektrikte indirimli tarifenin uygulanmaya başladığı saat 22.00 ile 06.00 arası üretimlerini merkezi devlet kurumlarına haber bile vermeden durdurmaktadırlar. Tam bir kapitalist mantıkla daha ucuzunu kullanıp “kendini yormak” istemeyen bu elektrik şirketlerinin derdi fabrikalar durmaması ya da sokakların aydınlık kalması değil; yalnızca daha fazla kâr elde etmektir.
Daha da açıkçası, aslında şirketler, daha kârlı anlaşmalar ve daha iyi satış koşulları için şantaj yapmaktadırlar.
İşin diğer bir boyutu ise bütün dünyada elektrik üretiminde kullanılan doğalgaz enerjisi % 20 iken Türkiye’de kullanılan ithal doğalgazın üretimde kullanılma oranının % 44,8’lerde olmasıdır. Tabii ki doğalgaz ile elektrik üretimi esas olarak özel şirketler tarafından yapılmaktadır.
Türkiye’de şu andaki elektrik üretiminin % 60’ını özel sektörün, % 40’ını ise devletin yaptığı düşünülürse asıl gerçeklik ortaya çıkıyor. Özel şirketler, devletin altyapısını kullanarak son derece pahalı ürettikleri elektriği yeniden devlete ve oradan da bize satıyorlar; bunun anlamı ise doğal olarak faturaların kabarmasıdır. Bunun sonucu olarak OECD ülkelerindeki bir ailenin gelirinin en fazla % 1’i elektriğe giderken Türkiye’de bu oran % 10’larda gezmektedir. Bütün bu avantaların az geldiği durumlarda ise şalterin bir ucunu elinde tutmak, şirketler için bir tür şantaj yapabilme olanağı olmaktadır.

Her Krizin Ardından Aynı Proje: Nükleer Santral!
Öte yandan elektrik alanında yaşanan her sorunun ardından ortaya Nükleer Santral projelerinin atılması da rastlantı değildir. İşin doğrusu uluslar arası tekellerin Türkiye’ye nükleer santral pazarlamak istediği zamanlarda bu tür enerji krizlerinin yaşanması da pek rastlantı gibi görünmüyor.
Son zamanlardaki Sinop heyecanı da böyle yorumlanabilir. Elindeki enerji kaynaklarını kendi kendini ve tüketicileri kazıklamak için kullanan hükümet, şimdi de hem parasal açıdan hem de çevre açısından yeni bir faciayı başlatmaya hazırlanıyor.
İşin ilginç yanı ise bu enerji üretme yönteminin dünya tarafından yavaş yavaş terk edilmeye başlanmasıdır. Örneğin, Fransa, Almanya, Amerika’da nükleer santraller yerini rüzgar enerjisine veya yenilenebilir enerjilere bırakmaktadır. Fransa 5000 MW’lık rüzgar çiftliği kurmuş, Almanya elektriğinin % 25’ni rüzgar enerjisinden elde etmeye başlamış, Amerika ise bir milyon çatıyı güneş panelleriyle kaplamıştır. ABD, 1978’de günümüze bir tek nükleer santral kurmamış, daha önce sipariş edilen 100 tanesinin kurulmasını engellemiş ve işletmedeki 11 santralini de kapatmıştır. Ki, kapatmanın kurmaktan 8 kat daha pahalı olduğu söylenmektedir.
Kısacası, emperyalistler bizim gibi ülkelere bu tür yıkım teknolojilerini satıp daha sonra da yine aynı ülkelere “çözüm önerileri” satmanın planları içerisindedirler. Yeni-sömürgeleri nükleer çöplük haline getirmek uzun yıllardır uygulanan bir stratejidir; böylece emperyalistler kendi ülkelerindeki tepkilerden de kurtulmak istemektedirler.
Örneğin Tayyip Erdoğan’nın dilinden düşürmediği Akkuyu’da nükleer santral projesine Fransız Framatom ile Alman Siemens ortaklığı olan NPI şirketinin talip olmasının sebeplerinden biri de Avrupa’nın nükleer atıklarını Akkuyu atıkları ile birlikte Toroslara gömme isteğidir. Bu şirketin geçmiş yıllarda “Torosların nükleer atıkların gömülmesi için uygun olduğu” açıklaması yaptığı bilinmektedir. Yani emperyalist şirketler, hem kendi pisliklerini gömmek, hem de vergiden muaf bir şekilde ucuz üretim yaparak kârlarına kâr katmak istemektedirler.

Sonuç Olarak
Yeniden en başa dönersek, aslında söz konusu olan şey, elektrik yokluğu ya da kriz değil, şalterleri eline geçirmiş olan haramilerin memnun olmadığı durumlarda ortalığı karanlığa boğmasıdır. Karşılıklı restleşmelerden anlaşılmaktadır ki özel sektör istediğini ya da istediğine yakınını alacaktır, almıştır. Enerji bakanlığı, bir taraftan ülkeyi “karanlıkta bırakanlara” taviz verilmeyeceğini açıklarken diğer taraftan da Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci, yaşanan olumsuz gelişmelerin şebeke özelleştirmelerini etkilemeyeceğini düşündüğünü belirtirken ihalenin yerli ve yabancı şirketlerin kıyasıya rekabetine sahne olmasını beklediklerini açıklamaktadır. Yine Kilci tarafından “tarifelerde enerji maliyetlerindeki artışın tüketiciye yansıtılması öngörüldü” açıklaması yapılmıştır. Yani, alan memnun satan memnun, zam kefeni ise yine halka giydirilecek!
Efendilerine bağlılığını her seferinde dile getiren AKP hükümeti, elektriğin tümünü halletmek için kolları sıvadı ve 30 Ağustos 2006’da yapılan açıklama ile yeni bir talan ihalesi süreci başlatıldı. Üstelik bu kez koşullar öyledir ki, tekellerin ağızlarının suyu akmaktadır. Çünkü zaten dağıtım şebekelerinin yıllık geliri 2,3 milyar YTL’yi geçmektedir. Üstelik bu kez dağıtım ihalesine girecek firmaların 5 yıllık elektrik tedariki devlet tarafından garanti altına alınmaktadır. Özel sektörün sistemden çıkması halinde bile devlet, alternatif kaynaklara ve ithalata yönelerek dağıtıcı şirkete taahhüt edilen elektriğin temin edilmesini sağlayacaktır. Bu yüzden olsa gerek, Koç’tan Sabancı’ya, Çalık’tan Zorlu’ya kadar Türkiye’nin önde gelen holdinglerinin yanı sıra dünya enerji devleri Alman E.ON, RWE ve Siemens, İspanyol İberdrola ve Endesa, İtalyan Enel ve Amerikalı AES gibi büyük şirketler ihaleye katılıyorlar.
Bütün bunların sonucu ise kesinlikle daha karanlık bir Türkiye’dir. Bugünlerde memurlarla pazarlıkta binbir türlü hile ile IMF sınırlarını aşmamaya çalışan hükümet, zengin para babalarını göbeklerinin daha da büyümesi için elinden geleni yapmaktadır.
Kesin olan bir şey varsa, o da bu coğrafyanın elektrik enerjisi bakımından hiçbir sıkıntısının olmadığı, iklim koşulları ve kaynaklar açısından olmasının da mümkün olmayacağıdır. Türkiye’nin tek gerçek sıkıntısı, kene gibi kanımızı emen tekeller ve emperyalistlerden başkası değildir.


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19