Hatırlanacağı gibi, 1 Temmuz 2006 günü 13 ilin
birden elektrikleri kesilerek karanlığa mahkum
edildi. Üstelik bu 13 ilin Bursa, İzmir, Antalya,
Muğla, Denizli, Aydın, Uşak, Kütahya Manisa, Balıkesir,
Çanakkale, Eskişehir ile İstanbul gibi yaşamın
en yoğun olduğu iller olması da ayrıca üzerinde
düşünülmesini gerektiriyordu. Sonrasında her zaman
olduğu gibi bu konuda da burjuva medyadan yalan
yanlış haberler akmakta gecikmedi. Olay, sanki
sermayedarların daha çok para/kâr hırsından değil
de, herkesin futbol izlemek isteyerek elektriğe
aşırı yüklenmesinden kaynaklanıyormuş gibi gösterilmeye
çalışıldı. Ancak bu yalan yenilir yutulur cinsten
değildi; yani yama tutmayacak bir delik vardı
ortada. Durumu kendileri de anlamış olsa gerek
ki bir süre sonra olayın iç yüzüne yönelik birkaç
açıklama yapma gereği duydular.
Asıl mesele elektrik üreten özel firmaların daha
fazla kâr hırsından başka bir şey değildi. Ama
bu aslında çok basit bir durum da değildi. Sonuçta
olan şey, Türkiye halklarının en doğal hakkı olan
ücretsiz ya da çok düşük bir ücretle elektrik
enerjisinden yararlanma hakkının elinden alınması
anlamına geliyordu.
Durumu anlayabilmek için biraz geriye dönüp bakmakta
fayda var.
Enerjinin Yağmaya Açılması
Teknolojinin ilerlemesi ve artan oranda makineleşme,
otomasyon, günlük yaşamın da karmaşıklaşması,
enerjiye olan talebi sürekli olarak arttırmaktadır.
Enerji, ekonomik ve sosyal gelişim için temel
girdilerden birisi durumundadır. Artan nüfus,
şehirleşme, sanayileşme, teknolojinin yaygınlaşmasına
paralel olarak enerji tüketimi kaçınılmaz bir
şekilde büyümektedir. Öte yandan da şu anda kullanılan
temel enerji kaynaklarından olan fosil yakıt yataklarının
ömrünün tükenmekte olduğu da söylenmektedir. Yapılan
araştırmalara göre kömürün 250, petrolün ise 50
yıllık bir ömrünün kaldığı saptanmış durumda.
Bu gerçeklik dahi kapitalist sermayedarların enerjiyi
daha çok kâr hırsıyla hoyratça kullanmaktan vazgeçirememiştir.
Aksine azalan enerjinin değeri daha da çok arttığından
kanlı savaşlar emekçi halka giydirilen bir kefen
olmuştur.
Türkiye’deki enerji politikaları da uzun süredir
emperyalistlerin, onların sözcüleri olan IMF,
Dünya Bankası, WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi
kuruluşlarca şekillendirilmekte, neoliberal politikalar
doğrultusunda özelleştirmeler dayatılmaktadır.
Diğer bütün kamusal alanlarda olduğu gibi enerji
sektöründe de kurulu düzen 1980’lerden beri emperyalistler
ve onların yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmek
üzere yeniden biçimlendirilmektedir.
Enerjideki talan 1984 yılında çıkarılan 3096 sayılı
yasa ile başladı. İşletme hakkı devirleri ile
başlayan bu süreçte enerji üretim santralleri
ve dağıtım şirketleri tekellere peşkeş çekildi.
O günden beri yapılanları kamuoyuna haklı göstermek
için çeşitli propagandalar yapılıyor; “hızla artan
enerji ihtiyacını karşılayacak yeterli kamu kaynağı
olmaması nedeniyle özel sermayenin sektöre kaynak
getireceği” yalanları durmadan pompalanıyor. Oysa
zaman içersinde kanıtlanan şey, “kaynak getirmek”
bir yana, özel sektörün devlet kaynakları üzerine
oturduğu oldu.
Elektrik sektörünün özelleştirilmesinin yolu tabii
ki öncelikle sektörün idari olarak yeniden yapılandırılmasından
yani TEK’in bölünüp, küçültülerek işlevsizleştirilmesinden
geçmekteydi, ki bu operasyon 1993 yılında TEK’in
TEAŞ ve TEDAŞ olarak ikiye bölünmesiyle başladı.
Ancak efendiler bununla da yetinmediler ve daha
fazlasını istediler. Bu doğrultuda TEAŞ, 2001
yılında Dünya Bankası’nın verdiği kredilerin ön
şartı olarak Bakanlar Kurulu kararıyla TEİAŞ,
EÜAŞ, TETAŞ olarak üçe bölündü. Böylelikle sektörün
merkezi planlamayı gerektiren bütünlüklü yapısı
bozularak bir kaos ve yolsuzluk bataklığı haline
getirildi. Uzan ailesini tasfiye etmek için girişilen
operasyonda ortaya çıkarılan ÇEAŞ ve KEPEZ yolsuzlukları
hala çok canlı örnekler olarak karşımızda durmaktalar.
Ki, bütün bunlar sadece bir iç hesaplaşmada ortaya
çıkanlardır ve diğer şirketlere kimse elini bile
sürmemiştir.
Yap-İşlet-Kazıkla!
Sonuçta, neoliberal enerji politikalarından türeyen
Yİ (Yap İşlet) ve YİD (Yap İşlet Devret) yasaları
çerçevesinde tam bir soygun furyası elektrik enerjisi
sektörünü teslim almıştır.
Bu şirketlerin esas işlevi ise genelde şişirilmiş
yatırım maliyetleri ile yüksek tarifeden ürettikleri
elektriğin yüzde 85’ini devlete satmaktır. Sözleşme
gereği, devlet bu elektriği fiyatı yüksek de olsa
almakla yükümlü bulunuyor. Hatta devlet, elektriği
almasa da fiyatını ödemek zorunda. En büyükleri
dahil olmak üzere çoğu doğalgazla elektrik üreten
bu santraller, doğalgaz fiyatına yapılan zamları
da fiyatlarına doğrudan yansıtıyorlar.
Bir de 1 Temmuz’daki kesintiden asıl sorumlu görülen
otoprodüktör sistemleri var. Otoprodüktörler normal
koşullarda kendi sanayi tesislerinde kullanmak
üzere elektrik enerjisi üreten sermaye sahipleri
olup, devletle yaptıkları anlaşmalar gereği ihtiyaç
fazlası üretimlerini devlete satıyorlar. Tabii
aynı zamanda bu şirketler yakınındaki fabrikalara
da satış yapmaktadırlar. Önemli bir konu, devletin
bunların ürettiği tüm elektriği ihtiyacı olmasa
da satın almayı garanti etmiş olmasıdır. Bu anlaşma,
uzun süre bu üreticilere karlı kazançlar sağlamıştır.
Ancak son dönemde doğalgaz fiyatındaki artışın
elektrik fiyatlarına yansıtılmaması nedeniyle
“zarar” (aslında kardan zarar) ettiklerini iddia
eden bu üreticiler, bir süredir elektrikte indirimli
tarifenin uygulanmaya başladığı saat 22.00 ile
06.00 arası üretimlerini merkezi devlet kurumlarına
haber bile vermeden durdurmaktadırlar. Tam bir
kapitalist mantıkla daha ucuzunu kullanıp “kendini
yormak” istemeyen bu elektrik şirketlerinin derdi
fabrikalar durmaması ya da sokakların aydınlık
kalması değil; yalnızca daha fazla kâr elde etmektir.
Daha da açıkçası, aslında şirketler, daha kârlı
anlaşmalar ve daha iyi satış koşulları için şantaj
yapmaktadırlar.
İşin diğer bir boyutu ise bütün dünyada elektrik
üretiminde kullanılan doğalgaz enerjisi % 20 iken
Türkiye’de kullanılan ithal doğalgazın üretimde
kullanılma oranının % 44,8’lerde olmasıdır. Tabii
ki doğalgaz ile elektrik üretimi esas olarak özel
şirketler tarafından yapılmaktadır.
Türkiye’de şu andaki elektrik üretiminin % 60’ını
özel sektörün, % 40’ını ise devletin yaptığı düşünülürse
asıl gerçeklik ortaya çıkıyor. Özel şirketler,
devletin altyapısını kullanarak son derece pahalı
ürettikleri elektriği yeniden devlete ve oradan
da bize satıyorlar; bunun anlamı ise doğal olarak
faturaların kabarmasıdır. Bunun sonucu olarak
OECD ülkelerindeki bir ailenin gelirinin en fazla
% 1’i elektriğe giderken Türkiye’de bu oran %
10’larda gezmektedir. Bütün bu avantaların az
geldiği durumlarda ise şalterin bir ucunu elinde
tutmak, şirketler için bir tür şantaj yapabilme
olanağı olmaktadır.
Her Krizin Ardından Aynı Proje: Nükleer Santral!
Öte yandan elektrik alanında yaşanan her sorunun
ardından ortaya Nükleer Santral projelerinin atılması
da rastlantı değildir. İşin doğrusu uluslar arası
tekellerin Türkiye’ye nükleer santral pazarlamak
istediği zamanlarda bu tür enerji krizlerinin
yaşanması da pek rastlantı gibi görünmüyor.
Son zamanlardaki Sinop heyecanı da böyle yorumlanabilir.
Elindeki enerji kaynaklarını kendi kendini ve
tüketicileri kazıklamak için kullanan hükümet,
şimdi de hem parasal açıdan hem de çevre açısından
yeni bir faciayı başlatmaya hazırlanıyor.
İşin ilginç yanı ise bu enerji üretme yönteminin
dünya tarafından yavaş yavaş terk edilmeye başlanmasıdır.
Örneğin, Fransa, Almanya, Amerika’da nükleer santraller
yerini rüzgar enerjisine veya yenilenebilir enerjilere
bırakmaktadır. Fransa 5000 MW’lık rüzgar çiftliği
kurmuş, Almanya elektriğinin % 25’ni rüzgar enerjisinden
elde etmeye başlamış, Amerika ise bir milyon çatıyı
güneş panelleriyle kaplamıştır. ABD, 1978’de günümüze
bir tek nükleer santral kurmamış, daha önce sipariş
edilen 100 tanesinin kurulmasını engellemiş ve
işletmedeki 11 santralini de kapatmıştır. Ki,
kapatmanın kurmaktan 8 kat daha pahalı olduğu
söylenmektedir.
Kısacası, emperyalistler bizim gibi ülkelere bu
tür yıkım teknolojilerini satıp daha sonra da
yine aynı ülkelere “çözüm önerileri” satmanın
planları içerisindedirler. Yeni-sömürgeleri nükleer
çöplük haline getirmek uzun yıllardır uygulanan
bir stratejidir; böylece emperyalistler kendi
ülkelerindeki tepkilerden de kurtulmak istemektedirler.
Örneğin Tayyip Erdoğan’nın dilinden düşürmediği
Akkuyu’da nükleer santral projesine Fransız Framatom
ile Alman Siemens ortaklığı olan NPI şirketinin
talip olmasının sebeplerinden biri de Avrupa’nın
nükleer atıklarını Akkuyu atıkları ile birlikte
Toroslara gömme isteğidir. Bu şirketin geçmiş
yıllarda “Torosların nükleer atıkların gömülmesi
için uygun olduğu” açıklaması yaptığı bilinmektedir.
Yani emperyalist şirketler, hem kendi pisliklerini
gömmek, hem de vergiden muaf bir şekilde ucuz
üretim yaparak kârlarına kâr katmak istemektedirler.
Sonuç Olarak
Yeniden en başa dönersek, aslında söz konusu olan
şey, elektrik yokluğu ya da kriz değil, şalterleri
eline geçirmiş olan haramilerin memnun olmadığı
durumlarda ortalığı karanlığa boğmasıdır. Karşılıklı
restleşmelerden anlaşılmaktadır ki özel sektör
istediğini ya da istediğine yakınını alacaktır,
almıştır. Enerji bakanlığı, bir taraftan ülkeyi
“karanlıkta bırakanlara” taviz verilmeyeceğini
açıklarken diğer taraftan da Özelleştirme İdaresi
Başkanı Metin Kilci, yaşanan olumsuz gelişmelerin
şebeke özelleştirmelerini etkilemeyeceğini düşündüğünü
belirtirken ihalenin yerli ve yabancı şirketlerin
kıyasıya rekabetine sahne olmasını beklediklerini
açıklamaktadır. Yine Kilci tarafından “tarifelerde
enerji maliyetlerindeki artışın tüketiciye yansıtılması
öngörüldü” açıklaması yapılmıştır. Yani, alan
memnun satan memnun, zam kefeni ise yine halka
giydirilecek!
Efendilerine bağlılığını her seferinde dile getiren
AKP hükümeti, elektriğin tümünü halletmek için
kolları sıvadı ve 30 Ağustos 2006’da yapılan açıklama
ile yeni bir talan ihalesi süreci başlatıldı.
Üstelik bu kez koşullar öyledir ki, tekellerin
ağızlarının suyu akmaktadır. Çünkü zaten dağıtım
şebekelerinin yıllık geliri 2,3 milyar YTL’yi
geçmektedir. Üstelik bu kez dağıtım ihalesine
girecek firmaların 5 yıllık elektrik tedariki
devlet tarafından garanti altına alınmaktadır.
Özel sektörün sistemden çıkması halinde bile devlet,
alternatif kaynaklara ve ithalata yönelerek dağıtıcı
şirkete taahhüt edilen elektriğin temin edilmesini
sağlayacaktır. Bu yüzden olsa gerek, Koç’tan Sabancı’ya,
Çalık’tan Zorlu’ya kadar Türkiye’nin önde gelen
holdinglerinin yanı sıra dünya enerji devleri
Alman E.ON, RWE ve Siemens, İspanyol İberdrola
ve Endesa, İtalyan Enel ve Amerikalı AES gibi
büyük şirketler ihaleye katılıyorlar.
Bütün bunların sonucu ise kesinlikle daha karanlık
bir Türkiye’dir. Bugünlerde memurlarla pazarlıkta
binbir türlü hile ile IMF sınırlarını aşmamaya
çalışan hükümet, zengin para babalarını göbeklerinin
daha da büyümesi için elinden geleni yapmaktadır.
Kesin olan bir şey varsa, o da bu coğrafyanın
elektrik enerjisi bakımından hiçbir sıkıntısının
olmadığı, iklim koşulları ve kaynaklar açısından
olmasının da mümkün olmayacağıdır. Türkiye’nin
tek gerçek sıkıntısı, kene gibi kanımızı emen
tekeller ve emperyalistlerden başkası değildir.
|