Ortadoğu yeniden ateşler içinde ve bu kez ateş
öyle pek kolay sönecekmiş gibi görünmüyor. Direnişçi
güçlere bir süre vurup kolunu kanadını iyice kırdıktan
sonra “ortamı sakinleştirmek” adına müdahale edip
“yeni bir Ortadoğu” yaratacak “süper” bir “yol
haritası” dayatmak, emperyalistlere ilk bakışta
belki mucizevi bir plan gibi görünüyordu. Ama
onlar zaten hep aynı hatayı yaptılar ve yapmaya
devam ediyorlar: Halkların muazzam direniş gücünü
hesaplamamak!
Asıl “mucize” de zaten tam bu kaynaktan geliyor.
Filistin ve Lübnan halkı, inanılmaz bir azimle,
her gün çocuk cesetlerini mezarlıklara taşımak
pahasına direniyor ve ikinci kez ülkelerinden
sürülmeyi asla kabul etmeyeceklerini yeterince
açık bir biçimde ve yeterince somut araçlarla
ortaya koyuyorlar.
Beri yanda ise işbirlikçi oligarşinin istisnasız
tüm bileşenleri şu ya da bu nüans farkıyla da
olsa Filistin halkının yeminli düşmanları olduklarını
bir kez daha kanıtlıyorlar. Belki politik arenanın
ön cephesinde duranlar, yani kitlelerle seçim
sandıklarında doğrudan muhatap olanlar biraz daha
mızıldanıyor, emperyalist planlara sinsi kanallardan
katılıyorlar. Onların durumu, rakip takımın tribününde
maç izleyen adamın durumuna benziyor; ayağa kalkıp
açıkça ve özgürce “tuttukları takımı” açıklayamıyorlar.
Bunun yerine “felaketten kurtulan Lübnanlılara
Türk yardımı” edebiyatını daha çok öne çıkarıyorlar.
Ama daha arkadakiler, Amerikancı generaller ve
medya tekellerinin patronları, onların satılık
kalemleri tam bir soğukkanlılık içinde katliamı
izliyorlar.
Bu doğal sayılmalı; çünkü olup bitenlerde biraz
da kendilerini buluyorlar. Kontr-gerilla çetelerine
silah ve eğitim sağlayan müttefikleri İsrail’in
yaptıklarından “dersler” çıkarıyorlar; Filistin
ve Lübnan halklarının direnişi yükseldikçe de
yüzleri buruşuyor. “Biz de İsrail gibi yapalım”
çığlıkları atan kalemler belki uç örnekler gibi
görülüyor ama aslında bu kesimin tercümanlığını
yapıyorlar.
Bütün bunlar oligarşinin içerdeki politikaları
ve savaş hazırlıklarından bağımsız değil. Geçtiğimiz
ay türlü türlü dedikodulardan sonra oluşturulan
TSK üst kademesi bu konuda yeterince fikir veriyor.
1970’li yılların son YAŞ toplantısında Kenan Evren
Genelkurmay başkanı olduğunda “irticaya karşı
kazandıkları zaferi” kutlayan CHP’lileri bugün
anımsamamak elde değil; gerçi onların bazıları
da sonraları cezaevlerinde sürünmüşlerdi ama olsun,
sonuçta vatan kurtulmuştu! Şimdi de Büyükanıt
ekibinin tam kadro Genelkurmaya yerleşmesi aynı
havayla karşılanıyor. Ne kontr-gerilla, ne Şemdinli
iddianamesi, ne “iyi çocuklar” hikayesi… Şovenist
güruh ayakta alkışlıyor: Padişahım çok yaşa! Tümü
de NATO garantili, tümü de Kürt savaşında “deneyimli”
bir ekiple yeni bir dönem başlıyor!
Bombacı emekli general Altay Tokat’ın “bana bir
şey olmaz” rahatlığı da bundadır zaten. Şu şu
yerlere emir verip bomba attırdım diyen bir general,
(ki tam da uygun bir yerde, MHP’dedir şimdi) büyük
bir rahatlıkla ortalıkta geziniyor; Van savcısının
akıbetinden “engin dersler” çıkarmış hukuk camiası
da artık utanç bile duymuyor. Çünkü herkes biliyor
ki, bu ordu, İncirlik’te Amerikalı çavuşun kelepçelediği
subayına değil, Şemdinli’de kitapçı bombalayan
JİTEM astsubayına sahip çıkar! Ve sırf bu yüzden,
hiçbir hukuk kuralına dayanmayan “polis askeri
gözaltına alamaz” genelgesi yayınlanır bu ülkede!
Sonuç olarak bir “savaş komitesi” oluşturulmuştur
ve savaşın kime karşı yapıldığı, yapılacağı da
ortadadır.
Savaşın hukuki altyapısı ise 12 Eylül’e rahmet
okutacak bir “Terörle Mücadele Yasası” ile örülmüştür.
Arka planda ise büyük şatafatlarla Türk-ABD Stratejik
Vizyon Belgesi vardır. Kibarlıkla söylenmiş her
kelimenin ardında “hizaya getirme” sırıtıyor,
en kişiliksiz uşaklık incecik yaldızların altında
kendisini ele veriyor.
Haklarından ve özgürlük aşklarından asla vazgeçmeyen
Kürt halkı elbette bu savaşın ilk hedeflerinden
biridir. Sınır ötesi ya da sınır berisi, fark
etmez, sonuç olarak inkâr ve imha politikası değişmedi,
değişmiyor. Dağlara bomba, ormanlara ateş, serhıldana
kurşun! Üstelik bu kez bütün bu işlerde “uzmanlaşmış”
yeni bir “özel harpçi” ordu kademesiyle... Kürt
halkı ise son derece kritik bir noktada, ideolojik-politik
motivasyonlarını geriye çeken bir önderlikle sürece
hazırlanmakta.
Neoliberal saldırının vahşi sonuçlarından kendisini
korumak isteyen emekçiler de bu savaşın tarafıdır.
Ordu’daki fındık isyanı bunun en tipik örneklerindendir.
Başbakan’ın etrafındaki alavere dalavere ekiplerinin
ötesinde sorun esasen IMF direktifleriyle ilgilidir
ve isyanın hedefi de aslında orasıdır. Geçen sayımızda
emekçi kitlelerin karmaşık durumundan söz ederken
Seydişehir işçisini bir örnek olarak vermiştik;
ama aslında Ordu fındıkçıları çok daha yetkin
bir örnek olarak önümüze çıktılar. Bir yandan
ellerinde bayraklarla PKK karşıtı slogan atan,
diğer yandan polisle kıyasıya çatışan ve bu arada
kamyon şöförleri dahil önüne kim gelirse öfkeyle
sopadan geçiren karmakarışık bir kalabalık. Yönünü
bulmakta zorlanan, yönünü bulmaması için bin bir
türlü yalanla zehirlenen ama aslında tam da Türkiye
devriminin sınıfsal altyapısını oluşturan yurdumuz
insanı…
Üstelik neoliberal soygun, bazı acı meyvelerini
daha yeni vermeye başladı. Örneğin özelleştirilmiş
elektrik şebekesinin büyük kentleri ne hale getirebileceği
ve şirketlerin canı zam çektiğinde hükümete bile
nasıl şantaj yapabileceği artık daha iyi görülüyor.
Büyüme masalları da başka bir darboğazın işaretlerini
artık gizleyemiyor. Rakam sistemleriyle, kategorilerle
oynayarak hesaplanan enflasyon değerleri ile kitlelerin
gerçek yaşamı arasındaki açının gitgide büyümesi
kitlelerin tahammül gücünü de zorluyor. IMF’nin
ikide birde üst perdeden verdiği “asgari ücreti
düşürün” talimatları ise yalnızca fiziki tahammülü
değil, sabrı da zorluyor.
Bin tane sınır ötesi harekât, bin çeşit sahte
kabadayılık yapabilirsiniz; ama bunlar düzeninizin
altında bir yerlerde işlemekte olan yıkım süreçleridir
ve “İsrail yöntemi” de burada işe yaramaz. Daha
doğrusu, “İsrail yöntemi” aslında şimdiye kadar
binlerce kez kullanılmış, miting meydanları, varoşlar
kana bulanmış ama yine de bu topraklardaki devrimci
filizler yok edilememiştir.
Bugün sorun, bu filizlerin boy verip büyümesi
ve kitlelerle kucaklaşması sorunudur. Bunun yolu
da birçok kez üstüne basa basa söylediğimiz gibi
devrimci hareketin kendi içine kapanmasından geçmiyor.
Ayağımızı bastığımız, basmamız gereken şu iki
yer, Ortadoğu ve emekçi mahalleleri, bu konuda
sayısız örnekler ve olanaklar sunuyor. Türkiye
devrimi, asla bir boşlukta ya da keyfi olarak
belirlediğimiz özel alanlar üzerinde değil, tam
da bu uçsuz bucaksız zemin üzerinde gelişecek,
serpilecektir.
Devrimci sosyalist hareket, bütün dikkatini bu
zemin üzerinde yoğunlaştırmak, bu zemini tanımak
ve köklerini buraya salmak zorundadır. Bütün enerji
ve irademizi tam da buraya vereceğiz. Daha yüksek
bir tempo ve daha programlı bir çalışmayla yaratacağımız
kesintisiz bir atılım kördüğüm gibi görünen karışıklıkları
sadeleştirecek ve savaş komitelerinin bile önleyemeyeceği
bir büyük gücü ayağa kaldıracaktır.
Bu inançla Filistin ve Lübnanlı kahramanları selamlayarak
yürüyoruz.
|