Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

43. Sayı - Ağustos 2006

Bir ayı aşkın bir süredir Filistin’in Gazze Şeridinde ve Lübnan’da tam bir vahşete dönüşen, siyonist saldırıyı her gün canlı yayınlarla, dehşet görüntüleriyle izliyoruz.
Emperyalist basın-yayın tekelleri açıktan saldırıları meşrulaştırıcı yayınlar yaparken, Türkiye’deki burjuva medyası halktaki güçlü duyarlılığı da hesaba katarak ve liberal yaklaşımlardan hareketle bir yandan İsrail vahşetini yansıtıyor, bir yandan da onu makul kılıcı yayınlar da yapıyor.
Görünüşe ve olayların anlatılış biçimine inanacak olursak, Filistinliler bir Gazze’de bir İsrail kontrol noktasına saldırdı, İsrail askerlerini öldürdü ve birini “kaçırdı” ve İsrail’in saldırılarının düğmesine basılmış oldu. Aynı senaryo Lübnan içinde geçerli. Hizbullah, İsrail sınırını aşarak İsrail askerlerini öldürdü, ikisini “kaçırdı” ve İsrail’de saldırıya geçti. Haberlerin bu veriliş biçimi, açıktan olmasa da, alttan alta Filistinli ve Lübnanlı direnişçilerin bu saldırganlığı durduk yerde kışkırttığı havasını yayıyor.
Her şeyden önce ortada bir “kaçırma” olayı yok. Öncelikle bu yanlışı düzeltmek gerekiyor. Ülkelerinin bağımsızlığı için savaşan direnişçiler her zaman yaptıkları gibi işgalci ve sömürgeci İsrail’in askeri noktalarına saldırdılar, Siyonist işgalcilerin kimilerini öldürdüler, bazılarını ise esir aldılar. Yani askeri güçlerin çatışmasının doğal sonuçları yaşanıyor.
Öte yandan, siyonist vahşet Lübnan’lı ve Filistin’li direnişçilerin eyleminden kaynaklanmıyor. Tersine, siyonistlerin süreklileşmiş saldırganlığının bir parçası olarak gelişiyor. İşgal altındaki vatanları için siyonist işgalcilere karşı yarım asırdan fazladır savaşan bu kahraman halk sürekli saldırılarla yüz yüze. Daha esir alma eylemini gerçekleştirmeden birkaç gün önce siyonist faşistlerin açtığı top ateşi sonucu Gazze’de bir plajda dinlenen bir aile, küçük çocuklar topluca yok edildiler. Bir kısmı kadın ve çocuk binlerce Filistinli İsrail cezaevlerinde esir ve sistematik işkenceye tabi tutuluyorlar. Lübnan aynı biçimde sürekli siyonist faşistlerin saldırıları altında. Lübnanlılar da siyonist zindanlarda Filistinlilerle aynı kaderi paylaşıyor.

Kısa Hatırlatmalar
Ancak bütün bunların bir de öncesi var. 1990 sonrasında tek süper güç olarak kalan ve bu konumunu pekiştirmek için tüm dünya çapında pek çok proje ve plan geliştiren ABD açısından düğüm noktası, enerji kaynaklarının ve nakil yollarının merkezi Ortadoğu oldu.
Ortadoğu’daki muhalif dinamiklerin, sorun yaratabilecek bölgesel güçlerin tümüyle temizlenmesi, sistem sınırları içine çekilmesi, bölgenin bir bütün olarak emperyalist çıkarlara uygun tarzda yeni baştan düzenlenmesi, ABD emperyalizminin başlıca amacı oldu. ABD’nin adeta teşviki ile Kuveyt’e giren Irak, I. Körfez Savaşı’yla büyük bir enkaza çevrildi. Arkasındaki Sovyet desteğini yitiren Filistin direnişi Oslo’da İsraille bir utanç anlaşmasına itildi. Afganistan’da Taliban güçleri desteklenerek geçici bir denetim sağlandı. Ancak bütün bunlar deyim yerindeyse adeta “yarım” girişimlerdi. Ve kısa sürede bastırılan çelişkiler ve çatışmalar yeniden ve çok da güçlü biçimlerde boy verdi. Afganistan’da tüm İslam coğrafyasını etkileyen El Kaide güçleri, Filistin’de ikinci intifada gelişti. Lübnan’da direniş güçleri genel olarak mevzilerini korudu. Ortadoğu çıkışlı, ancak sonuçları tüm dünyaya yansıyan 11 Eylül saldırılarıyla, ABD emperyalizminin, daha da ötesinde emperyalist-kapitalist sistemin 1990 sonrasındaki yeni tarihsel süreçte geliştirdiği plan ve yaklaşımların defteri dürülmüş oldu.
ABD emperyalizminin buna yanıtı oldukça kapsamlı oldu. Emperyalist saldırganlık esas olarak iki ana yön üzerinden gelişti. Birincisi, eski Sovyet cumhuriyetlerinde, Batı’dan başlayarak Orta Asya’ya uzanan geniş coğrafyada renkli “devrimler”di. İkinci ve asıl saldırı yönü ise Ortadoğu’ya dönük oldu. Bu saldırı, BOP adıyla resmi ve büyük konferanslar vb. düzenlenerek örgütlendi ve hemen işe girişildi. Ortadoğu özgülünde öncelikle “yarım” kalmış tüm işler bitirilmeye, tüm hesaplar kapatılmaya çalışılıyor. İlk olarak Afganistan işgal edildi. Kukla rejim işbaşına getirildi. Irak işgal edildi, Saddam devrildi ve ABD emperyalizmi Ortadoğu’nun merkezine yerleşti.
Sırada İran, Suriye, Filistin ve Lübnan var. Bu dört ülkenin de tek bir plan içinde ele alınması zorunluluğunu görüyor ABD emperyalizmi. İran’a yönelteceği bir saldırının sonuçlarının tüm Ortadoğu coğrafyasındaki, en başta da Irak ve Lübnan’daki Şiiler üzerinde derin etkiler yaratacağının, savaşın sadece İran cephesi ile sınırlı kalmayacağının farkındalar. Aynı biçimde Filistin’deki direniş güçleri sindirilmeden, militan tutum kırılmadan Ortadoğu’daki her emperyalist girişimin mutlak biçimde sakatlanacağının da farkındalar.
Bu bağlamda, bir yandan İran ve Suriye’ye dönük gerçekleştirilecek saldırıların zemini hazırlanırken, bir yandan da Filistin ve Lübnan’daki direniş güçlerinin imhası için planlar devreye sokuldu. Filistin’de, artık tümüyle teslimiyete razı olmayan ve işe yaramaz hale gelen Arafat’ın zehirlenerek tasfiyesi ve yerine işbirlikçiliği tescilli Mahmut Abbas’ın geçirilmesi ilk adımdı. Ancak Filistin’deki sandıktan yozlaşmış ve teslimiyetçi Abbas değil, halkın, direnişin savunucusu olarak gördüğü Hamas çıktı. Filistin planı böylece çıkmaza girdi. Ambargolarla, El Fetih’in irili ufaklı saldırılarıyla yola getirilmeye çalışılan Hamas kendi içinde çatlaklar yaşamasına karşın bu kısa süreçte “kıvama” getirilemedi. Hamas’ın hizaya çekilmesinin Siyonistlerin ve emperyalistlerin beklediği kadar çabuk olmayacağı da açığa çıktı. Böylece ambargonun yanı sıra, irili ufaklı siyonist askeri saldırılar devreye girdi. Haziran ayında bir Filistinli ailenin kadın çocuk demeden yok edilmesiyle sonuçlanan saldırı bunlar içinde en trajik ve kışkırtıcı olanıydı. Ve daha da ötesi bu saldırılar esasında daha büyük bir saldırı sürecinin ilk adımlarıydı. Tam da bu noktada, Filistinli direniş güçlerinin kendilerine nefes aldıracak direniş eylemleri gündemleşti. Bunlar içinde en başarılılarından biri olan ve iki siyonist faşist askerin ölümü, birinin esir alınmasıyla sonuçlanan direniş eylemi, hem Filistin halkına moral taşımayı, hem de Filistinli tutsaklarla esir askerin değiştirilmesi amacını taşımaktaydı. Ancak sonuçları itibariyle çok daha büyük gelişmelerin başlangıcı, yani savaşın düğümünü çözen vuruş oldu. Siyonist devletin bu direniş eylemi ardından gerçekleştirildiği vahşetin esir askerini kurtarmak için olduğunun iddia edilmesi tümüyle bir palavradır. Siyonist faşistlerin bu nedenli yoğun saldırıya geçişleri tümüyle Filistin halkının seçimlerde iradesini direnişten yana belirlemiş olmasıdır. Siyonist faşistler bir tür cezalandırma yapmaktadırlar. Daha da ötesi, ambargolarla, irili ufaklı katliamlarla kırılamayan direniş iradesini Filistin’in Arap halkının yaşadığı toprakları cehenneme çevirerek kırmak istemektedir.
Lübnan’daki süreç de yaklaşık olarak benzer bir yol izliyor. Teslimiyetçi güçlerin önü Filistin’de Arafat’ın öldürülmesiyle açılmaya çalışılırken, Lübnan’da ise hedef ilk elde otuz yılı aşkın süredir Lübnan’da olan Suriye birliklerinin çıkarılması oldu. Bunun sağlamak için de kullanılan araç yine bir kurbandı. Suriye karşıtı, Amerikan ve İsrail uşağı Başbakan Hariri öldürüldü ve sorumluluk Suriye’nin üzerine yıkılmaya çalışıldı. Ve basınca dayanamayan Suriye Lübnan’dan çekildi. Böylece etkinlik alanı oldukça daraltılmış oldu, önemli bir mevzi kaybetti, moral açıdan geriledi. Lübnan’da Suriye karşıtı, Amerikancı güçler önemli mevziler kazandı. Lübnan’ın Ürdün gibi tümüyle emperyalizmin ve siyonizmin gölgesine sığınmış, paspaye bir kukla devlete dönüştürülmesinin yolu açılmış oldu. Ancak bu sürecin önünde başkaca önemli engeller daha bulunmaktaydı. Hizbullah ve Lübnan’da yerleşik Filistinli direniş örgütleriydi bunlar. Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılması bir yanıyla direniş güçleriyle mücadeleyi kolaylaştırmıştı. İsrail, direniş güçleriyle baş başa kalmıştı. Üstelik Lübnan yönetiminde önemli konumlarda artık işbirlikçileri vardı. Büyük bir çatışmanın, irade savaşının kopması artık an meselesi haline gelmişti.
İşte İsrail’in Filistin’e dönük saldırısı Hizbullah için harekete geçme işareti oldu.
Kısacası, ne Filistin’deki, ne de Lübnan’daki direniş eylemleri ve siyonist saldırı anı, sürpriz gelişmeler değildi. Taraflar bu hamleleri bekliyorlardı. Kuşkusuz, siyonist faşistlerin bu denli barbarca saldıracağı öngörülmüş müydü, bilmek mümkün değil. Ancak çatışma için bütün koşullar oluşmuştu.
Lübnan özgülünde neydi Hizbullah’ı bu süreci tetiklemeye iten?
Hizbullah siyonist faşistlerin kısa bir süre içinde saldıracağının farkındaydı. Bu noktada, güçlü bir hamleyle önden mevzi tutmaya çalıştı. Böylece olabilecek bütün siyasi sonuçlardan en fazla yararlanmayı hedefledi. Neydi hedefledikleri?
Her şeyden önce, şunu belirtmek gerekiyor. Hizbullah İran’la güçlü ideolojik, politik, örgütsel ve askeri bağları bulunan bir örgüt. Daha da ötesi, doğrudan İran’ın yönlendirmesi ile kurulmuş bir örgüt. Ancak bu Hizbullah’ın basit bir İran kuklası olduğu anlamına gelmiyor. Hizbullah İran’la ortaklaştığı bir çok temel hedefe sahip olmasına karşın, kukla bir örgüt değil, bir Lübnan hareketi. Lübnan özgülünde özgün amaçları ve stratejisi var. İsrail’e karşı gerçekleştirdiği direniş eylemi de hem İran’la paylaştığı ortak amaçlara, hem de Lübnan özgülüne ilişkin yerel amaçlarına hizmet eden bir eylem olarak gelişti.
İran’la daha da ötesi, genel olarak tüm şii camiası ile birleşen amaçları şöyle sıralayabiliriz;
Birincisi, İran’ın nükleer faaliyetleri gerekçe gösterilerek hazırlanan İran’a dönük saldırı kampanyasının başını çeken ABD emperyalizmi için İran’a doğrudan kendisinin saldırması, Irak’daki Şiilerin zaten kerhen olan desteğini bu durumda tümüyle kaybetme olasılığı nedeniyle büyük bir risk. Bu nedenle, böylesi bir saldırıyı İsrail hava saldırıları yoluyla gerçekleştirmek önemli seçeneklerden biri olarak duruyor. Hizbullah’ın gerçekleştirdiği direniş eylemi bu noktada önemlidir. Ardından gelişen savaşta Hizbullah’ın göğüs göğse çatışmalarda kazandığı başarılar ve füze saldırıları bu mesajı perçinleyici niteliktedir. Hizbullah direnişle ABD ve İsrail’e, İran’a dönük saldırıların Şiilerin olduğu her yerde sonuçlarının ne olacağı mesajını vermiştir. İkincisi, bu direniş, Şiilerin Irak’daki ABD işbirlikçiliğiyle bozulan imajlarının tüm Müslümanlar nezdinde yeniden düzeltilmesini de sağlamıştır. Üçüncüsü, Filistin halkıyla dayanışmada tek güçlü çıkışın Hizbullah ve İran’dan gelmesi, İran’ın ve Hizbullah’ın Ortadoğu’daki anti-emperyalist öfkenin sesi olma konumuna yaklaşmasını sağlamıştır.
Böylece İran’ın, Hizbullah’ın ve daha da ötesinde Şii hareketlerin Ortadoğu’daki konumu güçlenmiş, meşrulukları sağlamlaşmış, İran’a dönük saldırganlığın elini zayıflatmıştır.
Hizbullah bu direnişiyle aynı zamanda Lübnan’daki yerel, özgül hedefleri doğrultusunda da güçlü bir adım atmış oldu. Hem işgal altındaki Lübnan toprağı Şebaa çiftliklerinin gündemleşmesi sağlandı, hem de İsrail’in elinde tutsak bulunan Lübnan’lı direnişçilerin kurtuluşu için İsrailli esirler yoluyla bir olanak sağlanmış oldu.
Siyonist faşistler de tersinden benzer hedeflerle bu direniş eylemlerini öne çıkararak büyük bir vahşet dalgası başlattı.
Filistin’de Hamas’ın, Lübnan’da Hizbullah’ın çökertilmesi, hem bu ülkelerdeki direnişin çok geriye atılması, hem de Suriye ve İran’ın bölgedeki etkinliğinin gerileteceği hesap ediliyor.
Saldırının vahşet dozunun yüksekliği aslında, hem faşizan bir barbarlık sarhoşluğunun eseri, hem de direniş fikrinin un ufak edilmesini hedefliyor. ABD dışişleri bakanı Rice’ın “yeni Ortadoğu” hayali bundandır. ABD ve Avrupalı emperyalistler tarafından İsrail’e vahşeti boyutlandırması için sürekli yeni sürelerin verilmesi, naklen yayınlanan katliamlar karşısında suskunluk, hatta İsrail’in kendini savunması diye gerekçelendirilmesi hep bu ikinci amacın gerçekleştirilmesi içindir. Barbarca saldırıyorlar, direniş iradesini kırmaya yetmiyor, daha barbarca saldırıyorlar direniş iradesi yine kırılmıyor. Ve bu durmadan tekrarlanıyor ve direniş yaşıyor, direniş iradesi dupduru yerinde duruyor.
Kuşkusuz, bunlar emperyalistlerin ve Siyonistlerin hemen elde etmek istedikleri sonuç. Ama bunun dışında Hamas’ı Filistin’de, Hizbullah’ı Lübnan’da halkın geniş kesimleri açısından bir savaş yükü haline getirmek, bu güçlerden kurtulmadan savaşın barbar yüzünün sona ermeyeceği düşüncesini egemen kılmak da temel hedeflerden biri.
Evet, savaşın denklemi Filistin’de ve Lübnan’da özetle böyle kuruluyor.

Peki Kim Kazanacak?
Her şeyden önce bir noktanın altını çizmek gerekiyor; direniş kaybetmemiştir, dolayısıyla emperyalistler ve siyonistler kazanamamıştır. Gücünü halktan alan bir direnişin asla yok edilemeyeceği bir kez daha görülmüştür. Bir zamanlar birkaç gün içinde Arap devletini aynı anda yenebilen “efsane” İsrail ordusu, Hizbullah gerillalarıyla göğüs göğüse çatışmalara girmekten kaçmaktadır. Bir ayı aşkın sürede Hizbullah ve Hamas ve diğer direniş güçleri karşısında tek bir ciddi başarı kazanamamıştır. Bu tablo bile aslında direnişin bu çarpışmayı daha şimdiden kazandığını göstermektedir.
Daha da ötesi, emperyalizmden barış, demokrasi, insan hakları uman, burjuva liberal avanaklar sadece Ortadoğu topraklarında değil, tüm dünya da emperyalist barbarlığın ne olduğu dersini bir kez daha almışlardır. Emperyalizme, siyonizme ve yerli işbirlikçi oligarşilere karşı direnişin yegane yolunun savaşmaktan geçtiği bir kez daha görülmüştür. Örgütlü, hazırlıklı bir direniş gücünü, dünyanın hiçbir “efsane” ordusunun, devletinin yenemeyeceği apaçık görülmüştür. Evet, katliamlar yapabilirler, ama yenemezler.
Birkez daha kim kazanacak sorusunu soracak olursak; tereddütsüz olarak yanıtımız direnen halklar olacaktır. Zafer kolay bir yoldan ve hemen gelmeyecek. Ancak tüm tarih göstermektedir ki, örgütlü ve direnen bir halk yenilmez ve eni konu “güçlü” barbarları alt edebilir. Vietnam, Cezayir ve daha nice büyük zaferin anıları taptaze önümüzdedir.

Enternasyonalist Dayanışma
Filistin ve Lübnan halklarının direnişi, son yılların en önemli ve büyük direnişlerinden ikisidir. Duruşu, hedefleri, güçleri apaçık karşımızdadır. Tarafların kullandığı yöntemler açıktır. Irak’taki direnişi karalamak için kullanılan hiçbir şeyi iddia edemezler. Filistin ve Lübnan direnişi tüm halklar için bir okul işlevi görüyor. Tüm barbarlığa karşın direnmenin ne denli onurlu ve mümkün olduğu görülüyor. Tüm halklar için bu direnişlere omuz vermek tarihsel bir görev durumdadır. Devrimci ve sol güçler için emekçilerin enternasyonl eğitim açısından muazzam bir fırsat söz konusudur. Bunun İslamcı gerici güçlerin elinde heba edilmesini, göz yummamalıyız. Hiç kuşkusuz devrimci güçlerin gücü düşünüldüğünde tüm olanaklardan hakkıyla yararlanmak mümkün değil. Ancak emekçilerin bu sorunlara ilişkin duyarlılığını küçümsenemeyecek anti-emperyalist bir tutuma dönüştürebiliriz. Kitlesel eylemlerle, İsrail ve Amerikan karşıtı her türden faaliyet biçimiyle, Filistin ve Lübnan halkına dönük yardım çalışmalarıyla tüm güçlerimizi seferber etme zamanıdır.



 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19