Bir ayı aşkın bir süredir Filistin’in Gazze Şeridinde
ve Lübnan’da tam bir vahşete dönüşen, siyonist
saldırıyı her gün canlı yayınlarla, dehşet görüntüleriyle
izliyoruz.
Emperyalist basın-yayın tekelleri açıktan saldırıları
meşrulaştırıcı yayınlar yaparken, Türkiye’deki
burjuva medyası halktaki güçlü duyarlılığı da
hesaba katarak ve liberal yaklaşımlardan hareketle
bir yandan İsrail vahşetini yansıtıyor, bir yandan
da onu makul kılıcı yayınlar da yapıyor.
Görünüşe ve olayların anlatılış biçimine inanacak
olursak, Filistinliler bir Gazze’de bir İsrail
kontrol noktasına saldırdı, İsrail askerlerini
öldürdü ve birini “kaçırdı” ve İsrail’in saldırılarının
düğmesine basılmış oldu. Aynı senaryo Lübnan içinde
geçerli. Hizbullah, İsrail sınırını aşarak İsrail
askerlerini öldürdü, ikisini “kaçırdı” ve İsrail’de
saldırıya geçti. Haberlerin bu veriliş biçimi,
açıktan olmasa da, alttan alta Filistinli ve Lübnanlı
direnişçilerin bu saldırganlığı durduk yerde kışkırttığı
havasını yayıyor.
Her şeyden önce ortada bir “kaçırma” olayı yok.
Öncelikle bu yanlışı düzeltmek gerekiyor. Ülkelerinin
bağımsızlığı için savaşan direnişçiler her zaman
yaptıkları gibi işgalci ve sömürgeci İsrail’in
askeri noktalarına saldırdılar, Siyonist işgalcilerin
kimilerini öldürdüler, bazılarını ise esir aldılar.
Yani askeri güçlerin çatışmasının doğal sonuçları
yaşanıyor.
Öte yandan, siyonist vahşet Lübnan’lı ve Filistin’li
direnişçilerin eyleminden kaynaklanmıyor. Tersine,
siyonistlerin süreklileşmiş saldırganlığının bir
parçası olarak gelişiyor. İşgal altındaki vatanları
için siyonist işgalcilere karşı yarım asırdan
fazladır savaşan bu kahraman halk sürekli saldırılarla
yüz yüze. Daha esir alma eylemini gerçekleştirmeden
birkaç gün önce siyonist faşistlerin açtığı top
ateşi sonucu Gazze’de bir plajda dinlenen bir
aile, küçük çocuklar topluca yok edildiler. Bir
kısmı kadın ve çocuk binlerce Filistinli İsrail
cezaevlerinde esir ve sistematik işkenceye tabi
tutuluyorlar. Lübnan aynı biçimde sürekli siyonist
faşistlerin saldırıları altında. Lübnanlılar da
siyonist zindanlarda Filistinlilerle aynı kaderi
paylaşıyor.
Kısa Hatırlatmalar
Ancak bütün bunların bir de öncesi var. 1990 sonrasında
tek süper güç olarak kalan ve bu konumunu pekiştirmek
için tüm dünya çapında pek çok proje ve plan geliştiren
ABD açısından düğüm noktası, enerji kaynaklarının
ve nakil yollarının merkezi Ortadoğu oldu.
Ortadoğu’daki muhalif dinamiklerin, sorun yaratabilecek
bölgesel güçlerin tümüyle temizlenmesi, sistem
sınırları içine çekilmesi, bölgenin bir bütün
olarak emperyalist çıkarlara uygun tarzda yeni
baştan düzenlenmesi, ABD emperyalizminin başlıca
amacı oldu. ABD’nin adeta teşviki ile Kuveyt’e
giren Irak, I. Körfez Savaşı’yla büyük bir enkaza
çevrildi. Arkasındaki Sovyet desteğini yitiren
Filistin direnişi Oslo’da İsraille bir utanç anlaşmasına
itildi. Afganistan’da Taliban güçleri desteklenerek
geçici bir denetim sağlandı. Ancak bütün bunlar
deyim yerindeyse adeta “yarım” girişimlerdi. Ve
kısa sürede bastırılan çelişkiler ve çatışmalar
yeniden ve çok da güçlü biçimlerde boy verdi.
Afganistan’da tüm İslam coğrafyasını etkileyen
El Kaide güçleri, Filistin’de ikinci intifada
gelişti. Lübnan’da direniş güçleri genel olarak
mevzilerini korudu. Ortadoğu çıkışlı, ancak sonuçları
tüm dünyaya yansıyan 11 Eylül saldırılarıyla,
ABD emperyalizminin, daha da ötesinde emperyalist-kapitalist
sistemin 1990 sonrasındaki yeni tarihsel süreçte
geliştirdiği plan ve yaklaşımların defteri dürülmüş
oldu.
ABD emperyalizminin buna yanıtı oldukça kapsamlı
oldu. Emperyalist saldırganlık esas olarak iki
ana yön üzerinden gelişti. Birincisi, eski Sovyet
cumhuriyetlerinde, Batı’dan başlayarak Orta Asya’ya
uzanan geniş coğrafyada renkli “devrimler”di.
İkinci ve asıl saldırı yönü ise Ortadoğu’ya dönük
oldu. Bu saldırı, BOP adıyla resmi ve büyük konferanslar
vb. düzenlenerek örgütlendi ve hemen işe girişildi.
Ortadoğu özgülünde öncelikle “yarım” kalmış tüm
işler bitirilmeye, tüm hesaplar kapatılmaya çalışılıyor.
İlk olarak Afganistan işgal edildi. Kukla rejim
işbaşına getirildi. Irak işgal edildi, Saddam
devrildi ve ABD emperyalizmi Ortadoğu’nun merkezine
yerleşti.
Sırada İran, Suriye, Filistin ve Lübnan var. Bu
dört ülkenin de tek bir plan içinde ele alınması
zorunluluğunu görüyor ABD emperyalizmi. İran’a
yönelteceği bir saldırının sonuçlarının tüm Ortadoğu
coğrafyasındaki, en başta da Irak ve Lübnan’daki
Şiiler üzerinde derin etkiler yaratacağının, savaşın
sadece İran cephesi ile sınırlı kalmayacağının
farkındalar. Aynı biçimde Filistin’deki direniş
güçleri sindirilmeden, militan tutum kırılmadan
Ortadoğu’daki her emperyalist girişimin mutlak
biçimde sakatlanacağının da farkındalar.
Bu bağlamda, bir yandan İran ve Suriye’ye dönük
gerçekleştirilecek saldırıların zemini hazırlanırken,
bir yandan da Filistin ve Lübnan’daki direniş
güçlerinin imhası için planlar devreye sokuldu.
Filistin’de, artık tümüyle teslimiyete razı olmayan
ve işe yaramaz hale gelen Arafat’ın zehirlenerek
tasfiyesi ve yerine işbirlikçiliği tescilli Mahmut
Abbas’ın geçirilmesi ilk adımdı. Ancak Filistin’deki
sandıktan yozlaşmış ve teslimiyetçi Abbas değil,
halkın, direnişin savunucusu olarak gördüğü Hamas
çıktı. Filistin planı böylece çıkmaza girdi. Ambargolarla,
El Fetih’in irili ufaklı saldırılarıyla yola getirilmeye
çalışılan Hamas kendi içinde çatlaklar yaşamasına
karşın bu kısa süreçte “kıvama” getirilemedi.
Hamas’ın hizaya çekilmesinin Siyonistlerin ve
emperyalistlerin beklediği kadar çabuk olmayacağı
da açığa çıktı. Böylece ambargonun yanı sıra,
irili ufaklı siyonist askeri saldırılar devreye
girdi. Haziran ayında bir Filistinli ailenin kadın
çocuk demeden yok edilmesiyle sonuçlanan saldırı
bunlar içinde en trajik ve kışkırtıcı olanıydı.
Ve daha da ötesi bu saldırılar esasında daha büyük
bir saldırı sürecinin ilk adımlarıydı. Tam da
bu noktada, Filistinli direniş güçlerinin kendilerine
nefes aldıracak direniş eylemleri gündemleşti.
Bunlar içinde en başarılılarından biri olan ve
iki siyonist faşist askerin ölümü, birinin esir
alınmasıyla sonuçlanan direniş eylemi, hem Filistin
halkına moral taşımayı, hem de Filistinli tutsaklarla
esir askerin değiştirilmesi amacını taşımaktaydı.
Ancak sonuçları itibariyle çok daha büyük gelişmelerin
başlangıcı, yani savaşın düğümünü çözen vuruş
oldu. Siyonist devletin bu direniş eylemi ardından
gerçekleştirildiği vahşetin esir askerini kurtarmak
için olduğunun iddia edilmesi tümüyle bir palavradır.
Siyonist faşistlerin bu nedenli yoğun saldırıya
geçişleri tümüyle Filistin halkının seçimlerde
iradesini direnişten yana belirlemiş olmasıdır.
Siyonist faşistler bir tür cezalandırma yapmaktadırlar.
Daha da ötesi, ambargolarla, irili ufaklı katliamlarla
kırılamayan direniş iradesini Filistin’in Arap
halkının yaşadığı toprakları cehenneme çevirerek
kırmak istemektedir.
Lübnan’daki süreç de yaklaşık olarak benzer bir
yol izliyor. Teslimiyetçi güçlerin önü Filistin’de
Arafat’ın öldürülmesiyle açılmaya çalışılırken,
Lübnan’da ise hedef ilk elde otuz yılı aşkın süredir
Lübnan’da olan Suriye birliklerinin çıkarılması
oldu. Bunun sağlamak için de kullanılan araç yine
bir kurbandı. Suriye karşıtı, Amerikan ve İsrail
uşağı Başbakan Hariri öldürüldü ve sorumluluk
Suriye’nin üzerine yıkılmaya çalışıldı. Ve basınca
dayanamayan Suriye Lübnan’dan çekildi. Böylece
etkinlik alanı oldukça daraltılmış oldu, önemli
bir mevzi kaybetti, moral açıdan geriledi. Lübnan’da
Suriye karşıtı, Amerikancı güçler önemli mevziler
kazandı. Lübnan’ın Ürdün gibi tümüyle emperyalizmin
ve siyonizmin gölgesine sığınmış, paspaye bir
kukla devlete dönüştürülmesinin yolu açılmış oldu.
Ancak bu sürecin önünde başkaca önemli engeller
daha bulunmaktaydı. Hizbullah ve Lübnan’da yerleşik
Filistinli direniş örgütleriydi bunlar. Suriye’nin
Lübnan’dan çıkarılması bir yanıyla direniş güçleriyle
mücadeleyi kolaylaştırmıştı. İsrail, direniş güçleriyle
baş başa kalmıştı. Üstelik Lübnan yönetiminde
önemli konumlarda artık işbirlikçileri vardı.
Büyük bir çatışmanın, irade savaşının kopması
artık an meselesi haline gelmişti.
İşte İsrail’in Filistin’e dönük saldırısı Hizbullah
için harekete geçme işareti oldu.
Kısacası, ne Filistin’deki, ne de Lübnan’daki
direniş eylemleri ve siyonist saldırı anı, sürpriz
gelişmeler değildi. Taraflar bu hamleleri bekliyorlardı.
Kuşkusuz, siyonist faşistlerin bu denli barbarca
saldıracağı öngörülmüş müydü, bilmek mümkün değil.
Ancak çatışma için bütün koşullar oluşmuştu.
Lübnan özgülünde neydi Hizbullah’ı bu süreci tetiklemeye
iten?
Hizbullah siyonist faşistlerin kısa bir süre içinde
saldıracağının farkındaydı. Bu noktada, güçlü
bir hamleyle önden mevzi tutmaya çalıştı. Böylece
olabilecek bütün siyasi sonuçlardan en fazla yararlanmayı
hedefledi. Neydi hedefledikleri?
Her şeyden önce, şunu belirtmek gerekiyor. Hizbullah
İran’la güçlü ideolojik, politik, örgütsel ve
askeri bağları bulunan bir örgüt. Daha da ötesi,
doğrudan İran’ın yönlendirmesi ile kurulmuş bir
örgüt. Ancak bu Hizbullah’ın basit bir İran kuklası
olduğu anlamına gelmiyor. Hizbullah İran’la ortaklaştığı
bir çok temel hedefe sahip olmasına karşın, kukla
bir örgüt değil, bir Lübnan hareketi. Lübnan özgülünde
özgün amaçları ve stratejisi var. İsrail’e karşı
gerçekleştirdiği direniş eylemi de hem İran’la
paylaştığı ortak amaçlara, hem de Lübnan özgülüne
ilişkin yerel amaçlarına hizmet eden bir eylem
olarak gelişti.
İran’la daha da ötesi, genel olarak tüm şii camiası
ile birleşen amaçları şöyle sıralayabiliriz;
Birincisi, İran’ın nükleer faaliyetleri gerekçe
gösterilerek hazırlanan İran’a dönük saldırı kampanyasının
başını çeken ABD emperyalizmi için İran’a doğrudan
kendisinin saldırması, Irak’daki Şiilerin zaten
kerhen olan desteğini bu durumda tümüyle kaybetme
olasılığı nedeniyle büyük bir risk. Bu nedenle,
böylesi bir saldırıyı İsrail hava saldırıları
yoluyla gerçekleştirmek önemli seçeneklerden biri
olarak duruyor. Hizbullah’ın gerçekleştirdiği
direniş eylemi bu noktada önemlidir. Ardından
gelişen savaşta Hizbullah’ın göğüs göğse çatışmalarda
kazandığı başarılar ve füze saldırıları bu mesajı
perçinleyici niteliktedir. Hizbullah direnişle
ABD ve İsrail’e, İran’a dönük saldırıların Şiilerin
olduğu her yerde sonuçlarının ne olacağı mesajını
vermiştir. İkincisi, bu direniş, Şiilerin Irak’daki
ABD işbirlikçiliğiyle bozulan imajlarının tüm
Müslümanlar nezdinde yeniden düzeltilmesini de
sağlamıştır. Üçüncüsü, Filistin halkıyla dayanışmada
tek güçlü çıkışın Hizbullah ve İran’dan gelmesi,
İran’ın ve Hizbullah’ın Ortadoğu’daki anti-emperyalist
öfkenin sesi olma konumuna yaklaşmasını sağlamıştır.
Böylece İran’ın, Hizbullah’ın ve daha da ötesinde
Şii hareketlerin Ortadoğu’daki konumu güçlenmiş,
meşrulukları sağlamlaşmış, İran’a dönük saldırganlığın
elini zayıflatmıştır.
Hizbullah bu direnişiyle aynı zamanda Lübnan’daki
yerel, özgül hedefleri doğrultusunda da güçlü
bir adım atmış oldu. Hem işgal altındaki Lübnan
toprağı Şebaa çiftliklerinin gündemleşmesi sağlandı,
hem de İsrail’in elinde tutsak bulunan Lübnan’lı
direnişçilerin kurtuluşu için İsrailli esirler
yoluyla bir olanak sağlanmış oldu.
Siyonist faşistler de tersinden benzer hedeflerle
bu direniş eylemlerini öne çıkararak büyük bir
vahşet dalgası başlattı.
Filistin’de Hamas’ın, Lübnan’da Hizbullah’ın çökertilmesi,
hem bu ülkelerdeki direnişin çok geriye atılması,
hem de Suriye ve İran’ın bölgedeki etkinliğinin
gerileteceği hesap ediliyor.
Saldırının vahşet dozunun yüksekliği aslında,
hem faşizan bir barbarlık sarhoşluğunun eseri,
hem de direniş fikrinin un ufak edilmesini hedefliyor.
ABD dışişleri bakanı Rice’ın “yeni Ortadoğu” hayali
bundandır. ABD ve Avrupalı emperyalistler tarafından
İsrail’e vahşeti boyutlandırması için sürekli
yeni sürelerin verilmesi, naklen yayınlanan katliamlar
karşısında suskunluk, hatta İsrail’in kendini
savunması diye gerekçelendirilmesi hep bu ikinci
amacın gerçekleştirilmesi içindir. Barbarca saldırıyorlar,
direniş iradesini kırmaya yetmiyor, daha barbarca
saldırıyorlar direniş iradesi yine kırılmıyor.
Ve bu durmadan tekrarlanıyor ve direniş yaşıyor,
direniş iradesi dupduru yerinde duruyor.
Kuşkusuz, bunlar emperyalistlerin ve Siyonistlerin
hemen elde etmek istedikleri sonuç. Ama bunun
dışında Hamas’ı Filistin’de, Hizbullah’ı Lübnan’da
halkın geniş kesimleri açısından bir savaş yükü
haline getirmek, bu güçlerden kurtulmadan savaşın
barbar yüzünün sona ermeyeceği düşüncesini egemen
kılmak da temel hedeflerden biri.
Evet, savaşın denklemi Filistin’de ve Lübnan’da
özetle böyle kuruluyor.
Peki Kim Kazanacak?
Her şeyden önce bir noktanın altını çizmek gerekiyor;
direniş kaybetmemiştir, dolayısıyla emperyalistler
ve siyonistler kazanamamıştır. Gücünü halktan
alan bir direnişin asla yok edilemeyeceği bir
kez daha görülmüştür. Bir zamanlar birkaç gün
içinde Arap devletini aynı anda yenebilen “efsane”
İsrail ordusu, Hizbullah gerillalarıyla göğüs
göğüse çatışmalara girmekten kaçmaktadır. Bir
ayı aşkın sürede Hizbullah ve Hamas ve diğer direniş
güçleri karşısında tek bir ciddi başarı kazanamamıştır.
Bu tablo bile aslında direnişin bu çarpışmayı
daha şimdiden kazandığını göstermektedir.
Daha da ötesi, emperyalizmden barış, demokrasi,
insan hakları uman, burjuva liberal avanaklar
sadece Ortadoğu topraklarında değil, tüm dünya
da emperyalist barbarlığın ne olduğu dersini bir
kez daha almışlardır. Emperyalizme, siyonizme
ve yerli işbirlikçi oligarşilere karşı direnişin
yegane yolunun savaşmaktan geçtiği bir kez daha
görülmüştür. Örgütlü, hazırlıklı bir direniş gücünü,
dünyanın hiçbir “efsane” ordusunun, devletinin
yenemeyeceği apaçık görülmüştür. Evet, katliamlar
yapabilirler, ama yenemezler.
Birkez daha kim kazanacak sorusunu soracak olursak;
tereddütsüz olarak yanıtımız direnen halklar olacaktır.
Zafer kolay bir yoldan ve hemen gelmeyecek. Ancak
tüm tarih göstermektedir ki, örgütlü ve direnen
bir halk yenilmez ve eni konu “güçlü” barbarları
alt edebilir. Vietnam, Cezayir ve daha nice büyük
zaferin anıları taptaze önümüzdedir.
Enternasyonalist Dayanışma
Filistin ve Lübnan halklarının direnişi, son yılların
en önemli ve büyük direnişlerinden ikisidir. Duruşu,
hedefleri, güçleri apaçık karşımızdadır. Tarafların
kullandığı yöntemler açıktır. Irak’taki direnişi
karalamak için kullanılan hiçbir şeyi iddia edemezler.
Filistin ve Lübnan direnişi tüm halklar için bir
okul işlevi görüyor. Tüm barbarlığa karşın direnmenin
ne denli onurlu ve mümkün olduğu görülüyor. Tüm
halklar için bu direnişlere omuz vermek tarihsel
bir görev durumdadır. Devrimci ve sol güçler için
emekçilerin enternasyonl eğitim açısından muazzam
bir fırsat söz konusudur. Bunun İslamcı gerici
güçlerin elinde heba edilmesini, göz yummamalıyız.
Hiç kuşkusuz devrimci güçlerin gücü düşünüldüğünde
tüm olanaklardan hakkıyla yararlanmak mümkün değil.
Ancak emekçilerin bu sorunlara ilişkin duyarlılığını
küçümsenemeyecek anti-emperyalist bir tutuma dönüştürebiliriz.
Kitlesel eylemlerle, İsrail ve Amerikan karşıtı
her türden faaliyet biçimiyle, Filistin ve Lübnan
halkına dönük yardım çalışmalarıyla tüm güçlerimizi
seferber etme zamanıdır.
|