Bu makale komünizmin krizi
hakkındaki tartışmanın bir parçası olarak
1992-1993 yıllarında Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi’nin haftalık yayın organı Al Hadaf’da
yayınlandı. Tartışılabilir ve değerlendirilebilir
noktaları içermesi nedeniyle bu yazıyı okurlarımızla
paylaşıyoruz |
Büyük Çöküş ve Marksizmin Sorunları
Son zamanlarda hüzün ve şaşkınlık karışımı düşünceler
Marksistleri etkisi altına aldı. Kötü koşullarda
mücadele ederken bile iyimser olmak belki Marksizmin
gereğidir ama yine de bu, mevcut endişe ve sorunları
ortadan kaldırmamaktadır. “20. yüzyılın kapitalizmden
sosyalizme geçiş çağı” olduğunu söyleyen cesaret
verici ve samimi çıkışlar elbette sürüyor. Lenin’in
tüm içtenliğiyle “Marksizm güçlüdür çünkü gerçeği
ifade eder” şeklinde tanımladığı bu ideoloji kışkırtıcı
olmayı sürdürüyor. Fakat bu arada gerçeklik paramparça
oldu. Bazılarının bu yıkıcı darbelere kapılarak
attıkları keyifli kahkahalar ezilenlerin dünyasına
kadar ulaştı ve onları yeniden kendi yoksullukları
üzerine düşünmeye sevk etti.
Ama yine de olaylara belli bir kuşkuyla yaklaşan
ve sorgulayan insanlar Marksist projenin yenilgisine
yol açan sebepleri araştırırken gerçekten Marksist
anlayışa yaslanıyorlarsa bu sıkıntılardan kurtulmaları
mümkündür. Her şeyden önce Marksizmin pragmatizmle
olan farkının ortaya konulması gerekmektedir.
Kâr ve zarar ekseninde şekillenen pragmatizm başarıyı
kâr ve yarar açısından ölçer; Marksizm ise başından
sonuna kadar zafer ve yenilgi kavramlarının içine
hapsolmadan gerçeği savunur; çünkü başarının asıl
ölçütü doğru fikirlerin savunulmasıdır.
Şimdi ya da gelecekteki koşulların açıklanması
teori ve pratiği birlikte ele alan bir ilişki
içersinde mümkündür ve bu bakımdan sosyalizmin
çöküşüne yol açan nedenlerin araştırılması sadece
yenilginin nedenlerinin anlaşılması için değil
aynı zamanda Marksizmin kendi tarihine uygun bir
şekilde yeniden inşası için acil bir zorunluluktur.
Kendini farklı biçimlerde ortaya koymuş olan komünist
hareketin tarihi, Marksizmin doğrudan bir parçasıdır.
Teorinin yeniden inşası sürecine yardımcı olabilecek
ve onun pratikle olan ilişkisini değiştirebilecek
bu adım atılamazsa, Marksizm tarihten yalıtılarak,
teori ile pratik arasındaki diyalektik ilişkiden
uzaklaşacak ve ölü bir doktrin haline gelecektir.
Bir süredir yaşadığımız büyük karmaşıklığın içinde
eski ruh hallerini sürdürerek “yenilen Marksizm
değil yanlış uygulamalardır” diyen birçok “mutlu
komünist”e rastlıyoruz. İnsanları suçlarken kitabı
kollayan dinsel-gerici mantaliteden ödünç alınmış
olan bu iddia, basit bir avuntu ve kendini tatminden
ibarettir. Bu ödünç akıllar er geç onları kullananın
altını oyar çünkü din bize ölümden sonra bir cennet
vaat eder, komünizmin mutluluk vaadi ise dünyevi
niteliktedir. Bu anlamda Marksist metinlerin aklanması
Marksizmi kurtarmaz; gerekli olan metinlerin saflığının
korunmasından çok kitleler için daha geniş ufukların
açılmasıdır.
I. Marksizm: Tarihsel Hata mı?
Yoksa Mantıki Zorunluluk mu?
Reagan komünizmden insan vücudunu etkileyen dışsal
bir hastalıkmış gibi bahsediyor ve er veya geç
üstesinden gelineceğini söylüyordu. Kapitalist
Avrupa basını ise Doğu bloğunun çöküşüne neden
olan depremi “faşizmin çöküşünden kırk yıl sonra
komünizmin çöküş vakti de geldi” şeklinde yorumladı.
Her iki durumda da komünizm hırslı bir iradenin
despotik dayatması olarak algılandı. Bu tümüyle
yanlıştır. İnsanlık açısından Marksizm, adalet,
eşitlik, ve adil yönetim ütopyasının ifadesidir.
Dolayısıyla ütopya Marksizmden önce gelir. Epistemolojik
açıdan Marksizm kendisinden önceki teorik bilginin
sentezidir; Marksizmi önceleyen muazzam bir bilinç
birikimi vardır.
Ütopya, öngörülemeyen bir gelecekte insanın özlem
ve eğilimlerine dayalı kusursuz adalet arayışıdır.
Platon’un “Devlet” çalışması; Thomas More’un ve
Aziz Augustine’nin eserleri bunun örnekleridir.
Ütopya, esasen varolmayan bir yerdir ve ideal
bir devlet tarafından kurgusal bir egemenlik anlayışıyla
yönetilir. Gerçekte hiçbir zaman varolmayan bu
devlet ütopyada insan arzularının ifadesi olarak
dile getirilir. Lamartine’in de dediği gibi “ütopya
olgunluk kazanmayı bekleyen gerçeklikten başka
bir şey değildir.” Adalet için girişilen bilimsel
çabalar her zaman ütopyacı bakış açısıyla birlikte
yürümüştür; Saint-Simon, Fourier ve Owen’ın çalışmalarında
ütopyanın bilimlerle uyumlu olduğu sosyalizm anlayışının
örnekleri vardır. Engels, “abartılı hayal gücü
ve fikirlerinin ütopyacı karakterine rağmen artık
bilimselliği kanıtlanmış eşsiz fikirlerin sahibi
ütopyacıların tüm çağların en büyük zekaları olduğunu
ve bilimsel sosyalizmin, Saint-Simon, Fourier
ve Owen’ın omuzları üzerinde kurulduğunu” belirtmiştir.
Bu anlamda hem bilim hem de ütopya, Marksizmin
öneminin anlaşılmasına katkıda bulunurlar. Marksizm
aynı zamanda hem ütopyanın yadsınması hem de devamıdır.
Engels’in “Bilimsel ve Ütopik Sosyalizm” çalışmasında
ortaya koyduğu gibi Marksizm ütopya ve bilimler
arasına ayrım noktaları ve sınırlar koymuş olsa
da; her zaman köylü halk ayaklanmalarını harekete
geçiren ütopyacı fikirlerin içinde açık “sosyalist”
özellikler bulunduğunu kabul etmiştir. Marksizm
ve ütopya arasındaki ilişkilerde adalet ve eşitlik
üzerine düşünceler net bir şekilde ifade edilmiştir.
Milyonlarca insanı Marksizmin bayrağının altında
harekete geçiren de bu soylu ruhun bir yansımasıydı.
Marksizm insanın kaçınılmaz ve acil ihtiyaçlarının
olduğu kadar mantıki ve tarihsel bir zorunluluğun
da somut ifadesidir.
Bir bakıma Marksizm, sömürü ve yabancılaşmanın
olmadığı bir zaman diliminde bu düşleri bir araya
getiren ideal “yönetim” fikrinin yoğunlaşmış ifadesidir.
Ütopyayı kolektif insanlık düşü olarak sahiplenen
Marksizm, Yunanlı filozoflardan (Epikür) Rönesans’a
uzanan bu mirası devam ettirmiş ve insan onurunu
savunan daha önceki teorik şaheserleri ayrıntılarıyla
değerlendirip katkılarda bulunmuştur. Lenin “Marksizmin
üç kaynağı” yazısında, Alman felsefesinin, İngiliz
ekonomi-politiğinin ve Fransız sosyalizminin Marksist
teorinin oluşumundaki rolüne değinmişti. Marksizm
rastlantı eseri oluşturulmuş bir teori değildir;
Marksizm aydınlanmanın doruk noktasını oluşturan
insanlık mirasının niteliksel bir sıçramasıdır.
Marx, 1852’de arkadaşı Joseph Weydemeyer’e yazdığı
bir mektubunda “...modern toplumda sınıfların
ve sınıf mücadelelerinin keşfedilmesi onuru bana
ait değildir... benim yeni olarak yaptığım sadece:
Sınıfların varlığının onların üretim sürecindeki
tarihsel gelişimleriyle ilgili olduğu; sınıf mücadelesine
zorunlu olarak proletarya diktatörlüğünün yön
vereceği; ve bu diktatörlüğün sınıfsız bir toplum
ve tüm sınıfların varlığına son verecek geçişi
sağlayacağını belirtmek oldu” demiştir. Marx’ın
mektubu Marksizmin oluşumunda geniş katkıları
olan Marx, Engels, Lenin, Gramsci ve Althusser
gibi isimlerin yanı sıra Spinoza, Descartes, Hegel,
Kant, Feurbach gibi isimlerin de ihmal edilemeyeceğini
göstermektedir. Sonuçta Marksizm soyut bir başlangıç
noktası değil; kendinden önceki düşüncelerin gelişmiş
şeklidir. Aynı zamanda Marksizm bütünüyle tamamlanmış
bir teori de değildir; çünkü Marksizm, gerçekliği
ifade eder, onun tarafından belirlenir. Önceki
düşüncelerin Marksizme katkısı olduğu gibi, gelecek
düşünceler de Marksizmi yenileyerek saflaştıracaktır.
Marksizm her dönem tarih tarafından üretilen büyük
bir kolektif teori olmayı sürdürecek ve tarih
gelecekte Marksizmi yeniden üretme görevini üstlenecektir.
II. Bilim ve Politika: Teori ve İşçi Sınıfı
Hiç tereddüt etmeden, Marksizmin aşağıda sıralayacağımız
nedenlerden ötürü tarihteki en önemli olgu olduğunu
söyleyebiliriz: Marksizmin işçi sınıfıyla birliği
ayırt edici bir tarihsel olgudur; çünkü bu teori
gerçekleşme araçlarını işçi sınıfının içinde bulur
ve geçmişin politik pratiğinin düzeltilmesi için
gerekli anahtarı sağlar. Egemen sınıfların tekelindeki
bilimsel üretim baskı ve demagojiyle iktidarın
eylemlerinin rasyonalize edilmesinin aracı oldu
ve despotizm egemen sınıfların düzenbazlığından
kurtulmak isteyen herkesi sindirdi. Marksizm ise
bilimi ezilenlerin hizmetine koştu. Bilimlerin
gerçek misyonunun görkemli insan uygarlığını inşa
edenlerin hizmetine vermek olduğunu belirtti.
Marksizmin bir devrim olması, yalnızca herkesin
kabul ettiği bilimsel buluşlarından ötürü değildir.
Marksizmi bir devrim yapan şey, bilimsel ve toplumsal
devrimlerin aracı olması ve alternatif bir toplum
için mücadele veren işçi sınıfı ve diğer toplumsal
güçlerle birliğidir. Bu birlik olmasaydı Marksizm
etkisiz bir akademik teori haline gelir ve tarihsel
önemi kaybolurdu; çünkü Marksizm son tahlilde
Marx’ın kendisinin de “Feuerbach Üzerine Tezler”de
söylediği gibi dünyanın sadece yorumlanmasını
değil değiştirilmesini de amaçlayan bir teoridir
ve politik etkinliğin açık bir ifadesidir. Marksist
bakış açısına göre mevcut toplumun oluşumunu tanımlayan
sosyal ilişkiler bütününün bilimsel bir açıklaması
yapılmadan herhangi bir toplumu dönüştürmek imkansızdır.
Marksizm gerçekliğin farklı cephelerine ışık tutan
ve onu dönüşüme uğratan aktif insan gücüyle gerçekleştirilen
bir teoridir.
Bilim ile politik faaliyet arasında, pratiğin
yolunu aydınlatan; farklı aşamaları açıklayan
ve neyin rastlantısal neyin önemli ve temel olduğunu
ayırt etmemize yarayan bir ilişki vardır. Bu yüzden
doğru ve başarılı politik etkinlik, hatalardan
sakınılmasını sağlayan açık ve net bir garantör
olarak devrimci bilime ihtiyaç duyar. Fakat yine
de sorun önümüzde durmaktadır: Politik etkinliği
yürütenlerin teoriyi doğru kavradığını kim garanti
edebilir? Ya da bir teorinin olumlu niteliklerini
ve dezavantajlarını tamamen bilmenin ölçütü nedir?
Bu noktada bir başka soru belirir: Tarihsel olarak
yeni olan eğer gerçekten işçi sınıfı ile Marksizmin
birliği ise, sınıf Marksizmi nasıl bir pratik
içersinde özümseyecektir? Burada, Lenin ya da
Gramsci gibi etkili aydınların başını çektiği
kolektif akılda ifadesini bulan komünist parti
kavramı ortaya çıkar.
Ama yine de parti, günün birinde, teori ve pratikten
habersiz küçük burjuva anlayış tarafından tüm
geleneksel pratiklerin restore edildiği bir organ
haline getirilebilir ya da sosyalizmden bahsederken
despotik olmaya da devam eden büyük bir bürokratik
araç olabilir.
III. Parti ve Teoriden Bürokrasi İdeolojisine
Marksist anlayışta teorinin yeri nedir? Bu soruya
birçok farklı yoldan yaklaşılabilir. Diyalektik
materyalizm pratiğin teoriden önemli olduğunu
vurguladığında aynı zamanda teorinin pratiğe yönelerek
durgunluktan çıkabileceğini belirtir. Gramsci
organik aydın hakkındaki yazılarında teorik üretimin
bireylerin ötesinde komünist partinin tümünün
yaratıcı aynası olduğunu ifade etmişti. Gramsci’nin
görüşleri tartışma kültürünün kabul edilmesini
içerdiği kadar farklı düşünceleri ve eleştirileri
de içerir; bu nesnel bilginin üretimi için gerekli
olan demokrasinin kabulünü de içinde barındırır.
Diğer yandan Lenin, bilincin nesnel bilgiyi yansıttığı
yönündeki yansıma teorisindeki tezlerin ikili
doğasına olduğu kadar gerçeklikle uğraşan ve onun
hakkında bilgi üreten tarih bilimine de dikkat
çeker. Lenin’in tezleri tüm bilim tarihinin materyalist
bakış açısından tekrar okunmasını gerektirir.
Burada komünist partinin pratiklerinin anlaşılmasında
gerekli olan teorik bilginin üretimindeki birbiriyle
ilişkili üç öğeyi ele alacağız: Teori durgunluğu
reddeder; bilginin üretimi çok boyutludur; bilginin
üretilmesi için yoğunlaşma gerekli koşullardan
biridir. Bu öğeler Gramsci’nin “Modern Prens”
adını verdiği komünist partinin inşası boyunca
akla yatkın görünmektedir. Yukarıdaki öğelerin
gerçekleşebilmesi için bilimin, demokrasinin ve
değişimin egemenliğini bütünüyle kabul eden mükemmel
bir partinin varlığı şarttır. Dünyanın değişmesini
isteyenler partinin iç yapısında da değişimler
gerektiğini kabul etmelidirler. İşte tam bu noktada
işler karışır; saydığımız öğeler bürokratik partinin
tek tipliği kutsayan yaklaşımıyla anlamlarını
yitirirler. Ama yine de parti bürokrasinin değişim
ve dönüşümü neden reddettiği sorusu yanıtlanmamış
olarak kalır?
Bürokrasi tüm sorunları yukardan verilen emirlerle
çözen; neyin izinli neyin yasak olduğuna karar
veren elit bir kesimin oluşturduğu hiyerarşik
yönetim eğilimleriyle ortaya çıkar. Trajedi, kararların
kendisinden değil, bu kararların liderlik hastalığına
yakalanmış kişilerce alınmasından doğmaktadır.
Günlük alışkanlıklarından sıyrılamayan böyle bir
lider aslında hiçbir şeydir. Belli bir öfkeyle
bürokrasinin liderlik sultasının despotik bir
özelliği olduğu ya da önderliğin despotizminin
günlük davranışlara yansıdığı söylenebilir. Fakat
sorun bazen sadece liderlik ritüellerinde dayatılan
kişisel çıkarları savunma eğilimindeki sabit bir
davranış biçiminde karikatürize edilemez. Burada
karşımıza iki sorun çıkar: Liderlik havasının
prestijine ve maddi yararlarına bağlanmak ve her
türlü diyalogu reddeden, emirler yağdırmaktan
hoşnut olan bireyin liderlik psikolojisi. Bürokrat
artık verimsizliğin savunucusu haline gelirken
bu iki öğe eleştirinin ya da değişim önerilerinin
reddi konusunda birleşir. Bürokratizmin temeli
felsefi idealizm, politik despotizm, ideolojik
tutuculuk ve örgütsel keyfiliktir.
Tüm bu aşamalarda pratik deneyim derslerinin unutulması,
yaratıcı kolektif etkinliğin çökmesi ve düşünsel
yoğunlaşmanın bireyselleşmesi tek bir nedenden
ötürüdür: Bürokratik pratikte önderlik hem politik
hem de teorik tanımları belirleyen bir otoriteye
dönüşür. Teorik, kültürel, estetik ve bilimsel
cephelerin hepsi önderliğin kişiliğinde birleşir.
Kuşkusuz merkezi karar almanın doğası gereği bir
örgütün birlik ve sağlamlığının sürdürülmesi için
doğru ile yanlış arasında çizgi çeken merkezi
bir varlığa ihtiyaç olduğu ileri sürülebilir.
Fakat sorun bu kadar basit değildir. Bürokratik
pratikler öznel çıkarları ürettiği kadar bürokratizmin
korunması için gerekli araçları da üretir. Marksizmin
bu anlamda bürokratik bir yorumu onu materyalizm
maskesi altındaki idealist, dışa kapalı, otoriter
bir felsefenin ötesine taşımaz. Ayrıca eğer toplumdaki
sınıf mücadelesi işçi sınıfı partisi ve Marksist
teoriyi üretseydi komünist partilerde bürokratik
yönetimler olmazdı.
Birtakım alıntılara dayanarak Marksizmi karikatürize
eden bürokratizm, Marksizmin çoraklaşmasının ve
hayat içersinde karşılık bulamamasının nedenidir.
Bürokratizm, Marksizmi dünyayı açıklama ve tanımlama
aracı olmaktan çıkarıp sahtekarlığın ve kendini
aklamanın aracına dönüştürmüştür. “Kapitalist
olmayan yol”dan “insanın sınıftan önce geldiği”
mitine kadar “reel sosyalizm” sloganı altında
gerçeklerin altı oyulmuş, teori, olgu ve çıkarların
üzerinin örtülmesine yarayan diplomatik bir ideolojik
kılıfa dönüşmüştür.
Parti, devlet ve devrim kavramlarına teorik olarak
yaklaşıldığında sorunun trajik bir boyut kazandığı
görülür. Lenin’den önceki klasik Marksist metinler
bu kavramlarla ilgili az ipucu verirler. Ancak
bazı yönetimler bu eksiklikleri giderip teorize
etmek yerine söz konusu sınırlı referansları kendi
ihtiyaçları uyarınca çarpıttılar. Politik bir
ifade aracı olarak parti, işçi sınıfının partisi
ortaya çıkmadan önce de vardı. Erken-Marksistler
yeni türden bir partiden bahsederken, devrim için
tüm insanlığa önderlik edecek yeni kavram ve sloganlarla
işe başlamadılar. Onların amacı bütün insanlığın
nitel ve nicel anlamda değişimini gerçekleştirmekti.
Bu belki de Gramsci’nin “her komünist bir öncü”,
“her birey bir filozof” ve “herkes bilim insanı
ve bilgindir” derken ifade etmek istediği şeydi.
Her tür hiyerarşi tasfiye edilmeli; yöneten ve
yönetilen arasındaki tüm ayrımlar sona erdirilmeli,
komünist partiye bağlı olanlar arasında organik
bir birlik oluşturulmalıdır. Marksist bakış açısına
göre insanlar arası hiyerarşinin parçalanması,
egemenlik-teslimiyet ilişkilerinin reddedilmesi,
aklın yüceltilmesi, irade, entelektüel etkileşim
ve ahlaki, etik bütünlük vb. gibi şeyler parti
için temeldir.
Sonuç olarak devrim rotasını çizen partinin gücü,
onun teorik ve ideolojik homojenliğine değil,
esas amaçlarda anlaşan ama bu hedeflere gidiş
yolunu tartışan düşünsel çoğulculuk ve diyaloğa
dayanır. Ayrıca devrimci parti, gücünü son tahlilde
sayısal güç ve disiplinden değil, değişim isteyen
toplumsal güçlerle girilen ilişkilerden alır.
Kısacası partinin gücü, partiyle çeşitli kanallardan
iletişim kuran ve otonomi şeklinde tanımlanan
bir çok halk komitesinin oluşturulma kapasitesiyle
anlam kazanır. Bu tür komiteler partiyi eleştirir
ve parti tarafından da eleştirilirler. Böylece
oluşan halk kontrolü, her türden olumsuz ayrılık
öğelerini de sona erdirir.
Parti, teslimiyet-egemenlik ilişkileri ve bürokrasiyle
mücadele etmeden ya da halk kontrolü olmadan ayakta
kalamayacağına göre, onun birimlerinin kolektif
teorik çalışma kaynakları şunlardır: Halk hareketinin
psikolojisi, sorunları, kültürü, yapısı, ve alışkanlıkları.
Halka anlamadığı bir dille, yabancı yöntemlerle
ulaşmak imkansızdır; halkla ancak ihtiyaçları
üzerinden ilişki kurulabilir. Ama yine de Marksistler
madalyonun öteki yüzünü görmelidirler: Eğer halk
bir deneyimin nesnesi ya da suskun bir çoğunluk
değilse, parti halkın dönüşümünü sağladıktan sonra
halk kültüründen yararlanmalıdır. Parti, bürokrasiyle
aktif bir şekilde mücadele etmeye ve kendi tarihini
gözden geçirmeye hazır değilse, bunların her ikisi
de imkânsızdır. “Kişinin kendini bilmesi aklın
temelidir” der Sokrates. Kendini bilmeyen, ortaya
çıktığı ve geliştiği koşullardan bihaber bir parti,
ölmekte olduğunu bile fark etmeden parça parça
çürümeye mahkumdur.
IV. İktidarın Fethi mi Yoksa Toplumsal Bir
Alternatifin Yaratılması mı?
İşçi sınıfı hareketi tarihinin şu ünlü sloganı
bilinir: Sınıf taktiği… Anlamı da oldukça basittir:
İşçi sınıfı kapitalist sınıfı alaşağı etmeli ve
iktidarı ele geçirmelidir. Bu taktik sekter bir
eğilimden beslenir; her şeyden önce bu, yanlış
bir politik tutkudur; çünkü bu eğilim komünist
partinin rolünün önce iktidarı fethetmek ve daha
sonra yeni toplumda insanların özgürlüğünü sağlamak
olduğunu varsayar. İster komünist düşüncenin iktidarını
hedefleyin isterse de iktidarı yeni bir yaklaşımla
algılayan insanların yaratılmasına girişmiş olun,
asıl sorun bu yeni toplumsal yapının eski toplumun
insanlarıyla nasıl oluşturulacağıdır. Çok çeşitli
biçimleri olsa da iktidarın alınış yöntemi aslında
o iktidarın doğasını açığa vurur. İktidarın elde
edilmesi düşü geleneksel bir pratiktir; yukardan
aşağıya bir yöntemle toplumun katmanlarına inilmesi,
aslında işe bilinç unsurundan başlayarak daha
sonra maddi gerçekliğe ulaşmaya benzer.
Bu yaklaşım, geleneksel düşüncelerle, romantizm
ve toplumsal tarihe ilişkin kör cehaletin bir
karışımının ürünü olabilir. Komünistlerin belli
bir ülkede iktidarı alması toplumun bütünüyle
komünist olduğu anlamına gelmez. Komünistlerin
birçok yerde adalet için savaşıyor olması da tüm
dürüst insanların komünist adaleti benimsediği
anlamına gelmez. Başka bir deyişle, Marksist bakış
açısına göre, komünist proje, nihai hedefin kendisiyle
değil, bu hedefe yön veren yöntem ve araçların
toplamıyla anlam kazanır. Sergey Eisenstein “Gerçeğin
incelenmesi doğru araçlarla yapılmalıdır” der.
Eğer adalet, özgürlük ve güzellikleri kuracak
komünist toplumun inşası gerekliyse, bu değerlerin
yaygınlaştırılması komünist iktidarın önünü açacak
olan tek yoldur. Bu, Gramsci’nin de formüle ettiği
gibi, komünist partinin iktidarı elde etmeden
önce kendi hegemonyasını kurmasına denk düşer.
Marksist bakış açısına göre, komünistler önce
iktidarı ele geçirip sonradan toplumu dönüştürmeye
başlamazlar. Daha doğrusu, onlar iktidarı elde
edebilmek için toplumu dönüştürmekle işe başlarlar.
Bu bağlamda biz iktidarın fethedilmesi taktiğiyle
sosyal-kültürel bir alternatifin oluşturulması
projesi arasında bir farklılık olduğunu düşünüyoruz.
İlk yaklaşım, hem politikanın hem de iktidar kavramının
geleneksel algılanışını ifade ediyor. Devlet iktidarı
geleneksel yöntemlerle fethedildiğinde, böyle
bir yönetim, yöneten-yönetilen ayrımını sürdürmek
için geleneksel araçların restore edilmiş biçimlerine
başvurur. İşçi sınıfının politik projesi, yalnızca
politik iktidarın el değiştirmesine indirgendiğinde
ise tüm toplumsal ilişkileri otoriter ilişkiler
haline getirir, toplumsal değişim fikrini ve toplumu
köreltir. Eğer parti bürokratik ise bütün gelenekçi
yaklaşım güç kazanır ve kapitalist politik elitin
yerini söylemde sosyalist olan bir başka elit
kesim alır.
Marksist yaklaşım, hakim sınıfınkilerden farklı
yeni moral, kültürel, entelektüel ve estetik değerlere
bağlı, geniş ve etkin bir toplumsal bloğun oluşturulmasını
amaçlayan toplumsal-kültürel alternatiften yola
çıkarken, gelenekçi yaklaşım otorite ve güç kavramlarından
hareket eder. İktidarın alınması yöntemi iktidarın
özünü de belirlediği için, kitlelerin alternatif
değerlerine yaslanan bir iktidar elde etme yöntemi,
yönetimin hatalarını eleştirebilen kolektif özgür
insana dayalı bir alternatif yönetimi zorunlu
kılar. Bu yönetim, iktidarı, bir referans noktası,
hatta kolektiviteyi yansıtan bir ayna olarak savunduğu
için böylece kendini de savunmuş olur. Kısacası
Marksist teori açısından bakıldığında görülür
ki, iktidarın alınması aslında aynı iktidarın
elde tutulmasını sağlayacak nitel toplumsal ilerlemeyle
mümkündür. Komünist projenin toplumun geniş kesimleri
tarafından kabulü, iktidarın elde edilmesi için
kaçınılmaz bir koşuldur. Aksi takdirde, bu proje,
geleneksel baskı politikalarıyla çürümeye mahkumdur.
Hegemonya kavramı ve kültürel-moral alternatif
sorunu, demokrasiyi, politik ve entelektüel çoğulculuğu,
Marksizme bağlı olduğunu iddia eden tüm siyasal
projelerin gündemine kalıcı biçimde yerleştirmiştir.
Marksizmin ayırt edici noktası, iktidardan çok
insanın özgürleşmesi, elitist azınlıktan çok halk
katmanlarının önem kazanması, taktiklerden çok
kitlelerin katılımıdır. Marksizmin toplumun tümünden
yola çıktığını söylemiyorum, ama Marksizm herkesin
katılımına izin veren demokratik koşullara yaslanır.
Özgür düşünceler ve demokrasi yoksa, bütün sorunlar
aydınlığa kavuşturulmazsa her şey anlamını yitirir.
Oysa gerçeklik, kitlelere, teoriye ve öncü partiye
değil, bütün bunları yeniden biçimlendiren ve
tanımlayan özgür toplumsal hareketin bizzat kendisine
dayanır.
Doğu Avrupa’daki yönetici partilerin korkunç çöküşü
ve [bu çöküşten sonra] kapitalist tüketim kültürü
ardından koşan insanların durumu da ancak bu kitleler
tarafından yaratılmış alternatif değerlerin yokluğuyla
açıklanabilir. Kitleler “bilinmeyen”i seçtiler;
çünkü onlar bildikleri geleneksel iktidarın pratiğini
ve yöneticilerin kültür, etik ve insanı ele alışlarındaki
bilinen yaklaşımı reddediyorlardı.
V. Şimdi Nasıl Marksistler Olmalıyız?
Bu soru birkaç yıl öncesine kadar garip karşılanıyordu.
Bir militan, Marksizmi kendi politik tercihinin
ve düşünme yönteminin temeli olarak ele alır.
Eski ilkeler yalnızca artık sezgilerini kaybetmiş
olanlar için geçerlidir. Bir şeyler dünyamızı
allak bullak etti ve geriye bir çok alanda trajik
etkiler bıraktı. Bu, aynı zamanda, Marksizmin
yeni bir yöntemle yeniden okunması için bir sağduyuyu
da gerekli kılmaktadır. Artık yalnızca uluslararası
işçi sınıfı hareketi tarihinin ve Marksist klasiklerin
yeniden okunmasıyla yetinilemez. Bugünün asıl
ihtiyacı, Marksizmin kitlelerle yaklaştığı ve
uzaklaştığı belli başlı tüm tarihsel momentlerin
değerlendirmesidir. Marksizmin yenilenmesi, Marksist
teori ile kitle hareketleri arasındaki yakınlaşma
ve uzaklaşmaların tarihsel ve toplumsal nedenlerinin
açıklanması üzerine inşa edilebilir. Bu anlamda,
tarihin bugün durduğumuz noktadan bakılarak okunması
düşüncenin yenilenmesinde esastır. Bu, hem tarihin
bütünüyle anlaşılmasına hem de Marksist teorinin
arınmasına yardımcı olur. Bu yöntem, modası geçmiş
olanların ayıklanmasını içerir; çünkü farklı düşünceleri
tanımayan yöntemler teori olarak anılmayı hak
etmez.
Marksistler Lenin’in, Gramsci’nin, Brecht’in,
Althusser’in parlak yazılarını reddetmezler. Ancak
bu metinlerin içtenlikle okunması Marksizme canlılık
kazandırmaz. Çünkü asıl sorun mevcut yenilgiye
yol açan nedenlerin tanımlanmasında yatmaktadır.
Marksizmin düşüşünün “kötü zamanlar”dan kaynaklanmadığı
kesindir; bu, daha çok hem içi boş kavramların
hem de içi boşaltılan kavramların toplumsal-ekonomik
gelişmeleri açıklayamaz hale gelmesinden kaynaklanmaktadır.
Bazıları Marksizmin birtakım yanlarının eskidiğini
duyduklarında sinirlenebilirler; fakat bu Ortodoks
görüşün sorunudur. Her şeyin değişip dönüştüğünü
söyleyen Marksizmin bu tezlerine kendisinin uymasını
engelleyen nedir? İçerdiği bütün konular ele alınmadan,
Marksizmi yalnızca yazılı öğretiler üzerinden
savunmanın çocukça olduğunu söyleyebiliriz. Tam
tersine, Marksizmin gerçekten savunulması, onun
sınıf felsefesi olarak cisimleşmesi için kültürel,
politik ve toplumsal koşulların araştırılmasıdır.
Bu ideoloji, politik etkinlik ve toplumsal dönüşüm
rolünden koparılırsa hiçbir anlam ifade etmez.
Marksizm teori ve pratiğin birliğidir; bunlardan
birinin boşluğu birliği çökertir ve bütünün anlamı
bozulur.
Teorik kapsamı ve pratik biçimlenişinde sınıf
mücadelesi Marksizmin kimliğini sınıf felsefesi
olarak tanımlar. Bu yüzden Marksizme bağlılık
sınıf mücadelesinin farklı mekanizmalarının çözümlenmesi
ve bu sürece müdahale edilmesi anlamına gelir.
Bu perspektif onu bir sistem ve hatta bir felsefe
olmaktan kurtarır. Marksizm, ezilenlerden yana
bilginin üretilmesi için belli koşullara teorik-politik
bir müdahaledir. Koşullar değiştiğinde teorik
araçlar da değiştirilir. Ezilenlerin koşulları
değiştiğinde teorinin dili de değiştirilir; çünkü
Marksizmin görevi bilgi toplamak değil ezilenleri
devrim için harekete geçirmektir.
Bu yüzden Marksist teorinin geliştirilmesinde
kitle hareketlerinin tarihinin incelenmesi oldukça
önemlidir. İster açık ister gizli biçimleriyle
olsun “kitle hareketi” kavramı sınıf kavramından
net bir biçimde kopuş anlamına gelir; çünkü çeşitli
toplumsal güçlerden oluşan kitle hareketinin günlük
hayatı şekillendirmede söz hakkı yoktur. Aslında
kitle hareketi sadece ekonomik kriterlerle tanımlanmaz;
kitle hareketi, halk ile iktidar arasındaki ilişkinin
doğasını ve sömürülen toplumsal grupları, politik
ve ideolojik baskı altında olanları kapsar. Bu
yüzden sınıf düşüncesinden türeyen halk cephesi
fikri basit ekonomik tanımların ötesindedir. Ulusal-yurtsever
halk cephesinin ilanı, parti kararlarıyla yaratılmış
dar çerçeveli işçi sınıfı tanımlarından kurtulma
girişimidir.
Asıl soru şudur: Marksizm işçi sınıfının felsefesi
midir yoksa popüler bir felsefe midir? İşçi sınıfından
halk kavramına geçiş, Marksizm açısından bir değişim
değil midir? Marksizm aslında sınıfsal bir özle
değil, daha çok sınıflardan ve sömürüden kurtarılmış
özgür bir toplum öngörüsüyle tanımlanabilir. Böyle
bir yaklaşım, Marksizmin gelecekte bilimsel eleştiri
ve etik fikirlerle bir araya gelerek geleceği
özgürce çözümlemesine izin verir. Gerekli olan
şey, Marksist metinlerin korunması değil Marksizmin
gerçekleştirmeye çabaladığı hedeflerin savunulmasıdır.
Bu anlamda, değişim,
|