Geçtiğimiz
Mayıs ayında yitirdiğimiz Betül Altındal yoldaşın
acısı hala içimizde taze... Geçen yıl düzenlenen
bir seminerde onun yaptığı bir sunumu bu sayımızda
yayınlamak, hem onu anmak açısından, hem de
sunumun ele aldığı konu bakımından önemli.
Yazıdaki kopukluklar, çok fazla dokunmak istemediğimiz
konuşma dilinden kaynaklanmaktadır. Yeniden
anısı önünde saygıyla eğiliyoruz... |
Hepiniz hoş geldiniz arkadaşlar.
Bugün genel olarak bütünlüklü insan, yeni insan
bağlamında kadroyu tartışacağız.
Türkiye devrimci hareketinin yazınına baktığımızda
özellikle son 15 yıldır kadro sorununa ilişkin
çok fazla yazı olduğunu görüyoruz. Bunun aslında
iki sebebi vardır. Birincisi kadro sorununun gerçekten
ciddi bir sorun olması; ikincisi ise bu yapıların
kendi yetmezliklerini, ideolojik açıdan eksikliklerini,
özel olarak “neden iş yapılmadığı” sorusu üzerinden
açıklama eğilimidir. Biz bir yenilenme hareketi
başlattığımız andan itibaren, aslında çalışmalarımızın
ana başlıklarını bu sorunlar üzerine kurduk.
Yenilenme, yeni sürecin kavranması, mücadelenin
de kadrolarla ilgili yönünün örülmeye başlaması…
Bizim açımızdan sorun buydu. Dünyadaki çoğu devrimcinin
kafa ve mücadele anlayışını değiştirecek bir devrimci
çıkışın da ancak ve ancak bütünlüklü bir siyaset
belgesiyle, radikal bir merkezi müdahaleyi esas
alarak mümkün olabileceğini aslında çeşitli yazılarımızda
ifade ettik. Elbette tüm bunların başarılabilmesinin
en önemli unsuru da bu yükselişi sağlayacak olan
kadroların yetişmesidir arkadaşlar. Devrimci sosyalist
hareket açısından, bir kadronun yetişmesi dediğimiz
şey elbette ki savaşın içerisinde, o yükselişe
paralel olarak, devrimci hareketin yükselişine
paralel olarak, o insanın da kendini yetiştirmesi
ve eğitmesi anlamına geliyor. Yani Mahir’in o
sözüne tekrar geri dönüyoruz; savaş içinde savaşa
savaşa…
Devrimci sosyalist hareket, eşitlikçi, özgür,
kendindeki bütün dinamikleri açığa çıkarma bilincine
ve yeteneğine sahip bir insan yaratmak istiyor
arkadaşlar. Ve tabii bu insanın ortaya çıkabilme
koşullarını sağlayacak bir toplum yaratmak istiyor.
Kapitalizm ise bize “hayır” diyor. Kapitalizm,
bunun nesnel dinamiklerinin olamayacağını söylüyor.
Bazı insanların daha iyi yaşayacağından, bazı
insanların daha iyi yerlere geleceğinden ve bazıları
için de bunun mümkün olmadığından söz ediyor.
Hatırlarsanız, sanırım geçen yıldı, Milli Eğitim
Bakanı, bir gazetecinin ÖSS ile ilgili sorusunu
yanıtlıyordu. Soru şuydu, “iki milyon genç sınava
girecek ve bunların hepsi üniversiteye giremeyecek,
ne düşünüyorsunuz?” Adam çok net yanıt vermişti:
“Bu memlekete amele de lazım!”
İşte böyle… Bir kısım iyi yaşıyor, daha iyi okullarda
okuyor, daha iyi sağlıklı barınma hakkına sahip
ama bir kısmı, ki genelde onlar yoksullar oluyor,
bu hakların hiçbirine sahip değiller ve bu bize
doğal bir durum gibi gösteriliyor.
Tabii, yalnızca belli bir toplum düzeninde değil,
insanlığın çeşitli dönemlerde de birikimlerinden
kolektif olarak çok büyük bir enerji çıkarttığını
somut deneyimlerden biliyoruz. Paris Komünü’nden
biliyoruz, Ekim Devrimi’nden, Çin Devrimi’nden
biliyoruz. Bu süreçlerin özellikle insanın kendi
içindeki dinamikleri ve yetenekleri açığa çıkarttığını,
yarının dünyasındaki insana bu dönemlerde çok
fazla yaklaşıldığını biliyoruz. O zaman kısaca
insana, insanın tarihteki gelişim seyrine bakalım.
İnsan: Karmaşık Bir Varlık
Arkadaşlar, insanın kendi gerçekleştirdiği toplumsal
koşullar, toplumsal koşullarla doğrudan temas
noktaları, ailesi, eğitimi, maddi koşulları, edindiği
kanaatler, işi, arkadaşları, aşk ilişkileri, ürettikleri,
tükettikleri ve bunun gibi pek çok öğenin toplamının
karmaşık tarzda birbirini etkilediği koskoca bir
varlıktır. Tarihte insana baktığımızda onu, köleci
toplumlardan başlayarak sınıflı toplumun oluş
biçiminden ayrı düşünmemiz pek mümkün değil. Toplumsal
sistem dışında düşünemiyoruz onu. Çok kısa geçeceğim
arkadaşlar; ilkel toplum, doğayı, insanın anlama
ve geliştirme olanakları ve dinamiklerinin en
zayıf olduğu dönem. Sömürü yok, birlikte üretim
ve birlikte tüketim gibi bir şey var. Köleci toplum
ise, ilkel topluma göre anlama ve değiştirme kapasitesinin
biraz daha arttığı, ancak insanlığın çok büyük
bir bölümünün enerjisinin, birikiminin ve yeteneğinin
çok vahşi bir köleci sistemde yok edildiği bir
dönem görüyoruz. Yine bu dönemde artık bir kurum
olarak devleti ve sınıfları görmeye başlıyoruz.
Feodal topluma gelindiğinde ise arkadaşlar, insan
doğayı ve kendini anlama, kendini geliştirme yeteneklerini
şüphesiz daha çok artırıyor ve belki köleci topluma
göre daha az vahşi diyebileceğimiz bir sömürü
görüyoruz.
Ve sonra, karşımıza çıkan olgu, feodal sistemin
gericiliğine karşı kendi içinde gelişen kapitalist
dinamiklerdir. Kapitalist üretim ilişkileri, bu
süreçte özellikle insanın varoluşuna, insanın
toplumla ilişkisine, insanın doğa ile ilişkisine
çok daha farklı bir bakış açısı getiren yere doğru
gidiyor. Burada aydınlanma düşüncesine gelmiş
oluyoruz aslında. Kapitalist üretim, bilimlerde,
teknolojide, üretimde yarattığı muazzam olanaklarla,
insanlığın önüne çok büyük bir ufuk açıyor. Bu
ufuk da kendisini aydınlanma düşüncesiyle ifade
ediyor.
Ama öte yandan, aynı süreçte ortaya çıkan insan
tipine baktığımızda yeni ve çok önemli bir kavramlardan
biriyle karşılaşıyoruz: Özellikle yabancılaşma…
Yabancılaşma insan gelişimini engelleyici en önemli
faktör olarak beliriyor. Bu anlamda, özellikle
kapitalizmin, insanlığın parçalanmışlığına, insanlığın
bencilliğine ihtiyaç duymasının sebebi de belli.
Kapitalizm yabancılaşmayı yaratıyor ama sonra
onun varlığına da ihtiyaç duyuyor aslında. Çünkü,
toplumun insandaki değiştirme gücünü açığa çıkartacak
bir bilince sahip olması ve bu tür örgütlenmelere
yönelmesi, kapitalizmi vuran bir şey olurdu. Biraz
bugünkü toplumu düşünürsek, özellikle 90 sonrası
açısından, yabancılaşma ve parçalanmanın nasıl
düzenin devamına hizmet ettiğini daha iyi anlarız.
Biliyorsunuz postmodernizmi çok fazla işledik
ve tartıştık, o yüzden kısa geçmekte fayda var
ama yine de önemli; çünkü kapitalist işleyiş bakımından
ideolojik bir zirve oluyor. Bildiğim kadarıyla
(yanlışsa düzeltin) postmodernizm kavramı aslında
çok önceleri terim ortaya çıkıyor ama biz onunla
özellikle 1990’larda başlayan ve tartışmalarımızda
yeni tarihsel süreç olarak adlandırdığımız dönemde
karşılaşıyoruz. Daha doğrusu postmodernizm, bu
yeni sürecin ideolojik-kültürel ayağını oluşturuyor.
Bu bizim yaşadığımız bir şey. Yani postmodernizmin
üniversitelerde şöyledir-böyledir diye maddeler
halinde yazarak açıklanması da gerekmiyor. Biz
postmodernizmi, evimizde, okulumuzda, kahvede,
işyerinde, belediye otobüslerinde, insanlarla
kurduğumuz her ilişkide görüyoruz. Genellikle
de devrimci hareketlerin geriye düşüş süreçlerinde
bu tür şeyler üzerimize daha çok boca ediliyor.
Yani sen vurmazsan onlar vuruyor. Seni yalnızca
fiziki olarak yok etmeyi amaçlamıyor sistem; aynı
zamanda düşünce dünyasında, hayatın içinde attığın
her adımda karşına çıkarak da sana saldırıyor.
Aslında postmodern mantık son derece basit: “Yarın
diye bir şey yok”, “büyük ülküler yok”, “büyük
düşler yok”, vs. vs… Bütünlüklü, yarını inşa edebilecek
projeler gerçekçi değildir; komünist ütopya diye
bir şey söz konusu bile edilemez. Çünkü işte komünizm
de olabilecek bir şey değil. Devrim zaten tümüyle
imkânsız… Böyle diyorlar arkadaşlar. “70 yıl boyunca
sosyalizmi denediniz ama karşımıza ne çıktı, koca
bir hiç!”
Biz bunun bir hiç olmadığını tabii ki biliyoruz
arkadaşlar; dergilerimizde yazıyoruz, ifade ediyoruz
ama yine de karşımızdaki ideolojik saldırı bu.
“Kapitalizm dışında başka bir yol var mı?” diye
soruyorlar; yanıtları belli: Yok! “Peki o zaman
bunun için örgütlenmeye gerek var mı?” Yanıt yine
aynı: Yok! Ayrıca artık şunları dinleye dinleye
bıkkınlık geldi: örgütler insanların özgürlüğünü
yok eder, örgütler insanların ilişkilerine karışırlar,
örgütlerde kişisel çıkar hesapları vardır, vesaire,
vesaire…
Burada önemli olan şu arkadaşlar; reformizm bir
ülküyü reddetmez. Reformizm bunun nasıl olabileceği
üzerine bir yerde durur. Ama postmodernizm tümüyle
gelecek projesini reddeder ve bu yüzden -eğer
kademelendirme yapmamız gerekirse- reformizmden
daha aşağıda bir şeydir.
Marksizme baktığımızda ise arkadaşlar, Marksizmde
işin en başından beri insan-insan, insan-toplum,
insan-doğa ilişkilerinde kurulan diyalektik form
aslında bütünlüklü insana göre işliyor. Bütünlüklü
insan nasıl bir şey? Hatırlarsınız biz yenilenme
süreci ile birlikte kendimizi ifade etmeye başladığımızda
devrimci sosyalist hareketin kendi kadro tipini
yaratması gerektiğinden, yaratmaya başladığından
söz etmiştik. Bu çok önemliydi; çünkü bütünlüklü
bir siyaset, bütünlüklü insanı gerektirir. Bütün
düşünebilen, bütünlüklü biçimde kendini ifade
edebilen, hayatın her alanına müdahale edebilen
insan tipi böyle bir savaş örgütünü yaratabilir.
İnsan ve yapı birbirleriyle çok net bir diyalektik
bütünsellik içindedir.
Peki Marksizmde insan nedir arkadaşlar? Marksizm
insanı nasıl ele alır? Marksizm, hiçbir zaman
insanı yaşadığı koşullardan ayrı olarak ele almadı.
Marksizm, insanın yaşadığı koşulları anlamak,
kavramak, değiştirmek için bütün dinamiklere sahip
olduğunu düşünür. Ama bu dinamiklerin ancak bir
kolektif içinde tümüyle açığa çıkabileceğini söyler.
Yani, her şeyden önce örgütlülük hali bu dinamikleri
açığa çıkartacak bir zemin olabilir. Marksizm’de
insan, tarihin ve özgürlüğün yapıcısı olarak görülür.
Sınıflar mücadelesine baktığımızda da kendini
yarının yapıcısı olarak görenlerin bir araya gelişlerinden
itibaren yaratmış oldukları örgütlerin, kolektiflerin
onları yeniden inşa ettiğini görürüz. Yani, insan,
karşısına çıkan herhangi bir olguyu ve dünyayı
kavrayabilir ve değiştirebilir. Bunun yapılabilmesi
ise insandaki bütün yetenekleri açığa çıkartan,
onu özgürleştiren bir devrimci mücadele içerisinde
mümkündür. Bizim Mahir’den öğrendiğimiz çok büyük
bir ders var: Büyük davalar büyük insanlar yaratıyorlar,
büyük insanlar da büyük davaların yaratıcısı oluyorlar.
Biz genel olarak devrimci kadrodan bahsettiğimizde,
devrime sempati duyan sıradan bir insanı kast
etmiyoruz. Biz bir hukuk çerçevesinde devrimci
yapı ile ilişkilenmiş insanlardan bahsediyoruz.
Yani örgütün kendisinden bahsediyoruz. Mahirler,
bütünlüklü ve büyük devrimci siyaset yapma tarzının
ürünüdürler arkadaşlar; ama bunu onlar yarattılar.
Onlar çok köklü bir reformist hareketten ayrıldılar,
dişe diş savaştılar ve yeni bir tarz yarattılar.
Yaratırken de, yine en başta söylediğimiz o cümleyi
kendilerine düstur edindiler: “Savaş içerisinde
savaşa savaşa…”
Demek ki en önemlisi, vurduğu yerden ses getiren
bir örgütü yaratmaktır. Onun tuğlası, harcı, ipi,
işçisi, ustası olmaktır. Ama öte yandan biz biliyoruz
ki, savaş örgütü olmanın tarihsel ve güncel arka
planında o örgütün kendi kadro tipi vardır. Her
yeni tarz, kendi kadrosunu yaratır; o kadrolar
da söz konusu tarzın üreticileridirler.
Bu genel olarak da böyledir aslında. İdeolojik
anlayışlar, kendi insanlarını şekillendirirler.
Herhangi bir ideolojik çizgi etrafında bir araya
gelen insanlar kendi insanlarını, çeperini, sempatizanları,
ulaşabildiği birçok kesimi de etkileyip biçimlendirirler.
Belki bazen siz de fark ediyorsunuzdur; bir insana
bakıp onun hangi yapıdan olduğunu kestirebilirsiniz,
giyimiyle, konuşmasıyla, kendini ifade ediş biçimleriyle…
Çünkü gerçekten de ideolojik hat kadronun davranışlarını
belirlemektedir. Bu bizim için de böyledir. Yani
bir savaş örgütü yaratmak istiyorsak, savaş örgütü
ile savaşçı kadro arasında çok büyük, çok güçlü
bir bağ vardır, birbirini besleyen bir yerde dururlar.
Devrimci yenilenme açısından da bu böyledir. Devrimci
yenilenme hattı ve onun taşıyıcı insan tipi olan
bütünlüklü kadro birbirinden ayrılmaz.
Yeni Süreç, Yeni Kadro…
Bu kadronun özellikleri neler?
* Birincisi ideolojik yetkinleşme ve sürekli gelişme
çabası ve bunu pratiğine uygulama...
Bir sürü kitap okuyabiliriz, dergileri okuyor
olabiliriz, ama bunu yorumlamak, kendi bulunduğumuz
alanda ve birimde ifade etmek, bunu örgütlenmeye
dönüştürmek, asıl önemli olandır. Bir şiar var,
çok hoşuma gitmişti: “öğren, örgütlen, savaş,
ilerle!” Aslında bir devrimci kadronun savaş içerisinde
nasıl savaşarak kendini yetkinleştirebileceğini
büyük bir açıklıkla anlatıyor bize: İdeolojik
yetkinleşme ve sürekli gelişme çabası.
* Devam ediyoruz. Örgütlü devrimci olma iradesi...
Yaşamın her cephesinde ve her alanında irade olabilme.
Parti iradesini temsil etme, tek başına kaldığında
da parti olma, partiye bağlılık... Biz devrimcilik
yapma iddiasında olanlar, bugünü, yarını değiştirme
iddiasında olanlar, yarını kurma iddiasında olanlar
bu işi, üzerimize boca edilen postmodernizminden,
idealizmden, reformizmden sıyrılarak yapabiliriz.
Savaş örgütünün insanı olma iradesi, her durumda,
yaşamın her alanında, çalışma yaptığımız her birimde,
her bölgede o iradeyi hissettirebilmek demektir.
O iradenin bir madde, bir cisim haline gelebilmesidir.
Partiye bağlılık dediğimiz şey, aslında yarına
olan bağlılığımızdır. Tekrarlıyorum, herhangi
bir sempatizandan, kendisini devrimci gören bir
insandan bahsetmiyoruz. Bir tüzük etrafında kendini
bağlayan, kendini ilerleten insanlar bütününden,
kadrolardan bahsediyoruz.
* Ve yine… Devrimci eylem insanı olma...
Aslında günlük tartışmalarımızın çoğunda bundan
bahsetmiştik. Militan kadrolar olabilme, kendini
özellikle devlet karşısında ve hayatın gerici
yönü karşısında daha devrimci bir tarzda ifade
edebilmen, bunlar hepsi önemli… Kararlılık, disiplin,
yaratıcılık ve mütevazılık, hedefe kilitlenmek,
bu kilitlenmeyi gerçekleyebilmek için, onun maddi
bir zemin haline gelmesini sağlayabilmek için,
onun elle tutulur hale gelmesi için enerji vermek...
Örneğin bir insan örgütlemek, bir yazı yazmak,
örneğin bir dergi çıkarmak, kurum açmak, elimizde
hiçbir şey yoksa yok olandan hareketle bir şeyler
bulup yeniden yaratmak… Bu noktadaki yaratıcılığımız
örgütlü inisiyatif ve önder kişilik sorunudur
arkadaşlar. Siyasetimizin bağımsızlığından söz
ediyoruz ya arkadaşlar, aslında insanımızın da
böyle olması gerektiğini söylemiş oluyoruz. Bizi
bağlayan, düşünmemizi, tartışmamızı, kendimizi
ifade etmemizi engelleyen bütün noktalardan sıyrılmamız
gerekiyor, bu bir. İki, bir başka sınıfın temsilcisinin
yaptıklarının bizi bağlamaması gerekiyor. Bizim
nasıl, neyi, nerede yapmamız gerektiğini öğrenmemiz,
ideolojik yetkinleşme, sürekli gelişme çabası
ile bağlantılı olarak öncü kişiliği oluşturmamız
gerekiyor. Bunların hepsi aynı zamanda yarının
insanının özellikleri. Yarının kurucu kadrosunun
özellikleri..
* Bu direnişçi kişilik anlamına geliyor….
Direnişçilik karşımıza, bir mahalle direnişinde
çıkar, bir basın açıklamasında çıkar, kuruma yapılan
bir baskında çıkar, gözaltında çıkar, işkencede
çıkar, F Tiplerinde çıkar, vs... Bu aslında insanın
kendisini yarının dünyasından kurmasına bağlıdır.
Yani benim A yoldaşımla kurduğum ilişki, yoldaşlık
ilişkisi, aslında yarının dünyasına çok yakın
ilişkilerdir, bunu kurmaya çalışırım. Direnişçi
kişilik de bütün bunlardan beslenen zincirdir,
bütün bunların yansımasıdır aslında hayatımıza.
* Ve son olarak arkadaşlar, emekçilerle birlikte,
onları tanıyarak, onlara öğreterek, onlardan öğrenerek
ve örgütleyerek devrimcilik yapmak.
Yukarıda sayılan diğer maddeler de pek öyle geçilecek
şeyler değil ama arkadaşlar, onların tümünün somutlandığı
yer aslında bu en son madde. Kolektif kişiliğimiz,
inisiyatif almamız, önder tavrımız, ideolojik
yetkinleşmemiz, bütün bunlar iyi güzel ama düşünün
ki bütün bunlarla birlikte aşağıya, X mahallesine
indik. Kahveye gittik, bir eve gittik. Emekçilerle
konuşmaya başladık, biz ona devrimden bahsediyoruz,
o bize ekmek parasından bahsediyor. Biz ona devrimin
güzelleştirici, değiştirici yönünden bahsediyoruz,
o bize bilet parasından, ev kirasından bahsediyor,
vs. vs. İşte sorun tam burada. Kendi yetkinliğimizin
örgütleme noktasında ne işe yaradığını görmek!
Kendimizi sınadığımız alanlar, birimlerimiz, kahveler,
belediye otobüsleri, mahallelerdir. Bütün bunlarla
oralarda ne yapıyoruz? İşte son madde bu yüzden
önemli. Sürekli olarak emekçilerden öğrenmek,
öğrendiklerimizi geçmiş süreçteki birikimlerimizle
harmanlamak, tekrar emekçilere dönmek ve onları
örgütlemek...
Kadro ve Fedakârlık Sorunu
Sonuçta arkadaşlar, bütün karakteristik özellikleriyle
karşınıza tüzüğe bağlı bir devrimci kadro çıkıyor.
Devrimci yapının ve insan görev ve sorumluluklarının
en temel boyutu kendisini tüzükte ifade ediyor.
Hakların ve sorumluluklarımızın birbiriyle bağı
da tüzükte ve tüzüğün yaşam pratiğinde kendini
ifade ediyor. Nedir bunlar? Ben, birim içerisinde
söz alma hakkına, kendini ifade etme hakkına,
örneğin bir kampanyanın nasıl olması gerektiğini
tartışma hakkına vs. vs. sahibim. Değil mi? Bu
benim hakkım. Örneğin bu seminerde fikir beyan
etmeye buradaki herkes hak sahibidir. Ama aynı
zamanda buradaki seminere dair fikir beyan etmek
noktasında herkes sorumludurlar da. Yapılanın
daha iyi yapılmasını istiyorsak, bu artık sadece
bir hak olmaz bizim için, bir yükümlülük olur,
bizim yapmamız gereken bir şeydir. O yüzden de
özellikle yenilenme döneminin en başından itibaren
en önemli kavramımız bu oldu: Belli bir disipline
sahip ve örgütsel bütünlüğün içerisinde haklar
ve görevleri yerine getirebilen kadrolar bütününü
yaratma.
Buradan aslında çok farklı bir konuya daha giriyoruz.
Bütünlüklü insan anlamında devrimcilik fedakârlık
mıdır? Değil midir?
Devrimcilik fedakârlık değildir arkadaşlar. Bu
noktada dergideki çeşitli yazıları okuduk, hâlâ
okutuyoruz o yazıları, materyal olarak kullanıyoruz.
Bu sorun karşımıza, özellikle her dönem çıkıyor.
Nerede çıkıyor? O yazıdan hatırlayabiliriz, kısaca
özetleyelim, “devrimcilik benim harcım değil”,
“ben devrimciliğe hazır değilim”, “evet devrimcilik
güzel bir şey ama ben bunu yapamam” sözleriyle
karşılaşıyoruz sık sık. Oysa devrimciler olağanüstü
insanlar değiller. Hepimizin iki ayağı var. Burada
hiçbirimizin birbirinden bir üstünlüğü yok. Yalnızca
geçmiş deneyimler ve bilgi bakımından farklar
olabilir. Onun dışında hiçbirimizin birbirinden
üstünlüğü yok. Ve bu anlamda “devrimciliğe hazır
olmak” diye bir şey yok ki.
Bunlar çoğu zaman yaşam pratiğinin içinde karşımıza
çıkıyor. Yani kitlenize, çalışma yaptığınız arkadaşınıza
döndüğünüzde… Ve o zaman arkadaşlar, bunları diyen
arkadaşa elinden tutup göstermek gerekiyor, nasıl
yaşıyorsunuz bir, düşünce profiliniz nedir iki.
Sizin kendinizi ideolojik olarak ifade ediş tarzınız
nedir, üç. Önce bunları anlamak ve anlatmak gerekiyor.
Siz gösterirsiniz, çünkü inisiyatif alırsınız,
çünkü öncü kişiliğinizi gösterir, yetkinliğinizi
konuşturursunuz ve insanlar sadece konuşarak değil,
aynı zamanda onlarla birlikte geçirdiğiniz zamandan,
onlarla birlikte geçirdiğiniz pratikten bir yerlere
doğru gelirler. Daha doğrusu sizin çektiğiniz
yere doğru gelirler.
Bu yüzden de “biz neyi feda ettik” kavramı üzerinde
kısaca durmak gerekli. Devrimciler hiçbir şeyi
feda etmiyor arkadaşlar, yaşamları da bunlara
dahil. Çok sık tekrarlanan feda kuşağının evladıyız,
işte biz şöyle fedakârlık yaptık gibi laflar aslında
80’lerin sonundan itibaren ortaya çıkmaya başladı.
Sanki işte on yıl yatmış çıkmış da halk onu anlamamış,
ömrünü ziyan etmiş, vs. gibi şeyler… Aslında tümüyle
anlamsız sözler bunlar. Ailemizi de feda etmiyoruz
aslında. Eğer ailemiz gelişmiyorsa, bizi engelleyen,
bizi yarının dünyasını kurma noktasında öncü olmaktan
alıkoyan bir yerdedir. Feda ettiğimiz işimiz değildir.
Kapitalist çarka hizmet ediyorduk, artık etmiyoruz.
Feda ettiğimiz okulumuz da değil. Biz bunların
hiçbirine feda etmek mantığıyla bakmıyoruz. O
yüzden devrim için hazır olmak ya da olmamak gibi
bir kavramımız yok. Devrimcilik yapmak istiyorum,
bu hayatın öznesi olmak istiyorum değiştiren olmak
istiyorum, o yüzden ortadayım, bütün eksikliklerim,
zaaflarım, hatalarım ile birlikte buradayım. İşte
mesele bu kadar basit!
Bu yüzden belki aslında yeniden çok önemli bir
simgeye, Che Guevara’ya bakmak lazım. Yarının
insanını, savaşçısını açıklarken, mücadele içerisinde
yoğrulması gereken insanı açıklarken bütünlüklü
insandan bahsetmiştim. Aslında Che, karşımıza
tam da böyle bir insan olarak çıkıyor. Che’ye
ilişkin aslında bu noktada bir sürü örnek verilebilir.
Siyaset ve savaş alanında yaptıkları bizler için
öğretici. Kapitalist sistemin parçalayıcı çarklarına
inat, kendisini yarının dünyasından kuran bu devrimcinin
yaşamı, geçmişten süzülüyor, bugünün yaratılmasında
yer alıyor. Hep tekrarlıyoruz, yine tekrarlıyorum,
siyasetin bütünlüklü olacak, sen de bütünlüklü
olacaksın, yolun aşılmasının başka bir yolu yok.
Che’ye ilişkin çok hoş kitaplar da okuduk, en
son yine filmler vardı, o filmlerde izledik, çok
güzel örnekler vardır ama beni etkileyen en önemli
örnek, belki de bir devrimcinin kadronun nasıl
olması gerektiğine ilişkin maddelerin tümünü bütünleştiren
bir örnektir. Gerilla savaşı sırasında bazıları
silahlarını ya da mevzilerini bırakıp kaçıyorlar,
Che buna karşı bir yaptırım uyguluyor; diyor ki
“biz çatışmaya gideceğiz, siz kampta oturacaksınız,
sizi çatışmaya almıyoruz!” Tabii bu çok kötü bir
şey, yoldaşların çatışacak, sen yatacaksın, çok
acı duyarlar muhtemelen. Ancak baskına gidip geri
dönüyorlar, bakıyorlar ki, herkes rahat, yatıyor,
dinleniyor, bir gerilla için üç günlük tatil,
çok güzel bir şey tabii. Che yeni bir yaptırım
buluyor o zaman; çatışmaya götürüyor hepsini;
ama üç gün boyunca yemek vermiyor. Sonradan tümü
iyi gerillalar oluyorlar. Hatta bir tanesi büyük
kentlerden birisinin alınması sırasında şehit
düşüyor, ölürken de Che’yi çağırıyor, olayı anlatıp
şöyle diyor: “çok sağol, yoksa ben bu noktaya
gelemezdim.”
Kapitalizm insanı parçalar, komünist toplum ise
bütünler. Peki komünist toplumun somut dinamiklerine
sahip olmayan bizler neyiz? Bizler o komünist
bütünlüğe çok yakınlaşan insanlarız arkadaşlar.
Devrimci olmayanın karakteri yoktur. Devrimci
olmayan kişilik sahibi değildir. Bunlar tabii
çok kaba önermelerdir. Ama hayatımızın her alanında
yaşamımızın devamında gördüğümüz bütün bu yalpalamaların,
bütün bu kendini ifade ediş tarzındaki eksikliklerin
devrimcilikle ilgili olduğunu görüyoruz. Devrimciysen
daha farklı yaklaşırsın bir olguya. Bir kavgaya
farklı yaklaşırsın. Okula farklı yaklaşırsın.
Ailene farklı yaklaşırsın. Karşılaştığın bir duruma
farklı yaklaşırsın. Aslında Che bu yaklaşımların
bütününün toplamı. Che farklı yaklaşıyor arkadaşlar.
Kuruculuk Üzerine…
Evet, yenilenme kendi kadrosunu yaratacaktır dedik.
Yenilenmenin kadrosu bütünlüklü olacaktır dedik.
Tekrarlıyorum, yenilenmenin kadrosu kurucu kadro
olmak zorundadır arkadaşlar. Nedir kurucu kadro?
Nedir savaş örgütünün savaşçı kadrosu olmak? Nedir
politik-askeri kadro? Yeniden kuran ve yeniden
yapandır arkadaşlar. Her dönemde kendini yenileyen
bir kadro olmalıdır o. Savaş örgütünün parçası
olmak başlı başlına kendimize dönmemizi, sorgulamamızı,
özgür irademizle kendimizi teslim ettiğimiz yapının
plan ve programlarının hem yaratılmasında hem
de uygulanmasında üst düzey performansla çalışmamızı
gerektiriyor. Bulunduğumuz alanda seviyeyi yükseltmek
için işi örgütlemek, kendimizi yetiştirmek için
okumak ille de örgütlemek ve örgütlenmek. Niteliklerimizi
belirleyen şey aslında yaptığımız işler, bulunduğumuz
birimler, bulunduğumuz alanlardır. Eksiklerden
ve hatalardan dersler, deneyimler çıkararak bir
daha benzer bir olayda almamız gereken tavrı belirleyebiliyoruz.
Evet, “devrim yolu engebelidir, sarptır, dolambaçlıdır”
sözü otuz yıl önce söylenmiştir ama bu sözler
devrimci çalışmanın dümdüz bir hat izlemediğinin
de ifadesidir. Gerek politik, gerek kültürel alanda
hayatla boğuşurken, tüm bunlar karşısında aslında
en önemli dayanağımız, billurlaşmış bir teorik
bilinç, ideolojik berraklık, devrime olan bağlılık,
partiye olan bağlılıktır. Hayatlarımızın öncelikler
listesinde devrimin ve partinin ihtiyaçlarının
ön sırada olmasıdır.
Kadronun Değerlendirilmesi
Peki, bir kadro nasıl değerlendiriliyor? Devrimci
sosyalist hareket kadrolarını dört ana başlık
altında değerlendiriyor arkadaşlar.
Birincisi, öğrenme karşısındaki tutumu nedir?
Öğrenim durumu, okuma alışkanlığı, öğrenme istek
ve çabası ve bunun somut pratiği. Öğrenmek dediğimiz
şey yalnızca kitap okumak değil, yalnızca dergimizi
okumak değil, ideolojik yetkinleştirme çabası.
İdeolojik yetkinleştirme, evet ama bunların somut
pratiği ne? Okuduklarımız yaşama nasıl etki etmiş,
emekçilerle nasıl bir bağ kurmuş, bu noktada insanımız
kendini nasıl yetkinleştirmiş? O yüzden devrimci
sosyalist hareket birinci olarak bu duruma bakıyor.
Öğrenme karşısında tutum nedir?
İkinci olarak öncü tutum, bir inisiyatif geliştirme
isteği ve pratiği. Herhangi bir olay karşısında
kendi geçmiş deneyimlerinden ve yarının dünyasından
bakarak, yani okuduklarından ve teorik hattından
süzdüğü ile birlikte hayat pratiğinde ne geliştirebiliyor.
Hayatta karşısına çıkan olaylarda neler yapabiliyor?
Çalışmalarda ve yaşamda öncü tutumu nedir? Yine
bahsettiğimiz konularla ilgili olarak karşılaştığımız
olaylar karşısında öncü bir tutum almada ne durumdayız?
Üçüncüsü dışında gelişen öncü tutumlara karşı
yaklaşım... Tamam, iyi, biz öncü tutum alıyoruz
da, bir kolektif yaratabiliyor muyuz?
Üçüncüyle bağlantılı olarak, öncü tutum ve kolektif
davranış arasında bir denge kurma özelliği ve
tabi ki bunun somut, pratik yansıması, dördüncü
madde olarak karşımıza çıkıyor. Yani bunun hayattaki
ifadesi ne? Öncü özellikleri dediğimiz şeylerin
devrimci bir kadronun somut pratiğine yansıması
ne?
Beşincisi, hayat ve devrimci çalışma karşısındaki
devrimci duruş... Politik ve kültürel gelişme
düzeyi, dürüstlük, ilkelilik ve bunun pratik yansıması.
Disiplin, sorumluluk bilinci ve bunun pratik yansıması…
Partiye bağlılık, kolektif davranma ve katılımcı
olma noktasındaki duruş… Bütün bunlar son derece
önemli kriterler.
Bütün bunlar aslında biraz hayatla ilgili. Yani
okuduklarımız var, hayallerimiz var, büyük düşler
var ama bir de bugün ve bugünün ilişkileri var.
Yarın şöyle bir büyük gerilla olmak istiyoruz,
şöyle bir devrim yapmak istiyoruz ama şu anda
herhangi bir arkadaşla nasıl ilişki kuruyorum?
İşte tam da bu noktalarda hayat ve devrimci çalışma
karşısında nasıl bir tutum aldığımız bir kadronun
en belirleyici özelliklerinden biri oluyor.
Ve son olarak, kişisel ve özel ilişkilerdeki tutumum.
Ailesi ve yakın ilişkileri, eşi ya da sevgilisine
yakın ilişkileri, maddi durumu ve paylaşma tutumu,
sağlık durumu, sporla olan ilgisi ve özel yetenekleri.
Bir devrimci kadronun ana belirlemelerinden biri
de bu. Zenginlik ve yoksulluğun paylaşılması ve
bu paylaşım sırasında aldığı tutumlar neler? Bu
noktada da devrimci sosyalist hareket kadrosunu
değerlendiriyor.
Evet arkadaşlar, toparlarsak, devrimci sosyalist
hareketin kadrosu sabır, cesaret ve yaşamı örgütlü
tarzda örme noktasında sıçrama kaydetme zorunluluğuyla
karşı karşıyadır. İlerleme bu üçlünün uygulanmasıyla
olacaktır ancak. Devrimci bir çıkışın devrimci
bir zemini olur. Bu dönemin, yenilenmenin kadroları,
gerilla mücadelesinin yapıcılığında savaş örgütünün
ürünü olacaktır. Hepinize çok teşekkür ederim.
|