Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

43. Sayı - Ağustos 2006


Geçtiğimiz Mayıs ayında yitirdiğimiz Betül Altındal yoldaşın acısı hala içimizde taze... Geçen yıl düzenlenen bir seminerde onun yaptığı bir sunumu bu sayımızda yayınlamak, hem onu anmak açısından, hem de sunumun ele aldığı konu bakımından önemli. Yazıdaki kopukluklar, çok fazla dokunmak istemediğimiz konuşma dilinden kaynaklanmaktadır. Yeniden anısı önünde saygıyla eğiliyoruz...

Hepiniz hoş geldiniz arkadaşlar.
Bugün genel olarak bütünlüklü insan, yeni insan bağlamında kadroyu tartışacağız.
Türkiye devrimci hareketinin yazınına baktığımızda özellikle son 15 yıldır kadro sorununa ilişkin çok fazla yazı olduğunu görüyoruz. Bunun aslında iki sebebi vardır. Birincisi kadro sorununun gerçekten ciddi bir sorun olması; ikincisi ise bu yapıların kendi yetmezliklerini, ideolojik açıdan eksikliklerini, özel olarak “neden iş yapılmadığı” sorusu üzerinden açıklama eğilimidir. Biz bir yenilenme hareketi başlattığımız andan itibaren, aslında çalışmalarımızın ana başlıklarını bu sorunlar üzerine kurduk.
Yenilenme, yeni sürecin kavranması, mücadelenin de kadrolarla ilgili yönünün örülmeye başlaması… Bizim açımızdan sorun buydu. Dünyadaki çoğu devrimcinin kafa ve mücadele anlayışını değiştirecek bir devrimci çıkışın da ancak ve ancak bütünlüklü bir siyaset belgesiyle, radikal bir merkezi müdahaleyi esas alarak mümkün olabileceğini aslında çeşitli yazılarımızda ifade ettik. Elbette tüm bunların başarılabilmesinin en önemli unsuru da bu yükselişi sağlayacak olan kadroların yetişmesidir arkadaşlar. Devrimci sosyalist hareket açısından, bir kadronun yetişmesi dediğimiz şey elbette ki savaşın içerisinde, o yükselişe paralel olarak, devrimci hareketin yükselişine paralel olarak, o insanın da kendini yetiştirmesi ve eğitmesi anlamına geliyor. Yani Mahir’in o sözüne tekrar geri dönüyoruz; savaş içinde savaşa savaşa…
Devrimci sosyalist hareket, eşitlikçi, özgür, kendindeki bütün dinamikleri açığa çıkarma bilincine ve yeteneğine sahip bir insan yaratmak istiyor arkadaşlar. Ve tabii bu insanın ortaya çıkabilme koşullarını sağlayacak bir toplum yaratmak istiyor. Kapitalizm ise bize “hayır” diyor. Kapitalizm, bunun nesnel dinamiklerinin olamayacağını söylüyor. Bazı insanların daha iyi yaşayacağından, bazı insanların daha iyi yerlere geleceğinden ve bazıları için de bunun mümkün olmadığından söz ediyor. Hatırlarsanız, sanırım geçen yıldı, Milli Eğitim Bakanı, bir gazetecinin ÖSS ile ilgili sorusunu yanıtlıyordu. Soru şuydu, “iki milyon genç sınava girecek ve bunların hepsi üniversiteye giremeyecek, ne düşünüyorsunuz?” Adam çok net yanıt vermişti: “Bu memlekete amele de lazım!”
İşte böyle… Bir kısım iyi yaşıyor, daha iyi okullarda okuyor, daha iyi sağlıklı barınma hakkına sahip ama bir kısmı, ki genelde onlar yoksullar oluyor, bu hakların hiçbirine sahip değiller ve bu bize doğal bir durum gibi gösteriliyor.
Tabii, yalnızca belli bir toplum düzeninde değil, insanlığın çeşitli dönemlerde de birikimlerinden kolektif olarak çok büyük bir enerji çıkarttığını somut deneyimlerden biliyoruz. Paris Komünü’nden biliyoruz, Ekim Devrimi’nden, Çin Devrimi’nden biliyoruz. Bu süreçlerin özellikle insanın kendi içindeki dinamikleri ve yetenekleri açığa çıkarttığını, yarının dünyasındaki insana bu dönemlerde çok fazla yaklaşıldığını biliyoruz. O zaman kısaca insana, insanın tarihteki gelişim seyrine bakalım.

İnsan: Karmaşık Bir Varlık
Arkadaşlar, insanın kendi gerçekleştirdiği toplumsal koşullar, toplumsal koşullarla doğrudan temas noktaları, ailesi, eğitimi, maddi koşulları, edindiği kanaatler, işi, arkadaşları, aşk ilişkileri, ürettikleri, tükettikleri ve bunun gibi pek çok öğenin toplamının karmaşık tarzda birbirini etkilediği koskoca bir varlıktır. Tarihte insana baktığımızda onu, köleci toplumlardan başlayarak sınıflı toplumun oluş biçiminden ayrı düşünmemiz pek mümkün değil. Toplumsal sistem dışında düşünemiyoruz onu. Çok kısa geçeceğim arkadaşlar; ilkel toplum, doğayı, insanın anlama ve geliştirme olanakları ve dinamiklerinin en zayıf olduğu dönem. Sömürü yok, birlikte üretim ve birlikte tüketim gibi bir şey var. Köleci toplum ise, ilkel topluma göre anlama ve değiştirme kapasitesinin biraz daha arttığı, ancak insanlığın çok büyük bir bölümünün enerjisinin, birikiminin ve yeteneğinin çok vahşi bir köleci sistemde yok edildiği bir dönem görüyoruz. Yine bu dönemde artık bir kurum olarak devleti ve sınıfları görmeye başlıyoruz. Feodal topluma gelindiğinde ise arkadaşlar, insan doğayı ve kendini anlama, kendini geliştirme yeteneklerini şüphesiz daha çok artırıyor ve belki köleci topluma göre daha az vahşi diyebileceğimiz bir sömürü görüyoruz.
Ve sonra, karşımıza çıkan olgu, feodal sistemin gericiliğine karşı kendi içinde gelişen kapitalist dinamiklerdir. Kapitalist üretim ilişkileri, bu süreçte özellikle insanın varoluşuna, insanın toplumla ilişkisine, insanın doğa ile ilişkisine çok daha farklı bir bakış açısı getiren yere doğru gidiyor. Burada aydınlanma düşüncesine gelmiş oluyoruz aslında. Kapitalist üretim, bilimlerde, teknolojide, üretimde yarattığı muazzam olanaklarla, insanlığın önüne çok büyük bir ufuk açıyor. Bu ufuk da kendisini aydınlanma düşüncesiyle ifade ediyor.
Ama öte yandan, aynı süreçte ortaya çıkan insan tipine baktığımızda yeni ve çok önemli bir kavramlardan biriyle karşılaşıyoruz: Özellikle yabancılaşma…
Yabancılaşma insan gelişimini engelleyici en önemli faktör olarak beliriyor. Bu anlamda, özellikle kapitalizmin, insanlığın parçalanmışlığına, insanlığın bencilliğine ihtiyaç duymasının sebebi de belli. Kapitalizm yabancılaşmayı yaratıyor ama sonra onun varlığına da ihtiyaç duyuyor aslında. Çünkü, toplumun insandaki değiştirme gücünü açığa çıkartacak bir bilince sahip olması ve bu tür örgütlenmelere yönelmesi, kapitalizmi vuran bir şey olurdu. Biraz bugünkü toplumu düşünürsek, özellikle 90 sonrası açısından, yabancılaşma ve parçalanmanın nasıl düzenin devamına hizmet ettiğini daha iyi anlarız. Biliyorsunuz postmodernizmi çok fazla işledik ve tartıştık, o yüzden kısa geçmekte fayda var ama yine de önemli; çünkü kapitalist işleyiş bakımından ideolojik bir zirve oluyor. Bildiğim kadarıyla (yanlışsa düzeltin) postmodernizm kavramı aslında çok önceleri terim ortaya çıkıyor ama biz onunla özellikle 1990’larda başlayan ve tartışmalarımızda yeni tarihsel süreç olarak adlandırdığımız dönemde karşılaşıyoruz. Daha doğrusu postmodernizm, bu yeni sürecin ideolojik-kültürel ayağını oluşturuyor. Bu bizim yaşadığımız bir şey. Yani postmodernizmin üniversitelerde şöyledir-böyledir diye maddeler halinde yazarak açıklanması da gerekmiyor. Biz postmodernizmi, evimizde, okulumuzda, kahvede, işyerinde, belediye otobüslerinde, insanlarla kurduğumuz her ilişkide görüyoruz. Genellikle de devrimci hareketlerin geriye düşüş süreçlerinde bu tür şeyler üzerimize daha çok boca ediliyor. Yani sen vurmazsan onlar vuruyor. Seni yalnızca fiziki olarak yok etmeyi amaçlamıyor sistem; aynı zamanda düşünce dünyasında, hayatın içinde attığın her adımda karşına çıkarak da sana saldırıyor.
Aslında postmodern mantık son derece basit: “Yarın diye bir şey yok”, “büyük ülküler yok”, “büyük düşler yok”, vs. vs… Bütünlüklü, yarını inşa edebilecek projeler gerçekçi değildir; komünist ütopya diye bir şey söz konusu bile edilemez. Çünkü işte komünizm de olabilecek bir şey değil. Devrim zaten tümüyle imkânsız… Böyle diyorlar arkadaşlar. “70 yıl boyunca sosyalizmi denediniz ama karşımıza ne çıktı, koca bir hiç!”
Biz bunun bir hiç olmadığını tabii ki biliyoruz arkadaşlar; dergilerimizde yazıyoruz, ifade ediyoruz ama yine de karşımızdaki ideolojik saldırı bu. “Kapitalizm dışında başka bir yol var mı?” diye soruyorlar; yanıtları belli: Yok! “Peki o zaman bunun için örgütlenmeye gerek var mı?” Yanıt yine aynı: Yok! Ayrıca artık şunları dinleye dinleye bıkkınlık geldi: örgütler insanların özgürlüğünü yok eder, örgütler insanların ilişkilerine karışırlar, örgütlerde kişisel çıkar hesapları vardır, vesaire, vesaire…
Burada önemli olan şu arkadaşlar; reformizm bir ülküyü reddetmez. Reformizm bunun nasıl olabileceği üzerine bir yerde durur. Ama postmodernizm tümüyle gelecek projesini reddeder ve bu yüzden -eğer kademelendirme yapmamız gerekirse- reformizmden daha aşağıda bir şeydir.
Marksizme baktığımızda ise arkadaşlar, Marksizmde işin en başından beri insan-insan, insan-toplum, insan-doğa ilişkilerinde kurulan diyalektik form aslında bütünlüklü insana göre işliyor. Bütünlüklü insan nasıl bir şey? Hatırlarsınız biz yenilenme süreci ile birlikte kendimizi ifade etmeye başladığımızda devrimci sosyalist hareketin kendi kadro tipini yaratması gerektiğinden, yaratmaya başladığından söz etmiştik. Bu çok önemliydi; çünkü bütünlüklü bir siyaset, bütünlüklü insanı gerektirir. Bütün düşünebilen, bütünlüklü biçimde kendini ifade edebilen, hayatın her alanına müdahale edebilen insan tipi böyle bir savaş örgütünü yaratabilir. İnsan ve yapı birbirleriyle çok net bir diyalektik bütünsellik içindedir.
Peki Marksizmde insan nedir arkadaşlar? Marksizm insanı nasıl ele alır? Marksizm, hiçbir zaman insanı yaşadığı koşullardan ayrı olarak ele almadı. Marksizm, insanın yaşadığı koşulları anlamak, kavramak, değiştirmek için bütün dinamiklere sahip olduğunu düşünür. Ama bu dinamiklerin ancak bir kolektif içinde tümüyle açığa çıkabileceğini söyler. Yani, her şeyden önce örgütlülük hali bu dinamikleri açığa çıkartacak bir zemin olabilir. Marksizm’de insan, tarihin ve özgürlüğün yapıcısı olarak görülür. Sınıflar mücadelesine baktığımızda da kendini yarının yapıcısı olarak görenlerin bir araya gelişlerinden itibaren yaratmış oldukları örgütlerin, kolektiflerin onları yeniden inşa ettiğini görürüz. Yani, insan, karşısına çıkan herhangi bir olguyu ve dünyayı kavrayabilir ve değiştirebilir. Bunun yapılabilmesi ise insandaki bütün yetenekleri açığa çıkartan, onu özgürleştiren bir devrimci mücadele içerisinde mümkündür. Bizim Mahir’den öğrendiğimiz çok büyük bir ders var: Büyük davalar büyük insanlar yaratıyorlar, büyük insanlar da büyük davaların yaratıcısı oluyorlar. Biz genel olarak devrimci kadrodan bahsettiğimizde, devrime sempati duyan sıradan bir insanı kast etmiyoruz. Biz bir hukuk çerçevesinde devrimci yapı ile ilişkilenmiş insanlardan bahsediyoruz. Yani örgütün kendisinden bahsediyoruz. Mahirler, bütünlüklü ve büyük devrimci siyaset yapma tarzının ürünüdürler arkadaşlar; ama bunu onlar yarattılar. Onlar çok köklü bir reformist hareketten ayrıldılar, dişe diş savaştılar ve yeni bir tarz yarattılar. Yaratırken de, yine en başta söylediğimiz o cümleyi kendilerine düstur edindiler: “Savaş içerisinde savaşa savaşa…”
Demek ki en önemlisi, vurduğu yerden ses getiren bir örgütü yaratmaktır. Onun tuğlası, harcı, ipi, işçisi, ustası olmaktır. Ama öte yandan biz biliyoruz ki, savaş örgütü olmanın tarihsel ve güncel arka planında o örgütün kendi kadro tipi vardır. Her yeni tarz, kendi kadrosunu yaratır; o kadrolar da söz konusu tarzın üreticileridirler.
Bu genel olarak da böyledir aslında. İdeolojik anlayışlar, kendi insanlarını şekillendirirler. Herhangi bir ideolojik çizgi etrafında bir araya gelen insanlar kendi insanlarını, çeperini, sempatizanları, ulaşabildiği birçok kesimi de etkileyip biçimlendirirler. Belki bazen siz de fark ediyorsunuzdur; bir insana bakıp onun hangi yapıdan olduğunu kestirebilirsiniz, giyimiyle, konuşmasıyla, kendini ifade ediş biçimleriyle… Çünkü gerçekten de ideolojik hat kadronun davranışlarını belirlemektedir. Bu bizim için de böyledir. Yani bir savaş örgütü yaratmak istiyorsak, savaş örgütü ile savaşçı kadro arasında çok büyük, çok güçlü bir bağ vardır, birbirini besleyen bir yerde dururlar.
Devrimci yenilenme açısından da bu böyledir. Devrimci yenilenme hattı ve onun taşıyıcı insan tipi olan bütünlüklü kadro birbirinden ayrılmaz.

Yeni Süreç, Yeni Kadro…
Bu kadronun özellikleri neler?
* Birincisi ideolojik yetkinleşme ve sürekli gelişme çabası ve bunu pratiğine uygulama...
Bir sürü kitap okuyabiliriz, dergileri okuyor olabiliriz, ama bunu yorumlamak, kendi bulunduğumuz alanda ve birimde ifade etmek, bunu örgütlenmeye dönüştürmek, asıl önemli olandır. Bir şiar var, çok hoşuma gitmişti: “öğren, örgütlen, savaş, ilerle!” Aslında bir devrimci kadronun savaş içerisinde nasıl savaşarak kendini yetkinleştirebileceğini büyük bir açıklıkla anlatıyor bize: İdeolojik yetkinleşme ve sürekli gelişme çabası.
* Devam ediyoruz. Örgütlü devrimci olma iradesi...
Yaşamın her cephesinde ve her alanında irade olabilme. Parti iradesini temsil etme, tek başına kaldığında da parti olma, partiye bağlılık... Biz devrimcilik yapma iddiasında olanlar, bugünü, yarını değiştirme iddiasında olanlar, yarını kurma iddiasında olanlar bu işi, üzerimize boca edilen postmodernizminden, idealizmden, reformizmden sıyrılarak yapabiliriz. Savaş örgütünün insanı olma iradesi, her durumda, yaşamın her alanında, çalışma yaptığımız her birimde, her bölgede o iradeyi hissettirebilmek demektir. O iradenin bir madde, bir cisim haline gelebilmesidir. Partiye bağlılık dediğimiz şey, aslında yarına olan bağlılığımızdır. Tekrarlıyorum, herhangi bir sempatizandan, kendisini devrimci gören bir insandan bahsetmiyoruz. Bir tüzük etrafında kendini bağlayan, kendini ilerleten insanlar bütününden, kadrolardan bahsediyoruz.
* Ve yine… Devrimci eylem insanı olma...
Aslında günlük tartışmalarımızın çoğunda bundan bahsetmiştik. Militan kadrolar olabilme, kendini özellikle devlet karşısında ve hayatın gerici yönü karşısında daha devrimci bir tarzda ifade edebilmen, bunlar hepsi önemli… Kararlılık, disiplin, yaratıcılık ve mütevazılık, hedefe kilitlenmek, bu kilitlenmeyi gerçekleyebilmek için, onun maddi bir zemin haline gelmesini sağlayabilmek için, onun elle tutulur hale gelmesi için enerji vermek... Örneğin bir insan örgütlemek, bir yazı yazmak, örneğin bir dergi çıkarmak, kurum açmak, elimizde hiçbir şey yoksa yok olandan hareketle bir şeyler bulup yeniden yaratmak… Bu noktadaki yaratıcılığımız örgütlü inisiyatif ve önder kişilik sorunudur arkadaşlar. Siyasetimizin bağımsızlığından söz ediyoruz ya arkadaşlar, aslında insanımızın da böyle olması gerektiğini söylemiş oluyoruz. Bizi bağlayan, düşünmemizi, tartışmamızı, kendimizi ifade etmemizi engelleyen bütün noktalardan sıyrılmamız gerekiyor, bu bir. İki, bir başka sınıfın temsilcisinin yaptıklarının bizi bağlamaması gerekiyor. Bizim nasıl, neyi, nerede yapmamız gerektiğini öğrenmemiz, ideolojik yetkinleşme, sürekli gelişme çabası ile bağlantılı olarak öncü kişiliği oluşturmamız gerekiyor. Bunların hepsi aynı zamanda yarının insanının özellikleri. Yarının kurucu kadrosunun özellikleri..
* Bu direnişçi kişilik anlamına geliyor….
Direnişçilik karşımıza, bir mahalle direnişinde çıkar, bir basın açıklamasında çıkar, kuruma yapılan bir baskında çıkar, gözaltında çıkar, işkencede çıkar, F Tiplerinde çıkar, vs... Bu aslında insanın kendisini yarının dünyasından kurmasına bağlıdır. Yani benim A yoldaşımla kurduğum ilişki, yoldaşlık ilişkisi, aslında yarının dünyasına çok yakın ilişkilerdir, bunu kurmaya çalışırım. Direnişçi kişilik de bütün bunlardan beslenen zincirdir, bütün bunların yansımasıdır aslında hayatımıza.
* Ve son olarak arkadaşlar, emekçilerle birlikte, onları tanıyarak, onlara öğreterek, onlardan öğrenerek ve örgütleyerek devrimcilik yapmak.
Yukarıda sayılan diğer maddeler de pek öyle geçilecek şeyler değil ama arkadaşlar, onların tümünün somutlandığı yer aslında bu en son madde. Kolektif kişiliğimiz, inisiyatif almamız, önder tavrımız, ideolojik yetkinleşmemiz, bütün bunlar iyi güzel ama düşünün ki bütün bunlarla birlikte aşağıya, X mahallesine indik. Kahveye gittik, bir eve gittik. Emekçilerle konuşmaya başladık, biz ona devrimden bahsediyoruz, o bize ekmek parasından bahsediyor. Biz ona devrimin güzelleştirici, değiştirici yönünden bahsediyoruz, o bize bilet parasından, ev kirasından bahsediyor, vs. vs. İşte sorun tam burada. Kendi yetkinliğimizin örgütleme noktasında ne işe yaradığını görmek! Kendimizi sınadığımız alanlar, birimlerimiz, kahveler, belediye otobüsleri, mahallelerdir. Bütün bunlarla oralarda ne yapıyoruz? İşte son madde bu yüzden önemli. Sürekli olarak emekçilerden öğrenmek, öğrendiklerimizi geçmiş süreçteki birikimlerimizle harmanlamak, tekrar emekçilere dönmek ve onları örgütlemek...

Kadro ve Fedakârlık Sorunu
Sonuçta arkadaşlar, bütün karakteristik özellikleriyle karşınıza tüzüğe bağlı bir devrimci kadro çıkıyor. Devrimci yapının ve insan görev ve sorumluluklarının en temel boyutu kendisini tüzükte ifade ediyor. Hakların ve sorumluluklarımızın birbiriyle bağı da tüzükte ve tüzüğün yaşam pratiğinde kendini ifade ediyor. Nedir bunlar? Ben, birim içerisinde söz alma hakkına, kendini ifade etme hakkına, örneğin bir kampanyanın nasıl olması gerektiğini tartışma hakkına vs. vs. sahibim. Değil mi? Bu benim hakkım. Örneğin bu seminerde fikir beyan etmeye buradaki herkes hak sahibidir. Ama aynı zamanda buradaki seminere dair fikir beyan etmek noktasında herkes sorumludurlar da. Yapılanın daha iyi yapılmasını istiyorsak, bu artık sadece bir hak olmaz bizim için, bir yükümlülük olur, bizim yapmamız gereken bir şeydir. O yüzden de özellikle yenilenme döneminin en başından itibaren en önemli kavramımız bu oldu: Belli bir disipline sahip ve örgütsel bütünlüğün içerisinde haklar ve görevleri yerine getirebilen kadrolar bütününü yaratma.
Buradan aslında çok farklı bir konuya daha giriyoruz. Bütünlüklü insan anlamında devrimcilik fedakârlık mıdır? Değil midir?
Devrimcilik fedakârlık değildir arkadaşlar. Bu noktada dergideki çeşitli yazıları okuduk, hâlâ okutuyoruz o yazıları, materyal olarak kullanıyoruz. Bu sorun karşımıza, özellikle her dönem çıkıyor. Nerede çıkıyor? O yazıdan hatırlayabiliriz, kısaca özetleyelim, “devrimcilik benim harcım değil”, “ben devrimciliğe hazır değilim”, “evet devrimcilik güzel bir şey ama ben bunu yapamam” sözleriyle karşılaşıyoruz sık sık. Oysa devrimciler olağanüstü insanlar değiller. Hepimizin iki ayağı var. Burada hiçbirimizin birbirinden bir üstünlüğü yok. Yalnızca geçmiş deneyimler ve bilgi bakımından farklar olabilir. Onun dışında hiçbirimizin birbirinden üstünlüğü yok. Ve bu anlamda “devrimciliğe hazır olmak” diye bir şey yok ki.
Bunlar çoğu zaman yaşam pratiğinin içinde karşımıza çıkıyor. Yani kitlenize, çalışma yaptığınız arkadaşınıza döndüğünüzde… Ve o zaman arkadaşlar, bunları diyen arkadaşa elinden tutup göstermek gerekiyor, nasıl yaşıyorsunuz bir, düşünce profiliniz nedir iki. Sizin kendinizi ideolojik olarak ifade ediş tarzınız nedir, üç. Önce bunları anlamak ve anlatmak gerekiyor. Siz gösterirsiniz, çünkü inisiyatif alırsınız, çünkü öncü kişiliğinizi gösterir, yetkinliğinizi konuşturursunuz ve insanlar sadece konuşarak değil, aynı zamanda onlarla birlikte geçirdiğiniz zamandan, onlarla birlikte geçirdiğiniz pratikten bir yerlere doğru gelirler. Daha doğrusu sizin çektiğiniz yere doğru gelirler.
Bu yüzden de “biz neyi feda ettik” kavramı üzerinde kısaca durmak gerekli. Devrimciler hiçbir şeyi feda etmiyor arkadaşlar, yaşamları da bunlara dahil. Çok sık tekrarlanan feda kuşağının evladıyız, işte biz şöyle fedakârlık yaptık gibi laflar aslında 80’lerin sonundan itibaren ortaya çıkmaya başladı. Sanki işte on yıl yatmış çıkmış da halk onu anlamamış, ömrünü ziyan etmiş, vs. gibi şeyler… Aslında tümüyle anlamsız sözler bunlar. Ailemizi de feda etmiyoruz aslında. Eğer ailemiz gelişmiyorsa, bizi engelleyen, bizi yarının dünyasını kurma noktasında öncü olmaktan alıkoyan bir yerdedir. Feda ettiğimiz işimiz değildir. Kapitalist çarka hizmet ediyorduk, artık etmiyoruz. Feda ettiğimiz okulumuz da değil. Biz bunların hiçbirine feda etmek mantığıyla bakmıyoruz. O yüzden devrim için hazır olmak ya da olmamak gibi bir kavramımız yok. Devrimcilik yapmak istiyorum, bu hayatın öznesi olmak istiyorum değiştiren olmak istiyorum, o yüzden ortadayım, bütün eksikliklerim, zaaflarım, hatalarım ile birlikte buradayım. İşte mesele bu kadar basit!
Bu yüzden belki aslında yeniden çok önemli bir simgeye, Che Guevara’ya bakmak lazım. Yarının insanını, savaşçısını açıklarken, mücadele içerisinde yoğrulması gereken insanı açıklarken bütünlüklü insandan bahsetmiştim. Aslında Che, karşımıza tam da böyle bir insan olarak çıkıyor. Che’ye ilişkin aslında bu noktada bir sürü örnek verilebilir. Siyaset ve savaş alanında yaptıkları bizler için öğretici. Kapitalist sistemin parçalayıcı çarklarına inat, kendisini yarının dünyasından kuran bu devrimcinin yaşamı, geçmişten süzülüyor, bugünün yaratılmasında yer alıyor. Hep tekrarlıyoruz, yine tekrarlıyorum, siyasetin bütünlüklü olacak, sen de bütünlüklü olacaksın, yolun aşılmasının başka bir yolu yok. Che’ye ilişkin çok hoş kitaplar da okuduk, en son yine filmler vardı, o filmlerde izledik, çok güzel örnekler vardır ama beni etkileyen en önemli örnek, belki de bir devrimcinin kadronun nasıl olması gerektiğine ilişkin maddelerin tümünü bütünleştiren bir örnektir. Gerilla savaşı sırasında bazıları silahlarını ya da mevzilerini bırakıp kaçıyorlar, Che buna karşı bir yaptırım uyguluyor; diyor ki “biz çatışmaya gideceğiz, siz kampta oturacaksınız, sizi çatışmaya almıyoruz!” Tabii bu çok kötü bir şey, yoldaşların çatışacak, sen yatacaksın, çok acı duyarlar muhtemelen. Ancak baskına gidip geri dönüyorlar, bakıyorlar ki, herkes rahat, yatıyor, dinleniyor, bir gerilla için üç günlük tatil, çok güzel bir şey tabii. Che yeni bir yaptırım buluyor o zaman; çatışmaya götürüyor hepsini; ama üç gün boyunca yemek vermiyor. Sonradan tümü iyi gerillalar oluyorlar. Hatta bir tanesi büyük kentlerden birisinin alınması sırasında şehit düşüyor, ölürken de Che’yi çağırıyor, olayı anlatıp şöyle diyor: “çok sağol, yoksa ben bu noktaya gelemezdim.”
Kapitalizm insanı parçalar, komünist toplum ise bütünler. Peki komünist toplumun somut dinamiklerine sahip olmayan bizler neyiz? Bizler o komünist bütünlüğe çok yakınlaşan insanlarız arkadaşlar. Devrimci olmayanın karakteri yoktur. Devrimci olmayan kişilik sahibi değildir. Bunlar tabii çok kaba önermelerdir. Ama hayatımızın her alanında yaşamımızın devamında gördüğümüz bütün bu yalpalamaların, bütün bu kendini ifade ediş tarzındaki eksikliklerin devrimcilikle ilgili olduğunu görüyoruz. Devrimciysen daha farklı yaklaşırsın bir olguya. Bir kavgaya farklı yaklaşırsın. Okula farklı yaklaşırsın. Ailene farklı yaklaşırsın. Karşılaştığın bir duruma farklı yaklaşırsın. Aslında Che bu yaklaşımların bütününün toplamı. Che farklı yaklaşıyor arkadaşlar.

Kuruculuk Üzerine…
Evet, yenilenme kendi kadrosunu yaratacaktır dedik. Yenilenmenin kadrosu bütünlüklü olacaktır dedik. Tekrarlıyorum, yenilenmenin kadrosu kurucu kadro olmak zorundadır arkadaşlar. Nedir kurucu kadro? Nedir savaş örgütünün savaşçı kadrosu olmak? Nedir politik-askeri kadro? Yeniden kuran ve yeniden yapandır arkadaşlar. Her dönemde kendini yenileyen bir kadro olmalıdır o. Savaş örgütünün parçası olmak başlı başlına kendimize dönmemizi, sorgulamamızı, özgür irademizle kendimizi teslim ettiğimiz yapının plan ve programlarının hem yaratılmasında hem de uygulanmasında üst düzey performansla çalışmamızı gerektiriyor. Bulunduğumuz alanda seviyeyi yükseltmek için işi örgütlemek, kendimizi yetiştirmek için okumak ille de örgütlemek ve örgütlenmek. Niteliklerimizi belirleyen şey aslında yaptığımız işler, bulunduğumuz birimler, bulunduğumuz alanlardır. Eksiklerden ve hatalardan dersler, deneyimler çıkararak bir daha benzer bir olayda almamız gereken tavrı belirleyebiliyoruz. Evet, “devrim yolu engebelidir, sarptır, dolambaçlıdır” sözü otuz yıl önce söylenmiştir ama bu sözler devrimci çalışmanın dümdüz bir hat izlemediğinin de ifadesidir. Gerek politik, gerek kültürel alanda hayatla boğuşurken, tüm bunlar karşısında aslında en önemli dayanağımız, billurlaşmış bir teorik bilinç, ideolojik berraklık, devrime olan bağlılık, partiye olan bağlılıktır. Hayatlarımızın öncelikler listesinde devrimin ve partinin ihtiyaçlarının ön sırada olmasıdır.

Kadronun Değerlendirilmesi
Peki, bir kadro nasıl değerlendiriliyor? Devrimci sosyalist hareket kadrolarını dört ana başlık altında değerlendiriyor arkadaşlar.
Birincisi, öğrenme karşısındaki tutumu nedir? Öğrenim durumu, okuma alışkanlığı, öğrenme istek ve çabası ve bunun somut pratiği. Öğrenmek dediğimiz şey yalnızca kitap okumak değil, yalnızca dergimizi okumak değil, ideolojik yetkinleştirme çabası. İdeolojik yetkinleştirme, evet ama bunların somut pratiği ne? Okuduklarımız yaşama nasıl etki etmiş, emekçilerle nasıl bir bağ kurmuş, bu noktada insanımız kendini nasıl yetkinleştirmiş? O yüzden devrimci sosyalist hareket birinci olarak bu duruma bakıyor. Öğrenme karşısında tutum nedir?
İkinci olarak öncü tutum, bir inisiyatif geliştirme isteği ve pratiği. Herhangi bir olay karşısında kendi geçmiş deneyimlerinden ve yarının dünyasından bakarak, yani okuduklarından ve teorik hattından süzdüğü ile birlikte hayat pratiğinde ne geliştirebiliyor. Hayatta karşısına çıkan olaylarda neler yapabiliyor? Çalışmalarda ve yaşamda öncü tutumu nedir? Yine bahsettiğimiz konularla ilgili olarak karşılaştığımız olaylar karşısında öncü bir tutum almada ne durumdayız?
Üçüncüsü dışında gelişen öncü tutumlara karşı yaklaşım... Tamam, iyi, biz öncü tutum alıyoruz da, bir kolektif yaratabiliyor muyuz?
Üçüncüyle bağlantılı olarak, öncü tutum ve kolektif davranış arasında bir denge kurma özelliği ve tabi ki bunun somut, pratik yansıması, dördüncü madde olarak karşımıza çıkıyor. Yani bunun hayattaki ifadesi ne? Öncü özellikleri dediğimiz şeylerin devrimci bir kadronun somut pratiğine yansıması ne?
Beşincisi, hayat ve devrimci çalışma karşısındaki devrimci duruş... Politik ve kültürel gelişme düzeyi, dürüstlük, ilkelilik ve bunun pratik yansıması. Disiplin, sorumluluk bilinci ve bunun pratik yansıması… Partiye bağlılık, kolektif davranma ve katılımcı olma noktasındaki duruş… Bütün bunlar son derece önemli kriterler.
Bütün bunlar aslında biraz hayatla ilgili. Yani okuduklarımız var, hayallerimiz var, büyük düşler var ama bir de bugün ve bugünün ilişkileri var. Yarın şöyle bir büyük gerilla olmak istiyoruz, şöyle bir devrim yapmak istiyoruz ama şu anda herhangi bir arkadaşla nasıl ilişki kuruyorum? İşte tam da bu noktalarda hayat ve devrimci çalışma karşısında nasıl bir tutum aldığımız bir kadronun en belirleyici özelliklerinden biri oluyor.
Ve son olarak, kişisel ve özel ilişkilerdeki tutumum. Ailesi ve yakın ilişkileri, eşi ya da sevgilisine yakın ilişkileri, maddi durumu ve paylaşma tutumu, sağlık durumu, sporla olan ilgisi ve özel yetenekleri. Bir devrimci kadronun ana belirlemelerinden biri de bu. Zenginlik ve yoksulluğun paylaşılması ve bu paylaşım sırasında aldığı tutumlar neler? Bu noktada da devrimci sosyalist hareket kadrosunu değerlendiriyor.
Evet arkadaşlar, toparlarsak, devrimci sosyalist hareketin kadrosu sabır, cesaret ve yaşamı örgütlü tarzda örme noktasında sıçrama kaydetme zorunluluğuyla karşı karşıyadır. İlerleme bu üçlünün uygulanmasıyla olacaktır ancak. Devrimci bir çıkışın devrimci bir zemini olur. Bu dönemin, yenilenmenin kadroları, gerilla mücadelesinin yapıcılığında savaş örgütünün ürünü olacaktır. Hepinize çok teşekkür ederim.

 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19