Son yıllarda ülke gündemini en çok meşgul eden
sorunlardan biri, bir dizi çarpıtma ile birlikte
"sosyal güvenlik" ve bunun bir parçası
olarak "sağlık ve sağlıkta dönüşüm"
sorunlarıdır. İşçi ve emekçi tüm halkımızı yakından
ilgilendiren bu sorun, günlük sorunlar içinde
boğuşan yoksul ve emekçi insanların ne kadar bilincinde,
bu son derece tartışmalıdır. Çünkü, aslında bir
biçimde; hastane kuyruklarında derdine çözüm ararken,
alamadığı ilaçlar için parasızlık ve sigorta hastanelerinde
bin bir uğraş verirken, iş güvencelerinden yoksun
çalışıp meslek hastalıklarıyla boğuşurken, yükselen
emeklilik yaşına ömrü yetmezken, bu arada emekli
olup emeklilik maaşındaki sıkıntılarla yaşarken,
yaşlılıkta hiçbir güvenceye sahip olmadan yakınlarından
ya da komşularından yardım beklerken vb. bu sorunla
hep yüz yüzedir. Ama yine bu sorunlar, özellikle
1980'den bu yana emperyalist saldırı programlarının
bir parçası olarak, adına "reform" denilen
çeşitli yasa ve politikalarla güncelleşmektedir.
Oligarşi ve yalan imparatorluğu tekelci medya,
yalan ve demagojilerle çarpık bir bilincin oluşması
için adeta seferberlik içinde olmaktadır. Bu toz
duman içinde halkımız aslında günlük alanda, insanca
yaşamak için mücadele verirken, bu sorunları az
çok görmekte, ama kavram kargaşalığı içinde bilinci
dağılmakta, kendiliğinden bilinci aşamamaktadır.
Böyle olunca, örneğin sağlık alanında olduğu gibi,
sorununa duyarlı sağlık çalışanları sahip çıkmakta,
bu sahiplenişte geniş kitleler biraz seyirci konumda
kalmaktadır. Halbuki sorun direk işçi ve emekçilerin
sorunudur, insanca yaşamın en temel sorunlarıdır.
Evet sorun, bu kavram kargaşalığı içinde insanca
yaşamaktır. Bu haklarımızın elimizden alınmasından
emperyalistler ve işbirlikçi oligarşi ve bunların
hükümetleri sorumludur. Neo liberal emperyalist
saldırı programı kapsamlıdır, stratejiktir ve
sağlıktan emekliliğe kadar her alanı vurmaktadır,
kazanılmış haklar yalan ve çarpıtmalarla tek tek
elimizden alınmaktadır. Yani, sağlık ve hastaneler
özelleştirilirken, emeklilik yaşımız yükseltilir
ve insanca yaşamdan uzak, açlık sınırında yaşarken,
evimiz ve iş güvencemiz olmazken tüm bunlara IMF,
D.B ve emperyalistler karar vermekte, işbirlikçi
oligarşi bunları uygulamaktadır. Böylece sınıfsal
çelişkiler ile emperyalizme karşı mücadele aynı
kanalda, iç içe olmakta; iş, emeklilik, sağlık
ve çeşitli sosyal haklarımız için mücadele aynı
zamanda IMF, D.B ve diğer emperyalist kurumlar
somutunda emperyalizme karşı mücadeleyle birleşmektedir.
O halde sorunu daha iyi anlamak için, daha yakından,
tarihsellik içinde, günceli ele alarak incelemekte
yarar vardır.
Sosyal Güvenliğin Tarihçesi
İnsanlar, tarihin her döneminde, kendi varlıklarını
sürdürürken, üretimle kurmuş olduğu ilişkiye paralel
olarak, gelecek endişesi içinde olmuşlardır. Kapitalizm
öncesi üretim ilişkileri ve toplumsal süreçte,
yaşamın güvencesi daha çok aile, soy, akrabalık
ilişkileri gibi aidiyet duygularına dayanmıştır.
Köle, her türlü sosyal güvenceden yoksundur ve
yaşamı dahil tüm emeği üzerinde kendi hakkı yoktur.
Feodal toplumda serf, sınırlı olarak toprak sahibidir,
sosyal güvencesi de buna bağlıdır. Köleci ve feodal
toplumda yoksul kesimlerin hayatta kalabilmesi
ve varlığını sürdürmesi, egemen sınıfların, köle
ve toprak sahibi efendilerin ya da özellikle feodalizmde
önemli ekonomik ve politik güç olan kilise tarafından
yürütülen hayır veya sadaka kurumlarına bağlıydı.
Kapitalizm, feodalizmin içinde üretim ilişkisi
olarak doğdu. İlkel birikim, merkantilizm, ticari
kapitalizm ve sanayi kapitalizmi süreçlerini yaşayarak
tekelleşti. Bu süreç, özellikle de 18. yy ortalarından
itibaren başlayan sanayileşme süreci ile birlikte
ortaya çıkan toplumsal değişim, sosyal güvencenin
kaynağını aile, soy ve akrabalık ilişkilerden
uzaklaştırmış, bireysel mülkiyet sahipliği temeline
oturmasını sağlamıştır. Mülkiyet, kapitalizm koşullarında,
emeğini bir meta olarak piyasaya süren bireye,
hastalık, kaza, çalışamayacak duruma düşme gibi
koşullarda, yaşamda güvencenin en önemli unsuru
olmuştur. Bu süreç aynı zamanda, emeğin özgürleşmesi,
işçinin emeğinden başka hiçbir metaya sahip olmaması,
özellikle burjuva demokratik kazanımlarla yurttaşlık
bilincinin gelişmesi sürecidir. Kapitalist özel
mülkiyet ve birey haklarının güvence altına alınması
sürecine, önce İngiliz devrimi, daha sonra ise
özellikle Fransız burjuva devrimi ile ulaşılmıştır.
Mülkiyet sahiplerinin sosyal güvenlik hakkı, aynı
zamanda ulusal devlet olan burjuva devlet tarafından
güvence altına alınırken, mülksüzlerin sosyal
güvenlik sorununa karşı burjuva devlet bütünüyle
ilgisiz kalmış, her kazanım bir dizi mücadele
sonucunda elde edilmiştir. Sınıf savaşımı, bu
süreçte yaşanan çatışmalar, sadece ekonomik kazanımlara
değil, burjuva demokratik haklara da yön vermiş,
siyasal özgürlüklerin sınırlarını genişletmiş;
sosyal hakları, burjuva toplum ve devletle bazı
güvencelere ulaştırmıştır.
İnsanlık tarihinin en önemli sıçraması Marx ve
Engels'in, kendi öncesi İngiliz ekonomi-politiği,
ütopik sosyalizm ve idealizm eleştirileri üzerinden
bilimsel sosyalizm anlayışını geliştirmeleridir.
Böylece aynı zamanda bir devrimler süreci olan
1847-48'lerden itibaren kapitalist sistemin değişeceği
ve sosyalizmin insanlığın yolunu açacağı umudu
büyümüştür. Artık mücadelede işçi sınıfı öncü
role taliptir, kapitalizme alternatif bir sistem
olan sosyalizm bilimsel nitelik kazanmıştır. Başta
siyasal özgürlükler olmak üzere, tüm demokratik
kazanımlar işçi ve emekçi sınıfların mücadelesiyle
somutluk kazanmıştır. Hatta feodalizme karşı mücadelede
öncü rol oynayan burjuvazi, işçi sınıfı mücadelesi
karşısında yeniden feodal gericilikle uzlaşmakta,
gelişmenin önünü tıkamaktadır. Burjuva demokrasisinin
kazanımlarında işçi ve emekçi sınıfların mücadelesi
vardır. Burjuvazi bu demokratik kazanımlara, işçi
sınıfından gelen tehditleri yumuşatmak ve işçi
sınıfının mücadelesini sistem içinde eritmek için
onay vermek zorunda kalmıştır.
Sosyal güvenlik konusunda ilk kuramsal düzenlemelerin,
sosyalist akımların merkezi durumunda olan Almanya'da
gerçekleşmesi tesadüf değildir. Bismarc bir yandan
geleneksel baskı politikalarını uygularken bir
yandan da devlete sosyal bir nitelik kazandırmaya
çalışmıştır. Bu bağlamda 1883'te hastalık sigortası,
1884'te kaza sigortası, 1889'da emeklilik sigortasını
gündeme koymuştur. Sosyal güvenlik uygulamalarının
yaygınlaşması işçi sınıfı mücadelelerinin bir
sonucu olurken, aynı zamanda da bu mücadelenin
etkinliğinin azalmasını sağlamıştır.
1917 Ekim devrimi, demokratik kazanımların gerçek
garantisinin sosyalizmde olduğunu göstermiştir.
Böylece kapitalizm, sosyalizm korkusuyla, Avrupa
ve ABD'de, işçi sınıfının sosyal haklarında bir
takım yeni düzenlemeleri gündeme getirmiş, "sosyal
devlet" uygulamalarının önünü açmıştır.
Kapitalizmin 1929 büyük bunalımı bu sürecin adeta
başlangıcıdır. Bu süreçte kapitalizm büyük bunalım
içindedir, bunalımdan çıkış için talep yönlü ekonomik
politikaları uygulanmaya başlanmış, devlet ekonomiye
müdahale etmiş, talebi artırmak için sosyal harcamaları
yükseltmiştir. Sosyalizmin büyük kazananım elde
ettiği, dünyanın 1/3'ünde zafer kazandığı 2. paylaşım
savaşından sonra, gelişmiş metropol ülkelerde,
örneğin İngiltere'de Lord Beveridge'in raporu
öncülüğünde başlayan yaklaşımlarla, sosyal haklar
kurumsal bir yapı içerisinde düzenlenmiş ve devlet
"sosyal" bir boyut kazanmıştır. 1944
yılında Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)'nün
28. Çalışma Konferansı'nda sosyal güvenlik alanında
ilk adımlar atılmaya başlanmış, 1948 yılında Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin
22. maddesinde herkesin sosyal güvenlik hakkına
sahip olduğu ilkesi kabul edilmiştir. 1952 yılında
ILO "Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına
İlişkin 102 Sayılı Sözleşme" ile çalışma
gücünü olumsuz yönde etkileyen riskleri dokuz
ana başlık altında belirlemiştir. Bunlar; hastalıkta
sağlık yardımı ve gelir kaybını karşılayan ödenekler,
işsizlik, yaşlılık, iş kazası, meslek hastalıkları,
annelik, sakatlık, ölüm ve aile yükleridir. Sözleşmeyi
onaylayan ülkeler, bu ilkelerden en az üçüne karşı
bir koruma getirmek zorundadır. Ancak kabul edilecek
bu üç riskten birinin işsizlik, yaşlılık, iş kazası
ve meslek hastalığı, sakatlık ve ölüm risklerinden
biri olması gerekmektedir. 1961'de imzalanıp 1965'te
yürürlüğe giren Avrupa Sosyal Şartında da sosyal
güvenliğe gereken değer verilecektir.
1945-70 dönemi kapitalizm için kimi değerlendirmelerde
"altın çağ" olarak tanımlanmıştır. Bu
süreçte kapitalizm kar oranlarını yükseltmiş,
savaşla yıkılan ekonomisini toparlamış, sosyalizm
ve ulusal kurtuluş hareketlerine karşı ABD önderliğinde
kendini organize etmiştir. 2. Paylaşım Savaşı
sonrası dünyanın 1/3'ün emperyalist-kapitalist
sistemden kopması, kapitalizm için pazar daralması
demektir. Daralan pazar sorunu çözmek için sömürge
ve yarı sömürge ülkeler, hızla kapitalist iç pazarın
geliştiği yeni sömürgelere dönüşmekte, emperyalizme
bağlı olarak ithal ikameci, iç pazarı geliştiren
ve koruyan politikalar benimsenmektedir. Keynesyen
ekonomik politikalar ile devlet desteği ile büyüme,
büyük fabrika sistemi ve fordist üretim bandı
vb. kapitalizm içinde benimsenmiş, sosyalizmin
de etkisi ile "sosyal devlet" anlayışı
gelişmiştir. Bu süreçte, işçi sınıfı ve emekçiler,
kapitalizmin gelişmesi ve metaların tüketimi için,
kendi payına düşeni sınırlı da olsa almış, sosyal
güvence piyasa mantığından öte, emeğin toplumsallaşmasını
da dikkate almak zorunda kalmıştır. 1970'li yıllarla
birlikte kapitalizmin kar oranlarında düşme eğilimi
başlamış ve istikrarlı sermaye birikim olanakları
ortadan kalkmış, kapitalizm için yeni bir "uzun
dalga" yani kriz süreci başlamıştır. Kapitalist
sistemin ideologları; sosyal güvenliğin ekonomiye
yük olduğunu, işçi sınıfının zaten sistem için
tehlike oluşturmadığını ve bazı uygulamaların
hak olmaktan çıkarılması gerektiğini dillendirmişler,
"sosyal devlet"ten vazgeçilmesini savunmuşlardır.
Başta sosyal güvenlik olmak üzere, emekçilerin
kapitalizm sınırları içinde kazanmış olduğu sosyal
haklar, sermaye için artık yüktür ve kaldırılmak
istenmektedir. Fredmancı, piyasa mekanizmasına
dayalı neo-liberal politikalar, kapitalizmin bu
krizine karşı geliştirilmiş ve artık kapitalist
sisteme yön vermiştir. Bu bağlamda uluslararası
sermaye, ham maddenin bol olduğu, buna karşılık
ucuz iş güçünün yoğun olduğu alanlara, sömürge
ve yeni sömürgelere daha çok yönelmiş, sanayisizleştirme
politikaları ile esnek üretim ve performansa dayalı
ücret sistemi uygulanmaya başlanmıştır. Böylece,
korumacı sistem ve devletin piyasaya müdahalesi
"devletin küçülmesi" adı altında tasfiye
edilmeye başlanmıştır. Bu süreç bir taraftan özelleştirme
saldırısı, diğer taraftan da sosyal güvenliğin
gereği olarak gerçekleştirilen kamu hizmetlerinin
( sağlık, eğitim, sosyal güvenlik) tasfiyesi ile
birlikte işlemiş, her şey vahşi kapitalizmin piyasa
kurallarına göre yeniden düzenlenmiştir. Neo-liberalizmin
kapitalist sistemi krizden kurtarmak için önerdiği,
reel sosyalizmin çözülmesi ile hızlanan ve yaklaşık
30 yıldır uygulanan bu politikalar, kapitalist
sistemin 19. yy da açmış olduğu bir parantezi
kapatması anlamına gelmektedir.
Ülkemizde sosyal güvenliğin gelişimine göz attığımızda;
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ahilik, mesleki
lonca ve vakıflar aracılığıyla bir yardımlaşma
geleneğinin olduğunu, Kemalizm'in ilk yıllarında
ise sosyal koruma önlemlerinin uygulandığını görebiliriz.
Türkiye'de ilk sistemli sigorta örgütlenmesi memur
kapsamındaki çalışanları içermiştir. 1921 ve 1923
tarihli Ereğli bölgesi maden işçilerini konu alan
yasal düzenlemeler zorla çalıştırmayı yasaklamış,
çalışma süresini 8 saat, çalışma yaşını ise 18
ile sınırlamış, asgari ücret talebi için işçi-işveren
ve devlet arasında bir komisyon kurulmasını kararlaştırmıştır.
Yasa yardımlaşma sandığının kurumsallaşması ve
bu sandıkların Amele Birliği adı altında birleşmesini
hükme bağlamıştır. 1930 yılında çıkarılan Umumi
Hıfzı Sıhha Kanunu işgücünün kadın ve çocuk gibi
alt gruplarına yönelik çeşitli koruyucu önlemlere
yer vermiştir. 1936 tarihli iş yasasıyla, işçi
sağlığı ve iş güvenliği konularında genel ve hak
yaratan nitelikteki düzenlemeler ilk kez gerçekleşmiştir.
1945 yılında Çalışma Bakanlığı ve bünyesinde iş
kazası, meslek hastalıkları ve analık sigortası
kolları bulunan İşçi Sigortaları Kurumu kurulmuştur.
1961 Anayasası'nda Türkiye "sosyal devlet"
kavramıyla tanışmış, 1965 yılında işçi ve işverenden
kesilen primlerle teşkil edilen işçi sigortaları,
sosyal sigortalar kurumuna dönüşmüştür. 1960'ların
ortasında sağlık ve sigorta hizmetinden yararlananlar
nüfusun %20'si civarına ulaşmıştır. 1971 yılında
bağımsız çalışanların sigorta yönetimi (Bağ-Kur)
oluşturulmuş, bu oran nüfusun yarısına yakınına
ulaşmıştır. 1979'da yapılan değişiklikle bir meslek
kuruluşuna kayıt olamayanlarla ev kadınlarının
da isteğe bağlı olarak Bağ-Kur ile sosyal güvenliğe
kavuşmalarına olanak sağlanmıştır.
Hiç şüphesiz tüm bunlarda, Türk burjuvazisinin
ulusal devleti örgütlemesi, sınıf mücadelesinin
almış olduğu biçimlerin rolü vardır. Yani ilk
başta ulus devlet olmanın en temel nitelikleri,
hiçbir zaman durmayan işçi sınıfı mücadelesi,
özellikle de 1960 sonrası gelişmeler önemli rol
oynamıştır.
Ancak, sosyal güvenlik alanı ve sosyal güvenlikle
ilgili haklar, sürekli olarak oligarşi için tartışma
konusu olmuş, çeşitli manüplasyonlar ve tekelci
sermayenin isteklerine uygun bir biçimde kısıtlanmaya
çalışılmıştır. 1969'da emeklilik yaşı erkeklerde
55, kadınlarda 50 iken; asgari 25 yıl çalışmış
olmak ve 5000 işgünü prim ödenmiş olma zorunluluğu
varken; 1990 yılında yaş sınırı 55 ve 60'a çıkarılmıştır.
Bu tarihten iki yıl sonra "devleti küçültme"
ve kamu personel sayısını azaltma çerçevesinde
erken emeklilik uygulamasına gidilerek yaş 55
ve 50'ye, prim ödeme süresi de 5000 ve 3500'e
düşürülmüştür. 25 ağustos 1999'da ise IMF ve DB
programları çerçevesinde çıkarılan 4447 sayılı
yasa ile emeklilik koşulları ağırlaştırılarak
yaş 60 ve 58'e, prim ödeme gün sayısı da 7000'e
çıkarılmıştır. 2003 yılında yürürlüğe giren kanunlarla
SSK, Bağ-Kur ve Türkiye İş Kurumu yeniden yapılandırılmış;
Sosyal Güvenlik Kurumu oluşturulmuştur. 4857 sayılı
iş kanunu üç dönüşümü simgelemektedir; emek sürecini
esnekleştirmeye yönelik politik yaklaşım, üretim
sürecinin ve bu sürecin üst yapısal bağlarının
yeniden yapılandırılması ve devletin üretim ilişkilerindeki
kurumsal rolünün yeniden şekillendirilmesi. Emeklilik
alanında 2001'de yasalaşarak uygulanmaya başlayan
Bireysel Emeklilik Sigortası, çok basamaklı sosyal
güvenlik sistemine geçişte önemli bir ayağı oluşturmaktadır.
29 Temmuz 2004 tarihli Dünya Bankası "Sosyal
Güvenlik Sisteminde Reform" metnine göre,
mevcut sosyal güvenlik sistemi "bütçe üzerinde
yarattığı baskı" nedeniyle borç ve faiz oranlarını
artırmakta, enflasyon ve işsizliği körüklemekte
ve önümüzdeki 15-20 yıl içinde ekonomik gelişme
ve "toplumsal barış" önünde büyük bir
tehdit oluşturmaktadır. Öte yandan Türkiye'nin
önündeki 15-20 yılın, sosyal güvenlik sisteminde
fon birikimi bakımından tarihi bir fırsat sunduğu
ve yaş piramidi içinde yaşlı nüfusu artmakta olan
Türkiye'nin bu fırsatı değerlendirmek zorunda
olduğu söylenmektedir.
Ekonomisinden siyasetine kadar emperyalizme tam
bağımlı, yeni sömürge olan ülkemizde, IMF ve Dünya
Bankası her adımı planlamakta, yönlendirmekte,
hatta günlük denetlemektedir. Kriz içinde,"yapısal
uyum programları"nın mimarı bu emperyalist
finans kurumlarıdır ve her söyledikleri, neo-liberalizm
ekseninde yerine getirilmektedir. Bundan, Dünya
Bankasının yukarıdaki değerlendirmesi, zaten IMF
ile imzalanan niyet mektuplarında garanti olarak
benimsenmekte, gündemleşen sosyal güvenlik yasaları
da bu doğrultuda işçi ve emekçi sınıflara dayatılmaktadır.
Sağlıkta Reform Arayışları
Kriz sürecinde 1980'lerde yükselen neo-liberalizmin
genel olarak devlet harcamalarının ve müdahalelerinin
ekonomiye zararlı olduğu ve devletin ekonomiden
çekilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu söylem,
neo-liberalizmin dilinde, bütün dünyada "devletin
küçültülmesi" sloganı ile birlikte ele alınmıştır.
Yine aynı yıllarda sosyal güvenliğin tasfiyesi
ve iş gücü maliyetinin en aza indirilmesi gerekliliği
gündeme gelmiş, bu alanın, sosyal güvenliğin özelleştirilmesine
dair yoğun tartışmalar başlamıştır.
Dünya genelinde, yeni kapitalist sermaye birikim
rejimi için arayışların somutlaştırılması sürecinde
etkin olan kuruluşlardan biri IMF, diğeri ise
kuşkusuz Dünya Bankasıdır. D.Bankasına göre, dünya
genelinde gerek gelişmiş kapitalist ülkelerde,
gerekse az gelişmiş, sömürge ve yeni sömürge ülkelerde
ekonomik büyümenin yavaşlamasının nedenlerinden
biri Keynesgil birikim modeli ve onun bir alanı
olan "sosyal devlet"tir. Bir başka deyişle
krizin nedeninin devletin yaptığı üretken olmayan
sosyal harcamalar olduğu söylenmektedir. Uluslar
arası sermaye ve D.Bankanın sunduğu çözüm ise,
bütün çalışanlar için özel sigortacılığın uygulanmasıdır.
Zamanla özelleştirilen sosyal güvenlik sisteminde
önerilen ise, bu sermaye birikim modelinin ilk
uygulama alanı olan Şili modelidir. Emeklilik
fonlarının özel sigorta şirketlerinde değerlendirilmesi
yoluyla bu tasarruflar birikecek ve ülkedeki sermaye
piyasalarının genişlemesine yol açacaktır. Sermaye
piyasaları aracılığıyla yatırımlara yönelecek
olan bu fonlar, sonuçta ek istihdam yaratacaktır.
İstihdamın yaratacağı ek talep toplam talebi artırarak
ekonomik büyümeyi sağlayacaktır. Teorik olarak
ifade edilen budur.
Ancak yaşananlar farklı olmuş, serbest piyasa
ekonomisine teslim edilen prim ödemelerinin çoğunluğu
yabancı sermaye tarafından ortaklık vs. yollarla
kurulmuş olan şirketlerin eline geçmiştir. Bu
fonların yurtdışına transfer edilmeleri nedeniyle
sermeyenin söylemindeki yatırım artışı, istihdam
artışı ve toplam talep artışı sağlanamamış ve
Dünya Bankası ve uluslararası sermayenin önerdiği
bu modelde karlı olan kesim uluslararası sermaye
olmuştur.
Sosyal güvenlik kuruluşlarının fonlarında biriken
trilyonların piyasaya kanalize edilmesi gerekliliğini
dile getiren Mercedez Benz Yönetim Kurulu üyesi,
ülkemize yaptığı ziyaret sırasında bunu şöyle
dile getirmiştir: "Aslında çok daha hızlı
küreselleşebilirdik, fakat iki önemli engelle
karşılaştık bu süreçte; demokrasi ve trilyonlarca
dolar değerindeki emekli fonlarının kamu, yani
ulus-devletlerin kontrolünde olması. Doğrudan
yatırımların yani sanayinin küreselleşmesi için
yıllardan beri zaten adım atıyoruz. Ama artık
bizim için önemli olan borsalarda işlem gören
hisse senetlerimizin prim yapması ve böylece bilanço
varlıklarımızın giderek büyümesi. Fakat bunun
için borsaya para girmesi gerekiyor ve bu da emeklilik
fonlarında yatıyor. Bu emekli fonları özel aracı
kurumların eline, emrine tahsis edilecek olursa
borsalara kanalize edilecek ve biz daha da zenginleşeceğiz."
Olayın bir başka boyutu da iç ve dış borçlanma
yoluyla yerel ve uluslararası sermayenin üretim
dışı karlara yönelme isteğinin giderek artmasıdır.
Yani sermaye üretimden kaçarak borç verme yöntemiyle
devletten kar elde etme yoluna yönelmektedir.
Bu da doğal olarak Türkiye'de olduğu gibi belli
bir süre sonra devletin bu borçları ödemek için
gerekli finansman kaynaklarını tüketmesine yol
açmaktadır. Bu nedenle ilk olarak neo-liberal
iktisat politikalarının en önemli ayağı olan özelleştirilmeler
devreye sokulmaktadır. Bu yolla devlet kamu varlıklarının
satılması yoluyla tekrar borç alabilmek için borç
faizlerini ödemektedir. Bu tür kaynakların etkin
kullanılamaması veya satılacak varlıkların bitmesi
ihtimali, gerek kamuyu gerekse sermayeyi bu döngüyü
devam ettirecek yeni bir kaynağa yönlendirmiştir.
İşte bu yeni kaynak sosyal güvenlik fonlarıdır.
Ayrıca sosyal güvenlik reformu ile amaçlanan,
mali sorumluluk ya da prim ödeme yükümlülüğünün
tümüyle çalışan kesime yüklenmesi ve işveren payının
ortadan kaldırılarak işgücü maliyetinin düşürülmesidir.
Prim ödeme esasına dayalı sistemde vergi katkısı
ortadan kalkacağından toplumun genelinin kapsayıcılığı
olmayacaktır. Bu sistemde primini ödeyenler, vergi
borcu bulunmayanlar ve kayıt altında çalışanlar
kapsam içindedir. Prim ödeme yükümlülüğü ve prim
oranlarındaki artış nedeniyle bu sistem kayıt
dışılığı teşvik edecek niteliktedir. Teorik olarak
vergiye dayalı sistemlerde, gelir ve servete dayalı
vergilendirme aracılığıyla toplumun zengin kesimlerinden
yoksul kesimlerine bir gelir transferi söz konusudur
ve bu sosyal güvenliğin, gelirin ikincil olarak
yeniden dağıtımı işlevini yerine getirebilmektedir.
Son dönem hazırlanan tüm reform metinlerinde ise
bireysel sorumluluk vurgusu ön plandadır. Bu perspektifle
geliştirilen sosyal güvenlik anlayışı şöyle özetlenebilir;
paylaşılan riskler, güvencesizlikler ve kabul
edilen bu toplumsal sorumluluk ortadan kalkmalıdır,
olması gereken birey somutunda bir sorumluluk
ve haklar dengesi ya da dengesizliğidir.
Sosyal güvenlik en geniş tanımı ile herkesin bağımsız
bir birey olarak tanınıp, işsizlik, yaşlılık,
hastalık ve iş kazası gibi durumlar karşısında
güvenlik içinde olmasıdır. Bu ve benzeri diğer
hizmetlere kamusal olma özelliği veren, söz konusu
hizmetin sermayenin kullandığı kar/zarar hesabı
ve etkinlik/verimlilik oranlarının dışında kalmasıdır.
Son yıllarda ise, neo-liberalizm öncülüğünde dünya
genelinde ve Türkiye özelinde, kamusal hizmetlerin
meta-dışı olma ve bir anlamda hak olma özelliğinin
ortadan kaldırıldığını ve metalaşarak piyasada
işlem görmeye başladığı açıktır.
Bütün bu uygulamalar için temel gerekçe kaynak
yokluğudur. Oysa bütün kapitalist ülkelerde işçilerin,
emekçilerin, yani toplumun çoğunluğunu oluşturan
ve toplumsal değerleri yaratanların emeğine burjuvazi
tarafından el koyulmaktadır. Yolsuzlukların, spekülasyonların
giderek çoğaldığı kapitalist dünyada en büyük
ve en temel yolsuzluk kapitalizmin kendisidir.
Kapitalizm burjuva hukuku ile yasallaştırılmış
yolsuzluk düzenidir. "Reform" kavramı
her ne kadar "verimsizlik ve eşitsizlik"
gibi bazı kavramları kullanarak tanımlansa da
sorunların kökenindeki gerçek nedeni tanımlamaz.
Bu açıdan, sorunların kökeninde, kapitalist üretim
ilişkilerini göremeyen ve buna uygun bütünsel
çözümler geliştiremeyen hiçbir "reform"
çözüm üretemez. Bu kavramla ifade edilen her şey
ise bir yanıltma ve yanılsamanın kendisi olur.
Tıpkı, bu kapsamlı saldırıların "reform"
olarak tanımlanması gibi….
Sağlıkta Dönüşüm Programı
Dünyanın bir çok ülkesinde uygulanmakta olan eşitsiz,
verimsiz ve düşük kaliteli sağlık politikaları,
uluslararası kamuoyunun baskısı, sömürge ve yeni
sömürge ülkeleri uluslararası kapitalist sistemin
içinde tutma yönündeki kaygılar, çeşitli sağlık
sorunlarının sömürge ve yeni sömürge ülkelerden
gelişmiş kapitalist ülkelere yayılabilme riski
gibi durumlar, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Dünya
Bankası gibi kurumları bu konuda müdahalede bulunma
yönünde hareketlendirmiştir. D. B 1980'lerin sonlarından
itibaren özellikle yeni sömürge ülkelerin sağlık
sistemleri ile ilgili olarak sistem değişikliği
önerileri geliştirmiş, konuyla ilgili olarak dökümanlar
üretmiş ve sağlık sisteminde özelleştirme uygulamalarını
gündeme getirmiştir.
Türkiye'nin sağlık reformu tercihleri dünyadaki
diğer örnekleriyle ileri derecede benzerdir. D.B
ve DSÖ'nün stratejileri Türkiye'de de belirleyici
olmuştur. Türkiye'de sağlık reformu çalışmaları
1990 yılında T.C Hükümeti ile D.B arasında 16.08.1990
tarihinde imzalanan Sağlık Projesi İkraz Anlaşması'nın
Bakanlar Kurulu'nca 24.09.1990 tarihinde kabul
edilmesi ve Bakanlar Kurulu onayının 07.10.1990
tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanmasıyla başlamıştır.
Sağlık reformlarının kurumsal, politik alt yapısının
hazırlığı 1991-1993 aralığında tamamlanmış, 1992
yılının şubat ayında Sağlık Reformu Çerçeve Taslağı
adlı bir metin yayınlanmıştır. Bu taslakta sağlık
mevzuatı, hizmet sunumu, yönetim, insan gücü ve
finansmanda bir takım değişimler öngörülmüştür.
Ülkemizde uygulanmaya başlayan sağlık reformlarının
en önemli bileşenleri birinci basamak sağlık hizmetleri
için aile hekimliği, ikinci ve üçüncü basamak
sağlık hizmeti için hastanelerin özelleştirilmesi/özerkleştirilmesi
ve finansman için de genel sağlık sigortası (GSS)dır.
Aile Hekimliği, birinci basamakta tedavi edici
hizmetlerle koruyucu sağlık hizmetlerini bölen,
hizmet sunumundaki entegrasyonu parçalayan bir
yapıya sahiptir. Herkesin istediği bir doktoru
seçebileceği, 7 gün 24 saat kesintisiz hizmet
alabileceği şeklinde anlatılan Aile Doktorluğu
uygulamaları kesinlikle bir yanılsamadan ibarettir.
Bu sistem -her zamanki gibi- parası olmayanın
sağlık hizmeti alamadığı, doktorları hasta kapma
yarışına, hastaları ise "müşteri" konumuna
iten bir sistemdir. Özellikle Avrupa'da uzun yıllardır
var olan Aile Hekimliği uygulamaları üzerinden
özendirme politikaları geliştirilmektedir. Sözü
edilen yerlerde de kapitalizmin zorlamalarıyla
sosyal güvenlik alanındaki kayıplar ve sağlık
paketlerinde daralmalar ve katkı payı uygulamalarının
yaşandığı bir gerçektir.
Hastanelerin özelleştirilmesi, sağlık hizmetlerinin
finansman ve üretim boyutunu ayırtmayı ve sağlık
sisteminin içine rekabet ve piyasa unsurlarını
sokmayı hedeflemektedir. Bu durum sağlıktaki eşitsizlikleri,
maliyet ve verimsizliği artıracaktır. Burada amaç
devletin sağlıktaki sorumluluğunu azaltmak, hastaneleri
ek gelir kaynakları yaratmaya zorlamak, kullanıcı
ödentilerini bir finansman mekanizması olarak
kurumsallaştırmak ve sağlık çalışanları üzerindeki
iş yükü ve işsizlik riskini artırmak yoluyla emek
sömürüsünü derinleştirmek, personel maliyetlerini
azaltmaktır.
Genel sağlık sigortası "sağlık güvencesi
olmayan kişilere bu güvenceyi sağlamak üzere"
kurulacak bir finansman sistemi olarak gösterilmek
istenmektedir. Bu söylem kulağa hoş gelmekle birlikte
amacı devlet bütçesinden karşılanmak istenmeyen
sağlık hizmetleri için ek gelir kaynağı yaratmaktır.
Uygulama ile birlikte her birey "Temel Teminat
Paketi"ne alınacak, bu paketin belirlenmesinde
öncelikle standart tanı ve tedavi ölçütleri tespit
edilecek ve tüm vatandaşlar aynı uygulamadan faydalanacaktır.
Temel teminat paketi dışındaki hizmetler için
katılım payı ödenecektir. Katılım payı alınacak
sağlık hizmetleri;
a) Ayaktan tedavide hekim veya diş hekimi muayenesi
; 2 milyon
b) Ayaktan tedavide verilen ilaçlar; %10-20
c) Ayaktan tedavide sağlanan protez, ortez vb;
%10-20
d) Ayaktan veya yatarak sağlanan diğer sağlık
hizmetleri; %1
Katılım payı alınmayacak durumlar;
a) İş kazası ve meslek hastalığı
b) Kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri
c) Sağlık kurulu raporu ile belgelendirilmek şartıyla
kurumca belirlenen kronik hastalıklarda kullanılan
ilaçlar
Kontrol muayeneleri
Finansman kaynağını kapsamındaki kişilerden toplanacak
sigorta primleri ve primlerini ödeme gücü bulunmayanlar
için Hükümet tarafından genel bütçeden aktarılacak
destek oluşturmaktadır. Kendi hesabına çalışan
ve önemli bir kısmı tarımda istihdam olan bir
toplumda, hele bir de süreklileşmiş bir ekonomik
kriz ortamı mevcutsa sigorta primlerinin toplanması
son derece güç olacaktır. Ülkemizde 2002 verilerine
göre nüfusun %82'si (Çalışma Bakanlığı açıklamalarına
göre %72) sağlık sigortası kapsamı içindedir.
Bu nedenle halkımızın çok önemli bir kısmı işsizlik,
yoksulluk ve kayıt dışılık (ekonomide dönen değerlerin
%60'ı) ortamında, primini yatıramadığı için sistemin
dışına itilecektir. Bu sistem sosyal güvenceye
sahip olanları yoksullara yakınlaştırarak sorunu
çözmeyi önermekte, emekçilerin kendi birikimlerinden
yararlanma oranlarının düşürülmesi istenmektedir.
Bunun yanında yüksek gelire sahip kişiler çeşitli
özendirme politikalarıyla büyüyen özel sigorta
kurumlarına yönelecek, bu da sistemdeki açığı
büyütecektir.
Sosyal güvenlik ayağına bakıldığında çalışanlar
için emeklilik yaşının 68'e, prim ödeme gün sayısının
9000 iş gününe çıkarılıyor. Yaşla ilgili düzenleme
2035 yılından başlayacak ve kademeli bir artışla
2075 yılında nihai hedef olan 68'e ulaşılacaktır.
Emeklilerin maaşlarında % 33, SSK ve Bağ-Kur emeklilerinin
maaşlarında ise % 23 düşüş gerçekleşecektir. Gelirin
% 12.5'i oranında yatırılması gereken GSS primlerinin
% 5'i sigortalı, % 7.5'i işveren tarafından ödenecek,
hizmetten faydalanabilmek için primini kendi ödeyenlerin
borcu bulunmaması, işverene bağlı çalışanların
ise bir yıl içinde 90 gün prim ödemesi zorunlu
olacaktır. GSS tüm nüfus için zorunlu olacak,
aylık geliri asgari ücretin 1/3'ünden fazla olan
herkesten düzenli olarak prim toplanacaktır.
Yapılması planlanan düzenlemelerde, reform sürecinde
belirleyici olduğu söylenen eşitlik, dayanışma
ve verimlilik unsurlarının sadece görüntüde olduğu,
yapısal olarak reformların belirlenmesini etkilemediği
görülmektedir. Genel yaklaşım, sağlık sistemini
piyasaya açmak ve rekabet ilişkileri başlatmak,
kamunun sağlık hizmeti üretimindeki ağırlığını
azaltmak, özelleştirmeyi artırmaktır. Bu durum
sağlık hakkını zedeleyecek, eşitsizlikleri artıracak,
sağlık hizmetlerini paralı hale getirecek, kaliteyi
düşürecek, gereksiz ilaç ve teknoloji kullanımını
körükleyecek bir bütünlüğe işaret etmektedir.
Bütün bu olayların nedenleri ve sonuçlarını fazla
tartışmaya gerek olmadığı açık. Kapitalist sistemin
her döneminde bunalımın genel olduğu, krizlerin
aşılması değil kriz içinde yönetilmesinin söz
konusu olduğu herkes tarafından biliniyor. Sosyal
güvenlik, sağlık, eğitim, barınma gibi bir çok
alanda çözüm ise nettir. Sorunun mevcut kapitalist
sistem içinde, bu sistemin yeni sömürge ve sömürge
halkalarında çözülmesi mümkün değildir. En fazlasından
bu sistem içinde bazı sınırlı iyileştirme ya da
onarma hareketleri, teorik olarak mümkün olabilir,
ama kapitalizmin sınırlarının tükendiği, varlığını
sürdürmek için kazanılmış hakların sürekli budandığı,
kapsamlı emperyalist saldırı programları ile sosyal
yıkımın olduğu bu tarihsel koşullarda pratik olarak
oldukça zordur. İşçi ve emekçi sınıfların bu sınırlı
ve kapitalizme nefes aldıran "çözüm"lere
ihtiyacı yoktur. Sosyal güvenlik, barınma hakkı,
sağlık ve eğitim hakkı birer ekonomik-demokratik
sorundur, insanca yaşamın olmazsa olmazlarıdır
ve bunlar ancak ve ancak sosyalizm altında garanti
altına alınabilirler. İnsanca yaşam için, bu sömürücü
düzeni yıkmak ve bu yıkıntılar içinde eşit, özgür,
demokratik bir toplum düzenini, yani sosyalizmi
kurmak zorunludur.
Mücadele edenler kazanır. Mevcut kapitalist düzen
sınırları içinde sınırlı haklar dahil, hiçbir
kazanım mücadele edilmeden kazanılamaz. Neo-liberal
saldırılara karşı direnmek, bu direnişi devrim
ve sosyalizmle sıkı ilişki kurarak büyütmek, işçi
ve emekçi sınıfları kendi gerçek kurtuluşuna ulaştıracaktır.
Bundan dolayı, kapitalizmin sınırlarının tükendiği
bu tarihsel süreçte devrim günceldir, sosyalizm
insanca yaşamın ta kendisidir. Bu kavgada saf
tutmak her işçi ve emekçi için onurdur. İnsanlık
onurumuzu koruyalım, mücadele edelim.
Mücadele edenler kazanır. Her yerde ve her zaman….
Not: Bu yazı Toplum ve Hekim dergisinden yararlanılarak
hazırlanmıştır.
|