Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

 

Üretimin Yeni Örgütlenişi ve Parçalanmış Birey
Postmodernizmin bildik anlamda bir felsefe değil de insanın çürütülmesinin ideolojik arkaplanı olduğunu söylerken durumu abartmıyoruz. Sistemin sırça köşklerinde salt entelektüel bir iş yaptığına inanan postmodern filozofların sübjektif niyetleri bir yana, ideolojik-felsefi üretimin mekanizmaları açısından 1850’lerin naif dünyasında yaşamadığımız kesindir. Hiç komplocu düşünmesek de, bütün üniversitelerin kapitalist üretimin yeni biçimlerinin teorizasyonu için seferber edildiği bir dönemde, yüzlerce “devlet-dışı/sistem-içi” vakfın, kurumun, vb. hayal bile edilemeyecek paralarla oynadığı bir dönemde, postmodernizmin bütünüyle “bağımsız” bir alanda tohumlanıp çimlendiğinden kuşkulanmak için ciddi nedenlerimiz vardır.
Örneğin postmodernizmin ortaya çıkışını kapitalizmin fordist üretimden “esnek üretim”e geçişine bağlayan yaklaşım son derece yerindedir. [Gerçekten de kapitalist üretimin 1910’lar sonrası klasik iş örgütlenmesi olan fordizmin üretimi bir bütünlük içinde ele alan mantığıyla bireyin sosyal, politik, kültürel parçalanması bugünküne nazaran sınırlı ölçüde mümkündür. (bkz. SB. Sayı 2] Uzunca bir süre bu duruma katlanan ve işçinin toplu fabrika üretimi içersinde tek bir gövdenin parçası gibi olmasını arzulayan (böylece sınıf bilincini ve toplu davranışı da istemeden üreten) burjuvazi, post-fordizm noktasına geldiğinde, üretimin belli bir merkezde yoğunlaştırılması zorunluluğu ortadan kalkmış, parçalara ayrılıp farklı birimlerde, hatta farklı coğrafyalarda gerçekleştirilebilmesi örgütlü emeğin gücünü kırarken, parçalanmış yeni işçi kesimlerinin ucuz işgücünü öne çıkarmıştır. Böylesi bir kapitalist iş örgütlenmesiyle postmodernizmin bütün toplumsallıklara savaş açan ve genel olarak parçalanma vurgusu yapan ekseni arasında tam bir uyum olduğu tartışmasızdır. Gerçekten de tarihin şu ya da bu noktasında sık sık belirip kaybolan diğer marksizm eleştirilerinden farklı olarak postmodernizmin önemi, hiç de rastlantısal olmayan bu denk düşmeyle ilgilidir; o emperyalizmin belli bir döneminin ideolojik-kültürel arkaplanı olarak kendisini böylece ortaya koyar. Postmodernizm, “esnek üretim” biçimleri altında parçalanmış bireyi mutlaklaştırarak, ona, “insan kırılmış bir yumurtadır” (Lacan) diyebilecek ölçüde bir “öz” atfederken, marksist-leninistler, bu yeni iş örgütlenmesini ve parçalanmışlığı bir toplumsal formasyonun çözümlenmesi bağlamında ele alırlar ve böylece değişime uğrayarak katmanları genişleyen sınıf için yeni mücadele arayışlarının içine girerler.

Hiçbir Şey Rastlantı Değil!
Güçlenen Zor Aygıtı ve Örgütlülüğün Lanetlenmesi

Öte yandan, kamusal-örgütlü davranışın anlamsızlığını ve büyük kurtuluş teorilerinin çöküşünü ilan eden bir ideoloji olarak postmodernizmin, emperyalist devlet aygıtlarının olağanüstü düzeyde militarize edilerek güçlendirildiği bir dönemde ortaya çıkması da rastlantı sayılamaz. Gerçekten de, kapitalizmin tarihi boyunca “bireyin gücü”ne yapılan vurgunun birdenbire değişerek onun zayıflığının övgüsü haline dönüşmesi ve buna “sınıf”tan kaçışın eklenmesi, son derece ilginçtir. Yalnızca işçi sınıfının varlığını değil, bir bütün olarak sınıfların belirleyiciliğini reddeden postmodernizm, devlet ve diğer iktidar aygıtlarından bahsederken de baskı ve zulmün sınıfsal kökenlerini yadsıyarak Dühring’in keyfi zor teorisine geri döner ve sistematik bir sınıfsal baskının yerine “şurada ya da burada, şu ya da bu nedenden kaynaklanan rastlantısal baskı”yı koyarak bilinç bulanıklığına yol açar. Çünkü bu, postmodernizmin mantığı içersinde aynı zamanda kapitalizm karşıtı güçler için de bir “dağılın!” emri anlamına gelir. Bütün bu saçmalıkların herhangi bir zamanda değil de emperyalist sistemin zor aygıtlarını büyük ölçüde yoğunlaştırdığı bir dönemde ortaya sürülmesi ise gizlenemez bir suç ortaklığına denk düşer. Buraya kadar söylediklerimizden kolayca anlaşılacağı gibi, sömürücüler cephesinin kendisini hiç durmaksızın tahkim ederek gitgide daha fazla organize olduğu bir süreçte, Washington’da yüzlerce uzmandan oluşan analizci orduları her gün başımıza ne gibi çoraplar öreceklerini planlar ve generaller haritalar üzerine kırmızı iğneler saplayıp dururlarken herhangi bir filozofun ezilen sınıflara dönerek “örgütlü davranışın lüzumsuzluğu”ndan ve hatta “tehlikeleri”nden bahsetmesi, sınıfsal davranışları yasaklayarak bizi stratejik davranıştan uzaklaştırıp gelip geçici kimliklere ve hareketlere mahkum etmesi, düpedüz suç oluşturur ve herhalde bu kadarını rastlantı olarak göremeyiz.

Hiçbir Şey Rastlantı Değil!
Medyatik Karanlık ve Gerçeğin Yerine Görüntünün Geçirilişi

Aslında gerçek ve onun görüntüsü arasındaki ilişkiye gelindiğinde Marks-Engels’in yazdıklarından bu yana idealizm cephesinde hiçbir şey değişmemiş gibidir. Dün, hukuk, din ve bütün diğer üstyapı kurumlarının “özerk” olduğunu varsayan safdillik, bugün de yapıbozumculuk ve başka bir dizi yoldan tarihsellikten koparılmış görüntülere ve söylemlere yönelir; artık insanların düpedüz katledildikleri bir savaş bile (Körfez Savaşı için Baudrillard’ın söyledikleri anımsanabilir) “sanal” ilan edilebilir, imaj, söylem ve hatta tek tek sözcüklerin bütün bağlamlardan koparılmış anlamları öne çıkarılır. Ve yine burada, bir suç ortaklığı ile karşılaşırız; çünkü bu tavır, yani olguları tarihsel bağlarından kopararak salt kendi yapısı bakımından anlamaya çalışmak, tam da uluslararası medya tekellerinin olmasını istediği şeydir. Başka bir deyişle anlatırsak, radyonun içinde küçük bir adam olduğunu ve bütün seslerin ondan geldiğini düşünen küçük çocuğunki, safça ama oldukça sağlam bir akıl yürütmedir; oysa gerçeği, yani kabloların ve dalgaboylarının öbür ucunda bir Büyük Birader’in var olduğunu, bütün seslerin ve görüntülerin oradan geldiğini biliyorsanız ve buna rağmen bu gerçekle değil, sözcüklerle ilgileniyorsanız, istenileni yapıyorsunuzdur. postmodernizmin tutumu tam da budur işte, gerçekten, somut olgudan uzaklaşıp, o somut olgudan türetilmiş olanın peşine düşmek. Gerçeği gizlemek ya da gizlenmesine yardımcı olmak ise, bir felsefi tutumun ötesinde, bir suç biçimi olarak düşünülmelidir.

Hiçbir Şey Rastlantı Değil!
Sosyal Devletin Sonu ve Postmodern Mimari

Kapitalizmin yeni dönemeci ile postmodern ideoloji arasındaki bir başka (rastlantı sayılamayacak) parelellik de mimari alanındadır. Modernist çağ diye toplamcı bir kavramla adlandırılan son iki yüzyılın bütüncü yapı anlayışı, aslında büyük insan topluluklarının yerleşimine göre tasarlanmış bir şeydi. Aynı biçimde, yüzyıl boyunca konut dışı yapılar da çok-amaçlı, belli bir ekseni, hedefi ve amacı olan binalar biçiminde gelişti. Büyük sosyal konutlar ve lojman binaları, daha doğrusu bütün bu yapıların inşa edilme mantığı, binaların kendisi ne kadar sevimsiz ve soğuk yüzlü olursa olsun, toplumcu değil ama toplumsal bir bakış açısını yansıtıyordu; bu açıdan Keynesçi devlet müdahalesi ve “sosyal devlet” illizyonuna uygun bir durum gözleniyordu. Özellikle sosyalist ülke deneyimlerinde bu tür bir “sosyal konut” yaklaşımı, başarı ya da başarısızlık tartışması bir yana önemli bir yer tuttu; eski aristokrat geniş evlerin yerine aile kavramını daha dar yorumlayan bir yapı tekniğiyle konut her tek bireyin barınma hakkı olarak ele alınıyor; siteler yaklaşımı güç kazanıyordu.Yalnızca konut alanında değil, konut-dışı yapılarda da sosyalist deneyim, bazen çok abartılmış noktalara varıyor olsa bile, çok amaçlı kompleksler yaratıyordu.
80’lerin neo-liberalizmine (ya da vahşi kapitalizmine) varıldığında ve sosyal harcamaların gereksizliği ilan edildiğinde ise artık durum kökten değişmişti. Sosyal konutların “sevimsizlik” gibi haklı görünen bir gerekçeyle tasfiyesi, bir tür “modernist” ilke gibi görünen ama aslında işçi sınıfının söke söke kazandığı sosyal hakların kesilmesi, postmodernizme denk düşüyordu. Eski tür fabrika düzeniyle birlikte toplu davranışı da geliştiren toplu yerleşim tarzının canına okuyan kapitalizm, kentlerin kaymak tabakasını düzene koyup geriye kalan bölümünü de kaderine terkederken, felsefi-ideolojik desteği de “her türden toplulaşma ve toplulaştırma” biçimine lanet okuyan postmodernizmden aldı. Böylece evsizlik, gecekondu ve belirgin bir amacı olmayan dağınıklık mimarisi meşrulaştırılılırken, kamusal alanı ortadan kaldıran burjuvazi yapay alanlar inşa etmeye girişti. Böylece neredeyse “S” harfiyle başlayan bütün kavramlarla (yalnızca sosyalizm değil, sosyal harcama, sosyal tedbirler, vb.) hesaplaşıyor, [mevcut düzene karşı çıkar gibi görünen bir yerden konuşan postmodern filozoflar da bu hesaplaşmanın tarafı haline geliyorlardı.]

Hiçbir Şey Rastlantı Değil!
Kültürün Yarılması ve Edebiyatın Ucuzlaması

Aslında kültürün ve kültüre ulaşma imkânlarının sınıfsal temelde ayrışması, çok önceden tamamlanmış bir şeydi. Daha doğrusu, bütün sınıflı toplum tarihi boyunca aşağıdakiler ve yukarıdakilerin ayrı ayrı kültürlere sahip olmaları, üretim araçlarına sahip olan sınıfın “zihinsel üretim araçlarına da sahip olması” bilinen olgulardı; bu anlamda alt-kültür denilen kavram da yeni sayılmazdı. Ama tekelci kapitalizmin son otuz yılı ve özellikle 90’lar sonrasındaki yeni tarihsel sürecin arifesi sayılabilecek 80’li yıllar, bu bakımdan çok kesin bir netliği gündeme getirdi. Üretimin yeni örgütlenişinden, sermayenin yeni biçimlenişine kadar bir dizi faktörün de etkisiyle, insanlığın temellerini özellikle Aydınlanma çağında attığı bir kültür mirası, romandan şiire, müzikten görsel sanatlara dek, eski moda şeyler haline getirilir ve üst tabakanın özel ilgi alanı haline sokulurken Jack London’un ünlü deyimiyle “uçurum insanları”, tamamen bu sürecin dışına itildi. Böylece her alanda kendi orijiniyle hesaplaşıp ondan kurtulmaya çalışan vahşi kapitalizm, insanın büyük dertlerine, projelerine ilişkin yazılıp çizilmiş olan büyük eserler dizisinden de yakasını kurtarıyordu.
Çok dar bir kaymak tabakanın yararlandığı üst düzey etkinlikler ile eğlencelik-popüler ürünler arasındaki derin uçurum böylece daha da derinleşti ve bu, postmodernizm tapınaklarında “büyük roman”ın, “konulu şiir”in bitişi olarak kutsandı. Her türden ekleme, kolaj, kasten yaratılmış anlamsızlık başat hale gelirken, insanın önemli açmazlarını ve dertlerini sorgulayan, geçen yüzyılın derinlikli eserleri çöp tenekesine layık görüldü. Bu tabloda, geniş okur-izleyici kitlesine, yani alttakilerin en azından bir şey okuma-izleme hevesinden henüz vazgeçirilememiş olanlarına düşen ise tarihin keyfi kurgulanışına dayanan Best Seller eserler, kopyalama görsellikler ve tabii ki televizyon gibi araçların zappinglerle parçalanan karmaşasından ibaretti. Yemek kültüründen fast-food’a geçerken yapılan operasyon, sanat alanında da tamamlanmıştı. Ve hiç şüphesiz, bu da rastlantı değildi; binlerce ucube ürünü piyasaya salan, büyük tekellerden başkası değildi çünkü.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul