Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

N. Yağmur

Afganistan işgalinin tamamlanarak sömürge valisi Karzai’yi “devlet başkanlığı”na tayin edilmesinden sonra, ayak işlerini ISAF’ın Türk personeline devreden emperyalist haydutlar, şimdi de gözlerini Ortadoğu’nun bir başka ülkesine, Irak’a diktiler. Tarihe ilk naklen savaş olarak geçen Körfez Savaşı sırasında bütün altyapısı çökertilen, on yılı aşkın süredir yoğun ambargo ile açlığa mahkum edilen Irak, şimdi yeniden emperyalist koalisyonun gündeminde.
Artık kimse Irak’a saldırı yapılmayacağını, bunun sadece Beyaz Saray oyalansın diye icat edilmiş bir oyun olduğunu düşünmüyor. Gerçi ABD ordusunda bazı kademelerin bu çukura girmekten yana olmadıkları yazılıp çiziliyor ama bunların doğru olması halinde bile bunun durumu değiştirmeyeceği kesin.
Mevcut statükolara aykırı davrananları yola getirmek üzerine kurulu emperyalist konsept, kendi içinde de aykırılıkları yola getirmenin bir yolunu bulacaktır.
Nitekim, bir operasyonun henüz gündemde olmadığı, daha her şeyin tartışma aşamasında olduğunun söylendiği bu günlerde bile bir yandan da Körfez üsleri ve İncirlik harıl harıl çalışıyor. Malzemelerin ve birliklerin ötesinde çok sayıda ajanın da Irak içlerine helikopterlerle gönderildikleri, geçtiğimiz günlerde gazetelerde yayınlandı. Buna inanmamak için hiçbir sebep yok; Körfez Savaşı’ndan sonra bölgeden ne kadar çok yerel CIA ajanının tahliye edildiğini hatırlayanlar aynı miktarın katlanarak geri gönderilmesinin mümkün olduğunu tahmin edebilirler.
Kısacası, hummalı bir teknik-askeri hazırlıkla politik manevralar ve üstüste yağdırılan tehditler bir arada yürüyor bugünlerde.

Söz Yığınlarının Arasında
Belki tarihte ilk kez olmuyordur; ama bir işgal operasyonunun, en azından kamuoyunun bilmesinde sakınca görülmeyen bölümü itibarıyla bu kadar açıkça tartışıldığına, hesapların bu kadar orta yerde yapıldığına şimdiye dek pek tanık olunmadı.
Yalnızca batılı gazeteciler değil, onların vasıtasıyla bizim medyamız bile Bağdat’a hangi kapıdan girileceği, kaç bin kişilik kuvvetin bu iş için yeterli olacağı konusunda çeşit çeşit spekülasyon üretmeye aylardır devam ediyorlar. Ama bu kez, tartışmacılar korosu yalnızca gazetecilerle de sınırlı kalmıyor; Bush’tan başlayarak emperyalist ülke politikacılarının hepsi ve Pentagon generalleri de üç günde bir “Irak harekâtının ne zaman ve nasıl yapılacağı” üzerine açıklamalar yapıyorlar. CIA destekli muhalif darbesi mi yapılacak, Afganistan’da olduğu gibi birkaç bin Amerikan askerinin desteğinde kukla ordular mı yaratılacak, yoksa Körfez Savaşı’nda olduğu gibi tam anlamıyla bir toplu saldırı mı yapılacak? Saddam’ın zor yoluyla devrileceği konusunda herhangi bir tereddüt, en azından Bush cephesinde bulunmuyor; ama ortalığı bulandıran yöntem tartışmalarının da ardı arkası kesilmiyor.
İşin bu kadar aleniyete dökülmesinin sebeplerinden biri, şüphesiz yapılacak olanların meşruiyet temelini genişletmekle ilgilidir. Müttefiklerini Afganistan olayında olduğu kadar rahatlıkla ikna edemeyeceği anlaşılan ya da en azından bazıları açısından zorlanan ABD, bu kez yalnızca kanıtlar değil, ortaya bir ısrar ve kararlılık da koymaya çalışıyor. “Şöyle ya da böyle bu işin mutlaka yapılacağı” konusunda ikide birde yapılan “kesin tavırlı” açıklamalar, “ikna” olmayanları da “razı” etmeyi hedefliyor.
Haydutlar koalisyonunda şimdilik ciddi çatlaklar varlığını sürdürüyor. Özellikle sadık müttefik Britanya dışındaki Avrupa ve Rusya, bu iş için Afgan seferi kadar gönüllülük göstermiyorlar. Örneğin, önceki günlerde bir araya gelerek operasyonu konuşan Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ve Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın BM onayı olmaksızın yapılacak bir harekâta karşı olduklarını, bu koşul sağlanmadıkça asker göndermeyeceklerini açıklamaları, Blair’in ise İngiltere’de gitgide artan bir muhalefetle karşılaşması, açık bir hoşnutsuzluğun ifadesidir. Elde 11 Eylül olayına benzer somut bir olgu da olmayınca genelde dünya kamuoyu da harekâtın gerekliliği konusunda kesin biçimde ikna edilemiyor.
Bu yüzden açıklamalar giderek sertleşiyor ve kesin bir dil kullanılıyor. Zaten şimdilik bundan başka bir yol da izlenemiyor; çünkü ABD’nin şu ana kadar “biyolojik silah” ya da “Kaide bağlantısı” konusunda ortaya koyduğu “müthiş” kanıtlardan arkası dolu olanına rastlanılamadı.
Ama bundan da önemlisi, böylece sistemin vurucu gücünün kendine güveni ve pervasızlığı vurgulanmış oluyor. Sonuçta elbette bu askeri harekât da bütün askeri harekâtlar gibi mümkün olduğunca beklenmedik bir anda yapılacak ya da en azından böyle olmasına özen gösterilecektir; ama olgu üzerine çok konuşulması da bir yandan başlıbaşına bir güç gösterisi anlamına geliyor. Yani, bir ülke ya da ülkeler topluluğu (ABD ve müttefikleri) bir başka ülkeye (Irak) nasıl saldıracaklarını, o ülkeyi nasıl işgal edeceklerini açıkça, orta yerde tartışırlarken, aslında ne kadar pervasız olduklarını bu vesileyle başkalarına da (örneğin Küba, Kore Demokratik Cumhuriyeti, vb..) göstermiş oluyorlar.

Irak Afganistan kadar kolay mı?
Ancak uzun süredir ağızlarda sakız edilmesine rağmen operasyonun henüz başlatılamaması işin güçlüğünden de kaynaklanıyor. Afgan örneğinde çok daha yoğun ve her şeye hazır olan “kukla silahlı güçler” Irak’ta daha isteksiz değil belki ama daha problemli oldukları kesin. Londra’da yapılan “muhalifler konferansı”nda Türkmenler dışında çatlak ses çıkmaması ve tümünün birden uşaklığa hazır olduklarını ilan etmeleri, hatta bir “askeri konsey” kurarak darbe hazırlıklarını tamamlamaya girişmeleri, her şeyin bitmiş olduğu anlamına gelmiyor.
Herbiri kendi amaçları peşinde koşan bu toplama grubun asıl çekirdeğini oluşturan güçler olan feodal Kürt yapılarının isteklerinin bölgede problem yaratmayacak bir seviyede tutulması da ayrı bir önem taşıyor. Örneğin 8-9 Ağustos tarihlerinde Washington’da yapılacak olan Irak Muhalefeti toplantısı öncesinde Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB)’nin “geçici parlamento” konusunda kendi aralarında bir anlaşmaya varmaları ve “aşama aşama iki Kürt örgütünü birleştirmek” gibi hedefler saptamaları ve bütün bunlar konuşulurken pek dikkate alınmıyormuş gibi görünen PKK’nin de bölgede bulundurduğu güç, bir dizi karışıklığın nedeni olabilecek olgulardır.
Uzun yıllardır altyapılarını, güçlerini oturtmuş olan bu yapılarla Afganistan’ın hepsi kendi başına padişah olan savaş ağalarının kıyaslanamayacağını şüphesiz operasyonu planlayanlar da bilmektedir.

Türkiye: Dünden Hazır
Bütün bu gelişmeler yaşanırken Türkiye’nin tavrını yorumlamak ise aslında sanıldığı kadar zor değildir. Her şeyden önce, üç günde bir gelip giden ABD heyetlerinin “Türkiyeyi ikna etmek” için uğraşıp durduğu, bu çok değerli müttefiki operasyona katmak için ter döktükleri üzerine yazılıp çizilen efsanelerin çoğu gerçeği yansıtmamaktadır.
Yaklaşık on yıldır yoğun şekilde bu tür operasyonlar için silahlandırılıp şekillendirilen Türkiye’nin böyle bir operasyon dışında kalmayı aklından bile geçirmediği çok nettir. İşin asıl karar merkezi olan MGK’nın 25 Temmuz toplantısı, bu konudaki bütün kuşkuları ortadan kaldırmıştır. MGK’nın aşırı resmi dilini bildiğimiz Türkçe’ye çevirdiğimizde, söylenen şey şudur: ABD, bu operasyonu, kimseler istemese de yapacak ve ABD bizim müttefikimizdir! (Daha doğru ifade şöyle: Biz ABD’nin müttefikiyiz!) Bunun dışında dile getirilen ticaretle ilgili kaygılar ise Türkiye oligarşisinin tipik tavrıdır; bu işten zarar görebiliriz; arada bizi de unutmayın!
Kürt devleti kaygısı olarak ifade edilen şeyler ise gerçek karşılığı olmayan olgulardır; çünkü esasen Amerikalıların da bölgede risk yaratacak yeni bir ulusal devlete izin vermeye niyeti yoktur.
Bu konuda düşler kuranlar (KYB, KDP gibi) olsa da, emperyalist egemenliğin istediği şey, kendi işini görürken yanında durup yardımcı olacak kuklalardır. Afganistan örneğinde de görüldüğü gibi ABD, işgal sonrasındaki yeni yönetimin yıkılan “zorbalar”dan daha “zorba” olmasında bir sakınca görmemekte, ne kadar eli kanlı katil-uyuşturucu varsa işbirliği yapabilmektedir.
Türkiye’nin böyle “kaygılar”ı sık sık dile getirerek ve ayak direyerek operasyonun sonuçlarından daha büyük pay kapmak istediği yolunda bir yorum yapılabilse de, aslında bu yorum da Türkiye’ye yüklediği “bağımsız davranış” konumundan ötürü gerçeği tam ifade etmemektedir. Şüphesiz, Türkiye oligarşisi, operasyona katılırken bundan somut çıkarlar da elde etmek istemektedir; ama bu esasa ilişkin bir durum değildir.
Yeni bölgesel konumlanış içinde Türkiye, uzun süredir emperyalizmle eskisinden daha derin bir bağımlılık ilişkisine girmiştir ve bu ilişkinin esası zaten tam anlamıyla “içiçe geçme” esprisine dayanmaktadır. Yani, özellikle on yıldır ABD kaynaklı çokuluslu silah tekelleri tarafından tepeden tırmağa donatılan, iç savaş ya da gerilla mücadelesi boyutlarını kat kat aşan türde ağır savaş malzemeleri ve ülke içi operasyonlarda çok da gerekli olmayan uzun uçuşlu jet ihalelerine giren Türkiye, başından beri bu tür müdahaleler için hazırlanmaktadır.
Örneğin Türkiye, tarihteki en büyük jet uçağı projesi olan müşterek taarruz uçağı JSF projesine resmen katılmıştır. İngiltere, Kanada, Hollanda, Danimarka, Norveç, İtalya ve ABD ile birlikte yürütülecek JSF projesi, 200 milyar dolarla dünya tarihinin en büyük sözleşmesidir. Üretim liderliğini Lockheed’in yaptığı bu projede yapılacak 3000 uçaktan 150’sini Türkiye alacaktır. Sesten hızlı ve görünmez olan bu F-35 serisine Türkiye’nin yerel düzeyde ihtiyacı olmadığı kesindir.
Ve yine Türkiye, derin ilişkilerle bağlanmış olduğu emperyalist kampa, özellikle de ABD’ye ciddi biçimde itiraz etme durumunda değildir. Yani, kursağında “Turan” hevesi kalmış birileri kendince “Musul-Kerkük” hevesleri kuruyorsa eğer, bunun bir tür “manda yönetimi” versiyonunun gerçekleşmesi bile Pentagon’da yapılan bir dizi ince hesaba bağlıdır.
Kaldı ki, emperyalist ilişkilerin doğası gereği işlerin bir de resmi görüşmeler ne durumda olursa olsun yürüyen bir bölümü vardır ki, zaten sürecin asıl yükümlülükleri de o alanda yerine getirilmektedir. Yani, bütün bu ziyaret trafiği ve karşılıklı “kaygı” ifadeleri sırasında İncirlik’te faaliyet bir gün bile aksamış değildir. Bir zamanlar Türk subayları içeri sokulmadığı için kemalist tepkileri üstüne çeken İncirlik, şimdi artık böyle bir özel yasağı hiçbir biçimde problem teşkil etmeyen Türk ordusuna değil, basına ve meraklı gözlere uygulamaktadır. Bütün üs faaliyeti için kimsenin kimseden izin aldığı yoktur; zaten böyle bir izne gerek de yoktur.
Sonuç olarak, bütün nazlanmalara rağmen Türkiye gırtlağına kadar bu işin içindedir ve içinde olmaya da mecburdur. O kadar ki, savaşın bahanesi olarak kullanılan şu ünlü biyolojik-kimyasal silahların bir biçimde Türkiye coğrafyasını da vurabilme ihtimali bile işbirlikçileri (biraz da vurulabilecek olan bölgelerin halkının zaten katli vacip olması nedeniyle) rahatsız etmiyor.
Türkiye devrimci hareketi ve emekten yana bütün güçler bu noktada büyük görevlerle karşı karşıyadırlar. Saddam’ın kim olduğunu herkesten iyi bilen devrimci güçler, bu konuda yapılacak emperyalist-batılı propagandalara aldırış etmeden emperyalist operasyona karşı net bir tutum almaya ve bu tutumu kitlelere maletmeye zorunludurlar.
Bölge halklarının devrimci dayanışması ve anti-emperyalist duruşu, bugün her zamankinden daha acildir.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul