Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Çev. H. Kumru

Aşağıdaki röportaj, Filistin'e Geri Dönüş Merkezi tarafından yapılmış ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) web sitesinden alınarak çevrilmiştir.

Soru: Alçakça yürütülen işgale karşı mücadele deneyiminize dayanarak dünyadaki en pervasız askeri ve teknolojik güce direnen insanların birbuçuk yıldır İntifada’da geçirdiği koşulları nasıl değerlendiriyorsunuz?
George Habash: Siyonist işgale karşı Filistin ulusal mücadelesinin daha önce tarihimizin hiçbir aşamasında benzeri görülmeyen yeni bir niteliksel aşamaya girdiğini düşünüyorum. Kutsal Al-Aksa İntifadası kitlelerin mücadelesiyle silahlı mücadeleyi biraraya getiren yüksek militan mücadele aşamasını temsil ediyor. Filistin halkının geniş kesimlerinin katılımıyla kitlesel İntifada devam ederken aynı zamanda bununla paralel olarak İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’deki yerleşimlerine ve işgal ordusuna karşı askeri eylemler devam ettirildi.
Bunların yanısıra, 1948’de işgal edilmiş topraklarda şehitlik eylemlerine devam edildi. Bu eylemler, siyonist işgal güçleri tarafından uygulanan teröre, baskıya ve barbarca cinayet eylemlerine yanıt olarak öz-savunma bağlamında gerçekleştirildi. Düşman, her şeyin olgunlaştığı koşullarda tüm şehirlerdeki, köylerdeki ve mülteci kamplarındaki insanları terörize etmek ve Filistin’in altyapısını, kurumlarını ve varlığını imha etmek amacıyla savaş açtı.
İsrail’in vahşi askeri saldırılarına, genişleyen hareket alanına ve tanklar, uçaklar, ağır silahlar, roketler, hücumbotlar ve uluslararası yasalarla yasaklanmış çeşitli türlerdeki ağır ve modern silahların kullanılmasına rağmen Filistin halkının zaten hep olan savaşçı ruhunun halen büyüyor ve canlanıyor olması dikkate değerdir.
Filistin direnişinin çapı ve şiddeti büyüdükçe, düşmanla mücadelede de yeni biçim ve metodları geliştireceği ve İsrail’in güvenlik önlemleriyle bariyerlerini yıkacağı bugünden belli olmuştur.
Bugün geçmişteki direnişlerden farklı olarak Filistin halkının artık işgale tahammül etmeyeceği netlik kazanmıştır. Düşmanın dayatmacı, erteleyici, oyalayıcı, imzalanan anlaşma şartlarının manipüle edilmesine dayalı bir politika izlediğinin uzun ve acı deneyimler sonrası fark edilmesiyle birlikte artık şimdi Oslo antlaşmalarına dayalı görüşme masasına dönülmesi söz konusu olamaz. Filistin halkı artık bu anlaşmaların yanlış ve zararlı olduğunda birleşiyor. Filistin halkı artık işgale tahammül etmeyeceğini, özgürlük ve bağımsızlığı kazanana kadar mücadeleyi devam ettirme kararlılığında olduğunu göstermektedir. Tüm kuşatma, imha, ambargo, cinayet ve terör biçimlerine; düşmana yardım eden tüm Amerikan politika ve propagandalarına, resmi Arap rejimleri cephesinde daha önce görülmemiş seviyelere ulaşan pasiflik ve bozgunculuğa rağmen, Filistin halkı, Arap rejimleri, İsrail, Amerika ve Avrupa’nın politik, psikolojik ve askeri baskılarını tereddütsüz biçimde yılmadan karşılayarak çok yönlü mücadelesini devam ettiriyor.
Direnişin ulaştığı yüksek aşamayı ve şu andaki şartlarda Filistin halkının artan savaşçı ruhunu gösterebilmek için daha ayrıntılı açıklamama izin verin. Burada ilk anabileceğim şey, siyonistlerin vahşi eylemleriyle akıttıkları kana, tüm zorluk ve acılara rağmen Filistin halkının, siyonist askeri güç aygıtını etkisizleştiren efsanevi mücadelesini ortaya koyması ve iradesini tüm dünyaya gösterebilmesidir. İkinci anacağım şey, mevcut koşullarda Filistin silahlı mücadelesinin nitel bir ilerlemeyi farkedilir şekilde ortaya koymasıdır. Bu olgu, eşsiz cesaret ve yüreklilikleriyle ayırt edilebilen yeni nitelikli askeri eylemler sürecinin bir sonucu olarak İsrail’in artan kayıp sayısında -askeri, yerleşimci, güvenlik, istihbarat personeli- gözlemlenebilir.
İsrail’in kayıplarının çok yüksek olduğunu burada belirtmek yerinde olacaktır. Siyonistler geçmiş on yılların mücadelesinde hiçbir dönem bu kadar yüksek oranlarda kayıp vermemişlerdir. Son rakamlar öldürülen her üç Filistinli şehide karşı bir İsraillinin öldürüldüğünü gösteriyor. Büyük farklılıklara, güç dengesizliklerine, Filistin halkının elindeki yetersiz savaş araçları ve donanımına rağmen oranlar bu yöndedir. Eğer bu insan kayıplarına düşmanın ekonomik kayıplarını da eklersek Filistinlilerin silahlı eylemleri ve halkın savaşçı ruhu arttıkça siyonistlerin varlığını tehdit eden büyük sorunlara tanık olacağız. Doğal olarak siyonist düşman, bugünkü ve gelecekteki varlığını tehdit edecek bu gerçek tehlikenin büyüdüğünü daha önce hiç olmadığı kadar hissetmeye başlamıştır. Bu olgu son zamanlarda siyonist bölgedeki artan göç oranlarının da yansıttığı gibi İsrail nüfusunda korku, panik ve endişe hissini arttırdı.

Soru: Cenin mülteci kampında sergilenen kahramanlık destanı ve Nablus’da mücadele cephesinin teslimiyete yenilmemesi... Aynı çizgi Bitounia’da, Filistin Yönetimi’nin Ramallah’taki karargahında ve Doğuş Kilisesi’nde izlenseydi sonuçları ne olurdu?
Habash: Cenin kampı ve eski Nablus kentindeki kahramansı destanın politik, askeri ve güvenlik açısından çok büyük anlam ve önemi vardır. Buralarda sergilenen mücadeleler Filistin halkının savaşa ve direnmeye hazırlıklı olduğunu gösteriyor. Filistinli savaşçılar, yerine getirmekten çekinmedikleri cesaretlerini, eşsiz gizli enerji potansiyellerini ve özveri düzeylerini gösterdiler. Herkesin bildiği gibi, güç dengesindeki büyük eşitsizliklere, suyun ve elektriğin kesilmesine ve yiyecek stoklarının tükenmesine rağmen oniki gün süren siyonist vahşete karşı Cenin kampı direnişin simgesiydi. İsrail, uçakları, tankları, roketleri ve her türlü ağır silahları kullandığını ve kampa yönelik defalarca saldırıda bulanacak ve kampı ele geçirebilecek kumandanlar ve adamlar konumlandırdığını ve kampta bulunan savaşçıları etkisiz kılmayı denediklerini ve eski Nablus kenti merkezini hasara uğrattıklarını itiraf etti. Buna rağmen İsrail ordusu kampı işgal edememişti. Kamp, ancak direniş savaşçılarının cephanesinin tükenmesinden sonra ele geçirildi. Direnişçiler cesaret, kahramanlık ve azimleriyle işgal ordusunun çok sayıda ölü ve yaralı vermesine yol açtılar. İsrailli yetkililer asker ve polis 23 görevlilerinin öldürüldüğünü, yüzlercesinin de yaralandığını itiraf etti.
Cenin kampı ve eski Nablus kentinde görülen şiddetli savaş kuşkusuz siyonist düşmanla mücadele tarihindeki ilk karşılaşma değildi. Sınırlı askeri olanakları ve zayıf silahlarına rağmen 1920’ler, 1930’lar ve 1940’lar, Filistinlilerin iyi sınavlar verdiği birçok savaşa sahne oldu. 1948’den sonraki onyıllarda ve özellikle Haziran 1967 yenilgisinden sonra Filistin silahlı mücadelesinde Filistin savaşçılarının eşsiz savaşçı ruhları ve Filistin ulusal haklarının, topraklarının, ulusal onurunun savunulması için fedakârlığa hazır olunduğu, cesaret, sabır ve üstün yeteneklerinin kanıtlandığı birçok kahramanca çarpışmaya şahit olundu. Güney Lübnan’da, Ürdün nehri kıyısında, 1982’de siyonist güçlerin giriştiği Beyrut kenti kuşatması sırasındaki çatışmalarda Filistin cephesinin birçok destansı kahramanlık örneği vardır.
Aynı tarihlerde modern Filistin devrimi sürecinde, yüzlerce, hatta binlerce Filistin savaşçısının İsrail ordusuna karşı ülke içinde ve sınırlarda giriştiği saldırı örnekleri vardır.
Eğer Filistin Yönetimi yanılsamalardan kurtulup ciddi bir çözüme yönelebilseydi ve tüm biçimleriyle mücadele ve direniş için hazırlansaydı, daha uygun koşullar altında mücadeleye katılabilmeleri için, Filistin Ulusal Ordusu’nun enerji ve kapasitesinin birleşimi için uygun ortamı hazırlamış olsaydı, bu tarihsel ve güncel olaylar ışığında Filistin’in diğer kentlerindeki örgütlü askeri mücadelelerin sonucu çok daha farklı olabilirdi.
Cenin ve Nablus’taki Filistinli savaşçılar Gazze, Rafah, Khon Younus, El-Halil, Ramallah, Tulkarim, Kalkilya ve diğer Filistin kasabaları ve mülteci kamplarındaki Filistinli savaşçılarla aynı irade ve kararlılıkla silahlanmışlardır. Eğer Cenin kampı ve eski Nablus kentindeki direnişçilerin yaptığı gibi sınır boyunca düşmanla çatışabilecekleri bir düzenlemeye gidilmiş olsaydı, İsrail’e ağır kayıplar ve dersler veren büyük bir kahramanlık destanı yazılırdı. Dolayısıyla sorun savaşçılarla ya da düzenlemelerindeki küçük çaplı askeri araçlarla ilgili değildir. Karşılaştığımız ve karşılaşmakta olduğumuz sorun, Filistin Yönetimi’nin halen Amerika ve Avrupa’nın arabuluculuğunu içeren bir politik anlaşma planı üzerine kumar oynamasıdır. Filistin Yönetimi, anlaşma süreçlerinin uzun ve acı deneyimlerine rağmen görüşme masasına ve Oslo anlaşmalarına geri dönülmesi için büyük çaba harcıyor. Bu deneyim, ister İşçi Partisi ister Likud olsun, İsrail hükümetlerinin tümü işgali sonlandırmak ve anlaşmalara bağlı olmak istemediğini göstermiştir. Filistinlilerin geri dönme, kendi kaderini tayin ve bağımsız bir devlet olma hakkıyla ilgili Birleşmiş Milletler kararını uygulamaya hazır olmadıklarını açıkça ve pervasız bir şekilde ilan ettiler. Filistinlilerin geri dönüş, kendi kaderini tayin ve başkentin Kudüs olduğu bağımsız bir devletin kurulması gibi kazanılmış hukuki ulusal haklarının reddedilmesi ve işgalin kalıcılaştırılması için sorunun temellerini saptırmaya devam ettiler.
Tüm bu amansız koşullar, Filistin Yönetimi’ni yanılsamalarından kurtarmak için büyük çabalar sarfedilmesine, özgürlük, bağımsızlık ve geri dönme hakkı gibi halkımızın amaçlarına varabilmek için Filistinlilerin enerji ve potansiyellerinin birleştirilmesini ciddi bir konu olarak ele almaya zorlanmasına ve İsrail işgalcilerine karşı mücadeleyi sürdürme kararlılığındaki tüm yurtsever, demokratik ve İslami güçlerin harekete geçmelerine bağlıdır.

Soru: Son olarak FHKC’nin Genel Sekreter Yardımcısı tutuklandı. Daha önce de Abu Ali Mustafa şehit edilmişti. Ahmad Saadat halen cezaevinde. Özellikle terörist Ze’evi’nin öldürülmesinden sonra artan bu özel operasyonlar Halk Cephesi’nin performansını ne kadar etkiledi? Halk Cephesi’nin liderlerini Filistin topraklarında konumlandırma kararı alması sizce akıllıca mıydı?
Habash: Her şeyden önce, özellikle Ze’evi suikasti sonrasında, Halk Cephesi’nin geçtiğimiz aylarda maruz kaldığı suikastler, takipler, insan avları ve tutuklamaların düşmanın ilk kez uyguladığı bir tarz olmadığını belirtmeliyim. 1970’lerde, 80’ler ve 90’lı yıllar boyunca siyonist düşman Filistin dışında ve içerisinde silahlı bir örgüt olan Halk Cephesi’nin kitleler arasındaki politik ve askeri varlığına darbe indirebilmek için insanlarımızın öldürülmesi, takip edilmesi ve yakalanmasını amaçlayan birçok askeri operasyon düzenledi. 1970’lerin başında, yüzlerce insanın tutuklanması, Halk Cephesi’nin politbüro üyesi “Gazze’nin Che Guevara’sı” Yoldaş Muhammad Al-Asad’ın ve Merkez Komite üyesi Muhammad Al-Amsi yoldaşın şehit edilmesiyle sonuçlanmış olan Halk Cephesi’ne yönelik yoğun saldırıyı herkesin hatırlayacağını düşünüyorum. FHKC’nin yüzlerce askeri ve örgütsel sorumlusunun tutuklanmasına ve işgal edilen topraklardan binlercesinin sürülmesine yol açan, ayrıca çeşitli yerlerdeki çatışmalarda ve düşman hapishanelerinde birçok militan kadronun öldürülmesiyle sonuçlanmış olan ve 1980’lerde başlayıp 1990’ların başlarına kadar süren işgal saldırıları için de benzer şeyler söylenebilir. 60’ların sonlarında Cephe’nin şimdi şehit olan Abu Mansour önderliğinde El-Halil dağlarında verdiği gerilla mücadelesi pratiğini bitirmek amacıyla işgalci güçlerin giriştiği saldırıyı da ayrıca hatırlayabiliriz.
Fakat bu birbiri ardına gelen operasyonlar Halk Cephesi’nin Filistin’deki politik, örgütsel, kitlesel ve askeri varlığını tasfiye etmeyi başaramadı. Cephe, tutuklama, insan avı, takip, sürgün, tasfiye girişimleri ve eylemlerine hep maruz kalsa da yeniden ayağa kalkıp mücadeleyi çeşitli biçimler, araçlar ve yöntemlerle sürdürmeyi başarabilmiştir. Bugünkü koşullarda Cephe’nin hedef olduğu saldırılar ne kadar sert ve yoğun olursa olsun, bunların FHKC’nin mücadele yürüyüşünü durdurmada başarılı olabileceği inancında değilim. Yoldaş Abu Ali-Mustafa’nın öldürülmesiyle siyonist düşmanın verdiği büyük zarara rağmen partinin ileri gelen kadroları yeni düzenlemelerin yapılmasında ve yeni bir genel sekreter, Ahmad Saadat ve yardımcısı Abd al-Rahim Malluh’un seçilmesinde hızlı davranabildiler. Cephe ayrıca Genel Sekreteri’nin şehit edilmesinin intikamını kırk gün içerisinde, İsrail Bakanı Rehebam Ze’evi’nin Kudüs kentinin ortasında öldürülmesini başararak aldı. Ze’evi’nin öldürülmesinin başarılması Siyonist düşmanın güvenliğine ve tüm askeri güvenlik kurumlarına yönelik ağır ve ciddi bir darbeydi. Bu saldırı, İsrail’in güvenlik, askeri ve siyasi liderliği tarafından İsrail tarihinde daha önce rastlanmamış nitelikte ciddi ve tehlikeli bir tehdit adımı olarak mücadelenin yeni aşamalara taşınması şeklinde değerlendirildi.
Ze’evi’nin öldürülmesinin önemine yönelik bu değerlendirme, siyonistlerin birçok farklı teknolojiyi içeren geniş çaplı bir şiddet hareketine başlamasına neden oldu. İlkin İsrail ordusu Filistin Yönetimi’ne, İslami ve yurtsever Filistinli silahlı örgütlere karşı yoğun bir askeri saldırı başlattı. İkincisi, Filistin Yönetimi’ne Ze’evi’nin öldürülmesi eylemini gerçekleştiren Ahmad Saadat ve dört yoldaşının tutuklanmasını dayatan yoğun politik baskıların uygulanmasıydı. Bu dayatma, İsrail’in bu kişileri kendi araçlarıyla yakalayamamasının ardından geldi. Üçüncüsü, İsrail’in Amerika, Avrupa ve bazı Arap ülkelerini Arafat’a FHKC’yi “terörist bir örgüt” ilan ederek o doğrultuda hareket etmesi için baskı yapmalarını sağlamak amacıyla çok yoğun politik, diplomatik ve halkla ilişkiler kampanyasına girişmesiydi. Bu baskılar ne yazık ki Filistin Yönetimi’nin yoldaş Ahmad Saadat ve dört yoldaşını tutuklamasıyla sonuçlandı ve İsrail güvenlik birimleri Genel Sekreter Yardımcısı Yoldaş Abd al-Rahim Malluh’u tutuklamayı başarana kadar Cephe’nin yüzlerce üye ve kadrosunu tutukladılar.
Halk Cephesi’ni hedef alan bu yoğun saldırılar doğal olarak ülke içindeki Cephe’nin performans ve verimliliğini etkiledi. Fakat Cephe’nin alışılmış askeri görevlerini sürdüreceğine kesinlikle inanıyorum. Cephe, yeniden güçlü bir şekilde ortaya çıkacaktır. Geçtiğimiz aylar boyunca İntifada ve Cephe’nin askeri eylemleriyle daha önce hedefi oldukları saldırıların üstesinden gelebileceklerinin kanıtlandığını düşünüyorum.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince, ülkeye dönebilen tüm yoldaşların geri dönmesi taraftarı olduğumu doğrulamama izin verin. Yoldaş Abu Ali’nin şehit edilmesi ve Yoldaş Malluh’un tutuklanmasıyla sonuçlanan kayıplarımıza rağmen Cephe’nin bu aşamada doğru karar verdiği inancındayım. Tabii ki kararın doğruluk derecesi hakkında hüküm vermek için henüz erkendir. Her koşulda, Halk Cephesi, kararlarını ulusal mücadelenin her aşamasında gözden geçirmeye, dersler ve sonuçlar çıkarıp gelecek dönem için çalışma planları koymaya alışkındır. İleri gelen kadrolar bu aşamayı kesinlikle durup değerlendireceklerdir. Fakat salt bu açıdan değil; Cephe’nin performasını ve genel olarak Filistin ulusal konjonktürünün kapsamlı bir değerlendirilmesinin de sorumluluğunu alacaklardır.

Soru: Son olarak uluslararası baskı altında Filistin Yönetimi reform programı diye bir şey açıkladı. İsrail tankları Filistin kentlerini kuşatmışken ve tutuklamaların, yıkımların ve öldürmelerin sürdüğü bir zamanda bakanların isimleri açıklandı. Filistin Yönetimi’nin gitgide Filistin halkının sorun ve çıkarlarından daha da uzaklaştığını ve bu bağlamda gerçeklikten bir kopuş yaşadığını düşünüyor musunuz?
Habash: Politik reformun Filistinlilerin kapsamlı bir ulusal talebi olduğunu en baştan söylememe izin verin. Bu, politik ve entelektüel konumları ne olursa olsun tüm Filistin ulusal güçleri ve örgütleri tarafından desteklenmektedir. Filistin Kurtuluş Örgütü, Filistin Yönetimi ve Filistin’in ulusal karar alma organizasyonları üzerinde uygulanan tüm hegemonya biçimleri, keyfi ölçütler ve otoriteciliğin gölgesi altında bu talep geçmişte ve bugün halen Filistinin önemli bir ulusal sorunudur. Son otuz yıl boyunca FKÖ, kurumlarını reformdan geçirmek ve demokratik temellerini (kuruluşunu) yeniden oluşturmak için bir şekilde ulusal programa yardım edecek ve Filistinlilerin ulusal haklarını geri almak için yürüttükleri mücadeleyi ilerletecek, halkımızın özgürlük ve bağımsızlık hedeflerini koruyacak gerçek ve ciddi bir mücadeleye girişti. 70’ler ve 80’lerde FKÖ’nün tüm politik, örgütsel ve sendikal yapılarının reform sürecinde elde edilen bazı kazanımlara rağmen son tahlilde reformlar nitelik olarak kısıtlı ve geçici oldu. Bu reformlar önemsenmedi, terk edildi ve daha sonra toplum meseleleriyle ve gerçek kollektif liderlikle ilgisi olmayan tahrip edilmiş kavramlar, alışkanlıklar ve gelenekler -otoritecilik ve karar alma süreçlerindeki sorumsuzluklar gibi- her şeyin eskiden olduğu gibi yürümesi için hakim kılındı. Tüm bunlar yönetim kadrosunun Filistin Kurtuluş Örgütü’nü kuramsal anlamda geniş bir ulusal koalisyon olarak tanıması ve Filistin halkının tüm yasal temsilcilerini tek bir şemsiye altında birleştirecek kapsamlı-sürekli bir çerçeve olarak desteklenmesi sırasında gelişti.
Son durum hakkındaki soruya dönecek olursak, ne yazık ki, bugün Filistin Yönetimi’nin önerdiği demokratik ve politik reformlar Amerika-Avrupa-İsrail ve resmi Arap rejimlerinin baskılarının sonucu olarak İsrail ve Amerika’nın güvenlik amaçlarına ulaşılmasına bağlanmıştır. Bu amaçların önemi Amerika ve İsrail’in çıkarlarına, heveslerine ve planlarına yardımcı olan bir Filistin siyasal rejiminin kurulmasını hedeflemesidir. Bu rejim, İsrail ve ABD’nin siyasal ve güvenlik amaçlı görev ve hizmetlerini karşılayacaktır. Öncelikle bu hizmetlerin, Filistinli yurtsever muhalif güçlerin bastırılması, İntifada’nın ve İsrail işgalcilerine karşı savaşmakta olan tüm Filistinli (yurtsever, demokratik, İslami) silahlı ulusal direniş örgütlerinin tasfiye edilmesi girişimlerine yönelik olduğu kanıtlandı.
Filistinli ya da Arap olsun hiç kimsenin Amerikalıların, Avrupalıların ve İsraillilerin Filistin’de demokrasinin yokluğu, güvenlik birimlerinin otoriterliği, mahkeme kararlarının ve en temel Filistin yasalarının önemsenmediği, yönetici kurum ve üyelerdeki artan çürüme ve bürokratikleşme üzerine döktüğü timsah gözyaşlarına inanacağını düşünmüyorum. Endişe duyduklarını iddia ettikleri bu şeyler her türlü inandırıcılıktan yoksundur. Aslında tarih bu üçünün de her zaman üçüncü dünya ülkelerini ve rejimlerini en temel demokratik ve insani hakları reddeden derin ve köklü baskı, terör, sindirme ve çürümeye yönlendirdiğini göstermiştir. Bunu sadece kendi çıkarlarını garanti edebilmek amacıyla yapıyorlar. Bu politikaların örneklerini ve sayısız gizli yönlerini saymak oldukça güç olacaktır. Batılı yazarların kaleme aldığı birçok kitapta Amerika ve Avrupa güvenlik birimlerinin birçok diktatörlük rejimini desteklediği ve beslediği açığa çıkmıştır.
Ama yine de İsrail, Amerika, Avrupa ve Arap devletlerinin kendi çıkarlarına hizmet eden reformları Filistin Yönetimi’ne dayatmış olmasına rağmen biz bir saniye bile reform mücadelesinin sürdürülmesi için tereddüt etmemeli ve demokratik, özgür ve onurlu temellere dayalı gerçek ve radikal bir reformun yapılabilmesi için tüm enerji ve olanaklarımızı harekete geçirmeliyiz. Filistin Yönetimi’ni ve FKÖ’nün kurumlarını, belediyeleri, köy konseylerini ve hatta sendikaları ve kitle örgütlerini kuşatan bir reform olmalıdır. Bizden önce uzun yıllar boyunca başarılması için mücadele verilmiş etkili bir reform hareketini tamamlama şansına sahibiz. Bu yolda başarılı olunabilmesi ancak tüm hegemonya, sayısız keyfi ölçüt ve otoritecilik biçimlerine bir sınır getirilmesiyle ve ilkelere dayalı şeffaf kurumların kurulabilmesiyle mümkündür.
Doğal olarak bu tür reform ve seçimlerin Oslo Anlaşması’nın şartları ve işgalin doğrudan ve dolaylı etkilerinden uzakta, kurumlara yardım eden bir çerçevede oluşması gerekir. Ayrıca bunlar, kusursuz bir düzenlemenin ve hazırlığın yapılması temelinde yeni ve çağdaş bir seçim sistemi çerçevesinde oluşturulmalıdır.
Tüm yurtsever, demokratik ve islami güçlerin çabalarının birleştirilmesinin ve demokratik seçimlerin, gerçek bir reformun gerçekleşebilmesi için gerekli fırsatları sağladığı önemle vurgulanmalıdır. Halkımızın özgürlük, bağımsızlık hedeflerine varabilmesi ve yağmalanmış haklarının tekrar kazanılabilmesi için Filistinli kitlelere ve onların politik güçlerine işgale karşı mücadelelerini sürdürebilmelerini kolaylaştırabilecek koşulların sağlanması gerektiğini düşünüyorum.

Soru: Mücadele dolu yıllar boyunca Filistinli mülteciler siyonist projeye karşı savaşta önemli bir rol oynadılar. Çatışmanın canalıcı noktası mülteciler olduğundan bu çok doğaldı. Mülteci kamplarının sistematik bir biçimde nasıl hedef alındığını hepimiz gördük. Örneğin Sabra ve Şatilla’daki tüyler ürpertici katliamlar hatırlanabilir. Son Al-Aksa İntifada’sında tüm mülteci kampları hedef alındı ve daha sonra da Cenin mülteci kampında bir katliam yaşandı. Çatışmanın her aşamasında kamplar neden hedef alınıyor ve sizce halkımızın kamplarda acı içinde mülteci olarak yaşıyor olması siyonistler için yeterli değil mi?
Habash: Evet, Filistinli mülteciler yıllarca siyonist projeye karşı Filistin Ulusal mücadelesi içerisinde önemli roller almıştır. Bu çok doğaldır; çünkü sorunuzda da değindiğiniz gibi Filistinli mültecilerin topraklarına geri dönme meselesi bugün halen siyonist-Batı sömürgeci bakış açısıyla çatışmanın düğüm noktasını teşkil eder. Bu yüzden Filistinli mültecilerden bahsettiğinizde, bu, işgal topraklarındaki kamplarda yaşayan beş milyon Filistinliyi tartıştığımız anlamına gelir. Bu insanların yaşamları, geçim, sağlık, eğitim, barınma gibi çeşitli ölçütlerle uygulanan ilkel ve insanlık dışı koşullarla birlikte anılıyor. Filistinli mülteciler anahtarlarını hep yanlarında gezdirirler çünkü bir gün kentlerine, köylerine evlerine ve mülklerine geri dönecekleri umudu taşıdıklarından aslında sürekli bir belirsizlikle tanımlanacak bir yaşam sürdürürler. Acımasız ekonomik, toplumsal insani koşullar ve bekleyiş uzadığında geri dönme hakkı mücadelesi için örgütlenmeye başladılar. Bu mücadele, burada ele alamayacağımız 1965’deki modern Filistin devriminin patlama aşamasına kadar çeşitli biçimler altında sürdü. Filistin devriminin savaşçı ve kahramanlarını kamplardan çıkardığını söylemek bir abartı değildir.
Devrim gelişip olgunlaştığında kamplar onun en canlı doğal kaynaklarıydı. Onyıllar boyunca Filistin kampları her zaman büyük özveriler göstererek silahlı yurtsever direnişi takip ettiler. Bu nesnel bir olgudur; bu yüzden tartışılabilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Kamplar hakkında farklı bir görüş yoktur. Bu olgular ışığında Filistin kampları onyıllar boyunca siyonistlerin, birçok Arap rejiminin ve Amerika ile Batı Avrupa ülkelerinin politik müttefiklerinin her zaman hedefi olmayı sürdürdü ve yurda dönüş haklarını bir şekilde inkâr eden bu güçler Filistinlileri tekrar kamplara yerleştirdi.
Politik cephede siyonistler, Amerikalılar ve Batı Avrupa çevreleri Filistinli mültecilerin yeniden yerleşimi için binlerce plan ileri sürdü. Fakat Filistinlileri evlerine ve mülklerine geri dönme hakkından vazgeçmeye ikna etmek için hazırlanan bu planlar tüm manipülasyonlara rağmen başarısızlıkla sonuçlandı. Tam tersine Filistinliler haklarına daha fazla bağlandılar ve günlük hayatlarını çevreleyen zor koşullara rağmen yurda dönüş konusunda ısrar ettiler. Filistin devrimi patlak vermeden önce, güvenlik ve askeri meseleler cephesinde Filistin mülteci kampları Arap polisi ve güvenlik birimlerinin birçok baskı, terörist operasyon ve tutuklama kampanyalarına hedef oldu. Bu baskının amacı Filistinlilerin politik etkinliğini kısıtlamaktı. Bilindiği gibi devrimin patlamasından sonra Sabra ve Şatilla, Cenin ve Tell al-Zaatar gibi kamplar -anlatılması çok zor olan- bir dizi acımasız askeri saldırının, kuşatma harekâtının hedefi oldu. Bunlar kamplardaki en açık ve bilinen katliamlardır. Filistin kamplarının maruz kaldığı sayısız vahşetlerin burada anılması yedi sayınızı kapsayabilecek niteliktedir.
Bütün bunlara ve duyduğumuz hüzne rağmen Filistin kampları devrim için temel bir savaşçı kaynağı olmayı ve tüm biçimleriyle siyonist düşmanla mücadele etmeyi sürdürüyor. Siyonist düşmanın, Arapların ve yabancı güvenlik servislerinin mülteci kamplarını hedef almasının arkasında yatan temel neden kanımca budur.
Ayrıca Filistin mülteci kampları Filistin halkının elli yıldan fazla bir süredir yaşadığı çağın trajedisinin en açık örneği olmayı sürdürmektedir. Siyonistlerin ve batılı sömürgecilerin, direnişin en önemli nedenlerinden biri durumundaki geri dönüş hakkı sorunundan kurtulmaya çalışmaları şaşırtıcı değildir. Çünkü kendi varoluşu açısından geri dönüş fikrini ters bulan İsrail bunu tamamen reddediyor ve Filistinlileri boyunduruk altında tutmayı sürdürüyor.
Bu noktada Filistinli mültecilerin haksızca ve zorla sürüldükleri evlerine, kentlerine ve köylerine geri dönüş hakkının reddedilmesinin varolan bir İsrail konsensusunun açık kanıtı olduğunu belirtmek önemlidir. Ayrıca BM’nin 194 nolu kararının uygulanmasını reddeden bir İsrail konsensusu vardır. Bu konsensus birçok siyasal parti ve hareketten çeşitli eğilimlerdeki siyasal ve merkez kanadın sivil kitle örgütlerine ve hatta barış hareketine kadar uzanır.
Mülteci kampları geri dönüş hakkı için mücadele edenlerin mekanı -pratik ve nesnel bir gerçeklik olarak- Filistinlilerin ulusal iradesinin kalesi ve devrimin, devrim savaşçılarının, devrim şehitlerinin akacağı tükenmez bir pınar olduğu için mücadelenin her aşamasında bu kamplar, Filistinlileri Filistin dışında yerleştirmeye ve mevcut yasal Filistin ulusal haklarını tasfiye etmeye çabalayan düşman güçlerin sürekli hedefi olarak kalacaktır.
Filistinlilerin geri dönüş hakkının son birkaç yıl içerisinde özellikle Madrid Konferansı ve Oslo anlaşmaları sonrasına yeni bir aşamaya girmiş olduğunu söyleyebilirim. Oslo anlaşmalarından sonraki çok yönlü hareket ve değişimler Filistinliler arasında geri dönüş haklarının hazırlığını hedefleyen ciddi gelişmeler olduğunu ve Filistinlilerin kaybının karşılanarak bir başka yere yerleştirilmesini de içeren politik çözümlere varılacağı hissini uyandırdı. Aslında bu Filistinlilerin en doğal hakkı olan sürüldüğü topraklara geri dönüş hakkının reddedilmesiydi. Hiç kimseye devredilmeyecek ve bireysel ve toplumsal dokunmazlığı içeren bu hak, uluslararası yasaların kararlarında, insan hakları yasalarında ve birçok uluslararası anlaşma ve belgelerde saklıdır. Siyonistlerin, Amerikalıların ve Batı Avrupalı çevrelerin 194 nolu kararı ve sistematik etnik temizlikle topraklarından zorla sürülen Filistinlilerin haklarını tanıyan bütün kararları inkâr etme hevesleri giderek artmaktadır. Siyonistler “Filistin halksız bir topraktır, topraksız bir halktır” yalanına hedeflerine varabilmek için başvururlar. Siyonistler ve batılı destekçileri sürekli olarak mültecilerin nereye olursa olsun yeniden yerleştirilmesi, hatta yeni mekanlara yerleştirilmesi, -ki bu yeniden sürülmeleri anlamına gelir- için projeler önermektedir. Bu dış etkenler 194 nolu kararı amacından saptırarak sulandırma çabası içine girdiler.
Zaman zaman Amerika, Avrupa ve İsrail planlarını destekleyen sesler duyuyoruz. Bu sesler Filistinli yetkililerin kısmi çözümler talep eden ve aslında Filistinlilerin geri dönüş hakkını elinden alacak olan tavizlerdir. Bu sesler kitlelerden izole ve azınlıkta kalsa da Filistin karar alıcıları açısından görüşülebilir ve görüşülemez olan berbat koşullardan kaynaklı tehlikeli sorunlar ortaya çıkar. Bu sorun beraberinde özsavunma ve tolerans eğilimiyle yüzleşmek ve en son Saru Nuseibeh’in yaptığı rezil açıklamalara karşı çıkılmasını gerektirir.
Elbette bu hareketlerle mücadele etmek ve uluslararası kamuyonu etkilemek sadece ulusal mücadelenin tırmandırılmasıyla ve Filistinli mültecilerin halen bulundukları yerlerde (1948, 1967’de işgal edilen topraklar ve yurtdışı) örgütlenmesi için büyük çabalar sarfedilmesiyle başarılamaz. Bu noktada geri dönüş haklarını fesh etmeye dayalı manevralara karşı çıkan ve bu hakkı savunmayı amaçlayan kitle hareketlerini desteklemek doğrudur. Toplama kampları nerede olursa olsun Filistinliler insanların kollektif çalışmasına dayalı yapılar ve komiteler oluşturdular ve tüm kararlılıklarıyla geri dönüş hakkının kutsal, meşru ve mümkün olduğunu belirttiler. Burada Filistinlilerin geri dönüş hakkının savunulmasında önemli bir zincirin halkasını oluşturan Flisitine Geri Dönüş Merkezi’ni takdir etmeme izin verin.
Filistinli politik parti ve örgütlerin geri dönüş hakkının savunulması için kapsamlı bir çalışmayı başarabilmesi ve böylece bizim de bu noktadan yardımcı olabilmemiz için bu hareketin çabalarına yardımcı olabilecek halk topluluklarının ve komitelerinin varlığı önemlidir.
Filistinlileri ülke dışında tutmak, son ifadelere göre de kamplarda karantinaya almak için geri dönüş hakkımızı projelerle değiştirmeye çalışan çabaları hüsrana uğratabilmemizin garantisi, safları örgütlemek ve partilerin, örgütlerin, komite ve kurumların politik, kitle, iletişim ve militan etkinliklerinin seviyesini yükseltmektir.
Bu konuda geri dönüş hakkının savunulması için çalışanların çok daha büyük birlik çabaları geliştirmeleri gerektiğini belirtmek isterim. Bu hakkın savunulmasında tek bir hareketin yaratılması ve böylece her bir üyenin diğeriyle uyum içinde çalışacağı iyi bir çok sesli orkestra işlevi görebilmesi için halkımızın bulunduğu her yerde çabalarını birleştirmeye çalışmalıdırlar.
Bu birlik, henüz yurtdışı ve Filistin’deki kitle çalışmalarının en son şeklini ve kesin yapısal biçimlerini ortaya koyacak kadar olgunlaşmamış olsa da, halkımızın bu temel ve adil davaya hizmet eden en iyi ve etkili biçimleri yaratacağına kesinlikle inanıyorum.
Sonuçta Filistin ulusal mücadelesinin kutsal geri dönüş hakkının savunulması yolunda gerçek bir dönüm noktasını teşkil eden kongreler, oluşturulmuş komiteler ve dünyanın dört bir köşesindeki etkinlikleri belirtebilirim. Tüm bu çabaları olumlu buluyorum. Bu çabalarda son derece önemli olan bir uyanışı görüyorum. Filistin halkının külliyen reddettiği asılsız iddiaları kullanarak geri dönüş hakkını iptal etmeyi hedefleyen tüm düşman çabalarını yenebilmemiz için daha büyük gayret ve ciddi bir azimle mücadelelerini devam ettirmeleri çağrısında bulunuyorum.
Zor ve karmaşık bir dönemden geçiyoruz. Fakat Filistin halkı gerçek önderliği, kadroları, düşünürleri, akademisyenleri ve tüm kitle örgütleriyle bu koşulların üstesinden gelebilecek ve kararlı bir şekilde kutsal haklarını kazanacak ve mücadelenin zaferi için onu devam ettirecektir.
Öyleyse ileri, biz kazanacağız!

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul