Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Ş. Onursal

Tarihsel Birikim Yöntem ve Devlet Sorunu
Öncelikle, sorunu ele almak için temel bir kaç vurgu yapmak zorunludur. Bu temel vurgular, aynı zamanda, birçok konuda olduğu gibi, devlet konusunda da neler yapmamız gerektiğine yön verecektir.
Her şeyden önce, devlet konusunda oldukça ciddi bir boşluk vardır. Tam bu noktada, devrimci sosyalist hareket, marksist-leninist birikim üzerinden bu boşluğu doldurmak, bir dizi teorik keşmekeşliğe son vermek, bu yönde adım atmak zorundadır.
Marksizm, Marx ve Engels'in elinde bir bilime dönüşürken, kendinden önceki tüm ütopik-mezhepçi tepki akımlarından devrimci kopuşu sağlayıp, kendi sistemini kurarken, bu konuda da temel önemde bir bakış açısına ulaşmıştır. 1848 devrimleri ve bu dönemin bir ifadesi olarak Komünist Manifesto, bütünlüklü, temel bir platform oluşturmuştur. Burjuva devlet mekanizmasına karşı, onun yıkılıp, parçalanmasına karşı, proletaryanın "egemen sınıf olarak örgütlen..."mesi, proletarya diktatörlüğünün ilk köşe taşıdır. Sadece bu değil, Alman İdeolojisi, başta olmak üzere, özellikle devrim dönemlerindeki çözümlemeleri, Fransa'da Sınıf Savaşımları (1848-1850), L. Bonaparte'ın 18. Brumaire, Fransa'da İç Savaş, devlet konusunda önemli tanım ve tezleri içerir. Engels'in, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, tüm bunların adeta zirvesi niteliğindedir. Demek ki, Marksizm, temel siyasal bir sorun olarak, devlet sorununa, devrim sorununun bir tamamlayıcısı, onun önünü açıcı olarak yaklaşmış, hep ilgi alanı içinde tutmuştur. Sözünü ettiğimiz, Marx ve Engels'in eserleri tam da böyledir! Marksizm, üç kaynaktan; felsefe, ekonomi-politik, sosyalizm ve sınıf mücadelesi kaynaklarından beslenip, kendi sistemini kurarken, bunun bir parçası olarak, devlet sorununda da temel sonuçlara ulaşmıştır. Bu sonuçlar eskimeyen, her dönem Devrimci Sosyalizmin referansı niteliğindedir.
Lenin, emperyalist çağda, Marksizmi geliştirmiş, çağın temel özellikleri temelinde Marksizmi yeniden kurgulamıştır. Biliniyor, Lenin, ilk yazılarında, Marksizmi yeniden üretmenin öneminden bahsetmiştir; tüm mücadelesi ve eserleri de bunun somut ifadesi, kazanımı olmuştur. Hatta, tamda bu noktada, dogmatik-tutucu çevreler tarafından Lenin ve Bolşevikler, bir dizi suçlamalara hedef olmuştur. Ancak, "Marksizm ne ölü bir doğma ne de hiçbir eksiği olmayan, kotarılmış ve değişmez bir öğreti. Marksizm bir eylem kılavuzudur. İşte bunlardan dolayıdır ki, toplum yaşamı koşullarında meydana gelen ve keskin büyük değişimlerin ona yansımaması olanaksızdır." (Lenin)
Lenin, felsefede, ekonomi-politikte, siyasal savaşımın birçok sorununda, marksizm temelinde teoriyi yeniden üretmesi, marksizmin devrimci içeriğinin boşaltılması ve bozulmasına karşı devrimci sosyalizmin bayrağını yükseltir. Bu, her şeyden önce emperyalist çağın, büyük temel değişimin bir ürünüdür. Lenin'in tüm temel eserleri, tam da bunu açıklar, emperyalist çağda marksizmi bir eylem kılavuzuna dönüştürür. Konumuza gelince, bir devrim döneminde, 1917 Şubat Devrimi ile Ekim Devrimi arasında, temel baş yapıt olarak, Devlet ve İhtilal'in ortaya çıkması tesadüf değildir. Devlet ve İhtilal, leninizmin tüm temel köşe taşlarını tamamlayan, marksizmin yeniden üretilmesinin en önemli ifadelerinden biridir. Lenin, Devlet ve İhtilal eserinde, bir yandan Marx ve Engels'in tüm temel düşüncelerini sağlam bir süzgeçten geçirmiştir, diğer yandan, bunun üzerinden devrimci sosyalizmin, devlet-devrim-sosyalizm anlayışını somutlaştırmıştır. Bu temel yapıt ve Lenin'in düşünceleri, tüm çağa, bugüne ışık tutucu niteliktedir. O halde, bizim için, Marx, Engels ve Lenin'in bu konudaki temel belirlemeleri, her zaman korunacak, besleneceğimiz ana kaynak olacaktır.
Bu noktada şunu da ifade edelim. Lenin sonrası, devrimci sosyalizmin sürdürücüleri; başta Stalin ve Mao olmak üzere devlet konusunda, geliştirici, ön açıcı olamamışlardır. Hatta, ilerde ele alacağımız üzere, bu konuda teorik yanlışlara düşmüşlerdir. Bunların devrimci eleştirisi, bugün açısından önemlidir. Yeni bir yüzyılda, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, yaşanan sosyalizmin devrimci eleştirisi yapılmadan, ne devrimci sosyalizm gelişebilir, ne de eskinin kaba tekrarı ilkelliğinden kurtulabiliriz. Dahası, kapitalizmin gelişme düzeyine paralel olarak, uluslararası bir sınıf olan proletarya, yeni bir yüzyılda, devrim ve sosyalizm için temel önemdeki rolünü oynayamaz. Devrimci proletarya geriye değil, ileriye bakacaktır, sosyalizm çağını kazanacaktır. Bundan dolayıdır ki, yeni bir yüzyılın başında, devrimci sosyalistler, marksizm-leninizme bağlı olarak, 150 yıllık tarihsel-siyasal birikim üzerinden bilimsel sosyalizmi yeniden üretmek tarihsel görevi ile karşı karşıyadır. Son derece kapsamlı bir görev olan bu yeniden üretim, elbette Marksizmin tüm ilgi alanlarında, bütünlük içinde olacaktır. Atılan mütevazı adımlar vardır; bu adımlar çoğaltılacaktır...
Biraz daha somuta, TDH'ne gelirsek; devlet konusunda, hemen hemen her konuda olduğu gibi, ciddi bir tutuculuk, dogmatizm, biçimcilik karşımıza çıkmaktadır. TDH, iki ters rüzgarın etkisi altındadır; dogmatizm, şablonculuk ve "yeni" adı altında, "değişim" vb. söylemi ile devrimci yenilenmeyi hedeflemeyen liberalizmdir, her rüzgardan etkilenen ilkesizliktir. Doğrusu, zıt gibi görünen bu akımlar, adeta birbirini beslemekte, biri diğerinin varlık koşulunu oluşturmaktadır. liberalizm veya revizyonizm ile dogmatizm siyam ikizleridir, aynı bütünün iki yanıdır. Her iki akımda, ister kaba "devrimcilik" adına olan, ister "çağdaşlık" adına olan, marksizm-leninizmden uzak, devrimci özüne yabancı, bu devrimci özü tahrip eden akımlardır. Elbette bu akımların bir programı veya temel programatik platformu vardır ve bu platformdan soyut değillerdir. Devrimcilik adına, 1930'ların, hatta daha önceki devrimci deneylerin, özgün olanların evrenselleştirilmesinin beslediği siyasal bir platform vardır; örneğin, devlet sorunundaki şabloncu, dogmatik yaklaşım da bu platformdan soyut değildir. Keza, benzer biçimde, "değişen çağ..." söylemleri ile, burjuva liberal tezlerden beslenen, "demokrasi" yalanını kutsayanların da beslendiği siyasal bir platform vardır. Bunu gözden kaçırmadan, her iki akımla mücadele elzemdir.
Dogmatik, şabloncu devrimcilikle; liberalizmde ifadesini bulan hayali "demokrasi"cilikle mücadelede, tarihsellik ve marksist birikim son derece önemlidir. Bu birikim ve tarihsel süreklilik bir yana atılınca, pekala, örneğin, İmralı'da, KUKM'ni tasfiye için geliştirilen, "21.yüzyıl, demokrasi yüzyılı olacaktır", "Demokratik Cumhuriyet" vb. tezler "yeni" sanılabilir. Hatta, bundan daha eski, TDH'de, "demokrasi" beklentisi ve tasfiyeci operasyonlar vardır; EMEP ve ÖDP bunlardan ikisidir. Bu koroya, liberal burjuvaların da katıldığı biliniyor. Halbuki, tüm Marksizm tarihi, bu tip liberal-tasfiyeciliğe, sahte "demokrasi" projelerine karşı mücadele tarihidir. İşte, devrimci sosyalizm, bu birikime, tarihsellik içinde son derece büyük değer biçerler, bu birikime yaslanarak, sınıf dışı akımlarla mücadele ederler, kendi programatik platformunu geliştirirler. Eğer bu tarihsel-siyasal birikimi gözden kaçırırsak, doğaldır ki, kaba bir devrimcilikten, şablon ve doğmalardan yakamızı kurtaramayız; örneğin, anti-bilimsel "feodal faşizm" gibi abesliklerle zaman kaybederiz...
Devrimci Sosyalistlerin bu tip hayali tezler ve sınıf mücadelesine hizmet etmeyen saçmalıklarla uğraşacak zamanları yoktur. Bu saçmalıklarla mücadele edeceğiz; ama yönümüzü geleceğe dönüp, esas işlerimize yöneleceğiz. Böylece, gerçek ile hayali olan, sınıf mücadelesi hayatın turnusol kağıdında ayrışacak, yerli yerine oturacaktır.

Tarihsel Gelişim Seyri İçinde Devlet
"Bu sorunu olabildiğince bilimsel ele almak için, tarihe, devletin ortaya çıkışı ve gelişimine en azından kısaca bir göz atmak gerekir. Toplumbilim sorununda en emin yol, bu soruna doğru yaklaşmak ve bir yığın önemsiz şey içinde ya da mücadele eden düşüncelerin korkunç çeşitliliğinde kendini yitirmeme becerisini gerçekten elde etmek için en gerekli şey, bu soruna bilimsel bakış açısından yaklaşmak için en önemli şey, şudur, temel tarihi bağıntıyı unutmamak, her soruna tarihte belli bir olgunun nasıl ortaya çıktığı, bu olguların gelişiminde hangi ara aşamalardan geçtiği bakış açısından bakmak ve ilgili meselenin şimdi ne halde olduğunu bu gelişmenin bakış açısından değerlendirmek." (Lenin, Seçme Eserler, Cilt:11, Sf:418)
Lenin'in bu sözleri sadece yöntem için değil, aynı zamanda devlet üzerine ilk sözler içinde önemlidir. Ayrıntıda boğulmadan soruna, özet bir tarihsel giriş yapmak mümkündür.
Engels’in, "Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni" adlı, her dönem temel önemde olan eserinde ifade ettiği gibi, insanlık tarihinde, devletin olmadığı, devletin ortaya çıkmadığı bir tarihsel dönem vardır. İlkel komünizm olarak da tanımlanan bu dönem, insanın insanı sömürmediği, toplumsal sınıfların ortaya çıkmadığı, insanın doğaya egemen olmadığı, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin ilkel kabile toplumunca kollektif biçimde yapıldığı, soy zincirinin uzunca bir dönem kadına göre belirlendiği, alışkanlık ve gelenek gücünün toplum yaşamına egemen olduğu bir dönemdir. Bu dönemde, devlet söz konusu değildir, kabile ilişkilerinde otorite, yaşa, tercübeye vb. göre biçimlenmektedir.
Ancak, ne zaman ki ilkel kabile toplumu, tükettiğinden fazla üretti, bu fazla ürüne, belirli insan topluluğu el koymaya başladı veya ilk toplumsal iş bölümü ortaya çıktı; bundan sonra, toplum sınıflara bölündü.
İşte, bir sınıfın zor aygıtı olarak devlet, ilk kez, sınıfların ve sömüren ile sömürülenin ortaya çıkmasıyla ortaya çıktı. Devlet, toplumdaki çelişkileri uzlaştırmak için, "hakemlik" yapmak için değil, bu çelişkilerin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Toplumun bağrında ortaya çıkan, sistemli zor aygıtı olan devlet, baskı aygıtlarına, özel silahlı güce, kamu organlarına ihtiyaç duydu. Böylece, toplumsal çelişkinin, uzlaşmaz sınıf karşıtlığının ürünü olarak ortaya çıkan devlet, topluma yabancılaştı, asalak bir "ur" haline dönüştü.
Devlet makinesi ile sınıfların ortaya çıkması, bire bir ilişkilidir; neden-sonuç ilişkisi söz konusudur. İlk sınıflı toplum, köleci toplumdur. Toplumda bir grup köle sahibi, sadece üretim araçlarına değil, insanlara, kölelere de sahiptir. Bunu feodalizm izlemiştir. Bu toplumsal sistemin iki ana sınıfı, derebeyleri ve serflerdir. Feodalizmi, ticaret ve para dolaşımının geliştiği, burjuvazi ve proletaryanın ortaya çıktığı kapitalizm izlemiştir. Tüm bu toplum biçimleri, özel mülkiyete dayalı, sömürünün buna göre biçim aldığı toplumlardır. Devlet, bir sınıfın diğeri üzerinde egemenliğini ifade eden makinedir, zor aygıtıdır. Egemen sınıfın elindeki şiddet biçimleri değişmiş, ama özü hep korunmuştur, devlet aygıtında içselleşmiştir.
"...Devlet daima, toplumdan soyutlanmış ve sadece ya da neredeyse sadece ya da esas olarak yönetmekle uğraşan bir grup insandan oluşan belirli bir aygıt olmuştur. İnsanlar yönetilenler ve toplum üzerine yükselen ve yönetenler, devletin temsilcileri denilen yönetim uzmanlarına ayrılır. Başkalarını yöneten bu aygıt, bu insan grubu daima belli bir zor aygıtını ele geçirir. İnsanlar üzerindeki bu şiddet ister ilk insanların sopasında, ister kölelik döneminde silahlanmanın daha mükemmelleşmiş türünde, ister orta çağda ortaya çıkan ateşli silahlarda, isterse de nihayet 20. yüzyılda teknik harikalar haline gelen ve bütünüyle modern tekniğin son kazanımlarına dayanan modern silahlarda ifadesini bulsun. Zorun yöntemleri değişti, fakat devletin olduğu her zaman, her toplumda, yöneten, emir veren, egemen olan ve iktidarın korunması için bir fiziki zor aygıtını, bir şiddet aygıtını, her dönemin teknik düzeyine uygun silahları elinde bulunduran bir grup insan var oldu..."(Lenin, S.Eserler-Cilt 10, Sf:422-23)
Her toplum biçimi, kendi devlet tipini yaratmıştır. Köleci toplum, köleci devlet tipini, feodal toplum, feodal devlet tipini, kapitalist toplum, kapitalist devlet tipini yaratmıştır. Ancak, her toplum biçimi, birçok devlet biçimini de yaratmıştır. Örneğin köleci toplum için, Lenin'in sözleriyle şunlar söylenebilir: "Devlet biçimleri olağanüstü çeşitliydi. Kölecilik döneminde, o zamanki kavramlara göre en ileri, en kültürlü ve en uygar ülkelerde, örneğin tamamen köleciliğe dayanan eski Yunanistan ve Roma'da, çeşitli devlet biçimlerini görüyoruz. Daha o zamanlar monarşiyle cumhuriyet arasında, aristokrasiyle demokrasi arasında fark ortaya çıkmıştır. Tek bir kişinin iktidarı olarak monarşi, seçilmemiş hiçbir iktidarın olmadığı devlet biçimi olarak cumhuriyet, nispeten küçük bir azınlığın iktidarı olarak aristokrasi, halkın iktidarı olarak demokrasi (Yunanca "demokrasi" sözcüğünün tam çevirisi halk egemenliği demektir). Tüm bu farklar kölecilik döneminde ortaya çıkmıştır. Bu farklara rağmen kölecilik döneminde devlet, ister bir monarşi olsun, ister aristokratik ya da demokratik bir cumhuriyet olsun, köle sahiplerinin bir devletiydi." (Lenin, S.Eserler-10, Sf:424)
Özel mülkiyete dayalı devlet biçimlerinin en ileri olanı, demokratik cumhuriyettir. Demokratik cumhuriyet, bir dizi mücadelenin sonunda genel oy hakkı, parlamento vb. ile burjuvazinin sınıf egemenliğini içerir. Ancak bu, serflik sistemi ile kıyaslanınca muazzam bir ilerlemedir. Bu süreç, proletaryanın, kent kültürü ile sınıf bilincine ulaşma, kapitalizme karşı mücadele araçlarına sahip olma, örgütlenme sürecidir. Bundan dolayı Engels, "... Öyleyse genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan göstergedir. Bugünkü devlet içinde bundan daha çok hiçbir şey olamaz ve hiçbir zaman olmayacaktır; ama bu kadarı yeter. Genel oy hakkı termometresinin, emekçiler için kaynama noktasını gösterdiği gün, onlar da, kapitalistler gibi, ne yapmaları gerekiyorsa onu yapacaklardır." (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sf: 178) der. Ancak, devletin egemenlik biçimi ne kadar farklı olursa olsun, kapitalizm koşullarında devlet, burjuvazinin elindedir, onun baskı-zor aygıtıdır.
Proletarya, bu devlet makinesini parçalayarak, "egemen sınıf olarak" örgütlenir. Proletaryanın nihai hedefi, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz bir toplumdur, komünizmdir. Ancak, bu amaca ulaşmak için, kapitalizmden komünizme geçmek için, bir geçiş dönemine, sosyalizme, proletarya diktatörlüğü dönemine ihtiyaç duyar. Bu dönemde proletarya, Lenin'in Komünist Enternasyonal 2. Kongresi’nde, "Ana Görevleri Üzerine Tezler"de ifade ettiği gibi, üç temel görevle karşı karşıyadır.
"... Birinci görevi, sömürücüleri ve ilk planda da onların ekonomik ve politik esas temsilcisi burjuvaziyi devirmek, ezmek, direnişini bastırmak ve sermayenin boyunduruğunu ve ücret köleliğini yeniden kurmaya yönelik her türlü çabasını olanaksız kılmaktır. İkinci görev, proletaryanın devrimci öncüsünün, komünist partisinin sadece tüm proletaryayı ya da onun ezici muazzam çoğunluğunu değil, aynı zamanda emekçilerin ve sermaye tarafından sömürülenlerin bütün kitlesini de peşinden sürüklemesi, onların başına geçmesi, sömürücülere karşı sınırsız cesaret isteyen ve amansız sertlikte mücadele sürecinde onları aydınlatıp örgütlemesi, eğitmesi, disipline etmesi, tüm kapitalist ülkelerde nüfusun bu ezici çoğunluğunu burjuvaziye bağımlılıktan kurtarması ve pratik deneyim yoluyla liderine, proletaryaya ve onun devrimci öncüsüne güven aşılamasıdır. Üçüncü görev, neredeyse bütün ileri ülkelerde, nüfusun azınlığını oluşturmasına rağmen, sayıları hala oldukça fazla olan, tarım, sanayi ve ticaretteki küçük mülk sahipleri sınıfının ve bu sınıfa denk düşen aydınlar, memurlar vs. katmanının kaçınılmaz yalpalamalarını, bu sınıfın burjuvaziyle proletarya, burjuva demokrasisiyle Sovyet iktidarı arasındaki yalpalamalarını tarafsızlaştırmak ya da zararsız kılmaktır." (Lenin, S. Eserler Cilt: 10 Sf.182)
Sınıflar var olduğu sürece, gerçek özgürlük ve eşitlik olamaz. Proletarya, devleti genel olarak "eşitlik ve özgürlük" için değil, "egemen sınıf" haline gelmek için, toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için, bunun için burjuvazinin bütün girişimlerini bastırmak için kullanır. Tüm bunlar gerçekleşirse, proletarya diktatörlüğü görevini yerine getirirse, aynı zamanda kendi varlık koşullarına yönelen tek sınıf olan proletaryanın elinde devlet, söner, yok olur. İşte o zaman, "üreticilerin özgür ve eşit bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır: âsar-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına." (Engels, Ailenin, Ö. Mülkiyeti ve Devletin Kökeni: Sf. 179)

Altyapı-üstyapı İlişkileri ve Devletin Özerkliği Sorunu
Devlet, özel mülkiyetin ürünü olarak ortaya çıkmıştır, sınıf karşıtlarının bir uzlaşmasının değil, çatışmasının ürünüdür. Topluma dışardan dayatılan bir güç değil, toplumun içinde doğan ama topluma yabancılaşan bir güçtür. Özel mülkiyeti korumak, bu egemenliği sürdürmek, sömürüyü devam ettirmek için, bir kamu gücüne ihtiyaç olmuştur; bu devlettir
"Artık bir tek şey eksikti: yalnızca özel kişiler tarafından az zamandan beri edinilmiş bulunan zenginlikleri, gentilice düzenin komünist geleneklerine karşı koruyan ve yalnızca eskiden o kadar hor görülen özel mülkiyeti kutsallaştıran ve bu kutsal şeyi bütün insan topluluğunun en yüce ereği olarak bildiren bir kurum değil, ayrıca mülkiyet edinmenin, başka bir deyişle, zenginliklerdeki durmadan daha hızlı bir büyümenin art arda gelişmiş yeni biçimleri üzerine, genel olarak toplum tarafından yasaya uygunluk mührünü de bazen bir kurum; yalnızca toplumda başlamış bulunan sınıflar halindeki bölünmeyi değil, ayrıca mülk sahibi sınıfın hiçbir şeye sahip olmayan sınıfı sömürme hakkını ve onun üzerindeki egemenliğini de sürdürüp götüren bir kurum. Ve bu kurum çıkageldi. Devlet icat oldu." (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sf :112)
Devlet, ekonomik ve siyasal açıdan en güçlü sınıfın elinde baskı aygıtıdır. Burada, tek tek egemen sınıfın üyeleri değil, sınıfın genel çıkarları söz konusudur; yani devlet, egemen sınıfın kolektif çıkarını temsil eder, bu genel çıkarın "mührünü" elinde bulundurur. Zaman zaman, egemen sınıfın bir baskı örgütü olarak devlet ile özel mülkiyet sahibi bireylerin çıkarı ters düşebilir; bu bir yanılsama yaratabilir. Hatta, genel olarak, kapitalist sistemde bu yanılsama daha güçlüdür. Çünkü, köleci ve feodal devlet, egemen sınıfların çıkarını çok daha çıplak temsil eder. Kapitalist sistemin sömürü biçimi daha karmaşıktır, bunun üzerinde kurulan egemenlik biçimi de daha karmaşıktır. Ancak, böyle de olsa, devlet, egemen sınıfların kolektif çıkarını temsil eder. Sınıflı toplumlar tarihinde ortaya çıkan mücadelede, bir devlet biçiminden bir başka devlet biçimine geçiş mücadelelerinde de, bu kolektif çıkar mücadelesi vardır.
Engels, "Alman İdeolojisi"nde bunu şöyle ifade eder: "İşte asıl bu çelişki, özel çıkar ile kolektif çıkar arasındaki çelişkidir ki, kolektif çıkarı, devlet sıfatıyla, bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim olmaya ve aynı zamanda her zaman her aile ve kabile yığışımında mevcut olan, kan, dil, geniş bir ölçüde işbölümü bağları ve öteki çıkarlar gibi bağların somut temeli üzerinde, ama aldatıcı bir ortaklaşma görünümü almaya götürür; ve bu çıkarlar arasında, özellikle, daha o zamandan işbölümü tarafından koşullandırılan, bu cinsten bütün gruplaşmalar içinde farklılaşan sınıf çıkarlarını, içerden birinin ötekiler üzerinde egemen olduğu sınıfların çıkarlarını, daha ilerde göstereceğimiz üzere, sınıf çıkarlarını buluyoruz. Bundan çıkan, devlet içindeki bütün savaşımların, demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki savaşımın, oy hakkı uğruna vb. savaşımın, çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımların büründükleri aldatıcı biçimlerinden başka bir şey olmadıkları sonucu çıkar..." (Alman İdeolojisi, Sf:60)
Devlet, doğal olarak bir üst yapı kurumudur; egemen üretim tarzına (alt yapıya) göre, egemen toplumsal sınıfın gücüne göre belirlenmiştir. Yani, üretim araçlarına egemen olan sınıf, kendi kolektif çıkarını, kendine göre bir kurum örgütleyerek, devlet kurumunu örgütleyerek sürdürmüştür. Bu genel bir yaklaşımdır ve tarihsel ilişkiler, alt-üst yapı ilişkileri bu yönde biçim almıştır. Yöntem olarak ilk veri, üretim ilişkileridir. Devlet dahil, tüm üst yapı kurumları bu ilk veriye göre biçimlenmiştir. Ancak, buradaki ilişki, alt-üst yapı ilişkisi mekanik değil, diyalektik bir ilişkidir, birbirini etkileyen, besleyen bir ilişkidir.
"Öyleyse, hiç değilse modern tarihte, bütün siyasal savaşımlarının sınıf savaşımları oldukları ve sınıfların bütün kurtuluş savaşımlarının, zorunlu olan siyasal biçimlerine karşın-çünkü her sınıf savaşımı bir siyasal savaşımdır- son tahlilde ekonomik kurtuluşun çerçevesinde döndükleri tanıtlanmıştır. Dolayısıyla, devlet, siyasal düzen, hiç değilse burada, ikincil öğeyi oluşturur..." (Engels, S. Yapıtlar-3, Sf:450)
Ancak, devlet, toplumun içinde, egemen sınıfın zor örgütü olarak çıkar, ama, bu temel-üst yapı ilişkisi içinde, diyalektik ilişki içinde, toplumdan bağımsız bir görüntü alır, egemen sınıflar ilişkisi, yukarıda da vurguladığımız gibi, birebir ilişki görüntüsünden uzak durur; bu birçok yanılsamanın zeminini oluşturur. Egemen sömürücü sınıfların baskı aygıtı ve çıkarlarının siyasal kurumlaşması olan devlet kendini tüm sınıfların koruyucu gücü ve temsilcisi, sınıflar üstü, bağımsız bir kurum olarak ifade etmeye çalışır. Böylece özellikle ezilen sınıfların bilincini çarpıtmaya, onların sömürüye karşı mücadelelerinin, sömürü sisteminin başlıca güvencesi olan kendisine yönelmesini engellemeye, sistem sınırları içinde tutmaya çalışır. Devlet, toplumdan bağımsız bir güç görünümünü alınca, profesyonel politikacılardan tutalım, hukuk sistemine kadar bir dizi alanda; "özerk" alanlar yaratır. Tüm bunlar, egemen sınıfın elinde devletin, bir ideolojik güç olması anlamına gelmektedir. Devlet, egemenlerin elinde, "ilk ideolojik güç" olarak ezilen sınıfların bilincini çarpıtır, toplumun mevcut düzeninin devamı yönünde anlayışlar pompalar. Bunun için, bir çok aygıtı kullanır. Bundan dolayı, ezilen sınıfların savaşımı, zorunlu olarak mevcut devlete yönelmiştir. Kapitalizm koşullarında, proletaryanın kendisi için sınıf olma bilincide, doğal olarak, tüm ezilen sınıflarla ilişki kurarak, "ilk ideolojik güç" olan devlete, kapitalist devlet biçimlerine karşı mücadele içinde kazanılacaktır. Yine Engels'e bakalım...
"Devlet, insan üzerindeki ilk ideolojik güç olarak kendini gösterir bize. Toplum, dış ve iç saldırılara karşı ortak çıkarlarını savunmak üzere kendi kendine bir organizma yaratır. Bu organizma devlet iktidarıdır. Devlet daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız kılar ve belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur. (...)
Şu var ki, devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de, artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku kuramcıları, özel hukukçular, gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantılı hileyle örtbas eder..." (S. Yapıtlar-3, Sf:452)
Aslında, tüm bu söylemlerin, yani; devletin egemen sınıfların kolektif çıkarını temsil etmesi, üretim tarzı ile devletin rolü, bizi, devletin göreceli özerkliği kavramına ulaştırmaktadır. Zaten, yukarıda Engels'ten yaptığımız alıntıda, devletin, "belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur." sözleri biraz da budur. Elbette, devlet, bu ilişkiler bütününde, özel ideolojik aygıtlarda oluşturur. Ancak, bu ilişki biçimi, topluma, sömürü biçimine, genel sınıf ilişkilerine göre yeni biçimlerde aldığı bilinen bir gerçektir.
Özetle vurgulamak gerekirse, kapitalist sistemde, devlet, burjuvazi ile daha çok iç içe olmasına rağmen, köleci ve feodal toplumlarda, bu ilişki daha basittir, kapitalist toplumda, sömürü ve devletin ideolojik rolü çok daha çıplaktır. Ancak, kapitalist devlet, bu birikim üzerinden, birçok ideolojik aygıtlarda yaratmış, çıplak ilişkiyi örtmüştür; bu devletin görece özerkliğini daha belirgin ortaya çıkarmıştır. Ezilen sınıfların mücadelesi yükseldikçe, bu göreceli özerklik durumunun daralacağı, devlet ile egemen sınıf ilişkisinin çok daha belirginleşeceği açıktır. Zira, devletin zor aygıtları daha çok devreye girecek, mevcut kurulu düzeni korumaya çalışacaktır. Hatta, günümüzde, iki burjuva devlet biçimi olarak faşizm ile demokratik cumhuriyet, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devletin "özerkliği" ile, yeni-sömürge ülkelerdeki devletin "özerkliği" birbirinden farklıdır. Burjuva devlet aygıtları alabildiğine militaristleştirmesine rağmen,, finans oligarşisinin denetimindeki faşizmlerde bu açı daha dardır. Hiç şüphesiz, bu durum, toplumsal devrimin en önemli sorunlarındandır; devrimci hareket, buralardaki olguları çözümleyerek politikalarını oluşturacaktır. Devrimci sosyalist literatürdeki "suni-denge" kavramı tam da budur!

Devlet, Demokrasi ve Devrimci Duruş
Marksizm, devlet sorununda, iki temel sapmaya karşı, anarşizm ve revizyonizme karşı sürekli bir mücadele içinde olmuştur. Bu tesadüf değildir; çünkü, her iki sapma, anarşizm ve revizyonizm tam da bu konuda, hayali, anti-bilimsel bir içeriğe sahiptir. Özce; revizyonizm, evrimci bir sosyalizm zemininde, burjuva devlet makinesinin parçalanmasını, yıkılmasını reddeder, burjuva demokrasisine yanaşır, onu kutsar. Revizyonizm, leninist devlet ve devrim tezlerindeki, şiddete dayanan devrim tezine kökten karşı çıkar, devleti yıkmayı değil onarmayı önüne koyar. Tüm pratiğini de bu temelde, "mevzi savaşları" ekseninde, parlamentarist ve barışçıl mücadelelerle yürütür. Anarşizm ise; devleti tüm kötülüklerin nedeni görür, tüm devlet tiplerine karşıdır, dolayısıyla , kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin devletine, proletarya diktatörlüğüne de karşıdır. Her iki sapma, marksizm-leninizme yabancıdır, düşmandır. Anlaşılacağı üzere, bu mücadele, belki de en çok, devlet-demokrasi ilişkisinde sürmektedir.
Devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aygıtıdır, sınıf egemenliğinin en önemli aracıdır. Ancak, sınıflar ortadan kalktığı zaman bir baskı aygıtı olarak devlete ihtiyaç kalmaz, bu süreç, proletaryanın elinde, "egemen sınıf olarak örgütlenen" proletaryanın, kendi varlık koşullarına yönelmesiyle tamamlanır, "ortadan kaldırılmaz" söner. Demokrasi, özünde bu sürecin içinde, sınıfsal bir karakter gösterir. Burjuvazinin elinde, burjuvalar için demokrasi, ezilen sınıflar için diktatörlük biçimini alır; en yüksek biçimi de, burjuva cumhuriyettir. Ancak, proletaryanın elinde devlet ilk kez, çoğunluk için demokrasi, azınlık için diktatörlük niteliğine kavuşur; proletarya demokrasisi budur ve burjuva demokrasisinden kat be kat demokratiktir. Elbette bu süreç, aynı zamanda, bir sınıf egemenliği olan demokrasiden, tam demokrasiye geçiş sürecidir. Yani, gerçek demokrasi, tam demokrasi, ancak tam sosyalizmde/komünizmde mümkündür.
"...Fakat bu sadece, demokrasinin de bir devlet olduğunu ve böylece devlet ortadan yok olunca demokrasinin de ortadan yok olacağını düşünmemiş olanlar için "anlaşılmaz"dır. Burjuva devletini, ancak devrim "ortadan kaldırabilir". Genel olarak devlet, yani tam demokrasi, sadece "sönüp gidebilir".." (Lenin, S. Eserler-7, Sf: 30)
Devlet ve özgürlük kavramları birbirini dıştalar; bu biliniyor, Engels, "özgür halk devleti" revizyonist tezlerine karşı mücadele etmiştir. "Bir devlet varolduğu sürece, özgürlük yoktur. Özgürlük olacağı zaman devlet olmayacaktır." (Lenin, S. Eserler-7, sf 102). Proletaryanın elinde devlet, burjuva demokratik cumhuriyetten kat be kat demokratik ve özgürlükçü olan proletarya diktatörlüğü, esas olarak, özgürlük için değil, burjuvazinin direncini kırmak için vardır.
Demek ki devletin özü; şiddet, baskıdır. En demokratik cumhuriyette olduğu gibi, monarşide de bu böyledir; hatta, proletarya demokrasisinin özü de budur! Ancak, bu özdür; bunun yanı sıra biçim önemlidir. Marksistler, devletin özünün baskı-şiddet olduğunu ifade ederler, ama devletin biçimlerini de önemserler. Bundan dolayı, proletaryanın daha özgür ortamda örgütlenmesi, demokrasi mücadelesini sosyalizme daha sıkı bağlaması için, kapitalizmin koşullarında ileri devlet biçimi demokratik cumhuriyettir. Ve, proletarya buna kayıtsız kalamaz, elinin tersi ile itemez; bu yanıyla, marksist ile anarşist veya sol komünist birbirinden farklıdır.
"...Biz, kapitalizm koşulları altında proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız, ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile, ücretli köleliğin halkın kaderi olduğunu unutmamalıyız..." (Lenin, S. eserler-7, Sf: 31) Demokrasi mücadelesi tek başına anlamlı değildir; bu ancak, sosyalizm mücadelesi ile bütünleştirildiği zaman sosyal devrimlerin yolunu açar. Tam da bu noktada, demokrasi mücadelesini herşey yapmak; sağ sapmadır, demokratizmdir. Ama, demokrasi mücadelesini atlamak, bu sorunun sosyalizmde ele alınacağını savunmak; bu sol sapmadır. Marksizm her iki sapmayı da reddeder.
Peki, yaygın tarzda ifade edildiği üzere, demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olması mıdır? Hayır, burada bir yanılsama vardır. Demokrasi bir devlet biçimidir, devlet biçimlerinden biridir. Demokrasi, sistemli baskı kurar, ama, resmi düzeyde yurttaşlar arasında eşitliği savunur. Hatta, bu yönde bir çok kurumda oluşturur. Ama, bu azınlığın çoğunluğa tabi olması değil, bunu kabul eden bir devlet biçimidir demokrasi...
"Hayır, demokrasi azınlığın çoğunluğa tabi olmasıyla özdeş değildir. Demokrasi azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir, yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün diğerine karşı sistematik zor uygulaması için bir örgüttür" (Lenin, S. Eserler-7, Sf. 89)
Yine de, bu bize, devlet biçimlerinin önemsizliğini açıklamıyor. Engels, "devlet demokratik cumhuriyette de monarşiden az olmamak üzere bir sınıfın diğer bir sınıfı ezme mekanizmasından başka birşey değildir." der. Ve Lenin ekler "... bu kesinlikle, bazı anarşistlerin "öğrettiği" gibi, ezilme biçiminin proletarya için fark etmediği anlamına gelmez. Sınıf mücadelesinin ve sınıf baskısının daha geniş, daha özgür, daha açık biçimi, proletarya için, sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinde genel olarak büyük bir kolaylık anlamına gelir." (Lenin, Age. S.87)
Biraz daha somutlaştıralım... TDH'de, öz ile biçim ilişkisi, birçok konuda olduğu gibi, devlet konusunda da doğru, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemle kurulmamıştır. Hatta, bu kaba yaklaşım, bir başka şablonla yan yana gelince, bu konu hepten anlaşılmaz olmuştur. Devlet sorununu hep öz ile açıklayan mantık, "çağımızda iki devlet biçimi vardır, gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuva demokrasisi, bizim gibi sömürge, yarı-sömürge ülkelerde faşizm" şablonu ile soruna yaklaşınca, bu sorun tümden karmaşıklaşmaktadır. Halbuki sorun bu kadar basit değildir.
Herşeyden önce, devlet sorunu sadece, devletin özü olan baskı-şiddet ile tek başına açıklanamaz. Marks, “öz ile biçim aynı olsaydı, tarihi yazmak daha kolay olurdu"der. Yukarıda da açıkladık, Lenin, devletin biçimine önem verir. Tam bu noktada, devletin özünün "zor" olduğu gerçeği doğrudur, örneğin kapitalist devlet tipi budur; ama bunun yanı sıra, toplumsal-sosyal ilişkiler bütünü farklı farklı burjuva devlet biçimini yaratmıştır. Bu "biçimi" görmeyenler, her şeyi "zor" ile açıklayanlar, ister "tekelci polis devleti" desin, ister "faşizm" desin sola kapı açarlar: Bu marksist devlet anlayışından sapmadır. Tersi de vardır. "Biçimi" her şey yapanlar, örneğin bir burjuva kurum olan parlamentodan hareketle bu ülkede "burjuva demokrasisi" arayanlar, sağa kapı açarlar; revizyonizm, liberalizm buradan beslenir.
İkinci olarak, burada birçok yanılsama ortaya çıkar. Yanılsamanın biri şudur; çağımızda, emperyalist çağda burjuva demokrasisi aramaktadır. Bu tümden ham hayaldir. Çünkü, emperyalizm, tekelci kapitalizmdir, demokrasi siyasal gericiliğe yerini bırakır. Feodalizme karşı burjuvazi devrimci rolünü oynadığı dönemde, tüm burjuvalar için demokrasi kurumlaşır; parlamento oy hakkı vb. bunun ifadesidir. Ancak, serbest rekabetçi kapitalizm, tekelci kapitalizme dönüşünce, üst yapıda, demokrasi yerini siyasal gericiliğe bırakır. Elbette, burjuva demokratik devrim sürecindeki birçok kazanım varlığını sürdürür, ama hem içte, hem dışta demokrasi bir yana atılır. Bundan dolayı, Lenin, aslında bir devlet biçimi olarak "burjuva demokrasisi"nden değil, "demokratik cumhuriyetten" bahseder. İster demokratik cumhuriyette ister faşizmde olsun, emperyalist çağda, siyasal gericilik tüm devlet biçimlerinde içkindir. Ancak, biçimler farklıdır.
"Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üst yapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder..." (Lenin, Emperyalist Ekonomizm. Sf. 39)
Bu, üst yapıda, devlet makinesinde, egemen sınıf için bir daralma anlamına geliyor. Siyasal gericiliğin, sınıfsal-toplumsal zemini tekelci kapitalizm/tekelci burjuvazidir. İster BDD yapmış ülkelerde olsun, isterse geri bıraktırılmış, emperyalizme bağımlı ülkelerde olsun, devlet, tüm burjuvalar için değil, bir avuç oligarşi için olur. Bu daralma, demokrasinin siyasal gericiliğe yerini bırakması ile birlikte görülür. Tüm demokratik kurumlar esas olarak oligarşilerin belirlediği politikaların meşrulaştırılmasının aracına dönüşür. "Emperyalizm, genel olarak demokrasi yerine oligarşiyi koymanın yollarını araması gibi..." (Lenin)
Elbette bu demokrasi mücadelesini bir yana atmayı gerektirmiyor. Tam tersine, emperyalizm, demokrasiyi inkar ederek, kitlelerin bu talebini kışkırtıyor. Proletarya kendi devrimine yönelirken, kitlelerin bu talebine sessiz kalamaz, ona sahip çıkar, "demokrasi savaşımı okulunda", kitlelere önderlik eder, ancak bunun üzerinde, yani demokrasi üzerinde sosyalizme ulaşır.

Devlet Üzerine Notlar - II

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul