Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

39. Sayı - Mart 2006

Türk Genelkurmayı’nın omurgasını oluşturduğu Milli Güvenlik Kurulu/MGK’nda belirlenen yeni “Gizli Anayasa” (“Milli Güvenlik Siyaset Belgesi/MGSB”) konseptinde, Kürt halkına dayatılan “topyekün savaş”, devletin tüm güçleri tarafından pervasızca tırmandırılıyor. Özellikle kontr-gerilla teşkilatının önemli bir kolu olan JİTEM’in gerçekleştirdiği Şemdinli olayları döneminde, Kürt halkının “kitlesel direniş çizgisi”ni esas alması, devletin “topyekün savaş”ı daha da tırmandırmasını koşulladı. Yine, Başbakan R. Tayyip Erdoğan tarafından seslendirilen “alt kimlik/üst kimlik” tartışmaları sonrasında, PKK/KKK’nin “tek taraflı bir aylık ateşkes” kararı almış olması; sömürgeci faşist devletin bırakalım adım atmasını, bildik imha politikasını yükseltmesiyle karşılık buldu. Ve bilinmelidir ki bu politika; ya Kürt halkının tıpkı 1938’deki gibi yeniden susturulmasına ya da kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesine kadar sürdürülecektir. Orta yol yoktur!
Evet, Kürt halkı katlediliyor; yeni sürgünlerle köyler/mezralar boşaltılıyor; binlerce asker ve güvenlik güçlerinin katıldığı geniş çaplı operasyonlar yapılıyor; ormanlar yakılıyor ve atılan napalm/kimyasal bombalarla Kürt coğrafyası tahrip ediliyor; Abdullah Öcalan’a hücre cezası veriliyor ve yeni “linç” politikaları oluşturulmaya çalışılıyor. Hepsinden önemlisi de, “alt kimlik/üst kimlik” söylemleri arasında Kürt halkı, hala “inkâr” ediliyor ve yok sayılıyor...

Kürt Halkı Katlediliyor!
Üstelik bütün bu işleri yapanlar devletin yürütme ve yargı güçlerince ödüllendiriliyor, işte birkaç örnek:
* JİTEM’ce gerçekleştirilen bombalama eylemlerinin ardından gelişen Şemdinli olayları döneminde; delillerin toplandığı sırada halkın üzerine ateş açarak bir kişinin ölümü ve beş kişinin yaralanmasına neden olan Jandarma Uzman Çavuş Tanju Çavuş, kısa süren tutukluluğunun ardından Hakkari’de çıkarıldığı ilk mahkemede serbest bırakıldı. Delilleri karartmak için silah kullanan T.Çavuş’un, tüm deliller toplanmadan serbest bırakılmasının anlamı açıktır. Halka ateş açabilir, delilleri karartabilir ve elini kolunu sallayarak dolaşabilirsin! Devletin düşüncesi budur ve icraatı da bununla örtüşmektedir.
Bilindiği üzere Şemdinli olayları komplike bir harekatın parçasıydı ve icracı güç de JİTEM idi. Bu anlamda, normal hukuki prosedüre göre; JİTEM Tim Komutanı Başçavuş Ali Kaya’nın da yargılandığı “ana dava”yla, T. Çavuş’a açılan dava birleştirilerek, tek bir dosya olarak görülmeliydi ve bu dosya Hakkari’de açılmamalıydı. Ama yargının da bağımsız olmadığı ve direkt olarak yürütmenin denetiminde olduğu bu ülkede, burjuva hukukunun işlemesi bile beklenemezdi elbette...
Eğer bir ülkedeki yürütmenin tepesindeki Başbakanı (R.T.Erdoğan) çıkıp da, Şemdinli olayları sırasında; “Oradaki (Şemdinli) vatandaştan tanık olarak istifade edemezsiniz, çünkü tehdit altında, bölücü örgütün istemediğini söylerse yanar” (bkz. Evrensel, 20 Ocak ‘06) diyerek, Kürt halkına mensup insanların “tanıklığına ambargo” koyarsa, yargının “bağımsızlığı”ndan söz etmek olası mı?
Ve yine, aynı ülkenin Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Şemdinli olaylarında halk tarafından yakalanan JİTEM Tim Komutanı Başçavuş Ali Kaya için; “Astsubay Ali Kaya’yı geçmişten tanıyorum, iyi çocuktur. 1997 baharında Kuzey Irak’ta bir operasyon yaptık.” diyerek, olayların “baş kahramanı” A. Kaya’yı sahiplenirse, burada yargının etkilenmeyeceğinden söz edilebilir mi?..
Evet, yargının yasama ve yürütmeden “bağımsız” olamayacağı Türkiye’de, “topyekün savaş”ın bir uzantısı olarak gerçekleştirilen Şemdinli olaylarında, bugün Tanju Çavuş serbest bırakılmıştır. Hem de; olayda ölenin yakınları ve yaralanan şikâyetçilerin ifadesine bile gerek duyulmaksızın... Mahkemenin, tanık olarak gösterdiği eşinin ve çocuklarının ifadeleri üzerine serbest bırakılan T.Çavuş için “mağdur” tanımlaması yapması ise, Kürt halkıyla alay etmenin en yalın ifadesi değil midir?
Devletin ödüllendirerek serbest bıraktığı T. Çavuş’un tahliyesi sonrasında; Kürt illerinde binlerce kişinin katıldığı protesto gösterileri yapıldı, bölge esnafı kepenk kapattı ve Kürt illeri dışında Türkiye’nin birçok ilinde de DKÖ’lerin katıldığı basın açıklamalarında “bir katilin serbest bırakılması” protesto edildi. Böylece, Kürt halkı ve Türkiye’nin demokratik kamuoyu tepkilerini göstererek, devletin “topyekün savaş” anlayışına karşı birlikte direnecekleri mesajını verdiler.
* Adı bölgedeki birçok işkence ve cinayet olayı ile birlikte anılan JİTEM Grup Komutanı Binbaşı Abdülkerim Kırca, Cumhurbaşkanı A.Necdet Sezer tarafından “Devlet Övünç Madalyası” ile ödüllendirildi.
Devletin, 1992’de Kürt Halkı’na yönelik imha konseptini dayattığı dönemde, Kürt illerinde görev yapan Binbaşı A.Kırca’nın dosyası oldukça kabarıktır. Diyarbakır HEP İl Başkanı Vedat Aydın’ın yeğeni ve Tüm Sağlık-Sen Diyarbakır Şubesi Başkanı Necati Aydın ile Mehmet Aydın ve Ramazan Keskin’i, Silvan-Diyarbakır karayolu kenarında kafalarına bizzat kurşun sıkarak katleden ve Murat Aslan adlı kişiyi işkenceli sorgudan geçirip, Dicle nehri kenarında öldürdükten sonra üzerine benzin döküp yakan, gerillada grup komutanlığı yapan ve bir itirafçının teşhisi ile gözaltına alınan Mehmet Salim Dönen’i, yine işkenceli sorguda öldüren Binbaşı A.Kırca, JİTEM elemanı Abdülkadir Aygan’ın itiraflarında adı çokça geçen JİTEM Grup Komutanı’dır. (bkz. Ü.Ö.Gündem, 25 Aralık ‘06)
Girdiği bir çatışmada yaralanarak tekerlekli sandalyeye mahkûm olan ve malulen emekli edilen JİTEM Grup Komutanı Binbaşı A. Kırca, görev başındayken dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve “topyekün imha”nın uygulayıcılarından olan Asayiş Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı tarafından desteklenmekteydi.
Aynı kişinin, Sezer’in elinden aldığı “Devlet Övünç Madalyası” törenine, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri ve İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun katılmış olması, Kürt halkına dayatılan yeni “topyekün savaş” konseptinin de “devletin birlik içerisinde gerçekleştirdiğini” ifade etmektedir.
*Diyarbakır/Kulp İlçesi’ne bağlı Alaca Köyü Kepir bölgesinde, yeni bir “toplu mezar” daha bulundu. Yine, 1992 “topyekün imha” konseptinin bir uzantısı olarak sürdürülen katliamların bir örneği olan bu olay, devletin, “gözaltına al, işkenceli sorgudan geçir, öldür ve cenazeleri yok et” anlayışının tipik bir örneğidir.
9 Ekim 1993’te, bölgede operasyon düzenleyen ve General Yavuz Ertürk komutasında bulunan Bolu Komando Dağ Taburu’nca gözaltına alınan on bir Kürt köylüsü, işkenceli sorgulardan geçirildikten sonra kurşuna dizilerek katledilmişlerdir. Aralarında Ümit Taş, Hasan Avar, Behçet Tutuş, Abdo Yamık, Mehmet Şah Atala, Turan Demir, Celil Aydoğdu ve köy muhtarı Mehmet Salih Akdeniz’in bulunduğu, 9 Ekim 1993 günü Bolu’dan gelen ve operasyon yapan askerlerce gözaltına alındığı aile yakınlarının yargıya başvurmasına rağmen kabul edilmemiş ve “çatışmada öldürülen 11 terörist” olarak, topluca bir “çukur”a gömülmüşlerdir.
Güpegündüz gözaltına alınan ve yakınlarınca bu gözaltılar yargıya intikal ettirilerek kayda geçirilen on bir Kürt köylüsünün davası; dönemin Meclis İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınarak, olay aydınlatılmaya çalışılmıştır.
Düpedüz bir katliam olan bu olayın başkahramanı General Yavuz Ertürk bırakalım yargılanmayı, gerçekleştirdiği katliamı sahiplenerek şöyle demeçler verebilmektedir: “1993 yılından sonra, terör örgütü şoka uğratıldı. 1993 yılının ikinci yarısından sonra teröre yönelik operasyonlar, amiyane tabirle bölücü örgütün belini kırmıştır. Başı gövdeden ayırmıştır.” (bkz. Ü.Ö.Gündem, 25 Aralık ‘05) O dönemde birçok katliamı gerçekleştiren Bolu Komando Dağ Taburu Komutanı da başarılarından dolayı Genelkurmay’ca ödüllendirilmiştir.
İşte, “katliam ve devlet ödülü”nden bir kaç örnek. Devlet mülk-i erkanları, katliamcıları “Öldür ve Serbestçe Dolaş”, “Övünç Madalyası”, “Üstün Hizmet Madalyası”, vb. ile ödüllendirse de, halklarımızın güçlü belleklerinde bu katliamcıların yaptıkları asla unutulmayacaktır!

Sürgünler Gizlenebilir mi?
Zorunlu göç denilen “tehcir”, adeta Kürt halkının kaderi gibi peşini bırakmamaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Kürt halkı, kalkıştığı her isyandan sonra ölülerini bile gömemeden Cumhuriyet yöneticilerince sürgüne gönderilmişlerdir. Çünkü bu yeni Cumhuriyet, mirasını devraldığı Osmanlı İmparatorluğu’nun “katliam, sürgün” politikalarının da sürdürücüsüdür. Tıpkı, 1914-1915 yılında Ermenilere uygulanan “imha ve tehcir” politikası gibi, Kürtlere de aynı zulüm reva görülmüştür. 1924, 1926 ayaklanmaları ve 1938 Dersim İsyanı sonrasında; yaşlı, genç ve bebelerin de aralarında bulunduğu on binlerce Kürt, sömürgeci devlet tarafından kendi yaşadıkları topraklarından, yurtlarından zorla sürgüne gönderilerek, Anadolu’nun değişik yerlerinde yaşamaya mahkûm edilmişlerdir.
Keza, PKK’nin 1984 Atılımı ile mücadelesini yükselten Kürt halkı, yine devletin sürgünlerine maruz bırakılmıştır. Yakılan/yıkılan ve zorla boşaltılan üç binden fazla köy, mezra ve değişik yerleşim yerlerinde yaşayan üç milyondan fazla insan, İstanbul, İzmir, Adana vb. Türkiye metropolleri dışında, değişik kentlere göç ettirildi. Yine, başta Diyarbakır ve Antep olmak üzere, “iç göçler” de yaşandı. Turgut Özal’ın Başbakan olduğu dönemde çıkartılan “SS Kararnamesi” (“Sansür ve Sürgün Kararnamesi”), bu sürecin “tehcir” politikasının yasal görüntüsüydü. Ve bu Kararname, “gıda ambargosu, yayla/mezra yasağı”nın da dayanağıydı. Elbette bu yasaklar, Kürt halkının kurtuluş mücadelesini boğmak için uygulanan ve Amerika’nın Vietnam’da uyguladığı barbarlığın yeni versiyonu olan OHAL’in sorunsuz uygulanmasını hedeflemekteydi. “Stratejik köyler”, günümüzde bir halkın kurtuluşunu sağlayacak yegâne biçim olan gerilla mücadelesini bitiremedi. Zira halkla bütünleşen gerilla, bir biçimiyle lojistiğini sağlayabiliyordu. Ama, devlet eliyle sona erdirilen tarım ve hayvancılık, “göçlerin ekonomik zorunluluğu” olarak, göç eden insan sayısının nicelik artışına sebep oldu.
Özcesi, yeni dönemde üç milyondan fazla insan, sömürgeci faşist devlet tarafından zorla yerlerinden/yurtlarından göç ettirildiler. Ve bu insanlar, her türlü altyapı hizmetinden yoksun olarak kentlerin varoşlarında, çadırlarda, açık alanlarda yaşamaya mahkûm edildiler. Göç etmek zorunda kalan Kürt halkı, bilinçli biçimde kışkırtılan “şovenizm”le; horlandı, dışlandı, ev ve işyerleri talan edildi/zorla ellerinden alındı, katledildi ve “linç” hareketlerine maruz bırakıldılar. Başka ülkelere göç eden Kürtlerin sayılarının da bir hayli fazla olduğu unutulmamalı.
Ve devlet, bu göçleri gizlemek için elinden gelen her şeyi yaptı. Ya, “PKK teröründen kaçıyorlar” denildi, ya “karınlarını doyurmak için büyük kentlere göç ediyorlar” vb. denildi ya da zorla göç ettirilen Kürtlerin sayıları oldukça küçük gösterilmeye çalışıldı.
Örnekleyecek olursak; 29 Aralık 2005’te gerçekleşen MGK toplantısında, Genelkurmay”ın sunduğu raporda, “14 ilde 58 bin evde yaşayan 355 bin kişinin evini terk ettiği” (bkz. Ü.Ö.Gündem, 2 Ocak ‘06) belirtiliyor. Oysa daha 1997 yılında, OHAL Valiliği’nin verdiği bilgilere dayanılarak TBMM tarafından hazırlanan raporda, “göç edenlerin sayısı 378 bin 335 olarak gösteriliyor.” (bkz. agy). Gerçek rakamın ise, “İHD ve TMMOB tarafından 3 milyon kişi olduğu” (bkz. agy) bildirilmektedir.
Üç milyon Kürdün, devletçe yerlerinden/yurtlarından zorla göç ettirildiği bu kadar açıkken ve bu gerçek, uluslararası kuruluşlar tarafından da kabul edilmişken, bu rakamın Genelkurmay’ca “oldukça düşük” gösterilmesinin bir tek nedeni vardır. O da, yaptığı katliam ve zorunlu göçler nedeniyle, “iç ve dış kamuoyu”ndan gelecek olan baskıları azaltmaya yöneliktir.
Tamamen göz boyamaya ve manipülasyona dönük olarak çıkartılan “köye dönüş projesi”nin, PKK tarafından “eleman ve lojistik destek” amaçlı olarak kullanıldığının Genelkurmay yetkililerince MGK’de seslendirilmesi, hem bu geçersiz projenin bile yaşam bulmasını engellemeye yöneliktir ve hem de yeni zorunlu göçlerin, sürgünlerin alt yapısını oluşturmayı amaçlamaktadır.
Zaten, başta Dersim olmak üzere birçok Kürt ilinde öğretmenlerin, sendikacıların, memurların vb. devletçe sürgün edildiği ve yine Dersim, Bingöl, Siirt, Van, Diyarbakır ve bazı Kürt illerinde yeni “zorunlu göçler/sürgünler” yaşandığı, basında sıkça yer almaktadır.
Unutulmamalıdır ki; devletin yaptığı bu sürgünler gizlenemeyeceği gibi, yaşatılan sürgünlerle Kürt halkının ulusal mücadelesi engellenemeyecektir.

“İnkar”, Gerçekliği Değiştiremez!
Kürt halkı, “alt kimlik/üst kimlik” kandırmacasıyla, bugün de “inkâr” edilmek isteniyor. Bilindiği üzere; Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer almış bulunan Kürtler, M. Kemal ve arkadaşları tarafınca daha sonraki süreçlerde “inkâr” edilmişlerdir. “Güneş-dil teorisi”yle, Kürtlerin varlığı inkâr edilerek, bunlara “dağ Türkleri” denildiyse de, yeni Kürt isyanlarıyla bu uyduruk teori baştan mahkûm edildi.
Evet, TC’nin ilk yıllarından beri uygulanan imha ve zorunlu göçler/sürgünler, asimilasyoncu politikalar, Kürtçe’deki “Q,X,W” harflerinin “yasaklı harfler” kapsamına alınması vb. uygulamalar, Kürt halkının varlığını ortadan kaldıramamıştır, kaldıramayacaktır!
Kabul edilsin ya da edilmesin, “Kürt ulusu” vardır ve bu gerçek, hiçbir biçimde “inkâr” edilerek ortadan kaldırılamaz, değiştirilemez! Kürtler, “aşiretsel yapı”, “azınlık”, “ezilen bağımlı ulus” vb. değildir. Ve yine Kürtler, kavramsal içeriği öznel olarak doldurulmaya çalışılan alelade bir “halk” da değildir. Yeryüzünün varlığı nasıl gerçekse; Kürtlerin de “ulus” olduğu bir gerçektir. Ulus olma özelliklerinin bilimsel olarak açıklandığı “beş temel nitelik”, Kürt ulusunun varlığıyla birebir örtüşmektedir. Şöyle ki;
* Kırmançi, Sorani, Zazaki gibi lehçeleri bulunsa da, Kürtlerin ortak bir dilleri mevcuttur. Lehçe farklılıkları, kendi aralarında anlaşmalarının önünde engel değildir. Mücadelenin boyutlanmasına bağlı olarak gelişen ve Kuzey’den-Güney’e, Doğu ve Güneybatı’ya, yine bunların tersyüz edilmesiyle yaşanan “iç göçler”, Mezopotamya’nın tamamında kullanılacak olan “dil birliği”nin zeminidir. Son yirmi yıllık süreç, bunu kanıtlamıştır ve oligarşinin denetimindeki basın-yayın kuruluşları bile bu gerçeği ifade etmek zorunda kalmışlardır. Her koşulda verilecek olan “anadil eğitimi” ise, Kürdistan’da ki “dil birliği”nin yalınlaştırılmasını sağlayacaktır.
* Tarihlerinden beri, kendi bağımsız sınırlarında yaşamamış olsalar da, üzerlerinde doğup-büyüyüp yaşadıkları Mezopotamya’da işgal edilmiş ortak toprakları mevcuttur. Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Osmanlı ve İran (Acem) arasında ikiye bölünen ve I. Paylaşım Savaşı sonrasında Türkiye, İran, Irak ve Suriye, devletleri arasında dörde bölünmüş bulunan Mezopotamya toprakları, Kürtlerin ortak toprağıdır, ülkesidir.
* Kürtler, tarihlerinden bu yana, her zaman işgalci güçlerce yağmalanmış, talan edilmiş, sömürülmüş olsa da; tarım, hayvancılık, ticaret ve sanayi bileşkesinin oluşturduğu ekonomik birliğe sahiptirler. Petrol rafinerileri/istasyonları; çimento, tütün, şeker, tekstil, dericilik vb. fabrikalar; kömür ve maden işletmeciliği; çeşitli imalat atölyeleri; ticaret ve yeni dönemde GAP’la ortaya çıkan kapitalist tarım işletmeciliği, Kuzey’in kapitalist üretim ilişkilerine damgasını vuran ekonomik yaşamını oluşturmaktadır. Güney’deki petrol rafinerileri/istasyonları ve çeşitli sanayi işletmeciliği de göz önüne alındığında bile, ülkenin tamamında “ekonomik yaşam birliği”nin gerçekleşmediğinden söz etmek olası mı?..
* Edebiyatlarıyla, ozanlarıyla, dengbejleriyle, sanatçılarıyla, türküleriyle, folklorlarıyla vb. ortak bir kültürleri mevcuttur. Ve nasıl ki bu kültür, Osmanlı, Acem, Arap, Azeri, Ermeni vb. motifler taşıyorsa; aynı biçimde Osmanlı, Acem, Arap, Azeri, Ermeni vb. kültürler de, Kürt kültüründen izler taşımaktadır. Çünkü şu veya bu nedenle aynı coğrafyada yaşayan halkların kültürleri, birbirlerini karşılıklı olarak etkiler.
* Ve Kürtler, tüm bunların bileşkesi olarak, ortak bir tarihsel/ruhsal şekillenmeyi tamamlamışlardır.
Her ne kadar “uluslaşma”, kapitalizmin bir ürünü olsa da; işgaller nedeniyle “kendi sınırları içerisinde” ve “bağımsız” bir devlet olarak yaşayamayan Kürtler; kapitalist-emperyalist dönemde, dinamikleri sakatlanmış biçimde olsa bile, “uluslaşma süreci”ni yaşamışlardır. Bundan dolayıdır ki; “Kürt halkı”nın maddi zeminini, “Kürt ulusu”nun varlığı oluşturmaktadır. Evet, Kürtler ulustur! Sömürgeci güçlerce sakatlanmış olan dinamikleri mücadele içerisinde düzeltilecek ve ulusal bilincin başat olduğu bir toplumsal yapı, Kürt halkınca kurulacaktır...

"Şu Çılgın Türkler" Üzerine Bir Kaç Söz

Her şeyden önce, bu kitapta Türk ve Kürt halklarının emperyalist güçlere ve onun uşaklığını yapan Yunanlı işgalcilere karşı ortak mücadele etmiş oldukları sadece satır aralarında ve nadiren verilmiştir. Çarpıtılmak istenilen tarihsel gerçeklik ise şudur: Türk halkı, başta Fransız ve İngilizler olmak üzere, emperyalist işgalci güçlere ve İngiliz devletinin desteklediği işgalci Yunan Ordusu’na karşı, kardeş Kürt halkıyla birlikte “kahramanca” direnmiş ve verilen ortak mücadeleyle, bu işgalci güçler Anadolu’dan kovulmuştur. Savaş dönemindeki “kahramanlıklar”; sadece Türk ulusunun bireylerince değil, aynı zamanda Kürt ulusunun bireylerince de yaratılmıştır. Ve hatta, Ermeni, Rum ve çeşitli azınlık uluslardan bireylerin “kahramanca işler yaptığı”, adı geçen kitabın satır aralarında “vatanseverlerin yaptığı işler” olarak yer bulmuştur.
Kitaptaki düşmanlar, genellikle “korkak” ve Türkler “kahraman”dırlar. M. Kemal, Sakarya Savaşı sürecinde uyguladığı; “elde bulunan her alanda mevzilenerek savaşma” taktiği uyguladığı için, en büyük savaşçı ve dahi; onun dışındakiler ya korkak ya da iş bilmez aptallardır. Muhalifler ise; öldürülmeyi hak edecek türden “komünistlerdir, “işbirlikçiler”dir.
Kitapta, “Rum çetecilerin” köy baskınlarındaki katliamları ve ırza yönelik saldırıları apaçık ve abartılı biçimde anlatılırken bütün bu kıyım ve katliamların çoğu kez karşılıklı gerçekleştirildiği unutturulmaktadır. Öyle ki Topal Osman bile “Çılgın Türkler” arasında yer almaktadır.
Peki, kimdir Topal Osman? Kısaca ifade edecek olursak; İttihat-Terakki yönetimi döneminde kurduğu çeteyle, sadece Rum ve Ermeni köylülerini değil, Türk köylülerini de katleden, genç kızların-kadınların ırzına saldıran bir katil olan Topal Osman’ın suç dosyası hayli kabarıktır. M. Kemal tarafından kullanılan Topal Osman; TKP önderi M. Suphi ve 14 arkadaşının Karadeniz’de boğdurulması, muhalif mebusların ve mülk-i erkanın öldürülmesi/sindirilmesiyle icraatlarını genişleterek, Cumhurbaşkanlığı Koruma Muhafızlığı’nın başına getirilmiştir. M. Kemal’ce her türden entrikalar ve suçlarda kullanılan Topal Osman, oyunlarının açığa çıkmaması için yine M. Kemal’in emriyle kurşuna dizilmiştir. Kitapta, “iki kızanıyla M,Kemal’in odasının kapısında bekleyen kahraman” olarak anlatılan Topal Osman; 90’lı yılların sonlarında Genelkurmay’ca aklanmıştır. Bunun içindir ki, JİTEM kurucularından General Veli Küçük tarafından Giresun’daki hâkim bir tepeye “anıtı” yapılarak kutsanmıştır.
Tarih çarpıtıcılığının tipik bir örneği, katilliğin ve ırz düşmanlığının kutsandığı bu kitabın 300’e yakın baskısının yapılması ve on binlerce korsan versiyonun piyasaya sürülmesinin gerisinde yatan gerçeklik ise; Türkiye oligarşisinin yeni bir “şovenist histeriye” muhtaç olduğudur. Genelkurmay’ca kitabın okunmasının salık verilmesinin hikâyesi budur ve kitabın medyaca parlatılması emri, ta yukarılardan verilmiştir. Hem de, “emir-komuta zincirine bağlı olarak...

“Şu Çılgın Türkler” ve Gözdağı
Yukarıda ifade etmiş olduğumuz bu gerçekliğe rağmen, Kürt halkı inkâr ediliyor ve devletin güvenlik güçleri, adeta Kürt halkıyla alay edercesine onlara, aldatmacanın ve tarih çarpıtıcılarının en yakın örneklerinden olan ve “çılgın”lığa varan “Türk kahramanlığı”nın anlatıldığı kitaplar hediye ediyorlar. Böylece Kürtlere, hem gözdağı veriyor ve hem de “sizler Türk’sünüz” diyebilme cüretini gösteriyorlar.
Basında yer aldığı kadarıyla; Tunceli Jandarma Bölge Komutanı Tümgeneral Osman Eker, ziyaret ettiği ilçelerde, son dönemin popüler kitaplarından olan ve Genelkurmay’ca okunması salık verilen “Şu Çılgın Türkler” kitabını hediye edeceğini belirtiyor. Turgut Özakman’ca kaleme alınan bu kitap için; “Okunacak kitap olarak, ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabını okuyun, O kitabı okuduğunuzda, ... Türkiye Cumhuriyeti devletinin ne kadar büyük bir devlet olduğunu ve bu ülke üzerinde yaşamanın da bir ayrıcalık olduğunu hep beraber göreceksiniz. Onun için, o kitaplardan bir kaç tane koyduracağım buraya, o kitapları sizlerin, çocuklarınızın mutlaka okuması lazım”(bkz.Evrensel, 18 Aralık ‘05) diyerek, hem tarih çarpıtıcılığının yeni versiyonunu kutsamakta ve hem de Kürt halkına gözdağı vermektedir.
General O. Eker, bu gözdağını çok pervasız biçimde ifade edebilmektedir: “Bu güzel ülkede yaşamak bir ayrıcalıktır. Türk bayrağının gölgesi altında yaşamak bir ayrıcalıktır. Türk vatandaşı olmak bir ayrıcalıktır.”(bkz. agy) Kürtlerin yok sayıldığı, “inkâr” edildiği apaçık ortada olan bu sözlerin anlamı açıktır. “Ya Türklüğü kabul ederek, Türk bayrağı altında yaşarsınız, ya da sizleri yeni katliamlar, sürgünler bekliyor!” Kürdüm diyerek ölmek ya da sürülmektense, kendini inkâr ederek yaşama ve devlete biat eyleme “ayrıcalığı” bu olsa gerek... Kürt halkı ise buna en güzel yanıtı; her an öldürülme risklerine rağmen kitlesel direniş çizgisindeki yerlerini onurluca alarak ve yeni ‘’kahramanlıklar” yaratılacak olan tarihsel rollerinin gereğini yerine getirerek vermişlerdir...
Eli kanlı katil ve ırz düşmanı Topal Osman’ın bile “büyük bir kahraman” olarak “Çılgın Türkler” arasında sayıldığı bu kitabın okunması, elbette Genelkurmay’ca salık verilecektir. Zira bölgede mücadelenin yeniden boyutlandığı bu dönemde, şovenizmin tırmandırılması için değişik kaynaklara gereksinim vardır ve T. Özakman’ın kitabı, edebiyat alanında bu iş için biçilmiş kaftan olarak yer almaktadır.

“Gri ve Yeşil”
“Teori gri, yaşam ağacı yeşildir!” derler. Doğru söze ne demeli... Mezopotamya gerçekliğini ifade eden bu sözler, güncelde özel bir anlam taşımaktadır. Devletin adım atarak, Kürtlere “haklarını” vermesi; Türk ve Kürt halklarının bu verili faşist düzen içerisinde “eşit, özgür ve kardeşçe yaşam sürme” beklentisi; “Demokratik Cumhuriyet, Demokratik Konfederalizm” projeleri hülyadır, boş umuttur. Salt kitlesel mücadeleyle bir takım demokratik hak ve özgürlüklerin kazanımı sağlanabilir ama bu toprak parçası özgürleşemez! Mezopotamya’nın bir parçasının ya da tamamının özgürleşerek “halkların demokratik, eşit ve özgür birlikteliğini sağlamanın yegâne yolu; devrimci sosyalist anlayışla hareket etmekten geçer, öyleyse yapılması gerekenler ortadadır!
Her şeyden önce, Türkiye, Iran, Irak ve Suriye devletleri arasında dörde bölünmüş bu ülkenin varlığı kabul edilmeli ve bu ülkenin “sömürge” statüsünde bulunduğu inkâr edilmemelidir. Böylece, bu toprakların herhangi bir parçasının “ilhak” edilmiş bir alan değil; sömürge bir ülkenin parçası olduğu gerçeği kabul edilecektir/edilmelidir. Gerçeklik bu olunca; Kuzey’de “alan örgütlülüğü”, “seksiyon örgütlenme”, “bölge örgütlenmesi” vb. gibi yanlış yaklaşımlar yerine, “ülke örgütlenmesi”ni esas alan devrimci sosyalist anlayış esas alınarak, “örgütlülük” bu temelde düzenlenmelidir.
Bu anlayış çerçevesindeki örgütlenmenin hedefleri bellidir:
* Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesiyle hareket edilerek, Kürt halkının kendi geleceğini özgürce belirlemesinin önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmalıdır.
* Mezopotamya’daki mücadele, tek bir parçada başlatılmış olsa bile, bütün ülkenin özgürleşmesine kadar bu mücadele sürdürülmelidir. Buradaki temel ilke; sosyalizme evrilmeyi koşullayacak olan Bağımsız-Birleşik-Demokratik Bir Ülke’nin yaratılmasıdır.
* Bu ilkenin yaşamsal kılınmasının yegâne yoluysa, mücadelenin doğru bir perspektif ve devrimci sosyalist bir önderlik inisiyatifi altında verilecek olmasıdır. Sömürge, yeni-sömürge tüm ülkeler için evrensel devrim stratejisi olan Politikleşmiş Askeri Savaş, sadece sömürgeci güçlere ve yerli gericileri değil; aynı zamanda emperyalist güçleri de hedef almalıdır. Anti-emperyalist, anti-sömürgeci ve anti-gerici mücadele; Mezopotamya’da “ulusal ve sınıfsal” yönlerin bileşkesini oluşturacaktır.
Bütün bu ifade edilenlerin, teorik “gri” söylemler olarak kalmaması ve yaşamın “yeşil” gerçekliğiyle örtüşmesi için, Kürt halkının devrimci sosyalist bir önderlik yaratması, olmazsa olmaz koşuldur. Bu görevin yerine getirilmesi için birikim, deneyim ve cüret, Kürt halkında fazlasıyla mevcuttur.



 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19