Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

39. Sayı - Mart 2006

Ortadoğu’ya Hâkim Olmak...
Ortadoğu, tarih boyunca emperyalistler açısından en stratejik ve en önemli bölge olmuştur. Çünkü Ortadoğu dünyanın en zengin petrol rezervlerinin yanı sıra, enerji ve hammadde nakliyatının gerçekleştiği en önemli ticaret yollarına sahiptir. Ayrıca geniş pazar olanaklarına sahip olmasından dolayı, her dönem için emperyalistlerin ağzının sulanmasına, kendi aralarındaki hegemonya savaşlarına sahne olmaktadır. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalist ülkeler, hegemonya savaşında birbirlerine karşı üstünlük sağlayabilmek için Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Güney Asya’da bir dizi istikrarsızlık ve kargaşa yaratmaktadırlar. Emperyalistler hegemonya mücadelesinde Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’da halklar arasında tarih boyunca yapay çelişkiler yaratarak çatışma çıkartmaktadır. Buralardaki karışıklık ve savaşların temel nedeni, emperyalistlerin bölge üzerinde ve kendi aralarında hegemonya kurma, etki alanını (pazar alanını) genişletme mücadelesidir.
Geniş bağlamda, Pakistan’dan Fas’a kadar düşünüldüğünde Ortadoğu tam bir “kurtlar sofrası”dır; burada herkes birbirinin ayağına basmakta, bütün emperyalist ülkeler birbirinin alanını daraltmaya çalışmaktadırlar. Ve tabii buna karşın Ortadoğu, aynı zamanda halk direnişlerinin en yaygın olduğu bir devrim havzasıdır.

Irak’ın İşgalinden Büyük
Ortadoğu Projesi’ne...

“Bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir.”(W. Churchill)
Ortadoğu’da gelişen emperyalistlerarası hegemonya mücadelesinin ve halkların çektiği acıların nedenini bu sözler çok açık bir şekilde ifade etmektedir.
Tek tek ülkelere inersek eğer, bu açıdan bakıldığında en merkezi yerlerden birinde Irak durmaktadır. Daha I. Paylaşım Savaşı’ndan önce, Churchill döneminde İngiliz petrol tekelleri o zaman Osmanlı’ya bağlı olan topraklarda petrol arama faaliyetlerine girmiş, kaynakları kontrol etmeye çalışmıştır. Öte yandan Almanya da Bağdat-Berlin demiryolu ile civardaki petrol yataklarını kontrolü altına almak istiyordu; öyle ki yapılan anlaşmada demiryolunun iki tarafı bütünüyle şirketin inisiyatifine bırakılıyordu. Savaştan sonra da bütün Ortadoğu’da örgütlenen tezgâhlar, 1940’lara doğru gelirken yeniden alevlenen Alman-İngiliz çekişmesi yine aynı sorunun etrafında düğümleniyordu: Petrol... Sınırlar cetvelle çiziliyor, tarihte hiç mevcut olmamış Arap ülkeleri icat ediliyor, bin türlü dalavere ile Arapların genel bir birliğe yönelmesinin önü kesiliyordu. 1945-1980 arasında İran’da örgütlenen kukla Şah yönetimi, Kuveyt ve Emirlikler gibi uydurma devletçiklerin yaratılması, vs. hep aynı çabanın ürünüydü.
ABD emperyalizmi çok geniş bir araziye, kalabalık bir nüfusa, bol petrol ve doğalgaz kuşağına, geniş pazar alanlarına sahip olan, Kuzey Afrika’dan (Fas, Tunus, Mısır) başlayarak Ortadoğu’ya (Suudi Arabistan, Irak ve İran) ve eski sosyalist ülkelere ait geniş topraklara (Azerbaycan, Gürcistan, Türkmenistan, Kazakistan ve diğerleri) dek uzanan bu hatta “Güney-batı Asya” ya da “Büyük Ortadoğu” adını verdi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bilinen senaryo da bu geniş coğrafyayı ve zenginlikleri yağmalama, hegemonya kurma amacıyla geliştirildi. ABD emperyalizmi Afganistan ve Irak’ı işgal ederken bir dizi ekonomik ve siyasi hesapların dışında küresel suni denge kurmayı da hedefliyor, İran, Suriye, Libya, Sudan ve bir dizi başka ülkeyi de işgal etmekle tehdit ediyor, bu uğurda geçmiş ilişkileri nasıl olursa olsun, harcayamayacağı, gözden çıkarmayacağı ülke ve ülke yönetimin olamayacağını” açıkça dillendirirken, bu projenin önemini de sergiliyordu…
Irak, çok önemli petrol yataklarına sahip olmasından dolayı Ortadoğu ülkeleri içerisinde ABD saldırganlığından en çok zarar gören ülkelerden biri oldu. Önce, emperyalistlerin, İran devrimini boğmak amacıyla Irak’ı İran’a saldırtarak başlattıkları İran- Irak savaşında müthiş bir yıkım yaşandı. Savaş, İran’a 1 trilyon dolara mal oldu, savaş sırasında 15 büyük kent ve 1200 köy tümüyle haritadan silindi…
Bu savaşta yüz binlerce insan öldü, iki milyona yakın insan yaralandı, emperyalistler için bunların hiç önemi yoktu, çünkü onlar için “bir damla petrol bir damla kandan daha önemli”ydi… Savaş boyunca 53 ülkenin ölüm tacirleri Irak ve İran’a 50 milyar dolarlık silah sattılar. Savaşta 10.000 Iraklı ve 40.000 İranlı esir düştü. 5000 Kürt Halepçe’de kimyasal silahlarla yok edildiğinde emperyalist ülkeler bu katliamı görmezden geldiler ve o dönemde çıkarları bunu gerektirdiği için Saddam gericiliğini desteklediler. 100 bin Kürt, İran ve Türkiye’ye göçmek zorunda kaldı.
1990’lar geldiğinde ise artık yeni bir dünya düzeni oluşmuştu ve engelleyici bir sosyalist sistemin olmadığı koşullarda her şey çığırından çıkarıldı. Bu arada temizlenmesi gereken bir pürüz haline gelen Saddam, önce Kuveyt’e saldırtıldı, sonra da Körfez Savaşı organize edildi.
Emperyalist saldırıda Irak tümüyle yıkıma uğratıldı. Iraklı 60 bin asker ve 22 bin sivil öldü, ancak savaş sonrası ortaya çıkan yıkım bundan çok daha korkunçtu. Emperyalistlerin koyduğu ambargo sonucu Iraklıların açlık, salgın hastalık, ilaçsızlık gibi nedenlerle verdiği kayıp bu rakamların kat kat üstündeydi.
11 Eylül’ü bahane ederek yapılan Afganistan işgalinden sonra başlayan Irak işgalinin bilançosu ise artık herkes tarafından biliniyor.
ABD açısından, Irak işgaline rakip emperyalistlerden askeri-lojistik ve ekonomik destek almak çok önemli olsa da, asıl önemlisi bu işgali BOP stratejisine uygun bir hale getirmek ve meşrulaştırmaktı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve hiç hesaba katmadıkları şeyle; Irak halkının direnişiyle karşılaştılar. Aynı zamanda ABD emperyalizmi Irak savaşı ve işgalinde, dünya halklarının azımsanmayacak tepki ve direnciyle karşılaştı ve ciddi biçimde yıprandı. Kendi egemenlik araçları olan Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi, NATO ve NAFTA ülkelerinin bile desteğini alamadı. Almanya, Fransa, Rusya ve Çin’i karşı bloklaşmaya itti. Dünya çapında on milyonların protesto gösterilerine ve nefretine muhatap oldu. Ortadoğu’da yüz binlerce kişilik militan gösterilerin yanı sıra, binlerce kişi de ABD emperyalizmine karşı savaşmak için Irak’a geçti. ABD Emperyalizmi ayrıca Irak’ta ciddi askeri kayıplar da verdi ve her gün bu kayıplar giderek artıyor.

Afganistan: Çorak Ama Kervanı Bol!
Bu arada Afganistan tam anlamıyla emperyalizm tarafından yutuldu. 1800’lü yıllardan beri stratejik önemi nedeniyle özellikle İngilizlerin ilgisini çeken Afganistan, 1839’da resmen işgale uğramış, sonraki dönemde de hiç boş bırakılmamıştır. 1970’lerde Sovyetler Birliği’nin desteğiyle kurulan Afgan Halk Partisi yönetimi ise tarihte pek az rastlanır ölçüde provokasyonlar ve saldırıların hedefi olmuştur. Usame Bin Ladin başta olmak üzere binlerce “mücahit” Pakistan sınırındaki CIA kamplarında eğitim görmüş ve bu kampların finansmanı da açıkça eroin ticaretinden sağlanmıştır. Öyle ki, CIA o bölgeye gelmeden önce Pakistan’da eroin kullanıcı sayısı sıfır iken, daha sonrasında (1979- 1985 arası) eroin kullanıcılarının sayısı 1.5 milyona çıkmıştır. Pakistan-Afgan sınırında eroin pazarı, bugün hâlâ 100-200 milyar dolar büyüklüğündedir.
11 Eylül saldırısı bahane edilerek, başını ABD’nin çektiği blok tarafından işgal edildiğinde Afganistan işte bu durumdadır ve zaten ABD’nin bütün “müttefikleri” de bizzat bu pazarın içindedirler.

İran: Musaddık’tan Şah Rıza’ya
ve “Terörist Ülke” Listesine...

1953’te İran’daki Musaddık yönetiminin devrilmesi de yine petrolle ilgiliydi. Daha 1900’lerin ilk çeyreğinde Pehlevi hanedanının başa geçmesiyle birlikte “Batı”ya yönelen İran, her zaman özellikle ABD’nin ilgi alanı içinde oldu. 1951’de Musaddık önderliğindeki Ulusal Cephe iktidara geldiğinde, bir yandan Şah’ın görevlerine sınırlamalar getirirken, diğer yandan da petrol başta olmak üzere bir dizi alanda ulusallaştırma projelerini uygulamaya koydu. Böylece aslında sonunu da hazırlamış oluyordu. 1953’de CIA destekli bir darbeyle devrildi ve bölgenin en kanlı işbirlikçi diktatörü Şah Rıza Pehlevi iktidara getirildi. Yaklaşık 10 bin ABD’li danışmanla çalışan Şah Rıza döneminde binlerce devrimci öldürüldü; ama bu arada petrol kaynakları da uzun süre kontrol altında tutuldu.
1979’da islam devrim başladığında ise şehrin varoşlarında milyonlarca işsiz ve aç insanın umutsuzluk içinde kıvrandığı bir süreçte, Humeyni bu kesimlere kurtuluş vaat etti: “İslam Cumhuriyeti ve Allahın Yönetimi!” 60 bin kişilik gizli polis teşkilatı, SAVAK ve 400 bin kişilik ordu, yığınların üzerinde terör estiriyordu. SAVAK, toplumun her alanına sızıp tutuklamalara girişiyor, muhalif kesimleri işkenceden geçiriyor, kitle hareketini bastırıyor ve kimsenin başını kaldırmasına izin vermiyordu. Fakat tüm bu önlemler, istihbaratlar, gövde gösterileri, güçlü ordular, işkenceler, katliamlar 12 Şubat 1979’da halk kışlaları basıp binlerce silaha el koyarak 300 bin insanı silahlandırdığında, hapishaneleri boşalttığında, saf değiştiren askerler halkla birlikte sokaklara döküldüğünde, o “muazzam, tam donanımlı ordu” halkın gücü karşısında adeta çöktü. Yıllardır Şahın zulmüne ve sömürüsüne maruz kalan emekçi yığınlar, bir diktatörlüğü daha yerle bir ediyordu. Şah Rıza 1979’da 20 milyon dolarlık servetiyle kaçarken geride tam bir harabe bıraktı. İktidara gelen Mollalar ise o günden bugüne bir yandan ülkeyi bir gericilik kalesi haline getirirken, diğer yandan da ABD ile gerilimli bir ilişki sürdürdüler. Bugün hâlâ nükleer bahanelerle İran “Şer Ekseni” içinde tutuluyor ve ABD Ortadoğu’da tam kukla bir İran rejimi için çabalarını sürdürüyor.

Filistin: Ortadoğu’nun
Kalbi ve Onuru...

Ortadoğu’daki devrimci uyanışın en önemli halkalarından biri olan Filistin ise yüzyılın başından beri işgaller ve katliamlardan kurtulamadı.
Filistin halkı aslında Siyonist İsrail devletinden önce de farklı devletler tarafından ve çeşitli biçimlerde katliam ve işkenceye maruz kalmış bir halktır. Örneğin 1936 yılında, İngiliz yönetimi sırasında gerçekleştirilen genel grev bunların en önemlisidir. 1939 yılında ancak bastırılan ayaklanmada Filistin halkı 40 bin evladını kaybederken, 20 bini esir düştü, 110 kişi de idam edildi.
1947’de kurulan Siyonist İsrail devleti ise Filistinlileri yurtlarından sürgün ederken aynı zamanda ise ABD’nin toplam dış yardımının yarısını alıyordu. Ortadoğu’da ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerine karşı emperyalizmin vurucu gücü haline getirilen İsrail, yaklaşık 60 yıldır Filistin halkına ve diğer Arap halklarına karşı sayısız katliamlara imza atmış bir “terör devleti” olarak varlığını sürdürmekte, her geçen gün topraklarını daha çok büyütmektedir. Üstelik bu konuda zaman zaman kukla Arap rejimlerinden de ciddi destekler almıştır. Örneğin 19 Eylül 1970’de “Kara Eylül” diye bilinen kıyımda ABD’nin kuklası Ürdün Kralı, Filistin kamplarını yoğun top atışına tutarak 30 bin Filistinliyi öldürmüştür.
Bunlara ek olarak sırasıyla ilk aklımıza gelenler; Ocak-Haziran 1976’daki Tel Zaatar karantina göçmen kampları ve 17 Eylül 1981’deki Sabra ve Şatilla “göçmen kampları”ndaki katliamlardır. Siyonist İsrail devleti yalnızca 1982’de Lübnan işgali sırasında da 17 bin 500 kişiyi katletti.
28 Eylül 2000’de başlayan ikinci intifada ilk günlerinden itibaren yüzlerce ölü verilmesine karşın başarılı şekilde sürdürülmüştür. İsrail bölgedeki devletlerden herhangi biri değildir. O, özellikle de başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalist ülkeler tarafından Ortadoğu’daki devrimci uyanışı ezmek, “şer cephesini” çökertmek için kullanılan bir kontrgerilla devletidir. Türkiye oligarşisi ise bu savaşın tarafı, ABD’nin en sadık uşağı olarak Siyonist İsrail ile birlikte Ortadoğu halklarının baş düşmanı, onların özgürlük ateşi karşısında terör ortağıdır. Coğrafyamızda yapılan bütün pis işlerin, faili meçhul cinayetlerin, kontra faaliyetlerinin arkasında İsrail ve Mossad’ın parmağı vardır. Örneğin Susurluk’ta İsrail silahları çıkması da bir tesadüf değil, bu ilişkilerin bir uzantısıdır...

Cezayir: Ulusal Kurtuluş’tan
Yeni-Sömürge Boyunduruğuna

Daha 1830’larda Fransız emperyalizmi tarafından işgal edilen Cezayir, 1832-39 arasında Abdülkadir Cezayiri önderliğinde verdiği direniş boyunca binlerce ölü verdi. Daha sonra Sedif ayaklanmasında da 45 bin kayıp verdi. 1954-62 arasında verilen bağımsızlık savaşında ise 1.5 milyon kişi öldü, 2 milyon 800 bin kişi tutsak düştü. Uyanan Cezayir, yüz binlerce şehide mal olan bir ulusal kurtuluş savaşı verdi, ancak böylesi bir savaşın sonucunda Fransız emperyalizmine diz çöktürdü ve bağımsızlığına ulaştı. Ancak Cezayir bağımsızlık savaşının önderliğini yapan Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) daha sonrasında tipik bir “yeniden tuzağa düşme” durumu yaşadı ve emperyalizmin yörüngesine girdi. 19 Haziran 1965’te Bumedyen’in gerçekleştirdiği askeri darbeyle FLN’nin tarihsel önderi Ben Bella iktidardan uzaklaştırıldı. Darbe sonrası “ulusal birlik” gerekçesiyle radyolarda Berberi türkülerinin çalınması yasaklandı. Tarih kitapları Cezayir’e Arapların geldiği tarihten sonrasını yazdı ve Berberi halkı tarihten “çıkarıldı”. Cezayir’deki askeri oligarşi yıllarca “ilerici” olduğu ve sözde “Kapitalist Olmayan Yol”u izlediği için Sovyetler tarafından desteklendi. Oysa FLN devletleştiği ölçüde tam bir “askeri mafya”ya dönüşmüş, yolsuzluk, rüşvet, talan Cezayir’in gündelik gerçeği olmuştur. Sonuçta Cezayir halkı borçlarının faizlerini gelirlerinin % 85’i ile ödemektedir. 1994 yılında ülkede kan gövdeyi götürürken, 30 bin Cezayirlinin cesetleri üzerinde pazarlığa oturan IMF Başkanı Camdessus, Cezayir parasının % 46 devalüe edilmesini sağlamıştır ve bugün Cezayir, 26 milyar dolar dış borçla, %28.6 oranında devalüasyonla % 100’ü bulan enflasyonla IMF kontrolünde istikrar aramaktadır(!) FLN’nin ve askeri cuntanın hiçbir itibarı kalmamış, kendi içinde de birkaç fraksiyona ayrılmış bir cinayet şebekesi haline gelmiştir. Cezayir’de yaşananlar trajik biçimde, kendi içinde farklı özgünlükler taşısa da Libya, Irak, Suriye ve Mısır örneğinde olduğu gibi “Kapitalist Olmayan Yol” düşüncesinin sonunu göstermekte, emperyalist-kapitalizmin bu yeni döneminde sosyalizm içermeyen ulusal bağımsızlık mücadelelerinin emperyalizmin yeni sömürgesi olacağı düşüncemizi kanıtlamaktadır...

Libya: Kaddafi’nin Yeşil Sosyalizmi
ve Hizaya Gelme...

İtalyan işgaline karşı verilen uzun mücadelelerden sonra kurtulan Libya, oldukça geniş bir coğrafi alanı kapsayan, kabilelere dayalı bir ülke olarak sahneye çıktı. Daha sonra Kral İdris’in ilkel, tutucu yönetimine son veren genç subaylar Albay Muammer Kaddafi yönetiminde bir rejim kurdular. 1960’ların 70’lerin dünya dengeleri içinde, reel sosyalizmin varlığından güç alan bir “Üçüncü Dünya Ülkeleri” bloğu, uzun süre dünyada ve Libya’da belli bir anlam ifade etti. Mısır, Cezayir, Tunus ve Libya’nın adı uzunca bir süre birlikte anıldı ve hatta bu sürecin belli bir noktasında ciddi ortaklaşma adımları da atıldı. Bu dönemde sol düşüncelerle bağnaz dinci yaklaşımı harmanlayan kendine özgü “sosyalist” teoriler ortaya atan Kaddafi, ABD karşıtı tutumu yüzünden uzun süre emperyalist cephenin açık hedefi oldu. Özellikle 1980’lerden sonra ABD emperyalizmi her fırsatta bir bahane bularak Libya’yı bombalarken, CIA ise saldırı politikalarının bir sonucu olarak ürettiği komplolarla ülkeyi rahat bırakmadı. Kaddafi, ABD terörünün hedefi durumuna geldi. Öyle ki, 1986 yılında ABD Libya’yı bombaladığında Kaddafi bu saldırıdan kıl payı kurtulurken sarayı yerle bir oldu, bazı yakınlarını kaybetti. Ancak 11 Eylül sonrasında ABD emperyalizminin tehditleri karşısında nihayet sistem tarafından “hizaya getirildi” ve giderek dalkavukça ve kraldan çok kralcı tavırlar sergilemeye başladı. Buna karşılık kazandığı ise iktidarda kalmasına izin verilmesiydi.

Mısır ve Ulusal Gelişme Hevesleri...
Mısır’da aralarında Nasır’ında bulunduğu “Hür Subaylar” grubu 1952’de krallığa son vererek iktidarı ele geçirdiler. Krallığı ortadan kaldırmak, İngilizleri ülkeden çıkarmak, yeni bir politik sistem kurmak istiyorlardı. Yüzlerce yıldır yabancılar tarafından sömürülen Mısır’da nüfusun % 1’i ulusal servetin % 50’sini elinde tutuyor, halkın % 72’si ise toprakların ancak %13’ünü ekebiliyor, halk gaddar bir bürokrasi tarafından eziliyor, rüşvetsiz hiçbir iş görülmüyordu. Mısır ordusu 1936 yılına kadar resmigeçitlerde boy gösteren bir protokol ordusu niteliğindeydi. İngilizlerin denetiminde ve sadece polis görevi yapan ordunun komuta kademesinde eski Osmanlı subayları da bulunuyordu. 1936’ya kadar aristokrat aile çocuklarının kabul edildiği subaylık mesleğine o tarihteki büyük halk ayaklanması sonucu imzalanan Mısır-İngiliz anlaşması uyarınca yoksul halk çocuklarının girme imkânı doğdu. Bu reform sonucu ordu giderek ulusla bütünleşti. Küçük burjuva kökenli ailelerden gelen ve emperyalist işgale, işbirlikçilere kin duyan bu genç kadrolar Hür Subaylar hareketinin nüveleridir. Cemal Abdülnasır darbeyi izleyen 20 yıl boyunca, Mısır’ın iç ve dış siyasetinin belirlenmesinde otoriter yetkilerle hareket etti. Genellikle uygulama sırasında geliştirilen eklektik fikirlerle bezenmiş bir Arap sosyalizminden yana göründü ve Sovyetler Birliği’nin desteğini aldı. 1952 ihtilalinden sonra gerçekleştirilen toprak reformu sosyal ve politik açıdan önemli bir aşamaydı. Nasır iç politikada geniş manevra olanaklarına sahip olmakla birlikte, “sistem”in uluslararası işleyiş kurallarının dışında değildi. Bu dönemde Ortadoğu’ya iyice yerleşen ABD ile karmaşık ilişkiler kuruyor, ABD ise bir yandan tereddütlü bir destek sunarken bazen de etkinliğini kırmaya uğraşıyordu. Nasır’ın “Kapitalist Olmayan Yol”u dünya sisteminin dışına çıkmadığı sürece sorun yaratmıyordu.
Sonuçta, her şeye karşın Nasır dönemi bittiğinde ve Enver Sedat (ve sonra onun öldürülmesiyle Hüsnü Mübarek) dönemi başladığında emperyalistler daha da rahat bir nefes aldılar. Çünkü bu kez artık Ortadoğu’nun bu çok önemli ülkesinde daha sağlam müttefiklere sahiptiler. Sedat ve Mübarek’in İsrail ile yapılan bütün “Barış Görüşmeleri”nde(!) başrolü oynamaları ve ABD çıkarlarını tehdit etmeyen bir noktada durmaları bunun en açık kanıtı oldu. Bugün Mısır, Ortadoğu’nun en büyük, en önemli ve aynı zamanda yoksulluk uçurumu açısından rekor kıran ülkelerinden biri olarak emperyalizmin dümen suyunda bir ülkedir.

Ve Türkiye: Her Zaman
Çantada Keklik...

Türkiye ise bütün bu karmaşık tablonun içinde her zaman emperyalizmin hizmetinde ve Ortadoğu’nun yoksul halklarının karşısında oldu. Daha NATO’ya girildiği ilk yıllarda bile işbirlikçi yöneticiler, Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde aktif rol oynayacağını hiç inkâr etmediler. Nitekim öyle de oldu. Bölgedeki CENTO gibi gerici ittifakların başta gelen üyesi olan Türkiye, topraklarındaki üslerle Ortadoğu’da ne zaman kriz olsa emperyalistlerin koltuk değneği oldu. Öte yandan kurulduğu günden beri İsrail ile yakın ilişkiler kuran Türkiye, bütün demagojilere karşın siyonizmin bölgedeki en sağlam müttefiklerinden biri olurken Filistin halkının da düşmanı haline geldi.
Bugün de Türkiye oligarşisi, Balkanlarda ve Kafkasya’da olduğu gibi bu bölgede de “Türk-İslam Dünyası” ve “Adriyatik’ten Çin Seddine” gibi pek stratejik teoriler uydursa da hiçbir zaman emperyalistlerin kendisi için belirlediği programların dışına çıkmadı, çıkamadı. İstese de çıkamaz... Türkiye, Emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinde taşeronluk yapmakta, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’daki her soruna müdahale etmeye çalışmakta, artan ekonomik ve siyasi krizine rağmen yoğun bir silahlanma programıyla daha büyük müdahaleler için hazırlanmaktadır. Bugün Türkiye oligarşisi, İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan gibi diğer gerici-işbirlikçi rejimlerle birlikte ABD hegemonyasının bölgedeki temel dayanağı, BOP’nin taşeronudur.

Sonuç: Ortadoğu Kendi Kaderini
Eline Almadıkça Çözüm Yok!

Sonuç olarak bu kısacık ve son derece yetersiz gezintinin de gösterdiği şey, Ortadoğu bölgesinin emperyalizmin nasıl bir av alanı olduğudur. Özellikle 1990’lardan sonra başlayan dizginsiz haydutluk ve yeni emperyalist hegemonya dönemi, bölgeyi bir baştan bir başa kaosa sürüklemiş, geçmişteki bütün dengeleri alt üst etmiştir. Bugün artık Pakistan’dan Fas’a Türkiye ve Kürdistan’dan Yemen’e kadar bütün bölge, doğrudan emperyalist işgal ve saldırı politikalarının etkisi altındadır. Emperyalizm bölgede bir yandan Türkiye ve İsrail gibi dayanak noktaları oluşturur ya da var olanları sağlamlaştırırken, diğer yandan da İran ve Suriye örneğinde görüldüğü gibi sorun çıkaran ülkeleri baskı ve tehdit altında tutarak yola getirmeye çalışmaktadır.
Emperyalizm yıllardır bölgemize, Ortadoğu’ya kan, gözyaşı, katliam, işkence, acı, açlık, işsizlik ve yoksulluktan başka hiçbir şey getirmedi. Emperyalistler bölgemizde verdikleri hegemonya mücadelesinde, yerli işbirlikçileri aracılığıyla halklar arasında düşmanlığı, şovenizmi körükleyerek halkları birbirine düşürdüler. Bugün de BOP gibi projelerle bölgemizin petrol başta olmak üzere yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, değerlerini, geniş pazar alanlarını garantiye almak, ucuz işgücünü daha fazla sömürmek, daha fazla artı değer elde etmek istiyorlar. Bunun için Irak’taki son Şii-Sünni provokasyonunda görüldüğü gibi her türlü kontra faaliyetini uygulamaktan da çekinmiyorlar.
Dolayısıyla, gelinen noktada artık bölgedeki bütün ezilen halkların ve devrimci güçlerin birliği ve dayanışması bir kat daha fazla önem kazanıyor. Ortadoğu halklarının devrimci dayanışmasını yaşama geçirmek bugün daha yakıcı bir sorun olarak, temel görevler olarak bölgedeki bütün devrimcilerin omuzlarındadır. Devrim ve sosyalizm mücadelesinde, kendini her anlamda yenileyen devrimci güçler emperyalist kapitalizme karşı mücadeleyi başaracak ve insanlık için yeni bir çağ açacaktır. Ortadoğu’nun ezilen halkları kendi kaderlerine kendileri el koymadıkça, emperyalistlerden bir şey ummak tümüyle boş bir hayaldir.



 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19