Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

39. Sayı - Mart 2006

(* Bu yazı, emperyalizm ve kültür üzerine yapılan bir ön çalışmadır ve daha ağırlıklı olarak emperyalist çürütme politikalarını ele almaktadır. Kültür ve kültür emperyalizmi üzerine daha kapsamlı bir çalışma için yalnızca bir başlangıç olarak düşünülebilir.)

Bilindiği gibi “kültür emperyalizmi” kavramı, günlük dilde çok çeşitli politik akımlar tarafından çok çeşitli anlamlar yüklenerek kullanılmaktadır. Örneğin, gerici dinsel akımların literatüründe bu kavram, Batı’dan gelen bütün düşünsel akımları ve kültürel biçimleri kapsar. Bu bağlamda, İslamiyet’e ait olmayan bütün düşünce akımları, yaşam biçimleri, burjuva devriminin aydınlanmacı mirası, pozitivizm, vb. tümüyle kültür emperyalizmi olarak değerlendirilir ve esasında bu değerlendirme, ezilen-yoksul insanların bir bölümünün duygularına da denk düşer. Yoksulluklarının ve ezilmişliklerinin nedeni olarak Batılı emperyalist ülkeleri gören sıradan emekçilerin birçoğu, doğal olarak o yönden gelen bütün kültürel değerleri, yaşam biçimlerini, vb. aynı soygunun bir başka cephesi olarak algılarlar. Daha doğrusu, çoğu zaman şöyle olur: İnsanlar bu Batılı kültürün ve davranışların önemlice bir bölümünü hayatın zorlamasıyla kabul ederek günlük yaşamlarına yansıtırlar ama öte yandan da aynı yansımanın uç örnekleri karşısında yakınma ya da savunma durumunu terk etmezler. Böylece ortaya neyin kabul edilip neyin reddedilmesi gerektiği konusunda bir karmaşa çıkar ve genel olarak bu durum “Batı’nın ilmini fennini almak, yaşam ve inanç biçimlerini dışta tutmak lazım” gibi beylik formüllerle geçiştirilir.
Soldaki kültürel tartışmalarda da (burada “sol” kavramıyla çok geniş bir yelpazeyi tarif ediyoruz) her şey çok net ve belirgin değildir. “İlerleme” ve “ilericilik” gibi kavramlardan ne anlaşıldığına da bağlı olarak bir dizi karışıklık yıllar boyu sürmüş, yeni-sömürgeci kapitalistleşme süreciyle birlikte bu coğrafyada gelişen yeni kültürel-sosyal öğelerin hangilerinin “kültür emperyalizmi” kapsamına girdiği, hangilerinin “toplumsal ilerleme belirtisi” olduğu üzerine tam bir hemfikirlik sağlanamamıştır. Örneğin geçtiğimiz yıllardaki Afganistan işgali sırasında “zengin Batı dünyasının yanında yer almamız gerektiğini” söyleyen eski TİP yöneticisi Sadun Aren, aslında Ortadoğu coğrafyasından ve genel olarak ezilen halkların kültürel-sosyal dünyasından kopmak isteyen bir kesimin sözcülüğünü yapmıştı. “En iyi sosyalizm gelişkin kapitalizm koşullarında kurulur” şeklindeki şu çok eski ve ilkel lafazanlığı kılıf olarak kullanan ve “ilerleme”yi kapitalist dünyayla bütünleşmekle eşdeğer gören anlayışın tipik ifadesi olan bu yaklaşım, kültürel olarak da Avrupa merkezli bir tutuma sahiptir. Ezilen halkların dünyasıyla köprüleri atmış olan bu kültürel tutumun politik alanda da reformizme denk düşmesi rastlantı değildir; çünkü bu yaklaşım, o kitleleri anlamayı, tanımayı ve harekete geçirmeyi düşünmemekte, en iyi ihtimalle AB gibi dışsal güçlere bel bağlamaktadır.
Öte yanda ise, devrimci sosyalizmin de içinde bulunduğu devrimci kesimler, değişik vurgulara ve yaklaşımlara sahip olsalar da, kendi saflarını Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın ezilen halklarının yanında belirlemekte, asıl vurgusunu bu devrim havzasına yapmaktadırlar. Doğal olarak bu kesimin kültürel-sosyal tutumu da ezilen halkların dünyasına yakın duran, o dünyanın bütün çerçevesini kabul etmeyen ama bir yandan da anlamaya çalışan ve o cephedeki gerici ve olumsuz öğelerin aşılmasının yolunu kapitalizmde değil, sosyalizmde gören bir tutumdur.

Sömürgeciliğin Tarihi,
Sömürgecilerin Kültürü...

Bu kısa özeti bir an için burada noktalayıp emperyalist kültür sorununun kökenlerine doğru bir yolculuk yapmak istiyoruz.
Bu yolculukta ilk önümüze çıkan olgu, tabii ki sömürgeciliktir. Gerçi tarih boyunca yenenlerin yenilenlere, işgalcilerin işgale uğramışlara kendi kültürel-sosyal özelliklerini yansıtması, hatta hâkim kılması bir kural gibidir ama sistematik bir süreç olarak sömürgecilik yine de daha derli toplu bir kültürel saldırı olarak önümüze çıkar.
Gerçekten de uçsuz bucaksız Afrika, Asya ve Amerika topraklarına ulaşan her sömürgeci güç, yalnızca ayak bastıkları toprakların zenginliklerini yağmalamakla kalmamış, aynı zamanda kendi (çoğunlukla dinsel ağırlıklı) kültürünü de büyük bir vahşetin eşliğinde yaymıştır. Daha doğrusu, hırsızlık ve cellatlık ile küstahça bir “vahşilikten kurtarma”(!) “dine döndürme” faaliyeti her zaman birlikte yürümüş, işin açıkçası, ikincisi, birincisinin üstünü örten bir kılıf gibi kullanılmıştır. Hatta tam olarak kılıf bile değil! Çoğu kez en vahşi kasaplıklar zaten “dinin gereği” olarak, onun içerdiği bir şey olarak ortaya konulmuştur. Okul kitaplarında bize “keşifler”(!) diye anlatılan bu büyük yağma dönemi boyunca, ulaştıkları her yerde muazzam uygarlıklarla karşılaşan sömürgeciler, son derece vahşi bir saldırıyla bütün bu “putperest” uygarlıkları yok etmişler, büyük bir kültürel mirası kırılmaya uğratarak derin bir ahlaksızlıkla birleştirdikleri kendi bağnaz dinsel dogmalarını ve giderek kendi yaşam biçimlerini hâkim kılmışlardır. En bayağısından soygunculukla en katı “ahlakçılık” uzak topraklara aynı gemilerle taşınırken, “kılıç” ve “haç” birbirini tamamlamakta, hatta bu ikisi çoğu kez aynı anda iş görmektedir.
Bu aynı zamanda, tarihteki en çarpıcı kültür çatışmalarından biridir. “Vahşileri imana getirme” iddiasındaki sömürgeciler bu ülkelerdeki özgür ve doğal ortamı en katı Hıristiyan dogmaları ile karartmışlar, “ruhlarını kurtardıkları” insanları ya köleliğe ya da en dip yoksulluğa sürüklemişlerdir. Afrika’da sık söylenen “beyaz adam ruhumuzu çaldı” deyişi esasen tam da gerçeğin ifadesidir. “Beyaz adam”, yüzyıllar boyunca uçsuz bucaksız topraklardan altından petrole dek ne bulduysa çalmış, ama bu arada sömürge insanlarının yaşam ve kültür mirasına da aynı şeyi yapmıştır. Köle ticareti belki insanların hem bileklerinin hem de ruhlarının zincirlenmesi olarak bunun en aşağılık biçimidir ama yalnızca bir bölümüdür. Diğer yanda, milyonlarca insanın doğal yaşam biçimlerinin bozulması, onların başka türlü yaşamaya ve düşünmeye zorlanması, kendi geleceklerini belirlemekten yoksun bırakılması ve kendilerine ait olmayan hayat ve kültür normlarını kabule zorlanması vardır. Hindistan ve Afrika’nın büyük bölümünde yerli halkın sömürgecilere “sahip” diye seslenmek zorunda bırakılması, hatta bir süre sonra buna kendilerinin de alışması, böyle aşağılıkça bir köleleştirmenin ifadesidir. Çin nüfusunun bir bölümünün Afyon bağımlısına yol açan sömürgeci politika da bir başka örnektir.
Böylece sömürge halklarının binlerce yıllık davranış biçimleri, kültürleri turistik bir gösteriye dönüşmüş, onların kendi aralarındaki şöyle ya da böyle, iyi ya da kötü olan eski sosyal ilişkileri zorla değişime uğratılmış, sömürgecilerin davranış biçimlerini benimsemeye zorlanmışlardır. Üstelik yeni kazandıkları şey, tam olarak sömürgecilerin davranışları da değildir; hatta efendilerin davranışlarının aynen tekrarı suçtur. Sömürge insanının kazandığı yeni kimlik, ortada bir yerde, melez bir nitelik taşımış, daha doğru bir deyimle bir tür “kimliksizlik” olmuştur.
Sömürge insanı, bütün bunlara karşı olan tepkisini kimi zaman kanlı isyanlarla, kimi zaman da “kendisine dayatılanı kendi tarzıyla benimseme” yoluyla göstermiştir; örneğin Afrika’da Hıristiyanlığı benimsemek zorunda bırakılan milyonlarca insan, bu yeni dini, doğal güçlerden kaynaklanan kendi eski dinsel inanışlarıyla iç içe geçirmişler ve melez biçimler yaratmışlardır. Bugün bile herhangi bir Avrupa kilisesi ile Güney Afrika’daki bir kilise töreninin farkları gözden kaçmaz.
Sonuç olarak, ayrıntılar bir yana, klasik sömürgecilik, dünyanın her köşesindeki sömürge ülkelerin halkları için derin bir kültürel yıkım anlamına gelmiş, yüzyıllarca süren barbar istilaları bir yandan bu ülkelerin yeraltı-yerüstü zenginliklerini soyup soğana çevirirken diğer yandan ise yüzlerce dil ve kültürün fiilen ortadan kalkmasına, kalanların da sömürgeciler tarafından çürütülerek yabancılaştırılmasına yol açmıştır. Bu anlamda sömürgeciliğin uzun tarihi, soygun ve katliamların tarihi olduğu kadar, korkunç bir kültürel tahribatın da tarihidir.

Emperyalist Dönem: Değişen
İhtiyaçlar, Değişmeyen Kıyım

Emperyalist döneme gelindiğinde ise, aslında bu tahribatın özünde esaslı bir değişiklik olmamıştır. Ancak bu kez, özellikle Avrupa’da büyük bir hızla gelişen kapitalist sanayi, artık çok büyük miktarlarda hammaddeyi gerekli kılmakta, bu ise soygunun çapını büyütmekte, içeriğini değiştirmektedir. İlk sömürgecilere özgü olan altın ve elmas düşkünlüğü ya da egzotik ürünlerin, baharatların, vs. taşınması belki yine sürmektedir; örneğin Afrika’nın güneyi özellikle elmas madenleri açısından en vahşi dönemini asıl 1900’lerden sonra yaşamıştır; ama bu kez artık gelişen sanayinin ihtiyaçları da listededir. Ve bu liste, her gün yeni ihtiyaçlarla uzayıp giderken sömürge ülkelerin talan edilmedik hiçbir alanı kalmamaktadır. Kısacası, klasik hırsızlık kuralı olan “yükte hafif pahada ağır olanları götürmek” yine yürürlükte olmakla birlikte, bu kez daha “ağırca” olan maddeler de, kömür, petrol, çeşitli tekstil hammaddeleri, vs. öne çıkmaktadır. Bu durumun yarattığı sonuçlardan biri de doğal olarak emperyalistlerin sömürge ülkelerde daha yerleşik konumlar kazanmalarıdır. Daha büyük limanlar, demiryolları gibi unsurlar daha büyük kentleri yaratmakta, öte yandan da sömürgeci talanın kolları ülkelerin daha iç kesimlerine dek uzanmaktadır, ki bu da orta büyüklükteki yeni kentler demektir. Çoğu zaman bir madenin, vb. bulunmasına bağlı olarak birkaç ayda kuruluveren bu köle barakaları madenin tükenişine bağlı olarak bir anda yok oluvermekte, böylece vahşi bir yıkım yaratmaktadır.
Sonuçta bütün bu gelişmelerin sosyal sonuçlarından biri, sömürgeci ülkelerin anavatanından daha fazla sayıda görevlilerin, tüccarların, ordu mensuplarının, yargı üyelerinin, fahişelerin, maceracıların, vs. vs. yani akla gelebilecek bütün kesimlerden insanların daha kalıcı olarak sömürge topraklarına yerleşmesidir. Ve tabii, tipik bir sömürgeci uygulama olarak yönetsel biçimler de değişmiş, maceracıların kılıç gücüyle sağladıkları yönetim konumlarının yerini daha resmi kurumlaşmalar, örneğin Sömürge Valiliği gibi uygulamalar almıştır.
Kuşkusuz böylece, sadece bir nüfus akışı değil, aynı zamanda bir kültürel akış da gerçekleşmiştir. Emperyalist ülkelerin en yoz kültürleri ve bütün çürümüş ilişkileri bu ülkelere taşınmış ve buralarda sömürge toprağına özgü yeni kültürler şekillenmiştir. Öyle ki, uzunca bir süre sömürgelerde kalan bir Avrupalı, artık kendi anavatanındaki sıradan insandan da farklılaşmaktadır. Sözgelimi sömürge koşullarına uyarlanarak geliştirilen mimari de anavatandaki mimariden farklıdır, vs.
Böylece oluşan temel kültürel kategorilerden biri kuşkusuz asıl sömürgeci çekirdek olan üst düzey resmi yöneticiler ve büyük Batılı tüccarların yaşamıdır. Bu küçük elit, tam bir kan emici topluluk olarak şatafatlı bir yaşantı sürdürmektedir ve anavatandaki yaşam-kültür normlarına daha bağlıdır, dar alanlarda o normların minyatür örneklerini inşa etmektedir. Daha aşağılarda ise, yine sömürgeci ülke vatandaşı olmakla birlikte esas çekirdekten uzakta olan küçük tüccarlar, dükkan sahipleri, düzensiz yaşantısı olan yarı-lümpen toplulukların yozlaşmış kültürü vardır. Bunlar ise daha ağırlıklı olarak anavatandaki çürüme ve yozlaşmayı sömürgeye uyarlayan bir yapıya sahiptirler. Ve sonra, yerli kompradorlar, işbirlikçi elit gelmektedir ki, bu topluluk, sömürgecilerin asla içlerine almadıkları ama yararlandıkları bir asalaklar grubudur. Sömürgeci kültürü taşıyan, emperyalist efendilerinin yaşam tarzlarının silik bir kopyasını taklit etmeye uğraşan ama yine de sonuç olarak “çemberin dışında” tutulan bir topluluktur bu.
Ve nihayet, baskı ve zulümden başka bir şeyle tanışma şansı olmayan, iliklerine kadar sömürülürken kültürel olarak da çürümeye uğratılan milyonlarca insan... Efendilerin henüz “keşfetmediği” ücra bölgelerde yaşamak bu insanların bir kesimi için geçici bir “şans” olsa da, bu durum uzun sürmemekte, ucuz hammadde uğruna bütün yaratıcı zekâsını kullanan sömürgeciler eninde sonunda onlara da ulaşmaktadır. Bir zaman için kendi kültürlerini, dinsel inanışlarını, vb. illegal bir biçimde korumaya çalışsalar da, sonuç çoğu zaman bu yapıların çürümesi olmaktadır.
Sonuç olarak emperyalist sömürgecilik dönemi, ilk sömürgeci haydutluk dalgasından çok daha fazlasını yapmış, bir yandan dünyanın en ücra köşelerini bile sömürü ağı içersine alır ve bunun sonucu olarak ekonomik (ve kuşkusuz aynı zamanda ekolojik) bir felakete uğratırken, diğer yandan da kültürel-sosyal alanda daha kapsamlı bir yıkımı beraberinde getirmiştir. Bu ikinci dalga, birincisinden çok daha derinlikli ve kapsamlıdır. Herhalde “kültür emperyalizmi” terimi, bu dalganın yaptıklarına daha uygun düşmektedir; çünkü bu kez gerçekten de eski usül misyonerliğin ötesinde ciddi bir kültürel akış ve ona bağlı olarak ortaya çıkan kültürel bozulma vardır. Bu kültürel akış üzerinden gelen şey, eski moda deyimle “ilim-fen” değildir; sömürgecinin amacı ve mantığı, elini uzattığı topraktaki nesneleri “almak”tan ibarettir. Dolayısıyla oraya, kendi arka planında var olan burjuva aydınlanmacı geçmişini, pozitif bilimlerin sonuçlarını, vs. taşımamaktadır. Gemilerle taşıdığı yaşam biçimi de Avrupa’daki herhangi bir orta sınıf insanının “normal” yaşantısı ve kültürel kalıpları değil, kendine özgü bir lümpenlik biçimidir.

Yeni-Sömürgeci Kapitalistleştirme
ve Üçüncü Dalga...

1945’lerden sonra emperyalist politikalar değişikliğe uğradığında ve yeni-sömürgeci ilişkiler başat rol oynamaya başladığında ise, bu kez her şey yeniden harmanlanır. Söz konusu olan, büyük bir kırılmadır. Klasik sömürgecilik tarzındaki basit sayılabilecek işleyiş büyük ölçüde sona ermiş, emperyalizme bağımlı bir kapitalist gelişme bu ülkelerin bütün çehresini değiştirmiştir.
Her şeyden önce bu kapitalistleşme süreci, dışa bağımlılığından kaynaklanan çarpıklığını bütün sürece karakteristik bir öğe olarak katmıştır. Bir yandan ülke şantiye gibi görünmekte, diğer yandan ise bu durum kendi dinamiği ile oluşmuş klasik bir sanayileşme sürecinden, onun altyapısından ve kültürel normlarından uzak bir manzara sergilemektedir. Kapitalist ilişkilerin yavaş yavaş çözmeye başladığı kırlar büyük nüfusları kentlere akıtmakta, ama çarpık sanayi yapısı bu yığınları emememektedir. Çarpık kentleşme, tipik bir yeni sömürge olgusudur.
Ama bütün bunlara karşın, geçmişte sadece belli liman kentlerinde yoğunlaşan merkezi otorite, ulaşım ve iletişim hizmetleri giderek yayılmakta, kapitalistleşmenin ihtiyaçları doğrultusunda belli bir gelişme görülmektedir. Belli bir noktadan sonra artık iletişim araçları ve ulaşım, ülkenin hatırı sayılır bir bölümünde mevcut hale gelmektedir.
Bu arada feodal-içe kapalı ilişkiler adım adım çözülürken, işbirlikçi kesimlerin de niteliği değişmekte, eski komprador-tüccar kesimler hızla işbirlikçi tekelci kapitalistlere doğru evrilmektedir.
Bütün bunlar, kuşkusuz büyük bir alt üst oluş anlamına gelmiştir ve bu durumun kültürel-sosyal sonuçlara yol açmaması düşünülemez.
Gerçekten de yeni-sömürge kapitalistleşmesi, toplumun sosyal ve kültürel hayatını derinden etkilemiş, bu kez daha kapsamlı ama daha az kaba görünen bir kültürel yıkımı beraberinde getirmiştir. Artık söz konusu olan “bağımsız”(!) bir ülkenin yurttaşlarıdır ve kültürel yıkım doğrudan sömürge gemileriyle, kılıç ucunda gelmemektedir; emperyalist yaşam tarzı ve kültürü, bu kez daha ağırlıklı olarak kapitalistleşme sürecinin içinden doğru akmaktadır. Kapitalist gelişmenin sonuçları olan her fabrika, her otoyolu, her yeni iletişim aracı, her eğitim kurumu, vs. vs. aynı zamanda bu kültürün neredeyse “doğal” görünen taşıyıcıları olarak süreçte yerini almaktadır. Yeni tüketim alışkanlıkları, her geçen gün daha fazla paraya bağlanan yeni insan ilişkileri, aynı zamanda emperyalist ülkenin yaşam tarzının inşası anlamına gelmekte, bütün bunlar eski-yerleşik davranış kalıplarını çözmektedir. Pazarın genişlemesi, pratikte dün kendi halinde, içe kapalı bir dünyada yaşayan insanın bugün piyasa için çalışır, yaşar ve düşünür hale gelmesine yol açmaktadır. Öte yandan, hızlı gelişen kapitalistleşme, ortaya belli bir eğitilmiş eleman topluluğu ihtiyacını da çıkarmakta, böylece aslında bir “kültür taşıyıcı” kategori daha ortaya çıkmaktadır.
Ve elbette, kültürel değişim süreci yalnızca kapitalistleşmenin “doğal” ihtiyaçları tarafından şekillendirilmemektedir; her şey bu kadar kendiliğindenliğe terk edilmiş değildir. Özellikle Hollywood üzerinden dünya film endüstrisinin önemli bölümünü kontrol eden ve 1950’lerden sonra giderek TV gibi daha gelişkin iletişim ve yönlendirme araçlarına da kavuşan emperyalist tekeller, bütün bu araçları da ustalıkla kullanmakta, emperyalist yaşam tarzını, tüketim alışkanlıklarını ve değerlerini yeni-sömürge halklarının üzerine püskürtmektedir. Ve yine bu püskürtülen kültür, klasik burjuva değerlerin birebir yansıtılmasından oluşmamakta, daha ağırlıklı olarak pop kültürü öne çıkarmaktadır. Toplumsal yapının bu yeni akışı tam olarak içine sindiremediği durumlarda ise çarpık kentleşme kendine özgü (Türkiye’de arabesk, Brezilya’da Favela kültürü gibi) melez kültür biçimleri yaratmakta ama sonuçta bu da sistemi tehdit eden bir unsur olmamaktadır.
Kısacası yeni-sömürgecilik, bağımlı ülkeler için daha derinlere işleyen, içselleşmiş bir kültürel çürüme anlamına gelmiş, daha yavaş ama daha etkili çalışan bu mekanizma emperyalist ilişkileri sağlamlaştırmanın bir aracı olarak çok önemli bir konuma yükselmiştir. Bu nedenledir ki, kültürel-sosyal ilişkiler ve özel olarak kültür emperyalizmi bugün yeni-sömürge devrimcilerinin daha fazla gündemine girmiş, önümüze ertelenemez görevler koymuştur.

Türkiye’nin Kültürel Kırılma Noktaları

1- Cumhuriyet: İlk Kültürel Kırılma...
Yedi yüz yıllık bir tarihten sonra, yarı-sömürgeliğe ve nihayet çöküşe dek sürüklenen Osmanlı’nın 19. yüzyıl boyunca yaşadığı kültürel karmaşayı şimdilik bir yana bırakıp işe Cumhuriyet’le başlarsak eğer, ilk önümüze çıkan olgu, Kemalist elitin yarattığı yeni sosyal-kültürel kategorilerdir.
1923’te işe kesin ve açık bir kapitalistleşme, yüzünü kapitalist dünyaya dönme tercihiyle başlayan Kemalizm, uzun süre önce kaçırılmış olan bir treni yakalamak istemekte, bunun için zor dâhil bütün yolları kullanmaktadır. “Batılılaşma”, “muasır medeniyet seviyesini yakalama” gibi kavramlarda sloganlaştırılan bu çabanın özü, esas olarak kapitalist işleyiş ve değerler sisteminin inşasıdır. Dünya kapitalist sistemiyle ortak ağırlık-uzunluk ölçülerinin, ortak alfabenin yakalanmasını amaçlayan “inkılaplar” dizisi ile kapitalist gelişmenin önünde engel olabilecek feodal ideolojilerin zaman zaman tırpanlanması bu bakımdan bir mantık zinciri içinde birbirine bağlıdır. “İrticai” güçlerle zaman zaman uzlaşılsa da, zaman zaman sertleşen ama daima yüzeysel kalan hesaplaşmalar, eğitim sisteminin tekleştirilmesi, vs. de aynı mantığın ürünleridir. Aynı biçimde daha işin başında paylaşılıp sömürgeleştirilmiş olan Kürt Coğrafyası’nın dilinin ve giderek varlığının inkârı (ve inkârın tamamlayıcısı olarak zaman zaman imhası!) benzer bir çerçeve içinde değerlendirilebilir. Genel olarak süreç, Ortadoğu coğrafyasından kopma ve emperyalist-kapitalist dünyaya yaklaşma yönünde zorlanmakta, bunun kültürel alandaki yansımaları oldukça sancılı olmaktadır. Dinci gericiliğin “koca Osmanlı’dan bizi kopardılar” mızıldanması bir yana, gerçekten de bu kırılma dönemi, tarihsel bakımdan çokuluslu imparatorluktan emperyalist toplumsal kalıpları taklit anlamında modern kapitalist devlete geçiş anlamına gelmiş ve buna bağlı olarak büyük kültürel boşluklara yol açmıştır.
Ve en önemlisi, artık kendi dinamiğiyle ulusal bir kapitalizm yaratmanın imkânlarına objektif olarak sahip olmayan rejimin bu “muasır medeniyet” aşkı giderek normal ekonomik-politik temellerinden yoksun bir noktaya ulaşmış ve böylece korkunç bir kültürel uçurumun da temellerini oluşturmuştur. Yani burada söz konusu olan, kendi olağan sürecinden geçmekte olan bir burjuva devrimin yarattığı klasik burjuva değerler sistemi değil; zorlamayla yaratılan ve ancak bir kasta hitap edebilen dar bir kültürel yapıdır. Sonuçta oluşan tablo şöyledir: Bir yanda gitgide halktan daha fazla tecrit olan bir devlet eliti, onun çevresinde oluşan ve Kemalist kadroya yakın olmanın nimetlerinden faydalanarak zenginleşen tüccar-tefeci takımı, daha sonra egemenlik alanlarına çok fazla dokunulmayan feodal toprak sahipleri ve nihayet en altta devletin batılılaşma hevesinden tamamen uzakta yaşayan kitleler... Tabloya kültürel açıdan bakıldığında görülen manzara, herkesin kendi telinden çaldığı bir kastlaşma gibidir ve arada aşılmaz bir uçurum vardır. “Milletin efendisi”nin, yani köylülerin balolardan, Ankara’nın ışıltılı mekânlarından bir şey anladığı yoktur; onlar kendi karanlık dünyalarının içindedirler. Bu arada zaman zaman Güneş Dil Teorisi gibi abartılar uydurulmakta, zaman zaman Osmanlı’yla hesaplaşma adına radyolarda “klasik Türk musikisi” yasaklanmakta, klasik edebiyat eserleri yayınlanıp opera ve bale toplulukları kurulmakta, fakat ne yapılırsa yapılsın sabanın başında toprağını süren köylü, paşaların emriyle “muasır medeniyet seviyesine” gelememektedir. Kürtler ise zaten bu kategorinin dışında değerlendirilmesi gereken ayrı bir olgudur; onlar yıllar boyunca bir isyandan öbürüne kendi kültürlerinin ve siyasal bağımsızlıklarının peşinde koşmaktadırlar.
Kısacası, Kemalizmin kapitalistleşme mantığına uygun olarak geliştirmek istediği kültürel biçimleniş amacına tam olarak ulaşmamakta, halk kitleleri ile yönetici elitin kültürleri iki farklı yoğunluktaki sıvılar gibi birbirine karışmamakta ve ortaya bilinen anlamıyla bir burjuva kültür çıkmamaktadır. Üstelik 1940’lara doğru ekonomik sıkıntılar da arttıkça aradaki bu uçurum daha da derinleşmektedir.

2- Yeni-Sömürgeci Dönemin Başlangıcı:
Kültürel Alt Üst Oluş

Daha sonra yeni-sömürge kapitalistleşmesinin mimarı olacak olan Demokrat Parti ekibi, yine kültürel açıdan bakılırsa eğer, tam da bu uçurumun içinden doğmuştur. Tümü de bürokrasiden ve toprak ağalığından gelen DP yöneticilerinin bu sınıfsal konumlarına karşın kitleler içinde büyük bir destek bulması, geçen otuz yıl içinde Kemalist kadro ile kitleler arasında açılan bu mesafenin büyüklüğü ile ilgilidir. Bu mesafe o kadar büyüktür ki, eski rejimin politik-kültürel dogmalarına yönelik en küçük bir muhalif kelime bile özellikle kırsal kesimde sempati yaratmakta, “yeter söz milletindir!” gibi sloganlar, aynı zamanda kültürel olarak da kitlelerin duygularını okşamak anlamına gelmektedir.
Emperyalizmle girilen yeni işbirliği dönemi tam da bu tablonun üzerine oturmuştur. Dış yardımlar, ikili anlaşmalar, ortak yatırımlar ile hızla ilerleyen kapitalistleşme, bütün çarpıklığına karşın yıllardır yaprak kıpırdamayan bu topraklarda büyük bir alt üst oluş yaratmış, sosyal ve kültürel hayat da buna bağlı olarak çarpıcı değişikliklere uğramıştır.
Her şeyden önce bu, büyük bir hızla ilerleyen çarpık kentleşme olgusunu yaratmış, kırlardan dışlanan büyük nüfus kitleleri kentlere yığılmış, buralarda bir yandan geçmişe oranla daha yüksek yaşam standartlarıyla karşılaşırken diğer yandan da çarpık kapitalizmin çarkları arasına girip ezilmeye başlamıştır. Milyonlarca insanın hayatları büyük bir hızla değişmektedir.
Öte yandan kırda bir yandan ticari ürünlere geçiş hızlanmakta, diğer yandan sadece büyük toprak sahiplerinin birikimini artıran makineleşme gelişmekte, sonuç olarak bu durum ulaşım ve iletişim ağının genişlemesiyle birlikte eski, içe kapalı feodal yapıları adım adım çözmektedir. Ancak buna karşın, yeni-sömürgeci “kalkınma hamlesi”nin taşradaki payını kapan dinsel cemaatlerin de yardımıyla üst yapıda feodal değerler ve kültür korunmaktadır. Esasen dönem boyunca işbirlikçi tekellerin tartışmasız üstünlüğüne karşın toprak ağaları politik olarak da korunmakta, ittifak geçerliliğini sürdürmektedir.
İttifak sürmektedir, ama sonuçta, adım adım para işin içine girmiştir. Bir yandan içe-dönük tarımsal üretim adım adım çözülürken, diğer yandan ürünün satıldığı kanaldan tüketim malları da gelmekte, “pazar için üretim”, “pazardan tüketim”i de beraberinde getirmektedir. Eski sade ve basit kır hayatı çeşitlenmekte, yeni tüketim alışkanlıklarına bağlı olarak yeni yaşam biçimleri ve para esasına dayanan insan ilişkileri ağırlık kazanmaktadır. Özellikle 1960’lara, 70’lere doğru gelindikçe durum iyice değişir; çünkü artık kültür alanındaki her şey sadece kapitalist gelişmenin “masum” sonuçları değildir. Bir tür iletişim devrimi yaşayan emperyalist dünya, hem yeni oyuncakları için bir pazar yaratmak istemektedir, hem de bu yeni araçların Hollywood filmlerinden daha etkili olduğunu fark etmiştir.
Açıkçası bu, coğrafyamızda yaşayan halkların o güne kadar yaşadığı en büyük kültürel kırılmadır. Bütün değerler yeniden biçimlenmekte, yeni davranış kalıpları eskilerinin yerini almakta, toplumsal yapı en alttan en üste kadar sarsılmaktadır. Kentlerin kenarlarına yığılmış olan milyonlarca insan orada, geldiği yerden farklı bir hayat tarzıyla tanışmıştır. Fiziksel anlamda üst kesimlerin şatafatlı hayatının tümüyle dışındadır ama hayali olarak onun çok uzağında da değildir. Gecekondularla villalar nasıl yan yana ise fakir kızlarla zengin patronlar da yan yanadır. Yaşlılar “her şeyin bozulduğundan” yakınmakta ama gençler yine de bu büyük okyanusta kendilerine de bir gelecek olduğunu düşünebilmektedirler. Dönemin başlıca “kırdan kente göç” filmleri bu kültürel çarpılmayı, aile bütünlüğünü korumak isteyen göç insanlarını ve kuşaklar arası çatışmaları anlatır. Yine dönemin en çok tutulan filmleri arasında üst sınıfların Batılı hayat tarzına özenen basit ama dürüst insanların hikâyeleri çoğunluktadır. “Mutlu Son” kavramı, esasında tam bu dönemin hikâyelerinden türemiştir; genel olarak filmler acıklıdır ama karamsar değildir. Karamsar öykülere ise çok az rastlanır. Sistem, üst sınıflara çıkma hevesinin önünü fiziki olarak kesmekte ama hayali olarak alabildiğine kışkırtmaktadır. Binlerce film ve daha sonra televizyon dizileri, bize hep bunu anlatırlar.
Üste tırmanmanın fiziki imkânsızlığı ile kışkırtılmış tırmanma hevesinin büyüklüğü arasındaki uçurum o denli büyük ve o denli ezicidir ki, sonunda bu eziklikten bir gecekondu kültürü olarak arabesk doğmuştur. Aynı yıllarda birçok yeni-sömürgede ortaya çıkan benzerleri gibi arabesk de, yalnızca bir müzik türü değil, isyan yerine mızıldanmanın öne çıkarıldığı bir yaşam tarzı olmuştur. Ve tabii, kısa sürede, başlangıçtaki kendiliğinden niteliği değişime uğramış, bu verimli alana el atan kapitalizm, kültürün yeniden üretimini de üstlenmiştir. Yani başlangıçta emekçi insanların dünyasından doğan bir kültür, daha sonradan oraya pompalanan bir şey olmuştur.
Artık Türkiye’nin kültürel manzarası birkaç çizgi ile anlatılamayacak kadar çeşitli ve karmaşıktır. Bir yanda tekelci zenginlerin gitgide çürüyen hayatı ve kültürü vardır ki, bu kültür hiçbir zaman klasik burjuva yaşantısına benzememiş, içinde poptan arabeske ne varsa barındıran tam bir şekilsizliktir. Bilinen anlamda bir klasik burjuva yaşam ve kültürü değildir. Bugünlerde ceplerindeki paranın bolluğundan müze kurma ve tablo satın alma merakına düşen tekelci patronlar, gerçekte yakın geçmişe kadar hiçbir zaman böyle bir kültürel şekilleniş içinde olmamışlar, kolay yoldan kazandıkları paracıklarını istifleme sanatıyla daha çok ilgilenmişlerdir.
Onların altında, yeni sömürge kapitalizminin nimetlerinden beslenen ve bu sisteme hizmet eden orta-üst sınıflar vardır ki, asıl emperyalist kültürün, Amerikan yaşam tarzının taşıyıcılığını bu kesimler yapmıştır. Yaşam tarzları gereği emperyalist kültürle iç içe olan, onun ürünleri ve tüketim-davranış kalıplarına uyum sağlayan bu kesimler, politikadan ekonomiye ve kültüre dek her alanda yeni bir işbirlikçiler kuşağının temsilcileridirler. Emperyalist yaşam tarzı ile ilk onlar karşılaşmakta ve bütün iletişim kanalları üzerinden onlar yaymaktadırlar. Bu, hiçbir zaman kendiliğinden ve masumane değildir; bütün diğer yeni-sömürgelerde olduğu gibi Türkiye’de de emperyalistlerin akıttığı para kaynaklarının ve diğer imkânların bir bölümü bu kesime yönlendirilmiştir. Özellikle kamuoyunu yönlendiren medya kurumlarının ilk harcında mutlaka emperyalistlerin doğrudan ya da dolayla katkısı vardır. Bir yandan doğrudan CIA çengelleriyle basın kurumları yaratılırken, diğer yandan ise basın alanına giren bazı aileler desteklenmiş, bunların yaydığı Amerikancı kültür atmosferi kullanılmıştır. Çizgi romanlardan fotoroman dizilerine ve pop müzik yarışmalarına dek bir dizi etkinliğin bu ailelerin kontrolünde olması rastlantı değildir.
İşçiler ve emekçiler arasında ise durum karışıktır. Onlar, bir yandan asla ulaşamayacakları hayat biçimlerine özenirlerken, diğer yandan da kendilerini ezen sistemin pompaladığı bu kültüre tepki göstermekte, kendilerine başka kanallar aramaktadırlar. Bu kanallardan birincisi arabesktir; ikincisi ise özellikle toplumsal hareketin ivme kazandığı zamanlarda yükselişe geçen devrimci kültür öğeleridir. Emekçi, yalnızlık ve umutsuzluğa düştüğünde ya da baskı ile bunaltıldığında arabeske, kitlelerle birlikte yürüyüp hakkını aradığında ise devrimci yaşam tarzına eğilim göstermektedir. Aynı durum bir ölçüde kent küçük burjuvazisi için de geçerlidir.
Kırdaki durum da benzer biçimdedir ama daha karışıktır. Bir yandan bilinçli bir çaba olarak feodal kültür öğeleri korunmaktadır. Bunun için gerici cemaatler mali olarak da desteklenmekte, işbirlikçi politikacılar onları yağlarken onlar da kitleleri sağ partilere yönlendirmektedirler. Öte yandan her adımda kapitalizmle daha fazla karşılaşan köylü, zaman zaman içine (dine) kapanıp bu musibetin en azından kültürel saldırısından korunmaya çalışmakta ama bunu hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirememektedir. O kadar ki, bir zamanlar bütün yeni icatlara ve Batılı yaşam biçimlerine öfkeyle karşı çıkarak kısmen bu hissiyatı dile getiren hoca takımı bile sonunda “imana gelip” tutumlarını yumuşatmışlar ve sonunda, 2000’lere doğru gelirken serbestliğin ölçülerini tümüyle kaçırmışlardır! Böyle yapmışlardır; çünkü etkileri altında tutmak istedikleri kitlenin bizzat kendisi bu rüzgâr karşısında artık direnememektedir.
Bu arada, Osmanlı’dan bu yana akıp gelen Sünni hâkimiyeti de perçinlenmiş, daha açık fikirli bir topluluk olan Alevilerin ikinci sınıf yurttaşlığa doğru itilmesi bir kez daha gerçekleştirilmiştir. Kent yaşamı1960’lara değin esas olarak Sünni eksenlidir. Kentlere akan Alevilerin önemli bir bölümü daha baştan kendi mezhebini inkâr, gizleme, bu anlamda ikincilleşme durumu yaşamıştır. Bu ezilme tablosu içinde yavaş yavaş bir Sünnileşme durumu yaşanmıştır. 1980’lerin ortasından itibaren gelişen Alevilerin kendilerini dinsel açıdan özellikle Cemevleri üzerinden ifadesi bu ikincilleşme tablosunu kısmen zayıflatmış olsa da esas olarak bozmuş değildir. Öte yandan bu sürecin devletin Alevileri kendine bağlama operasyonu ile bağlantısı ayrıca ele alınması gereken bir konudur.
Öte yandan, kırsal kesimde ve kırdan koparak kentlere yığılan emekçi kitlelerin bir bölümünde, emperyalist-kapitalist ilişkilerin özüne yönelmeyen ama bu ilişkilerin uç noktadaki bazı kültürel belirtilerini hedef seçen bir tepkisellik üretilmiş ve tuhaf bir biçimde bu Batı karşıtı tepki, anti-komünizmle birleştirilebilmiştir. Örneğin ahlak-dışı davranışlara, alkole, açık-saçık giyim kuşam biçimlerine yönelik tepkinin “komünizme karşı mücadele”ye eklenmesi, tipik bir emperyalist yönlendirme operasyonudur.
Kuşkusuz kırdaki kültürel durum, bundan ibaret de değildir. Özellikle 1960’lardan sonra kırsal alanda, küçük üreticiler ve topraksız köylüler arasında çakmakta olan kıvılcımlar, yer yer bu tabloyu değiştirmekte, devrimci kültür öğeleri bu kesimlerde kendisine belli bir yer bulabilmektedir.
Ve nihayet, bu dönemin bir başka özgün kategorisi, hızlı kapitalistleşmenin teknik ihtiyaçlarından dolayı okuma şansı tanınan gençlik kesimleridir ki, çoğunluğu orta ve alt sınıflardan gelen bu kesimin hatırı sayılır bir bölümü, özellikle 1960’lar ve 70’lerde sisteme karşı “nankörlük” etmiş, düzenin kendisine dayattığı yaşam ve kültür biçimlerini reddederek muhalefet cephesini seçmiştir.
Kısacası, yeni-sömürgeci ilişkiler, toplumun bütün kesimleri için bir kültürel alt üst oluş anlamına gelmiş, emperyalist kültür ile onun alternatifi olan öğeler dönem boyunca her zaman bir çatışma içinde olmuştur.

3- Restorasyon Dönemi ve Sonrası...
Daha sonraki süreçte kültürel ortam, açıkçası çok ağırlıklı olarak politik sürecin şekillendirmesine uğramıştır. 1960’ların ikinci yarısından itibaren başlayan ve iki dalga halinde 1980’e dek devam eden toplumsal politizasyon dönemi, toplumun kültürel yapısını derinden etkilemiştir. Özellikle krizin derinleşme aşamalarında, kültürel çürüme unsurları güçlenmekte ama yükselen toplumsal hareket de buna yetersiz ama anlamlı bir yanıt verebilmektedir.
Tam da bu noktada 12 Eylül cuntası, ekonomiden siyasete ve üniversitelere dek bütün alanlarda olduğu gibi sosyal-kültürel alanda da ciddi bir “yeniden biçimlendirme” yapabilmek için emperyalizm açısından iyi bir fırsat olmuştur. O zamanların basınında “depolitizasyon” diye adlandırılıp tartışılan bu biçimlendirmenin temelinde tabii ki çıplak zor ve baskı vardır. Devrimci hareketin kırılması, örgütlenme ve birlikte davranma-dayanışma fikrinin ezilmesi, 70’li yıllar boyunca özellikle işçi sınıfında oluşmuş bulunan direnişçi geleneklerin her yoldan tasfiye edilmesi ve bireyciliğin özendirilmesi bir tür “zemin düzleme”dir. Aynı şekilde, bir yandan dini akımlar kollanırken, diğer yandan sözde “en disiplinli” diye tarif edilen sıkıyönetim koşullarında her türlü yozluğun ve çürümenin teşvik edilmesi, dönemin tipik olgularıdır. Yine bu dönemle ilgili gözden kaçırılmaması gereken nokta, devrimcilerin baskı altında olduğu ya da tasfiye edildiği koşullarda ve alanlarda kirli işler dünyasının aldığı büyük mesafedir; sanılanın aksine mafyatik faaliyet hiçbir dönemde 12 Eylül’de olduğu kadar rahat yürütülmemiştir.
Bütün bu dizginsiz saldırganlık eşliğinde ortaya konulan ekonomik politikalar da bilinmektedir. Restorasyon dönemi boyunca, klasik ithal ikameci yapının çökertilerek ihracata yönelik sanayileşme modelinin inşası, yan unsurlar olarak büyük çaplı para spekülasyonlarını, karapara yöntemlerini ve bütün diğer dalavereleri gündeme getirirken “yeni toplumsal değerleri” de yaratmıştır. Büyük para havuzları yaratan ve orta sınıfların yükselme hırslarını artıran bu yeni sistem, gelişmesinin her aşamasında büyük kültürel bozulmalara da imza atmıştır. Açıkça söylemek gerekirse bu, yeni-sömürgeci ilişkilerin başlangıç dönemiyle kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir ikinci kırılma noktasıdır. Bu kez toplumsal-kültürel yapı, ağır baskı koşullarının da kolaylaştırdığı bir ortamda büyük bir yozlaştırma operasyonundan geçirilmiş, eski döneme ait bütün yerleşik ahlaki yargılar alt üst edilmiştir. En simgesel ifadelerini Turgut Özal’ın davranışlarında bulan bu yeni biçimlenme (rüşvetin meşrulaştırılması, üretimsiz-hayali para kazanma yollarının özendirilmesi, para dışındaki bütün insan ilişkilerinin lanetlenmesi, “altta kalanın canı çıksın” mantığı, yalnızca kendisini düşünen korkunç bir bireyciliğin yaygınlaştırılması, vs. vs.) baskı ve örgütsüzlük içinde yetişmiş olan bir kuşağa rengini vermiş, davranışlarını biçimlendirmiştir. Şener Şen’in başrolünü oynadığı “Namuslu” filmi, bir anlamda bütün bu dönemin kültürel yapısının eleştirel yansımasıdır. Filmde özellikle “Namuslu” adamın oğlunun “avanta” kazanca duyduğu eğilim, adeta geleceğin habercisi gibidir.
Üstelik bu büyük alt-üst oluş, aynı zamanda kırdaki en büyük tasfiye dönemine de denk düşmüştür. Buna bağlı olarak feodal değerler adım adım çökmekte, bu çöküşün karşısında ise herhangi bir devrimci alternatif varlık gösterememektedir. Böylece ortaya çıkan büyük boşluğun bir bölümü belki yine (artık postmodernleşmiş olan) dini cemaatler tarafından emilmiştir; ama asıl büyük bölümü, tam bir çürümenin zemini olarak gitgide büyümüş ve bugünkü tahribatın önceli olmuştur. “Yer altı” sektörünün büyümesinin artık sınırları yoktur; her türden uyuşturucu ve diğer yozlaşmış kültür zeminleri hızla yayılmakta, tarihin en büyük yozlaşması yaşanmaktadır. Kürt coğrafyası 80’li yılların yarısından itibaren geliştirdiği isyanla bir ölçüde kendisini bu bataklıktan uzak tutabilmiştir; ama özellikle batıdaki metropol kentler artık 1960’larla kıyaslanamayacak bir durumdadır.
Aynı süreçte yaşanan “iletişim patlaması”yla birlikte emperyalist-kapitalist demagoji araçlarının hızla artışı ve etki alanlarının olağanüstü genişlemesi, bu bozulmuş toplumsal yapıya yeni bozulma unsurlarının eklenmesini olanaklı kılmıştır. Arabeskin acısı taverna müziğinin oynak ritmiyle boğulmuş, sinema çökerken TV dizileri yükselişe geçmiş, bilgi yarışmalarının yerini beşinci sınıf şaklabanlıklar almıştır. 1960’ların herhangi bir gazetesinde hiçbir biçimde iş bulamayacak soytarılar artık haber sunucusudur. Futbolun yükselişi, devşirme halter sporcuları, vs. vs. hepsi bu dönemdedir ve artık tümü birden yeni bir kültür formunun yaratılmasının hizmetindedir.

4- Restorasyonun Olgunluk Aşaması:
1990 ve Emperyalist Kültürün Saldırısı
Olarak Postmodernizm

1990 çöküşü, coğrafyamızın kültürel yapısını işte tam da bu durumdayken yakaladı. Yeni tarihsel sürecin temel olguları olan dizginsiz emperyalist haydutluk, neoliberalizm ve postmodernizm, bu toplumsal-kültürel yapıyı aynı anda baskısı altına alarak 1980 restorasyonunun eksik bıraktığı yozlaşma öğelerini tamamladı. Ama bu kez, toplumsal hareketin en ağır gerilemesinin yaşandığı karanlık bir süreçte... Olguları rasyonel tahlillerle açıklayabilme yeteneği olan devrimci örgütleri bile sarsan ve karamsarlaştıran 1990 çöküşü, sıradan emekçiyi çıplak bir yalnızlık içinde buldu ve derinden etkiledi. İyi ya da kötü, sonuçta bizim işçi emeğimiz olan reel sosyalist blok çöktüğünde, son on yılda zaten büyük ölçüde törpülenmiş olan dayanışmacı kültür biçimleri de ağır bir çöküntüye uğradı; rakipsiz kaldığı ölçüde pervasızca dünyaya meydan okuyan emperyalist saldırganlık “naklen” yayınlanan Körfez Savaşı ile büyük şovunu yaparak emekçi bireye bir kez daha darbesini vurdu ve artık her şey çığırından çıktı. Uluslararası haydutluk gösterileriyle birlikte kesintisiz sürdürülen yerel baskı koşullarında artık postmodern gericiliğin önü iyice açılmıştı. Esnek üretim ve emek sürecinin, işçi sınıfının yapısının ve örgütlülüğünün parçalanması ile paralel olarak gelişen postmodern gericilik, emekçilerin en kritik ve en can alıcı noktasına, gelecek umuduna vurdu. Bütün büyük kurtuluş teorilerinin çöktüğünü ve artık gelecekle ilgili herhangi bir şey yapmanın mümkün olmadığını vaaz eden postmodernizm, sanıldığı gibi salt bir felsefi akım değildi. Emekçinin bütünlüğünü parçalayan bu gerici ideoloji, mahalle kahvesinde, tekstil atölyelerinde, sokakta, evde, her yerde büyük bir hızla karşılığını buldu. Örgütlü davranış yerine bireyciliğin, bütünlüklü insan yerine paramparça kimliklerin, gelecek umudu yerine sefil bir içe kapanmanın geçtiği her yerde bir emperyalist kültür olarak yerleşip oturdu.
Ve bütün bunlar, asla “doğal” yoldan, yani olguların kendi süreçleri içinde gelişmesiyle gerçekleşmedi. Emperyalist-kapitalist sistemin olağanüstü düzeyde geliştirdiği iletişim araçları, işbirlikçi yazar-çizer takımı, vs. vs. tümü bu süreçte aktif biçimde rol aldılar. Tarih bilincini yok etmek, politik bilincin yerine tek tek politik olayların sıralanışını geçirmek ve emekçinin zihnini, yaşamını parçalayarak anlamsızlaştırmak, tümünün ortak göreviydi.
Doğrusu bu, tarih boyunca “kültür emperyalizmi” kavramına en çok denk düşen durumdu; çünkü söz konusu olan şey, tarihte yapılmış olan en kapsamlı ve en “bütünlüklü” saldırıydı.
Sonuç, büyük bir kültürel yıkım, insani değerlerin yeniden tasfiyesi oldu. Uyuşturucudan fuhuşa bütün kirli işlerin artık birer kültürel öğe olarak geliştirilip kollanması, emekçi mahallelerinde yaşanan ağır tahribat, yoksulları yalvarmaya iten düşkün davranışların yerleştirilmesi, eskiden giysilerin içinde bir yere dikilen markanın bir teşhir unsuru olarak dışa dikilmeye başlanması, McDonald’s, Coca-Cola, kültürlerinin yaygınlaştırılması, vs. vs...
Bütün bu kültürel saldırıya karşı içe-kapanmayla yanıt vermek isteyen insanların dine yönelmesi de kısa sürede bir sorun olmaktan çıkarıldı. Bu tür kültürlerin politik temsilcileri zaman içersinde baskı ve şantaj dahil her yol kullanılarak ehlileştirildi, en uçtaki çemberler ise marjinalleştirildi. Çok seyircili eğlencelik filmler, uluslar arası ajansların manipülasyon haberleri, insan onurunu aşağılayan yarışma programları, magazin kültürünün zirveye tırmanması, asla ulaşılamayacak hayatlara özendiren renkli programlar ve daha bir sürü yoldan saldırılan şey, sınıf bilinci ve dayanışmasıydı. Ve tabii bu arada derinlikli kültür ürünlerinin emekçi kitlelerden uzakta tutulması, neoliberalizmin yarattığı sefaletle çoktan sağlanmıştı bile...

5- Kültür Cephesinde Savaş:
Yarına Erteleyemeyiz!

Bugün artık bir ucundan parçalanmaya başlanan yoğun karanlık, emekçilerin dünyasının üzerine işte böyle örtüldü. Ve işte bu yüzden, kültür cephesindeki mücadele artık hiçbir biçimde yarına ertelenemeyecek kadar işçi sınıfının mücadele biçimleri arasına girdi. Bugün emekçiler arasında yürütülen her devrimci çalışma, zorunlu olarak postmodern kültürün belirtilerine karşı mücadele ile birlikte ele alınmaktadır, alınmalıdır. Çünkü sorunun bütün diğer yönlerini bir yana koysak bile şu, çok açık bir pratik gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır: Temas edip devrim davasına kazanmak istediğiniz her emekçi, her liseli, her kadın, vb. kesinlikle ve öncelikle egemen kültürün boyunduruğundan kurtarılmak zorundadır. Devrimci çalışmanın bizzat kendisi böyle bir ihtiyacı dayatmaktadır; çünkü parçalanmış, kırılıp dökülmüş kimlikler ve kişilerle yol almak mümkün olmamaktadır. Emperyalist işgal altında olan, yalnızca bu topraklar değil, aynı zamanda bu toprakların üzerinde yaşayan emekçilerin zihinleridir.
Bugün kültür cephesindeki mücadele işçi sınıfının mücadele cepheleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Ve kültür emperyalizmine karşı savaş, emperyalist işgale karşı savaşın ayrılmaz bir parçası olarak önümüzde, gündemimizdedir.
Bu konuda temel koordinatlardan yoksun değiliz. Devrimci sosyalist hareketin bugüne kadarki birikimi bu mücadele için yeterli verileri sunmaktadır.
* Her şeyden önce devrimci sosyalist hareket, emperyalist kültüre, postmodern gericiliğe karşı mücadeleyi bir politik-kültürel mücadele olarak algılamaktadır. Yani, bu mücadele yalnızca alternatif kültür unsurlarının rastgele üst üste yığılması değil, politik ortamın genel olarak devrimcileştirilmesi eylemi anlamına gelmektedir. Daha başka bir deyişle ifade edersek, alternatif devrimci kültürün yaratılarak postmodern gericiliğin karşısına dikilmesi, emperyalist kültüre karşı mücadelenin en önemli halkalarından biridir ama tek başına anlamlı değildir; asıl sorun, toprağın alt üst edilmesi, emperyalist-kapitalist düzenin politikalarına merkezi ve bütünlüklü biçimde politik-askeri yoldan müdahale edilmesidir.
* Ancak bu temel doğru, devrimci sosyalist hareketin alternatif emekçi kültürünün yaratılması ve yayılması için bugünden başlayarak mücadele yürütmesinin önemini ortadan kaldırmaz; tersine bu cephedeki savaş, günümüzde bir kat daha önem kazanmıştır. Sürecin şu an içinde bulunduğu aşamada örgütsel ifadesini Politik Kültürel Odaklar’da bulan bu politik-kültürel mücadele, bir an bile ara vermeksizin emekçilerin bulunduğu her yerde emperyalist kültüre, bireyciliğe ve yozlaşmaya karşı emekçi halk dayanışmasını, alternatif devrimci kültürü örmeli, bunu somut örneklerle ortaya koymalıdır. Artık bu, her günkü devrimci çalışmanın bir parçası olarak kesintisiz sürdürülmesi gereken bir savaş haline gelmiştir. Tek tek her devrimci sosyalistin davranış biçimlerinden büyük kampanyalara dek her yoldan ve her gün emperyalist kültürün ve politikaların bütün belirtilerine karşı mücadele yürütmek, onunla hayatın her alanında -zaman zaman kendi kişiliğimiz dâhil olmak üzere- hesaplaşmak somut görevlerimiz arasındadır.
* Öte yandan bizler, bu mücadele sürecinde önümüzde hazır bulduğumuz ya da düşman tarafından bize dayatılan kültürel çatışma alanlarına bağlı değiliz. Devrimci sosyalist hareket, “Doğu-Batı sorunsalı” ya da “Laiklik-Şeriat” gibi dar parantezler içine sıkışmış yaşam ve kültür çatışması alanlarının ötesine geçerek yeni devrimci kültürü emperyalizme karşı mücadele içinde sınıfsal zeminlerine oturtacak ve devrimci bir halk hareketinin zemini yapacaktır. Bizzat emperyalizm tarafından yaratılarak kışkırtılan bu tür “medeniyetler çatışması” demagojilerinin karşısında biz, son derece net biçimde coğrafyamızın ve Ortadoğu’nun emekçi halklarının yanında saf tutuyoruz. Avrupa merkezli, kültürel kimliğini kapitalist dünya ile bütünleşmekte arayan “mandacı”lık biçimlerini kesinlikle reddediyor ve son derece net bir biçimde bölge halklarının kaderi ile kendi kaderimizi birleştiriyoruz. Dünyanın bu en devrimci havzalarından birinde yaşayan bizler, Türk, Kürt, Arap, Acem ve bütün diğer bölge halklarının en devrimci kültür öğeleri ile yeni tarihsel sürecin bilimsel sosyalist aydınlanmasını bir araya getirmek ve yeni devrimci kültürümüzü bu temel üzerinde inşa etmekle görevliyiz. Yeni sürecin bilimsel sosyalist aydınlanması, insanlığın uygarlık mirasının komünist biçimde aşılması ve yeni bir düzeye sıçratılmasıdır. Bu yeni düzey, bizim devrimci pratiğimizin ve bu pratiğin sürece eklediği yeni devrimci kültür öğelerinin ürünü olacaktır.
* Dolayısıyla nihai hedefi komünist bir dünya kurmak olan devrimci sosyalist hareketimiz, binlerce yıllık uygarlık tarihinin tek bir sayfasını bile reddetmemekte, kendisini bu tarihin bir parçası olarak algılamaktadır. Dünyanın en kritik coğrafyalarından birinde yaşayan bizler, bu kültürel mirasın sahibiyiz, onu emperyalizmin yozlaşma ve çürüme kültüründen ayırt ederek yürürüz; ama bu yürüyüş sırasında ayaklarımızın kendi topraklarımızdan kopmasına da izin vermeyiz. Karşımıza çıkan devasa emperyalist kültür saldırısına ve yozlaşmaya karşı, feodal ideolojinin cephaneliğinden eski püskü silahlar aramayız. “Halkımızın kültürü” adı altında tek bir gerici öğeyi alternatif devrimci kültürümüzün içine sokmayız; yürüyüşümüz boyunca ufuk çizgimiz ileriye, insanlığın geleceğine dönüktür; geride, tarihin tozlu sayfaları arasında sıkışıp kalmayız.
Bu, aynı zamanda, postmodernizmin ortaya attığı yerellik-kozmopolitizm tartışmalarını dışlayan, kendini o dar çerçeveye hapsetmeyen bir yaklaşımdır. Yerel ile evrensel bir bütündür. Enternasyonalizm, bizim için tartışma götürmez bir ilkedir; ancak enternasyonalist kültür, mevcut emperyalist küreselleşmenin kültürel şekilsizliğinin göklere çıkarılması değildir. Aynı biçimde, bu küresel kültür saldırısına karşı kendi kabuğuna çekilen bir dar ulusalcılığı ya da postmodern ideologların dayattığı “yerelci” kültür söylemlerini kabul etmeyiz. Enternasyonalizm, dünyanın bütün emekçilerinin ve ezilen halklarının devrimci değerleri ve kültürlerinin kardeşçe, yoldaşça bir araya gelmesidir; halklar arasında her bakımdan bir eşitlik ilişkisidir. Bizim devrimci hareketimiz de, bütün diğer halkların devrimci hareketleri gibi enternasyonalizmin kızıl bayrağının üzerinde kendine özgü renkler taşıyan bir devrimci hareket olacak ve dünya proletaryasının büyük kavgasına kendi bayrağıyla katılacaktır. Bu bayrağın kumaşı uluslar arası proletaryanın ellerinde dokunmuştur; rengi de Spartaküs’ten bu yana bütün isyancıların kanıyla belirlenmiştir, ama her zaman dünyanın her yerinde olduğu gibi bu kumaş parçası, ancak somut devrimci pratik içinde, o pratiğin ekledikleriyle birlikte gerçek bir bayrak haline gelebilir, gelecektir.
Sonuç olarak, aslında geleceğin yeni insanının yaratılması mücadelesi olan kültür cephesindeki mücadele, yalnızca emperyalist işgale karşı bir savaş değil, aynı zamanda geleceğin kurulması mücadelesidir. Bu yeni insanı bugünkü toplum içersinde küçük adacıklarda yaratmak gibi ütopik uçukluklarla işimiz yok, kaybedecek zamanımız da yok. Biz bu topraklarda, bu toprakların çamuru içinde yürüyoruz, bugünkü çürüme içersinde adımlarımızı bir adımdan öbürüne geçiyor, bir tümsekten diğerine sıçrayarak yürüyoruz. Devrim yolunun “dolambaçlı, engebeli ve sarp” oluşunu salt düşmanın yarattığı tehlikelerle ilgili fiziki bir durum olarak algılamıyoruz; bu 2000’lerin dünyasında aynı zamanda mücadele ettiğimiz kültürel çürümenin büyüklüğü ve insan unsuruyla ilgili zorluklarımızın boyutu ile ilgilidir. Biz düşler kuruyoruz ama sanal âlemde yaşamıyoruz. Bu, büyük bir iştir ve devrim sürecinin bütününü -iktidar sonrası dahil olmak üzere- kesintisiz biçimde kapsamaktadır.
Ama bugünkü işimizi de yarına ertelemiyoruz; böyle bir lüksümüz yok! Bugünden başlayıp hayatın her alanında, tek tek insan ilişkilerinden kurumlaşmış faaliyetlere dek hayatın her alanında bu kültürün sözcüsü olmak, eski ve çürüyen kültürü savurup atmak her devrimci sosyalistin temel görevidir.
Omuzlarımızda bu görevin ağırlığıyla yürüyoruz. Başarmak için ise başlıca iki şeye ihtiyacımız var: Görevi doğru kavramak ve o görevin arkasına örgütlü-planlı çalışma irademizi koymak... Bunları başaracak ira-deye ve devrimci cesarete sahibiz ve başaracağız.



 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19