Yakın zamanlara kadar Anadolu’nun hangi ilçesine
gitseniz, halk arasında “Koreli” diye anılan,
küçümsenemeyecek bir bölümünün ruhsal dengesi
bozuk, garip insanlara rastlardınız. Bugün de
hâlâ öyledir. Bir zamanlar gemilere bindirilip
dünyanın bir ucuna “kahramanlık” yapmaya gönderilen
bu insanlardan geriye psikolojik olarak hasar
görmemiş az insan kalmıştır. Bir yandan da Güney
Kore ile birlikte her yıl törenler düzenlenir,
ordu tarihinde hâlâ “Kunuri kahramanlıkları”ndan
söz edilir. Ama bütün bu şatafat içinde hiç kimse
Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasından binlerce
emekçinin neden oralara gönderilip koyun gibi
boğazlattırıldığını açıklamaz, açıklayamaz. En
sık yapılan açıklama bunun NATO’ya kabul edilmek
için bir jest olduğudur, ki bu da açık bir suç
itirafıdır aslında. İşbirlikçi yöneticiler, açıkça
yaltaklanmak için insanları tanımadıkları, bilmedikleri
bir yere, bağımsızlığı için savaşan Kore halkının
üzerine sürmüşlerdir.
Kore: Emperyalizmin
Hedefindeki Ülke...
Peki, neresidir Kore? Niçin bu kadar önemlidir?
Kore, Japonya’nın çok yakınında, Asya’nın küçük
sayılabilecek bir yarımadasıdır ve Kore halkının
kaderi hep işgaller ve kurtuluş savaşları ile
belirlenmiştir.
1871 tarihinde Amerika’nın desteğini alan Japonya’nın
işgali bunlardan en önemlisidir. 2. Paylaşım Savaşı’nın
sonuna kadar süren bu işgal ancak savaştan sonra
bitmiş ve Kore bağımsızlığını kazanmıştır. Ancak
bu kez de ABD doğrudan devrededir. Sosyalizmin
Uzak Asya’ya yayılması ABD için bir kâbustur ve
hemen harekete geçip Güney Kore’de kendisinin
kuklası olan bir hükümet kurar. Buna karşılık
da Kuzey Kore’de de Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti
kurulur. Ama bu da ABD’yi tatmin etmez. Kore’yi
Çin’e saldırmak için bir tramplen olarak kullanmak
isteyen ABD, bu amaçla 1950 yılında Birleşmiş
Milletler, Güney Kore ve Amerikan birlikleriyle
Kuzey Kore’ye karşı savaş açar.
Bilindiği gibi 1945’ler sonraki dünya manzarasında
sadece Avrupa’daki sol gelişme değil, Asya, Afrika
ve özellikle Latin Amerika’daki kurtuluş mücadeleleri
de ABD açısından başlıca tehdit olarak değerlendiriliyordu.
ABD, devrim ve ulusal kurtuluş mücadelelerine
karşı mücadeleyi kendisine bir misyon olarak biçmişti.
Bu misyonu Amerika’nın eski Vietnam Büyükelçisi
General M. Taylor, şu şekilde açıklıyordu: “Amerika,
Güneydoğu Asya’da Kızıl Çin’le karşılaşmaktan
kaçındığı takdirde, Milli Kurtuluş Savaşları,
komünist yayılmanın yerini alacaktır.” (Amerikan
Harp Doktrinleri, M. Fahri, Yön Yayınları, 1966,
sf.14.)
Böylece savaş başladı. ABD, bugünkü Irak işgaline
benzer biçimde kendi etrafında bir “koalisyon”
yaratarak büyük bir silahlı güçle Kore’ye yüklendi.
Hatırlanacağı gibi aynı dönemde Amerikan emperyalizmi,
bir yandan Sovyetlere karşı, diğer yandan da dünya
halklarının sınıfsal ve ulusal kurtuluş mücadelelerini
engellemek için Kuzey Atlantik Paktı’nı (NATO)
kurmuştu. 4 milyon insanın ölümünün ardından Kore
halkına yapılan bu korkunç saldırı sona erdiğinde,
işin açıkçası emperyalistler dişe dokunur hiçbir
başarı sağlayamamışlardı. Kore, yine iki parçaydı
ve Kore Demokratik Cumhuriyeti her şeye karşın
dimdik ayaktaydı.
İşbirlikçilik Uğruna Girilen Macera...
Türkiye’nin NATO’ya katılma başvurusu da Kore
savaşından kısa bir süre öncesine rastlar. 1949’da
ilk başvuruyu yapan CHP iktidarıdır. Ancak NATO’yu
daha çok bir emperyalist ülkeler ittifakı olarak
tasarlayan ABD ve diğerleri yapılan ilk iki başvuruyu
geri çevirirler. Yine de Türkiye’nin Sovyetler’in
hemen altında tutmuş olduğu stratejik konum emperyalistler
için önemlidir ve kapıları da tamamen kapatmamışlardır.
Açıkçası emperyalist efendiler biraz da kölelerinin
rüştünü ispatlamasını istemektedirler. İşte bu
fırsat, tam da Kore olayında çıkar. İşbirlikçiler
bu konuda o kadar heveslidirler ki, yurt dışına
asker gönderme yetkisi sadece TBMM’de olmasına
karşın, Adnan Menderes (Demokrat Parti) hükümeti
efendilerinin gözüne girmek uğruna bakanlar kurulundan
kararı geçirterek, Kore’ye asker gönderilmesi
kararını alırlar. Aynı günlerde Amerikalı “uzmanlar”
tarafından yeniden “düzenlenen” ordu da buna dünden
heveslidir.
Türkiye, aslında resmen çağrılmadığı halde gönüllü
olarak bu savaşta yer almak isteğini belirtmiş
ve Kore’ye asker gönderme kararından 5 gün sonra
da NATO’ya girmek için 3. başvuruyu yapmıştır.
Ve ilginçtir, daha önceleri çeşitli gerekçelerle
başvuruları reddeden NATO, bu kez, 21 Eylül 1951’de,
Türkiye’yi Yunanistan ile birlikte üye olarak
almış ve gerekçe olarak da “Akdeniz’in güvenliği”ni
göstermiştir. Sanki daha önce “Akdeniz güvenliği”
yokmuş gibi!
Çıktık Açık Alınla...
Böylece 25 Temmuz 1950’de kurulmaya başlanan Kore
Birliği, Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında
İskenderun’a nakledilir. Buradan da 5090 kişilik
birlik, ABD tarafından gönderilen bir gemiyle
2 Ekim 1950’de Kore’ye doğru hareket eder ve 21
günlük yolculuktan sonra Pusan limanına ulaşır.
Türk tugayı askeri donanım ve eğitim düzeyi olarak
kelimenin gerçek anlamıyla yetersizdir. Çoğu köyünün
dışına ilk kez çıkan gencecik insanlar bir-kaç
aylık eğitim süreci içinde, tüfek ve süngü dışında
silah görmeden gönderilmişlerdir Kore’ye. Türk
tugayının başında yer alan Tahsin Yazıcı İngilizce
bilmediği için askerler daha savaşa başlamadan
zulüm ortamı yaşamaya başlarlar. Üzerilerindeki
kamuflaj elbiseleri iklim koşullarına uygun olmadığı
için daha ilk günlerde donma tehlikesiyle karşı
karşıya kalırlar.
Amerikan ve diğer emperyalist ülkelerinin askeri
teçhizatı dönemin teknolojik donanımları ile yüklüdür.
Buna karşın Amerika, bırakalım Türk ordusunun
askeri teçhizatını yenilemeyi, Türk birliğinin
yol ve aylık maaşlarının bile yine Türkiye tarafından
karşılanmasını sağlamıştır.
Kore birliği 20 Ekim’de IX. Amerikan Kolordusu’nun
emrine verilir ve irili ufaklı birçok çarpışmada
Kore halkına karşı savaşır. Bunlar arasında Kunuri
bölgesindeki savaşlar özellikle önemlidir; çünkü
Türk birliğinin nasıl bir piyon gibi görüldüğü
en çok bu savaşta açığa çıkmıştır. Kendi askerlerini
korumak isteyen ABD’li generaller savaşa katılan
Türk tugayını ön plana sürmüştür; ayrıca hatırlamakta
yarar var, Türk birliği Kore Savaşı boyunca Amerikan
kuvvetlerine bağlı hareket eden tugay büyüklüğündeki
tek birliktir.
Kunuri savaşının en kızıştığı bir noktada yapılan
manevra ise, bugün ne kadar “Türk kahramanlığı”
olarak anlatılırsa anlatılsın tam bir “ucuza harcama”
operasyonudur. Bu manevrada ABD askerleri güvenlik
içinde geri çekilirken, Türk birliği Kore Halk
Ordusu’nu durdurmak için geride bırakılmış ve
birlik en ağır kaybını bu noktada vermiştir. Sadece
bir-iki gece süren Kunuri Savaşı’nda Türk Tugayı’nın
verdiği kayıp 721 askerdir. İşin Türkçesi, Türk
birliği hiç bilmediği bir arazide Halk Ordusu’nun
önüne tampon olarak konulmuştur. Bu, tam da ABD’nin
“ucuz asker” mantığına uygun bir davranıştır.
O anda yaşanan zorlukları insanların psikolojisini
Kore Savaşı’na katılmış olan Hasan Doğan şu şekilde
aktarmaktadır: Birinci Türk Tugayı’nda görev yaptığı
sırada, Kunuri bölgesindeki savaşa katıldığını
anlatan Doğan; “Bölgeyi tam bilmediğimiz için
düşman çemberinin içine düştük. 5 gün 5 gece çemberi
yarabilmek için karşılıklı çatıştık. Ancak çemberi
kırmakta çok güçlük çekiyorduk. Burada çok şehit
verdik. Zor durumda olduğumuz bir anda, (Herkes
başının çaresine baksın) yönünde emir geldi. Öyle
de yapılmaya başlandı. Ben de, birkaç arkadaşımla
birlikte güçlükle o bölgeden kurtulmayı başardım.
Ancak, Kunuri’de düşman çemberinden sağ kurtulduğuma
bugün bile inanamıyorum. Aklıma geldiğinde, sanki
o günü tekrar yaşıyormuşum gibi ter döküyorum.”
Savaş boyunca Türkiye tarafından Kore’ye 1950-1953
yılları arasında dönüşümlü olarak toplam 15.000
asker gönderilmiştir. 3 yıl süren çarpışmalar
boyunca Türk birliği, 741 ölü verdi; 2147 kişi
yaralandı, 234 kişi tutsak düştü ve 175 kişi ise
kayboldu. Elbette bunlar resmi rakamlar, devletin
kayıpları gizleme politikası hesaba katıldığında
gerçek kayıpların bundan çok daha fazla olduğunu
rahatlıkla düşünebiliriz. Bu verilerle Türkiye
en ağır kayıp veren ülkeler arasında ilk üçte
yer aldı.
Savaşın sona erdiği 1953’ten sonra Türk birliğinin
mevcudu 1960’ta 200 kişilik bir bölük seviyesine
indirildi. 1965’te ise bölük, mangaya indirildi.
1971’de de tümüyle geri çekildi.
Kukla Olmanın Bedeli...
Bütün bu olup bitenlerin şu çok başımıza kakılan
“Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü” ile bir ilgisi
var mı? Kore neresi? 1950’lerde sokağa çıkıp sorulsa
bu soruya yanıt verebileceklerin sayısı kaçtır?
Koreliler kimlerdir peki? Siyah mı, beyaz mı,
sarı mı? 9 bin kilometre ötede yaşayan insanların
bizimle nasıl bir husumetleri vardı?
Bütün bu soruların bir tekinin bile yanıtı yoktur!
Geçerli olan tek yanıt, kendi ülkelerinin bağımsızlığı
için savaşan bir halkın üzerine, yine kendisi
de Amerikan kölesi olan bir başka halkın emekçilerinin
gönderildiğidir. Olup biten şey, biz de alışkanlıkla
“Kore Savaşı” desek de, aslında “Kore Halk Savaşı”dır.
Emperyalist işgalcilere karşı direnen Kore halkı,
birdenbire karşılarında koca bir emperyalist kampı
bulmuşlar ve dişe diş bir mücadele ile onları
da geri püskürtmüşlerdir. Türkiye’nin bu sahnedeki
rolü ise piyonluktan ibarettir. Kore halkının
kanlı bir kıyımdan geçirilmesinin yanında, kirli
bir işbirliği Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasından
da yüzlerce emekçinin hayatına mal olmuş, üstelik
oligarşinin temsilcileri bir de bunu “kahramanlık”
ilan etmişlerdir. Daha sonraları, dönemin siyasi
iktidarının yöneticilerinin yargılandığı Yassıada
mahkemelerinde Başbakan Menderes’in gönül ilişkileri
bile konu edilirken, bu korkunç cinayetin üzerinde
hiç durulmamıştır. Bu durum aslında oligarşinin
ABD emperyalizmine gönüllü köleliği adeta dokunulamaz
bir şey olarak gördüğünü de ortaya koymuştur.
Şimdi bugünden dönüp de geriye baktığımızda gördüğümüz
şey, küçücük bir toprak parçası üzerinde yapılan
kanlı katliam ve o topraklar üzerinde yaşayan
halkın efsanevi direnişidir. Bugün, kukla Güney
Kore yönetimi hâlâ bölgede yerleşik olan ABD ordusu
ve üsleri tarafından “korunmaktadır” ve bu ülke
bütün emperyalist ekonomi politikalarının laboratuarı
gibidir. Neoliberalizmin en ağır sonuçları bu
ülkede yaşanmakta, en büyük krizler ve işçi ayaklanmaları
da bu ülkeyi sarsmaktadır. Üstelik en önemlisi,
1953’ten itibaren söz konusu olan, bölünmüş bir
ülkedir. Emperyalist çıkarlar uğruna bir ülke
ve bir halk açıkça ikiye parçalanmış, böylece
birleşik bir sosyalist Kore’nin önü kesilmiştir.
İşte karşılıklı dikilen Türk ve Kore anıtlarının,
savaşın her yıldönümünde düzenlenen törenlerin,
anlatılan kahramanlık hikâyelerinin arkasındaki
gerçek budur. Emperyalist saldırganlık ve yeni-sömürge
Türkiye’nin işbirlikçilerinin bu saldırganlıktaki
“gönüllü” rolü... Aradan elli yıl geçtikten sonra
geriye kalan şey, Kore halkına karşı işlenen bu
ağır suçun utancıdır.
Ve bugün her Amerikan uçağı Irak’ı bombalamak
üzere Türkiye havaalanlarından ve İncirlik üssünden
kalktığında aynı suç, yeniden yeniden tekrarlanıyor.
Ve biz, yeniden yeniden öğreniyoruz ki, emperyalizm
ve işbirlikçilerini topraklarımızdan kovmak, yalnızca
bağımsızlık ve insanca bir yaşam kurmakla ilgili
bir sorun değildir. Bu savaş, aynı zamanda halklarımızın
emperyalist oyunlara alet edilmesinin utancından
kurtulmak için de gerekli ve zorunludur. İşgalden
kurtarılmış bu topraklar üzerinde inşa edilecek
olan demokratik halk iktidarı, işte o zaman, bütün
o işbirliği anıtlarını yıkıp dümdüz ettikten sonra
yüzünü Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne dönecek
ve emekçilerin kardeşçe elini uzatacaktır. Açık
bir alınla ve yoldaşça...
DİYET
Gözlerinizin
ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
iki hayın,
ve zeytini yağlı iki gözünüzle
bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
ve topraklarına çiftliklerinizin
ve çek defterinize.
Ellerinizin
ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
iki ak,
vıcık vıcık terli iki elinizle
okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
dövizlerinizi,
ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın
ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin
ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
çığlığımı duymamanız için
kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim,
Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum
Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.
25 Haziran
1959
NAZIM HİKMET
|
|