Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

39. Sayı - Mart 2006

Yakın zamanlara kadar Anadolu’nun hangi ilçesine gitseniz, halk arasında “Koreli” diye anılan, küçümsenemeyecek bir bölümünün ruhsal dengesi bozuk, garip insanlara rastlardınız. Bugün de hâlâ öyledir. Bir zamanlar gemilere bindirilip dünyanın bir ucuna “kahramanlık” yapmaya gönderilen bu insanlardan geriye psikolojik olarak hasar görmemiş az insan kalmıştır. Bir yandan da Güney Kore ile birlikte her yıl törenler düzenlenir, ordu tarihinde hâlâ “Kunuri kahramanlıkları”ndan söz edilir. Ama bütün bu şatafat içinde hiç kimse Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasından binlerce emekçinin neden oralara gönderilip koyun gibi boğazlattırıldığını açıklamaz, açıklayamaz. En sık yapılan açıklama bunun NATO’ya kabul edilmek için bir jest olduğudur, ki bu da açık bir suç itirafıdır aslında. İşbirlikçi yöneticiler, açıkça yaltaklanmak için insanları tanımadıkları, bilmedikleri bir yere, bağımsızlığı için savaşan Kore halkının üzerine sürmüşlerdir.

Kore: Emperyalizmin
Hedefindeki Ülke...

Peki, neresidir Kore? Niçin bu kadar önemlidir?
Kore, Japonya’nın çok yakınında, Asya’nın küçük sayılabilecek bir yarımadasıdır ve Kore halkının kaderi hep işgaller ve kurtuluş savaşları ile belirlenmiştir.
1871 tarihinde Amerika’nın desteğini alan Japonya’nın işgali bunlardan en önemlisidir. 2. Paylaşım Savaşı’nın sonuna kadar süren bu işgal ancak savaştan sonra bitmiş ve Kore bağımsızlığını kazanmıştır. Ancak bu kez de ABD doğrudan devrededir. Sosyalizmin Uzak Asya’ya yayılması ABD için bir kâbustur ve hemen harekete geçip Güney Kore’de kendisinin kuklası olan bir hükümet kurar. Buna karşılık da Kuzey Kore’de de Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kurulur. Ama bu da ABD’yi tatmin etmez. Kore’yi Çin’e saldırmak için bir tramplen olarak kullanmak isteyen ABD, bu amaçla 1950 yılında Birleşmiş Milletler, Güney Kore ve Amerikan birlikleriyle Kuzey Kore’ye karşı savaş açar.
Bilindiği gibi 1945’ler sonraki dünya manzarasında sadece Avrupa’daki sol gelişme değil, Asya, Afrika ve özellikle Latin Amerika’daki kurtuluş mücadeleleri de ABD açısından başlıca tehdit olarak değerlendiriliyordu. ABD, devrim ve ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı mücadeleyi kendisine bir misyon olarak biçmişti. Bu misyonu Amerika’nın eski Vietnam Büyükelçisi General M. Taylor, şu şekilde açıklıyordu: “Amerika, Güneydoğu Asya’da Kızıl Çin’le karşılaşmaktan kaçındığı takdirde, Milli Kurtuluş Savaşları, komünist yayılmanın yerini alacaktır.” (Amerikan Harp Doktrinleri, M. Fahri, Yön Yayınları, 1966, sf.14.)
Böylece savaş başladı. ABD, bugünkü Irak işgaline benzer biçimde kendi etrafında bir “koalisyon” yaratarak büyük bir silahlı güçle Kore’ye yüklendi. Hatırlanacağı gibi aynı dönemde Amerikan emperyalizmi, bir yandan Sovyetlere karşı, diğer yandan da dünya halklarının sınıfsal ve ulusal kurtuluş mücadelelerini engellemek için Kuzey Atlantik Paktı’nı (NATO) kurmuştu. 4 milyon insanın ölümünün ardından Kore halkına yapılan bu korkunç saldırı sona erdiğinde, işin açıkçası emperyalistler dişe dokunur hiçbir başarı sağlayamamışlardı. Kore, yine iki parçaydı ve Kore Demokratik Cumhuriyeti her şeye karşın dimdik ayaktaydı.

İşbirlikçilik Uğruna Girilen Macera...
Türkiye’nin NATO’ya katılma başvurusu da Kore savaşından kısa bir süre öncesine rastlar. 1949’da ilk başvuruyu yapan CHP iktidarıdır. Ancak NATO’yu daha çok bir emperyalist ülkeler ittifakı olarak tasarlayan ABD ve diğerleri yapılan ilk iki başvuruyu geri çevirirler. Yine de Türkiye’nin Sovyetler’in hemen altında tutmuş olduğu stratejik konum emperyalistler için önemlidir ve kapıları da tamamen kapatmamışlardır. Açıkçası emperyalist efendiler biraz da kölelerinin rüştünü ispatlamasını istemektedirler. İşte bu fırsat, tam da Kore olayında çıkar. İşbirlikçiler bu konuda o kadar heveslidirler ki, yurt dışına asker gönderme yetkisi sadece TBMM’de olmasına karşın, Adnan Menderes (Demokrat Parti) hükümeti efendilerinin gözüne girmek uğruna bakanlar kurulundan kararı geçirterek, Kore’ye asker gönderilmesi kararını alırlar. Aynı günlerde Amerikalı “uzmanlar” tarafından yeniden “düzenlenen” ordu da buna dünden heveslidir.
Türkiye, aslında resmen çağrılmadığı halde gönüllü olarak bu savaşta yer almak isteğini belirtmiş ve Kore’ye asker gönderme kararından 5 gün sonra da NATO’ya girmek için 3. başvuruyu yapmıştır. Ve ilginçtir, daha önceleri çeşitli gerekçelerle başvuruları reddeden NATO, bu kez, 21 Eylül 1951’de, Türkiye’yi Yunanistan ile birlikte üye olarak almış ve gerekçe olarak da “Akdeniz’in güvenliği”ni göstermiştir. Sanki daha önce “Akdeniz güvenliği” yokmuş gibi!

Çıktık Açık Alınla...
Böylece 25 Temmuz 1950’de kurulmaya başlanan Kore Birliği, Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında İskenderun’a nakledilir. Buradan da 5090 kişilik birlik, ABD tarafından gönderilen bir gemiyle 2 Ekim 1950’de Kore’ye doğru hareket eder ve 21 günlük yolculuktan sonra Pusan limanına ulaşır. Türk tugayı askeri donanım ve eğitim düzeyi olarak kelimenin gerçek anlamıyla yetersizdir. Çoğu köyünün dışına ilk kez çıkan gencecik insanlar bir-kaç aylık eğitim süreci içinde, tüfek ve süngü dışında silah görmeden gönderilmişlerdir Kore’ye. Türk tugayının başında yer alan Tahsin Yazıcı İngilizce bilmediği için askerler daha savaşa başlamadan zulüm ortamı yaşamaya başlarlar. Üzerilerindeki kamuflaj elbiseleri iklim koşullarına uygun olmadığı için daha ilk günlerde donma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.
Amerikan ve diğer emperyalist ülkelerinin askeri teçhizatı dönemin teknolojik donanımları ile yüklüdür. Buna karşın Amerika, bırakalım Türk ordusunun askeri teçhizatını yenilemeyi, Türk birliğinin yol ve aylık maaşlarının bile yine Türkiye tarafından karşılanmasını sağlamıştır.
Kore birliği 20 Ekim’de IX. Amerikan Kolordusu’nun emrine verilir ve irili ufaklı birçok çarpışmada Kore halkına karşı savaşır. Bunlar arasında Kunuri bölgesindeki savaşlar özellikle önemlidir; çünkü Türk birliğinin nasıl bir piyon gibi görüldüğü en çok bu savaşta açığa çıkmıştır. Kendi askerlerini korumak isteyen ABD’li generaller savaşa katılan Türk tugayını ön plana sürmüştür; ayrıca hatırlamakta yarar var, Türk birliği Kore Savaşı boyunca Amerikan kuvvetlerine bağlı hareket eden tugay büyüklüğündeki tek birliktir.
Kunuri savaşının en kızıştığı bir noktada yapılan manevra ise, bugün ne kadar “Türk kahramanlığı” olarak anlatılırsa anlatılsın tam bir “ucuza harcama” operasyonudur. Bu manevrada ABD askerleri güvenlik içinde geri çekilirken, Türk birliği Kore Halk Ordusu’nu durdurmak için geride bırakılmış ve birlik en ağır kaybını bu noktada vermiştir. Sadece bir-iki gece süren Kunuri Savaşı’nda Türk Tugayı’nın verdiği kayıp 721 askerdir. İşin Türkçesi, Türk birliği hiç bilmediği bir arazide Halk Ordusu’nun önüne tampon olarak konulmuştur. Bu, tam da ABD’nin “ucuz asker” mantığına uygun bir davranıştır.
O anda yaşanan zorlukları insanların psikolojisini Kore Savaşı’na katılmış olan Hasan Doğan şu şekilde aktarmaktadır: Birinci Türk Tugayı’nda görev yaptığı sırada, Kunuri bölgesindeki savaşa katıldığını anlatan Doğan; “Bölgeyi tam bilmediğimiz için düşman çemberinin içine düştük. 5 gün 5 gece çemberi yarabilmek için karşılıklı çatıştık. Ancak çemberi kırmakta çok güçlük çekiyorduk. Burada çok şehit verdik. Zor durumda olduğumuz bir anda, (Herkes başının çaresine baksın) yönünde emir geldi. Öyle de yapılmaya başlandı. Ben de, birkaç arkadaşımla birlikte güçlükle o bölgeden kurtulmayı başardım. Ancak, Kunuri’de düşman çemberinden sağ kurtulduğuma bugün bile inanamıyorum. Aklıma geldiğinde, sanki o günü tekrar yaşıyormuşum gibi ter döküyorum.”
Savaş boyunca Türkiye tarafından Kore’ye 1950-1953 yılları arasında dönüşümlü olarak toplam 15.000 asker gönderilmiştir. 3 yıl süren çarpışmalar boyunca Türk birliği, 741 ölü verdi; 2147 kişi yaralandı, 234 kişi tutsak düştü ve 175 kişi ise kayboldu. Elbette bunlar resmi rakamlar, devletin kayıpları gizleme politikası hesaba katıldığında gerçek kayıpların bundan çok daha fazla olduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. Bu verilerle Türkiye en ağır kayıp veren ülkeler arasında ilk üçte yer aldı.
Savaşın sona erdiği 1953’ten sonra Türk birliğinin mevcudu 1960’ta 200 kişilik bir bölük seviyesine indirildi. 1965’te ise bölük, mangaya indirildi. 1971’de de tümüyle geri çekildi.

Kukla Olmanın Bedeli...
Bütün bu olup bitenlerin şu çok başımıza kakılan “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü” ile bir ilgisi var mı? Kore neresi? 1950’lerde sokağa çıkıp sorulsa bu soruya yanıt verebileceklerin sayısı kaçtır? Koreliler kimlerdir peki? Siyah mı, beyaz mı, sarı mı? 9 bin kilometre ötede yaşayan insanların bizimle nasıl bir husumetleri vardı?
Bütün bu soruların bir tekinin bile yanıtı yoktur! Geçerli olan tek yanıt, kendi ülkelerinin bağımsızlığı için savaşan bir halkın üzerine, yine kendisi de Amerikan kölesi olan bir başka halkın emekçilerinin gönderildiğidir. Olup biten şey, biz de alışkanlıkla “Kore Savaşı” desek de, aslında “Kore Halk Savaşı”dır. Emperyalist işgalcilere karşı direnen Kore halkı, birdenbire karşılarında koca bir emperyalist kampı bulmuşlar ve dişe diş bir mücadele ile onları da geri püskürtmüşlerdir. Türkiye’nin bu sahnedeki rolü ise piyonluktan ibarettir. Kore halkının kanlı bir kıyımdan geçirilmesinin yanında, kirli bir işbirliği Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasından da yüzlerce emekçinin hayatına mal olmuş, üstelik oligarşinin temsilcileri bir de bunu “kahramanlık” ilan etmişlerdir. Daha sonraları, dönemin siyasi iktidarının yöneticilerinin yargılandığı Yassıada mahkemelerinde Başbakan Menderes’in gönül ilişkileri bile konu edilirken, bu korkunç cinayetin üzerinde hiç durulmamıştır. Bu durum aslında oligarşinin ABD emperyalizmine gönüllü köleliği adeta dokunulamaz bir şey olarak gördüğünü de ortaya koymuştur.
Şimdi bugünden dönüp de geriye baktığımızda gördüğümüz şey, küçücük bir toprak parçası üzerinde yapılan kanlı katliam ve o topraklar üzerinde yaşayan halkın efsanevi direnişidir. Bugün, kukla Güney Kore yönetimi hâlâ bölgede yerleşik olan ABD ordusu ve üsleri tarafından “korunmaktadır” ve bu ülke bütün emperyalist ekonomi politikalarının laboratuarı gibidir. Neoliberalizmin en ağır sonuçları bu ülkede yaşanmakta, en büyük krizler ve işçi ayaklanmaları da bu ülkeyi sarsmaktadır. Üstelik en önemlisi, 1953’ten itibaren söz konusu olan, bölünmüş bir ülkedir. Emperyalist çıkarlar uğruna bir ülke ve bir halk açıkça ikiye parçalanmış, böylece birleşik bir sosyalist Kore’nin önü kesilmiştir.
İşte karşılıklı dikilen Türk ve Kore anıtlarının, savaşın her yıldönümünde düzenlenen törenlerin, anlatılan kahramanlık hikâyelerinin arkasındaki gerçek budur. Emperyalist saldırganlık ve yeni-sömürge Türkiye’nin işbirlikçilerinin bu saldırganlıktaki “gönüllü” rolü... Aradan elli yıl geçtikten sonra geriye kalan şey, Kore halkına karşı işlenen bu ağır suçun utancıdır.
Ve bugün her Amerikan uçağı Irak’ı bombalamak üzere Türkiye havaalanlarından ve İncirlik üssünden kalktığında aynı suç, yeniden yeniden tekrarlanıyor. Ve biz, yeniden yeniden öğreniyoruz ki, emperyalizm ve işbirlikçilerini topraklarımızdan kovmak, yalnızca bağımsızlık ve insanca bir yaşam kurmakla ilgili bir sorun değildir. Bu savaş, aynı zamanda halklarımızın emperyalist oyunlara alet edilmesinin utancından kurtulmak için de gerekli ve zorunludur. İşgalden kurtarılmış bu topraklar üzerinde inşa edilecek olan demokratik halk iktidarı, işte o zaman, bütün o işbirliği anıtlarını yıkıp dümdüz ettikten sonra yüzünü Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne dönecek ve emekçilerin kardeşçe elini uzatacaktır. Açık bir alınla ve yoldaşça...

DİYET

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
iki hayın,
ve zeytini yağlı iki gözünüzle
bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
ve topraklarına çiftliklerinizin
ve çek defterinize.

Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
iki ak,
vıcık vıcık terli iki elinizle
okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
dövizlerinizi,
ve memelerini metreslerinizin.

İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
halkın tekmesinden korumaktır.

Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
çığlığımı duymamanız için
kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip.

Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.

Diyetimi istiyorum Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.

25 Haziran 1959
NAZIM HİKMET




 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19