Emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarması olarak
görev yapan Siyonist İsrail devletinin kuruluşu
yıllardır Arap dünyasında “Büyük Felaket” adıyla
anılır… Doğrusu bu, çok da haksız bir adlandırma
değildir; çünkü bu tarihten sonra bölgenin halkları
bir gün olsun huzur görmemişler, sürekli bir biçimde
Siyonist işgalcilerle çatışmak zorunda kalmışlardır.
1897 yılı bu bakımdan anahtar gelişmelerin tanığıdır.
Kapitalizmle birlikte kazandıkları gücü sistematikleştirmek
için bir devlete ihtiyaç duyan Yahudi burjuvazisi,
Theodor Herzl öncülüğünde 1897 yılında Basel’de
toplanan Sion kongresinde Siyonist hareketin temellerini
atmıştır. Baştan itibaren dini motifler üzerinde
şekillenen Siyonizm ise Yahudi kutsal metinlerinde
“vaat edilmiş topraklar” olarak belirtilen Filistin
başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasına gözünü
dikmişti.,
Daha sonra Siyonist hareket, İngiliz emperyalizminin
yardımıyla Filistin’deki Yahudi nüfusunu hızla
artırmış, 1920’lere gelindiğinde bu nüfus 100.000’e,
1939’a gelindiğinde ise toplam 1,5 milyon olan
Filistin nüfusunun 445 binine ulaşmıştı.
1947 yılına gelindiğinde ise Filistin’de 630 bin
Yahudi ve 1 milyon 300 bin Filistinli vardı. Siyonizm
2. Paylaşım Savaşı öncesinde, bu yöndeki çabalarını
hızlandırmıştı. Osmanlının dağılmasının ardından
İngiliz egemenliğine geçen Filistin topraklarındaki
Yahudi nüfusu, para, entrika, rüşvet, ve bunların
yetmediği noktada açıkça terörist faaliyetlerle
Arapların dörtte biri kadar olmuştu. I. Paylaşım
Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da güç olan İngiltere,
Filistin’de İsrail nüfusunun artması için yoğun
çaba harcadı. Ortadoğu’da sömürgeci bölgenin yeni
efendileri tarafından yeni düzenlemeler yapıldı.
Bağdat, Irak adlı bir devlete dönüştürüldü ve
İngiliz egemenliğine bırakıldı. Suriye’nin tarihsel
bir parçası olan Beyrut ve çevresi ise Lübnan
adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Ürdün nehrinin
doğu tarafında ise Transjordan (Ürdünö tesi) adlı
bir devlet kuruldu. Daha sonradan sadece Ürdün
olarak anılmaya başlandı. Yani bütün sınırlar
cetvelle çizilmişti.
II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra ise İngiltere yaşadığı
yıkımdan dolayı Ortadoğu’daki sömürgecilik vazifesini
artık ABD emperyalizmine bırakmak zorunda kalmıştır.
Ayrıca İngiltere Filistin’deki Manda yönetimini
Birleşmiş Milletler’e, yani aslında savaştan güç
olarak çıkmış tek ülkeye yani Amerika’ya devretmişti.
BM Genel Kurulu da 29 Kasım 1947 tarihinde Filistin
topraklarında iki devlet kurulmasına karar vererek
(Filistin-İsrail) toprakları ikiye böldü. 1 yıl
sonra da İsrail devleti 24 Mayıs 1948’de kuruldu.
Neticede Ortadoğu’da Amerikan’ın bekçiliğini yapacak
kesinlikle ona sadık kalacak bir ülkeye ihtiyaç
vardı ve o da oldu. Aynı kararla kurulması kararlaştırılan
Filistin Devleti iseFilistin halkının üzerinde
estirilen kesintisiz terör, baskı ve katliamlarla
halen kağıt üzerinde kalmaya devam etmektedir.
Türkiye İsrail’i Tanıyor
Türkiye İsrail’i tanıyan 31. ülke olmuştur. Dönemin
hükümeti CHP’dir. Aynı zamanda Türkiye İsrail’i
tanıyan ilk Müslüman ülke olma özelliğini taşımaktadır.
4 Temmuz 1950’de Modus Vivendi Ticaret antlaşması
ile Türkiye-İsrail arasında ilk resmi diplomatik
ilişki başlamış oldu. Bu durum, İsrail’in bölgedeki
yalnızlığının kırılması açısından çok önemli bir
olguydu.
İsrail bölgede kendisini garantiye almak için
Arap olmayan ulus ve devletlerle de açık ya da
gizli ilişkiler geliştirmeyi hep önemsemiştir.
Arap olmayan İran Şah’ıyla kurulan ilişkiler de
bu bakımdan önemli olmuştur.
Bırakalım Ortadoğu coğrafyasını, dünyanın ABD
dışındaki tüm ülkelerinin mesafeli bir ilişki
sürdürdüğü, Müslüman halkların ise nefretini kazanan
bu ülke ile böylesine sıkı ilişkilerin nedeni
ve kaynağı neydi diye sorguladığımızda karşımızda
bir anlamıyla bölge gericiliğinin de tarihi çıkmış
olur.
Çünkü söz konusu olan salt gerici iki ülkenin
ittifakı değil, Ortadoğu coğrafyasındaki her tür
ilerici gelişmenin başını ezmeyi birinci görev
bellemiş emperyalizmin sistematik ağının öyküsüydü.
Şah döneminin İran’ının da dahil olduğu bu ağ,
bölgedeki sınıf ve ulusların kurtuluş mücadelelerinin
seyrine göre dönem dönem sıkılaşıp, dönem dönem
gevşemiştir.
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği BOP (Büyük
Ortadoğu Projesi) adı altındaki saldırı dalgası
sürecin doğası gereği yeniden en sıkı süreçlerinden
birini (gerçekleşen İslami Devrimden dolayı İran’sız)
yaşamaktadır.
Türk İsrail İlişkilerinin
Kısa Tarihi
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler 1950’lerin
ikinci yarısında stratejik bir görünüm almaya
başladı. İki ülke ABD tarafından dayatılan politikaların
sonucunda gayrıresmi olarak Sovyetlere karşı bir
ittifakın parçası olmuşlardı.
Türkiye ile İsrail arasındaki ilk kriz, 1956 yılında
Süveyş Kanalının Mısır tarafından ulusallaştırılması
sonucunda İsrail, İngiltere ve Fransa’nın kanal
bölgesini işgal etmesiyle başladı. Türkiye bir
yandan İsrail’in BM’nin 1947’de kabul ettiği sınırlarına
çekilmesi yönünde görüş bildirirken diğer yandan
da “Araplarla yakınlaşmanın ikili ilişkilere zarar
vermeyeceği” yolunda İsrail’e güvence veriyordu.
Sonraki süreçte de Ortadoğu, dünya ve Türkiye
kamuoyunun etkisiyle İsrail’e karşı yapılan her
hamle, benzer bir gizli “gönül alma” ile tamamlanacaktı.
Yine 1956 krizi sırasında Tel Aviv büyükelçisi
geri çağrıldığında Türkiye’ye dönmeden önce İsrail
Dışişleri Bakanlığını ziyaret eden büyükelçi Şevkati
Bey, kararın “İsrail’e karşı olmayıp taktik bir
tavır olduğunu” resmen iletmişti.
ABD’nin Türkiye’ye İsrail ile ilişkilerini geliştirmesine
yönelik baskılarının sonucunda 1957 yılında MOSSAD’ın
Ortadoğu Bölüm Başkanı Eliahu Sasson Ankara’ya
büyükelçi olarak atandı. Dönemin Demokrat partili
Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu ile Eliahu
Sason arasındaki görüşmelerle MOSSAD ile Türk
istihbaratı arasındaki ilişkinin temeli atılıyordu.
Türk tarafının bütün bu ilişkilerinin gizli olması
isteği İsrail tarafından kabul gördü ve koordinasyon
başladı.
1957 yılında dönemin Türkiye Başbakanı olan Adnan
Menderes Türkiye’de Ajan/Elçilik görevini yürüten
Eliahu Sason ile bizzat görüşüp iki ülkenin istihbarat
ilişkilerinin geliştirilmesine dair karar aldılar.
7 ay sonra Ankara’da Milli Amele Hizmet Teşkilatı
(MAH) başkanı olarak H. Avni Göktürk’ün ve İsrail
tarafında da MOSSAD Şefi olan Reuven Shiolan’ın
katıldığı bir görüşme yapıldı. Görüşme neticesinde
aralarında İran SAVAK istihbarat örgütünün de
bulunduğu bir (MOSSAD-MAH-SAVAK) Güvenlik Üçgeni
konusunda anlaşmaya vardılar.
Bu mutabakatın ve üçlü istihbarat işbirliğinin
neticesi CIA raporlarında “Trident-Üç uçlu gladyatör
mızrağı” olarak adlandırılıyordu ve şöyle değerlendiriliyordu:
1- İsrail, Türkiye üzerinden Sovyetler Birliğini
izleyebilecek ve buna karşılık Arap Birliği’nin
aktivitelerinden ve özellikle Suriye’de olup bitenlerden
Türkiye’yi haberdar edecek.
2- MOSSAD Türk istihbaratçılarını eğitecek. İKK
(İstihbarata Karşı Koyma) ve haber alma alanındaki
teknoloji eğitimleri verecekler. (Not; Mehmet
Eymür’ün babası olan Mahzar Eymür de İsrail’de
eğitim gören ilk Türk istihbaratçılarındandır
)
3- MOSSAD İran SAVAK için öngördüğü bütün desteğin
aynısını MAH içinde yapacak.
Daha sonra, 1970’lerde ise Türkiye’nin Ortadoğu’ya
yönelik politikası iyice netlik kazanmıştı. Türkiye
görünürde Filistinlilerden yana tavır alıyordu.
Bunu da 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında NATO
üslerini kullandırtmaması, Birleşmiş Milletler’de
Filistin lehine oy vererek ve Nisan 1969’da İsrail’le
yaptıkları ticaret antlaşmasını iptal ederek göstermiştir.
Ekim 1973’te gerçekleşen ikinci Arap-İsrail Savaşında
Türkiye, gönülsüzce de olsa Araplardan yana tavır
almıştır. Bu durumdan dolayı da Türkiye ile Arap
ülkeleri arasındaki ticari ilişkiler de gelişmiştir.
Ancak ABD duruma müdahale etmekte gecikmemiştir.
73’teki Arap-İsrail Savaşında Türkiye’nin hava
sahasını ABD uçaklarına açmaması Amerika’yı harekete
geçirmiş ve ABD, Türkiye’nin yaptığı 1974’teki
Kıbrıs’ı işgalinde ambargo uygulaması ile buna
karşılık vermiştir.
Cunta Sonrası İlişkiler
12 Eylül darbesiyle başa gelen cuntanın İslami
eğitime önem vermeye başlaması ile birlikte İsrail
biraz tedirgin olsa da 1980’lerin ortalarına doğru
Türk-İsrail ilişkileri ciddi boyut almıştır. Türkiye
daha önceki yıllarda sürdürdüğü bir politika olan
ne şiş yansın ne kebap politikasını bir kenara
bırakarak artık gerçek safını belirlemede daha
cesaretli davranmaya başlamıştır. Türkiye ibresinin
İsrail’den yana bükülmesini, Sovyetlerin yıkılması,
Körfez Savaşı ve 1991’de Madrid’de başlayan Arap-İsrail
Barış Süreci gibi gelişmeler de etkilemiş olsa
da asıl sebep Amerika’nın artık dünyada tek güç
olmasıdır. 31 Aralık 1991’de Türkiye, İsrail’le
diplomatik ilişkilerini Filistin’le eş zamanlı
olarak büyük elçilik düzeyine yükseltmiştir. Yine
aynı dönemde BM Genel Kurulu’nda oylanan Siyonizmin
bir tür ırkçılık olduğu yönündeki kararın iptali
konusunda da Türkiye çekimser oy kullanarak İsrail’den
yana net tavır koymuştur.
Daha sonraları ise Türkiye’nin 1991 Körfez Savaşında
tam olarak Amerikan ileri karakolu vazifesi gören
bir durum sergilemesi ilişkileri daha da sağlamlaştırdı.
Türkiye ile İsrail arasında yaşanan ilk üst düzey
temas, 1-4 Haziran 1992 tarihinde dönemin Turizm
Bakanı Abdülkadir Ateş’in İsrail’i ziyareti ile
başlamıştır. Bunu 13-15 Kasım tarihinde Dışişleri
Bakanı Hikmet Çetin’in ziyareti izlemiştir. 1994’ün
Kasım ayında Tansu Çiller’in Başbakanlık düzeyinde
İsrail’i ziyaret etmesi, orada İsraillilere yönelik
“vaat edilmiş topraklarda oturmak hakkınızdır”
sözlerini sarf etmesi Türkiye’nin safını netleştirmesi
demekti. Bu ziyaret aynı zamanda İsrail’le işbirliği
açısından dönüm noktası olma özelliğini taşımaktadır.
Bu ziyaretler sırasında taraflar arasında bir
çok anlaşmalar yapılmıştır. Bunlar arasında TSK’nın
Fantom uçaklarının İsrail tarafından modernize
edilmesini kapsayan anlaşma da bulunmaktadır.
Bu süreçte, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in
1996’daki İsrail ziyaretini, İsrail Cumhurbaşkanı
olan Weizman’ın iade-i ziyareti izlemiştir. Yeni
süreçte artık Türkiye için İslam kardeşliğinin
çok fazla bir anlamı kalmamıştır. Bundan sonra
Türkiye dünyanın tek jandarması olan Amerika ve
onun bekçi köpeği olan İsrail’in “stratejik” ortağıdır.
İsrail ve Türkiye arasında yaşanan gizli aşk 1993’ten
sonra iyice alenileşmiş ve birbiri ardına iki
ülke arasında antlaşmalar yapılmıştır.
Tarihlerine göre anlaşmaları sıralarsak:
14 Kasım 1993 Kültür Eğitim ve Bilim Alanlarında
İşbirliği Antlaşması,
14 Kasım 1993 Karşılıklı Anlayış ve İşbirliği
İlkeleri Muhtırası,
3 Kasım 1994 Telekomünikasyon ve Posta Hizmetleri
Alanlarında İşbirliği,
4 Kasım 1994 Uyuşturucu ve Psitotrop Madde Kaçakcılığı
ve Kullanımı,
14 Mart 1995 Sağlık ve Tıp Alanında İşbirliği,
27 Haziran 1995 Tarım Alanında İşbirliği Konusunda
Mutabakat Zaptı,
22 Şubat 1996 Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması,
14 Mart 1996 Serbest Ticaret Anlaşması,
14 Mart 1996 Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve
Korunması,
14 Mart 1996 Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi
Anlaşması,
14 Mart 1996 Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması,
28 Ağustos 1996 Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması.
Dikkat edilirse yapılan bütün önemli anlaşmaların
hepsi 1996 yılında ve Refah Partisi iktidarı döneminde
yapılmıştır ve askeri boyuttadır.
Askeri anlaşmaların kapsadığı işbirliği konuları
şunlardır:
a- Askeri eğitim alanında karşılıklı bilgi ve
deneyimlerin değişimi,
b-Askeri akademiler ve karargahlar arası karşılıklı
ziyaretlerin yapılması,
c- Savaş gemilerinin karşılıklı “ziyareti”,
d-Askeri, sosyal ve kültürel alanlarda bilgi ve
personel değişimi ile askeri tarih ve arşiv konularında
işbirliği,
e- Ortak eğitim yapılması
Bu arada iki ülke arasında istihbarat konusundaki
işbirliği, iki ülke donanmalarının Akdeniz’de
ortak tatbikat düzenlemeleri, İsrail savaş uçaklarının
Türk hava sahasını kullanması olarak ortaya çıkan
anlaşma, iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik
derinliğini göstermektedir. Yani muhalefetteyken
sürekli olarak siyonizme ve Amerika’ya yüklenen
Necmettin Erbakan, hükümet olduğunda Müslümanlara
sıkılacak kurşunları İsrail’e kendisi teslim etmiştir.
Daha sonra ise Türk-İsrail ilişkileri, Şubat 1996’da
Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’le İsrail
Savunma Bakanı arasında imzalanan “savunma işbirliği”
anlaşmasıyla gerçek anlamda stratejik boyuta gelmiştir.
Ki bu aynı zamanda ordunun ABD emirlerini yerine
getirmekte aldığı inisiyatifi göstermesi bakımından
da ilginç bir anlaşmadır. Anlaşmada aslında Türkiye
Milli Savunma Bakanı’nın imzası olması gerekirken
maddelerin içeriği hükümete bile bildirilmemiş
ve daha sonra Ocak 1998’de yapılan Türk-İsrail
ortak tatbikatı da tamamen ordunun inisiyatifiyle
gerçekleştirilmiştir. Öyle ki, dönemin Savunma
Bakanı Çakmakoğlu, “İsrail’le yapılan anlaşmaların
tümü gizli, gizlilik dereceli anlaşmalar olup
TBMM’nin onayına sunulmamıştır” diyerek bu durumu
kabullenmiştir.
1996 yılında imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği
çerçevesinde askeri ve savunma amaçlı ortak sanayi
üretiminde bulunmaları ve bu doğrultuda ortak
araştırmalar yapmaları kararlaştırılmıştır. Bu
anlaşma uyarınca İsrail’den Türkiye’ye füzeler,
erken uyarı sistemleri, plastik ve konvansiyonel
mayınları belirleyen radar sistemleri ve askeri
mühimmat satışı gerçekleştirilmiştir.
Yine Türkiye, 1998’de İsrail’den Popeye 1 füzelerinden
100 adet almış, İsrail Türkiye’nin yirmi beş yıllık
süre için yapacağı 150 milyon dolarlık askeri
modernizasyon programına dahil bazı önemli ihaleleri
de kazanmıştır. Türk F-4 savaş uçaklarının modernizasyonunu
öngören 670 milyon dolarlık proje işin diğer bir
yanını göstermektedir. Yine buna benzer bir anlaşma
ile 170 adet M-60 A-1 tank modernizasyonu için
Mart 2002’de 668 milyon dolarlık ihale İsrail’in
IMI şirketine verilmiştir. Türkiye’nin Filistin’de
gerçekleştirilen zulüm ve katliamın dolaylı değil
doğrudan ortağı pozisyonuna yükseldiğini de İsrail’de
yayınlanan Haaretz gazetesinden öğreniyoruz. 22
Haziran 2004 tarihli gazetelerde, Türkiye ile
İsrail’in arasında ortak acil cephane deposu,
teçhizat ve harp sistemleri konusunda işbirliği
yapılması yönünde görüşmeler yapıldığı yazıyordu.
Yani iki ülkeden birine saldırıldığı takdtirde
ve birinin kendini silahlı çatışma içinde bulması
halinde diğer ülke tarafından depolanan malzemeyi
kullanabilecektir.
Kirli Üçgene Karşı Halkların
Direniş ve Dayanışması
Açıkça görüldüğü gibi artık gizli kapaklı değil
açıkça yürütülen Türkiye-İsrail ilişkileri her
geçen gün yeni bir boyut kazanmakta ve daha kirli
hale gelmektedir. ABD’nin emrindeki Türkiye oligarşisi,
birçok ülkenin yan yana bile gelmek istemediği
bekçi köpeği İsrail’le Ortadoğu’da emperyalizmin
çıkarları doğrultusunda el sıkışmakta, Filistin
halkının kasapları ile iğrenç bir ilişkiyi sürdürmektedir.
Bu arada Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşta
İsrail’in Türk kontrgerillasına eğitim ve silah
sağladığı da bilinen gerçeklerdir.
Ancak bütün bunlara karşın Ortadoğu’nun ezilen
halklarının mücadelesi gelişecek, Filistin, Türk,
Kürt, ve Arap halklarının ateşi bölgedeki bütün
cinayet ve katliam ortaklıklarını dağıtacaktır.
ABD-İsrail-Türkiye tarafından oluşturulan kirli
üçgen, eninde sonunda Ortadoğu halklarının devrimci
mücadesıyle dayanışmasıyla parçalanacaktır.
|