Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

38. Sayı - Şubat 2006

Emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarması olarak görev yapan Siyonist İsrail devletinin kuruluşu yıllardır Arap dünyasında “Büyük Felaket” adıyla anılır… Doğrusu bu, çok da haksız bir adlandırma değildir; çünkü bu tarihten sonra bölgenin halkları bir gün olsun huzur görmemişler, sürekli bir biçimde Siyonist işgalcilerle çatışmak zorunda kalmışlardır.
1897 yılı bu bakımdan anahtar gelişmelerin tanığıdır. Kapitalizmle birlikte kazandıkları gücü sistematikleştirmek için bir devlete ihtiyaç duyan Yahudi burjuvazisi, Theodor Herzl öncülüğünde 1897 yılında Basel’de toplanan Sion kongresinde Siyonist hareketin temellerini atmıştır. Baştan itibaren dini motifler üzerinde şekillenen Siyonizm ise Yahudi kutsal metinlerinde “vaat edilmiş topraklar” olarak belirtilen Filistin başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasına gözünü dikmişti.,
Daha sonra Siyonist hareket, İngiliz emperyalizminin yardımıyla Filistin’deki Yahudi nüfusunu hızla artırmış, 1920’lere gelindiğinde bu nüfus 100.000’e, 1939’a gelindiğinde ise toplam 1,5 milyon olan Filistin nüfusunun 445 binine ulaşmıştı.
1947 yılına gelindiğinde ise Filistin’de 630 bin Yahudi ve 1 milyon 300 bin Filistinli vardı. Siyonizm 2. Paylaşım Savaşı öncesinde, bu yöndeki çabalarını hızlandırmıştı. Osmanlının dağılmasının ardından İngiliz egemenliğine geçen Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusu, para, entrika, rüşvet, ve bunların yetmediği noktada açıkça terörist faaliyetlerle Arapların dörtte biri kadar olmuştu. I. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da güç olan İngiltere, Filistin’de İsrail nüfusunun artması için yoğun çaba harcadı. Ortadoğu’da sömürgeci bölgenin yeni efendileri tarafından yeni düzenlemeler yapıldı. Bağdat, Irak adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Suriye’nin tarihsel bir parçası olan Beyrut ve çevresi ise Lübnan adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Ürdün nehrinin doğu tarafında ise Transjordan (Ürdünö tesi) adlı bir devlet kuruldu. Daha sonradan sadece Ürdün olarak anılmaya başlandı. Yani bütün sınırlar cetvelle çizilmişti.
II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra ise İngiltere yaşadığı yıkımdan dolayı Ortadoğu’daki sömürgecilik vazifesini artık ABD emperyalizmine bırakmak zorunda kalmıştır. Ayrıca İngiltere Filistin’deki Manda yönetimini Birleşmiş Milletler’e, yani aslında savaştan güç olarak çıkmış tek ülkeye yani Amerika’ya devretmişti. BM Genel Kurulu da 29 Kasım 1947 tarihinde Filistin topraklarında iki devlet kurulmasına karar vererek (Filistin-İsrail) toprakları ikiye böldü. 1 yıl sonra da İsrail devleti 24 Mayıs 1948’de kuruldu. Neticede Ortadoğu’da Amerikan’ın bekçiliğini yapacak kesinlikle ona sadık kalacak bir ülkeye ihtiyaç vardı ve o da oldu. Aynı kararla kurulması kararlaştırılan Filistin Devleti iseFilistin halkının üzerinde estirilen kesintisiz terör, baskı ve katliamlarla halen kağıt üzerinde kalmaya devam etmektedir.

Türkiye İsrail’i Tanıyor
Türkiye İsrail’i tanıyan 31. ülke olmuştur. Dönemin hükümeti CHP’dir. Aynı zamanda Türkiye İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olma özelliğini taşımaktadır. 4 Temmuz 1950’de Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile Türkiye-İsrail arasında ilk resmi diplomatik ilişki başlamış oldu. Bu durum, İsrail’in bölgedeki yalnızlığının kırılması açısından çok önemli bir olguydu.
İsrail bölgede kendisini garantiye almak için Arap olmayan ulus ve devletlerle de açık ya da gizli ilişkiler geliştirmeyi hep önemsemiştir. Arap olmayan İran Şah’ıyla kurulan ilişkiler de bu bakımdan önemli olmuştur.
Bırakalım Ortadoğu coğrafyasını, dünyanın ABD dışındaki tüm ülkelerinin mesafeli bir ilişki sürdürdüğü, Müslüman halkların ise nefretini kazanan bu ülke ile böylesine sıkı ilişkilerin nedeni ve kaynağı neydi diye sorguladığımızda karşımızda bir anlamıyla bölge gericiliğinin de tarihi çıkmış olur.
Çünkü söz konusu olan salt gerici iki ülkenin ittifakı değil, Ortadoğu coğrafyasındaki her tür ilerici gelişmenin başını ezmeyi birinci görev bellemiş emperyalizmin sistematik ağının öyküsüydü. Şah döneminin İran’ının da dahil olduğu bu ağ, bölgedeki sınıf ve ulusların kurtuluş mücadelelerinin seyrine göre dönem dönem sıkılaşıp, dönem dönem gevşemiştir.
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adı altındaki saldırı dalgası sürecin doğası gereği yeniden en sıkı süreçlerinden birini (gerçekleşen İslami Devrimden dolayı İran’sız) yaşamaktadır.

Türk İsrail İlişkilerinin
Kısa Tarihi

Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler 1950’lerin ikinci yarısında stratejik bir görünüm almaya başladı. İki ülke ABD tarafından dayatılan politikaların sonucunda gayrıresmi olarak Sovyetlere karşı bir ittifakın parçası olmuşlardı.
Türkiye ile İsrail arasındaki ilk kriz, 1956 yılında Süveyş Kanalının Mısır tarafından ulusallaştırılması sonucunda İsrail, İngiltere ve Fransa’nın kanal bölgesini işgal etmesiyle başladı. Türkiye bir yandan İsrail’in BM’nin 1947’de kabul ettiği sınırlarına çekilmesi yönünde görüş bildirirken diğer yandan da “Araplarla yakınlaşmanın ikili ilişkilere zarar vermeyeceği” yolunda İsrail’e güvence veriyordu. Sonraki süreçte de Ortadoğu, dünya ve Türkiye kamuoyunun etkisiyle İsrail’e karşı yapılan her hamle, benzer bir gizli “gönül alma” ile tamamlanacaktı. Yine 1956 krizi sırasında Tel Aviv büyükelçisi geri çağrıldığında Türkiye’ye dönmeden önce İsrail Dışişleri Bakanlığını ziyaret eden büyükelçi Şevkati Bey, kararın “İsrail’e karşı olmayıp taktik bir tavır olduğunu” resmen iletmişti.
ABD’nin Türkiye’ye İsrail ile ilişkilerini geliştirmesine yönelik baskılarının sonucunda 1957 yılında MOSSAD’ın Ortadoğu Bölüm Başkanı Eliahu Sasson Ankara’ya büyükelçi olarak atandı. Dönemin Demokrat partili Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu ile Eliahu Sason arasındaki görüşmelerle MOSSAD ile Türk istihbaratı arasındaki ilişkinin temeli atılıyordu. Türk tarafının bütün bu ilişkilerinin gizli olması isteği İsrail tarafından kabul gördü ve koordinasyon başladı.
1957 yılında dönemin Türkiye Başbakanı olan Adnan Menderes Türkiye’de Ajan/Elçilik görevini yürüten Eliahu Sason ile bizzat görüşüp iki ülkenin istihbarat ilişkilerinin geliştirilmesine dair karar aldılar. 7 ay sonra Ankara’da Milli Amele Hizmet Teşkilatı (MAH) başkanı olarak H. Avni Göktürk’ün ve İsrail tarafında da MOSSAD Şefi olan Reuven Shiolan’ın katıldığı bir görüşme yapıldı. Görüşme neticesinde aralarında İran SAVAK istihbarat örgütünün de bulunduğu bir (MOSSAD-MAH-SAVAK) Güvenlik Üçgeni konusunda anlaşmaya vardılar.
Bu mutabakatın ve üçlü istihbarat işbirliğinin neticesi CIA raporlarında “Trident-Üç uçlu gladyatör mızrağı” olarak adlandırılıyordu ve şöyle değerlendiriliyordu:
1- İsrail, Türkiye üzerinden Sovyetler Birliğini izleyebilecek ve buna karşılık Arap Birliği’nin aktivitelerinden ve özellikle Suriye’de olup bitenlerden Türkiye’yi haberdar edecek.
2- MOSSAD Türk istihbaratçılarını eğitecek. İKK (İstihbarata Karşı Koyma) ve haber alma alanındaki teknoloji eğitimleri verecekler. (Not; Mehmet Eymür’ün babası olan Mahzar Eymür de İsrail’de eğitim gören ilk Türk istihbaratçılarındandır )
3- MOSSAD İran SAVAK için öngördüğü bütün desteğin aynısını MAH içinde yapacak.
Daha sonra, 1970’lerde ise Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikası iyice netlik kazanmıştı. Türkiye görünürde Filistinlilerden yana tavır alıyordu. Bunu da 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında NATO üslerini kullandırtmaması, Birleşmiş Milletler’de Filistin lehine oy vererek ve Nisan 1969’da İsrail’le yaptıkları ticaret antlaşmasını iptal ederek göstermiştir.
Ekim 1973’te gerçekleşen ikinci Arap-İsrail Savaşında Türkiye, gönülsüzce de olsa Araplardan yana tavır almıştır. Bu durumdan dolayı da Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki ticari ilişkiler de gelişmiştir. Ancak ABD duruma müdahale etmekte gecikmemiştir. 73’teki Arap-İsrail Savaşında Türkiye’nin hava sahasını ABD uçaklarına açmaması Amerika’yı harekete geçirmiş ve ABD, Türkiye’nin yaptığı 1974’teki Kıbrıs’ı işgalinde ambargo uygulaması ile buna karşılık vermiştir.

Cunta Sonrası İlişkiler
12 Eylül darbesiyle başa gelen cuntanın İslami eğitime önem vermeye başlaması ile birlikte İsrail biraz tedirgin olsa da 1980’lerin ortalarına doğru Türk-İsrail ilişkileri ciddi boyut almıştır. Türkiye daha önceki yıllarda sürdürdüğü bir politika olan ne şiş yansın ne kebap politikasını bir kenara bırakarak artık gerçek safını belirlemede daha cesaretli davranmaya başlamıştır. Türkiye ibresinin İsrail’den yana bükülmesini, Sovyetlerin yıkılması, Körfez Savaşı ve 1991’de Madrid’de başlayan Arap-İsrail Barış Süreci gibi gelişmeler de etkilemiş olsa da asıl sebep Amerika’nın artık dünyada tek güç olmasıdır. 31 Aralık 1991’de Türkiye, İsrail’le diplomatik ilişkilerini Filistin’le eş zamanlı olarak büyük elçilik düzeyine yükseltmiştir. Yine aynı dönemde BM Genel Kurulu’nda oylanan Siyonizmin bir tür ırkçılık olduğu yönündeki kararın iptali konusunda da Türkiye çekimser oy kullanarak İsrail’den yana net tavır koymuştur.
Daha sonraları ise Türkiye’nin 1991 Körfez Savaşında tam olarak Amerikan ileri karakolu vazifesi gören bir durum sergilemesi ilişkileri daha da sağlamlaştırdı. Türkiye ile İsrail arasında yaşanan ilk üst düzey temas, 1-4 Haziran 1992 tarihinde dönemin Turizm Bakanı Abdülkadir Ateş’in İsrail’i ziyareti ile başlamıştır. Bunu 13-15 Kasım tarihinde Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in ziyareti izlemiştir. 1994’ün Kasım ayında Tansu Çiller’in Başbakanlık düzeyinde İsrail’i ziyaret etmesi, orada İsraillilere yönelik “vaat edilmiş topraklarda oturmak hakkınızdır” sözlerini sarf etmesi Türkiye’nin safını netleştirmesi demekti. Bu ziyaret aynı zamanda İsrail’le işbirliği açısından dönüm noktası olma özelliğini taşımaktadır. Bu ziyaretler sırasında taraflar arasında bir çok anlaşmalar yapılmıştır. Bunlar arasında TSK’nın Fantom uçaklarının İsrail tarafından modernize edilmesini kapsayan anlaşma da bulunmaktadır.
Bu süreçte, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1996’daki İsrail ziyaretini, İsrail Cumhurbaşkanı olan Weizman’ın iade-i ziyareti izlemiştir. Yeni süreçte artık Türkiye için İslam kardeşliğinin çok fazla bir anlamı kalmamıştır. Bundan sonra Türkiye dünyanın tek jandarması olan Amerika ve onun bekçi köpeği olan İsrail’in “stratejik” ortağıdır. İsrail ve Türkiye arasında yaşanan gizli aşk 1993’ten sonra iyice alenileşmiş ve birbiri ardına iki ülke arasında antlaşmalar yapılmıştır.
Tarihlerine göre anlaşmaları sıralarsak:
14 Kasım 1993 Kültür Eğitim ve Bilim Alanlarında İşbirliği Antlaşması,
14 Kasım 1993 Karşılıklı Anlayış ve İşbirliği İlkeleri Muhtırası,
3 Kasım 1994 Telekomünikasyon ve Posta Hizmetleri Alanlarında İşbirliği,
4 Kasım 1994 Uyuşturucu ve Psitotrop Madde Kaçakcılığı ve Kullanımı,
14 Mart 1995 Sağlık ve Tıp Alanında İşbirliği,
27 Haziran 1995 Tarım Alanında İşbirliği Konusunda Mutabakat Zaptı,
22 Şubat 1996 Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması,
14 Mart 1996 Serbest Ticaret Anlaşması,
14 Mart 1996 Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması,
14 Mart 1996 Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması,
14 Mart 1996 Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması,
28 Ağustos 1996 Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması.
Dikkat edilirse yapılan bütün önemli anlaşmaların hepsi 1996 yılında ve Refah Partisi iktidarı döneminde yapılmıştır ve askeri boyuttadır.
Askeri anlaşmaların kapsadığı işbirliği konuları şunlardır:
a- Askeri eğitim alanında karşılıklı bilgi ve deneyimlerin değişimi,
b-Askeri akademiler ve karargahlar arası karşılıklı ziyaretlerin yapılması,
c- Savaş gemilerinin karşılıklı “ziyareti”,
d-Askeri, sosyal ve kültürel alanlarda bilgi ve personel değişimi ile askeri tarih ve arşiv konularında işbirliği,
e- Ortak eğitim yapılması
Bu arada iki ülke arasında istihbarat konusundaki işbirliği, iki ülke donanmalarının Akdeniz’de ortak tatbikat düzenlemeleri, İsrail savaş uçaklarının Türk hava sahasını kullanması olarak ortaya çıkan anlaşma, iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik derinliğini göstermektedir. Yani muhalefetteyken sürekli olarak siyonizme ve Amerika’ya yüklenen Necmettin Erbakan, hükümet olduğunda Müslümanlara sıkılacak kurşunları İsrail’e kendisi teslim etmiştir.
Daha sonra ise Türk-İsrail ilişkileri, Şubat 1996’da Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’le İsrail Savunma Bakanı arasında imzalanan “savunma işbirliği” anlaşmasıyla gerçek anlamda stratejik boyuta gelmiştir. Ki bu aynı zamanda ordunun ABD emirlerini yerine getirmekte aldığı inisiyatifi göstermesi bakımından da ilginç bir anlaşmadır. Anlaşmada aslında Türkiye Milli Savunma Bakanı’nın imzası olması gerekirken maddelerin içeriği hükümete bile bildirilmemiş ve daha sonra Ocak 1998’de yapılan Türk-İsrail ortak tatbikatı da tamamen ordunun inisiyatifiyle gerçekleştirilmiştir. Öyle ki, dönemin Savunma Bakanı Çakmakoğlu, “İsrail’le yapılan anlaşmaların tümü gizli, gizlilik dereceli anlaşmalar olup TBMM’nin onayına sunulmamıştır” diyerek bu durumu kabullenmiştir.
1996 yılında imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği çerçevesinde askeri ve savunma amaçlı ortak sanayi üretiminde bulunmaları ve bu doğrultuda ortak araştırmalar yapmaları kararlaştırılmıştır. Bu anlaşma uyarınca İsrail’den Türkiye’ye füzeler, erken uyarı sistemleri, plastik ve konvansiyonel mayınları belirleyen radar sistemleri ve askeri mühimmat satışı gerçekleştirilmiştir.
Yine Türkiye, 1998’de İsrail’den Popeye 1 füzelerinden 100 adet almış, İsrail Türkiye’nin yirmi beş yıllık süre için yapacağı 150 milyon dolarlık askeri modernizasyon programına dahil bazı önemli ihaleleri de kazanmıştır. Türk F-4 savaş uçaklarının modernizasyonunu öngören 670 milyon dolarlık proje işin diğer bir yanını göstermektedir. Yine buna benzer bir anlaşma ile 170 adet M-60 A-1 tank modernizasyonu için Mart 2002’de 668 milyon dolarlık ihale İsrail’in IMI şirketine verilmiştir. Türkiye’nin Filistin’de gerçekleştirilen zulüm ve katliamın dolaylı değil doğrudan ortağı pozisyonuna yükseldiğini de İsrail’de yayınlanan Haaretz gazetesinden öğreniyoruz. 22 Haziran 2004 tarihli gazetelerde, Türkiye ile İsrail’in arasında ortak acil cephane deposu, teçhizat ve harp sistemleri konusunda işbirliği yapılması yönünde görüşmeler yapıldığı yazıyordu. Yani iki ülkeden birine saldırıldığı takdtirde ve birinin kendini silahlı çatışma içinde bulması halinde diğer ülke tarafından depolanan malzemeyi kullanabilecektir.

Kirli Üçgene Karşı Halkların
Direniş ve Dayanışması

Açıkça görüldüğü gibi artık gizli kapaklı değil açıkça yürütülen Türkiye-İsrail ilişkileri her geçen gün yeni bir boyut kazanmakta ve daha kirli hale gelmektedir. ABD’nin emrindeki Türkiye oligarşisi, birçok ülkenin yan yana bile gelmek istemediği bekçi köpeği İsrail’le Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarları doğrultusunda el sıkışmakta, Filistin halkının kasapları ile iğrenç bir ilişkiyi sürdürmektedir. Bu arada Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşta İsrail’in Türk kontrgerillasına eğitim ve silah sağladığı da bilinen gerçeklerdir.
Ancak bütün bunlara karşın Ortadoğu’nun ezilen halklarının mücadelesi gelişecek, Filistin, Türk, Kürt, ve Arap halklarının ateşi bölgedeki bütün cinayet ve katliam ortaklıklarını dağıtacaktır. ABD-İsrail-Türkiye tarafından oluşturulan kirli üçgen, eninde sonunda Ortadoğu halklarının devrimci mücadesıyle dayanışmasıyla parçalanacaktır.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19