Giriş
“İkinci dünya savaşı sona ererken, en büyük siyasal
sorun sömürgelerdeki durumdu. Eğer Batı, sömürgeciliğin,
statükonun devamıyla böylece sürüp gitmesini isteseydi,
şiddetli bir devrimi kaçınılmaz kılacak ve kaçınılmaz
bir yenilgiye uğrayacaktı. Başarı kazanabilecek
tek politika, 700 milyon bağımlı insanın daha
ileri durumda olanlarına barış içinde bağımsızlıklarını
tanımaktı.”
1970’lerde ilk kez Türkiye’nin ABD emperyalizminin
“gizli işgali” altında olduğu belirlemesini yapan
Mahir Çayan, Eski CIA başkanlarından John Foster
Dulles’ın bu sözlerinin yayınlandığı Doğan Avcıoğlu’nun
Türkiye’nin Düzeni kitabını okumuş muydu, daha
doğrusu kitap o zamanlar yayınlanmış mıydı bilmiyoruz.
Ama herhalde 1945’ler sonrasında uygulamaya konulan
yeni-sömürgeci emperyalist stratejiyi bu kadar
açıkça ve küstahça özetleyen bir başka söz yoktur.
O kadar küstahça ki, Dulles, 700 milyon diye hesapladığı
sömürgeler nüfusundan “daha ileri durumda olanları”nı
belirleme ve onlara “bağımsızlıklarını lütfetme”
hakkını da kendisinde buluyor!
Üstelik, yalan söylüyor. “Kaçınılmaz bir devrim”den
duyulan korku elbette gerçek bir korkudur ama
Dulles’ın ifadesi, arka plandaki ekonomik krizi
ve yeni-sömürgeciliği zorunlu kılan başka ihtiyaçları
gizliyor. Bugün artık biliyoruz ki, yeni-sömürgecilik
ne basit bir yönetim hilesi, ne de sadece bir
açık işgal-gizli işgal meselesidir. Mesele her
şeyden önce daralan pazarların genişletilmesi
ve dünyanın sosyalist olmayan bölümünde kesin
bir hegemonya sağlama ihtiyacıdır ve eski sömürgelerin
“barış içinde”(!) tasfiyesi ancak bu çerçevede
anlamlıdır.
Gerçekten de 1945 yılına gelindiğinde emperyalizm
açısından bir tıkanma vardır ve bu koşullarda
eski statükoların aynen devamı mümkün değildir.
Savaş sonrasında dünyanın üçte birine yakın bir
bölümünün emperyalist-kapitalist zincirin dışına
çıkması ve pazarların olağanüstü düzeyde daralması,
genel olarak sermaye dolaşım ağının ciddi biçimde
sıkıntıya girmesi, buna karşın pazar sorununun
artık yeni bir paylaşım savaşı ile çözülmesinin
mümkün olamaması emperyalizmin en öldürücü krizine
yol açmış, bu noktada mevcut pazarın derinlemesine
olarak geliştirilmesi bir “çözüm” olarak ortaya
çıkmıştır. M. Çayan’ın deyişiyle “yeni-sömürgeci
metotların temelinde, emperyalist tekellerin aç
gözlü sömürü politikalarına cevap verecek şekilde
sömürge ülkelerde meta pazarının genişletilmesi,
‘yukarıdan aşağıya kapitalizmin’ bu ülkelerde
hakim üretim biçimi olması [yatmaktadır]”
Bu politikanın somut ifadesi olan yeni-sömürgeci,
çarpık kapitalistleşme olgusunu, 1945-1980 sürecinde
egemen olan ithal ikamesi uygulamalarını daha
önce birçok yazımızda ve özel olarak da 12-13-14.
sayılarımızda yayınlanan dizi yazımızda geniş
olarak ele almıştık. Çok kısaca, dışa bağımlı
bir kapitalistleşme yaratarak daha derin bir sömürgecilik
biçiminin inşası olarak özetlenebilecek olan bu
politika, sonuçta yüz ölçümü değişmeyen pazarı
daha fazla mal ve sermaye emebilecek duruma getirmekte,
böylece yeni ve daha gelişkin bir sömürü biçimi
ortaya çıkarılmaktadır. Geçmişte, yalnızca bir
aracı konumunda bulunan yerli sermaye güçlerinin
emperyalist tekellerle iç içe geçerek güçlendirilmesi
ve böylece korumalı koşullarda bir işbirlikçi-tekelci
burjuvazinin yaratılması da aynı politikanın parçalarından
biridir.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu, salt iktisadi
bir süreç olmamış, Dulles’ın kaygılarını da karşılayan
politik-sosyal-kültürel bir yeni bağımlılık biçimiyle
birlikte, bütünlük içinde önümüze çıkmıştır. Çok
kabaca ifade edersek bu süreçte, eski sömürge
dönemlerinde büyük merkezi kentlerde yoğunlaşan
işgal yönetimi yerine, kollarını “modernleşme”
ile bütün ülkeye uzatan güçlü merkezi otoriteler
geçirilmiş, emperyalist-kapitalist ilişkilerin
ekonomik ve politik anlamda daha geniş bir alana
yayılması sağlanmıştır. Yani, hızlı kapitalistleşme
ile politik hâkimiyetin artışı birbirini tamamlayan
unsurlar olmuştur. (Türkiye’den örnek verirsek,
söz gelimi 1950’lerde emperyalist kredilerin çoğunun
karayolları ve haberleşme alanına akması, hem
kapitalistleşmenin altyapı ihtiyacıdır hem de
merkezi otoritenin gücünün yayılmasına hizmet
etmiştir, vb...)
Bu arada çarpık kapitalistleşmenin palazlandırdığı
işbirlikçi tekelci burjuvazi de siyasal alanda
üstünlük kazanmış, ülkedeki diğer gerici güçlerin
en irileriyle iktidarı paylaştığı bir oligarşik
yönetimde kendisini ifade eder hale gelmiştir.
Bu, artık eski “sömürge valiliği” tarzından farklı
olarak, içinde bizzat emperyalizmin de belirleyici
öğe olarak yer aldığı yeni bir yönetim ve egemenlik
biçimine geçiştir.
1945 Sonrası Dünya Tablosu ve
Yeni Egemenlik Biçiminin Kaynakları
Bu ilişki biçiminin ayrıntılarına daha sonra,
özellikle Türkiye ile ilgili olarak yeniden gireceğiz.
Ancak önce Dulles’a geri dönmek ve “eski sömürgeciliğin
tasfiyesi”ni zorunlu kılan koşulları biraz daha
incelemek istiyoruz.
Az önce sözünü ettiğimiz gibi, 1945 sonrası dünya,
emperyalistler açısından daralmış ve daralma tehlikesi
taşıyan bir dünyadır. Kendi içinde kaça bölünmüş
olursa olsun sosyalist ülkeler topluluğu son derece
önemli bir coğrafyayı elinde tutmaktadır; üstelik
bu topluluk artık kuşatma ya da ambargolarla kolayca
krize sokulabilecek kadar dayanıksız da değildir.
Dünyanın 1/3’lük bu bölümü, aynı zamanda kendi
yağıyla kavrulabilecek olanaklara, yeraltı-yerüstü
zenginliklerine sahiptir,
Daha da önemlisi, bütün iç olumsuzluklarına ve
ideolojik yanlışlıklarına karşın bu blok, dünya
hakları için yine de bir ilham kaynağı olmayı
sürdürmekte, bu bakımdan hem gelişkin kapitalist
ülkelerde hem de büyük sömürgeler dünyasında yeni
patlamaların önünü açmaktadır. Savaş sonrasında
Avrupa’da sol güçler belirgin bir yükseliş içindedir.
“Sosyalizm denizinde bir ada” olma fobisi bugünlerde
ABD’de yaygındır. Sömürgelerde ise durum daha
da tehlikelidir. Değişen dünya dengeleri ve sosyalizmin
kazandığı olağanüstü prestij dünyanın dört bir
yanında isyanları kışkırtan bir olgudur. Öyle
ki savaştan sonraki 20-30 yıl içersinde şöyle
ya da böyle kurtuluş mücadelesine sahne olmamış
bir ülke yok gibidir.
Buna karşın savaştan en az zararla çıkan ABD emperyalistler
arasındaki ilişkide kesin bir hâkimiyet noktasına
ulaşmış ve “sistemin jandarmalığı” görevini de
üstlenmiştir. Bu arada IMF, Dünya Bankası, NATO
gibi uluslararası emperyalist kurumlar ABD hegemonyasının
araçları olarak kurulmuştur ve diğer yandan ABD,
Marshall Yardımı gibi araçlarla özellikle Avrupa’ya
yayılmaktadır. Öyle ki, 1962-1964 yıllarında ABD’nin
İngiltere’deki yatırımlar içinde sahip olduğu
hisse senedi payı %72, Almanya’da %34, Fransa’da
%45’tir. Ve bunun yanında ABD ordusu, üsleri,
vb. Avrupa’yı bir ağ gibi sarmıştır. Yani ABD
bir yandan dış yatırımlarını alabildiğine yayarak
geniş bir sömürü ağı kurmakta, diğer yandan ise
dünyanın kritik bölgelerini “düşmana” kaptırmamak
için çaba göstermektedir.
Yeni-sömürgeci politika tam da bu dönemde ağırlıklı
olarak krediler, ortak yatırımlar ve dış yardımlarla
inşa edilmektedir. “Dış yardım -diyor o günlerde
ABD Başkanı J. F. Kennedy ABD’nin dünya çevresindeki
etkili durumunu ve kontrolünü devam ettirmek,
kesin olarak çökecek ya da Komünist Blok’a geçebilecek
birçok ülkenin yaşamasını sağlamanın bir yöntemidir.”
Bir başka ABD başkanı Eisenhower ise şöyle özetliyor
dönemin ABD politikasını: “Hükümetimizin elindeki
bütün olanakları seferber ederek dışarıya daha
çok özel sermaye akmasını sağlamak... Bu, bizim
dış politikamızın en ciddi ve gayet açık amacıdır.
Bütün iş, yabancı ülkelerde böyle yatırımlarımız
için yeni ve daha iyi bir iklim yaratmaktır.”
Yardım ve yatırımların diğer işlevini ise dönemin
Savunma Bakanlarından McNamara hiç sözünü esirgemeksizin
açıklıyor: “Askeri dış yardım yatırımlarımızdan
aldığımız en büyük karşılık, ABD ve denizaşırı
ülkelerdeki eğitim merkezleri ve askeri okullarda
yetiştirilen seçme askerler ve uzmanlardan gelmektedir.
Bu öğrenciler, kendi ülkeleri tarafından, ülkelerine
döndüklerinde eğitmen olmaları için seçilmişlerdir.
Bunlar, ülkenin gelecekteki liderleri, iş yapmasını
bilen ve bunu liderlik ettikleri kuvvetlere öğretebilecek
kişilerdir... Daha özel olarak Latin Amerika’ya
yapılan yardımın ana amacı, mümkün olan yerlerde
polis ve diğer güvenlik kuvvetleriyle birlikte
gerekli ülke içi güvenliği sağlayabilecek yarı-askeri
ve askeri görevleri yerine getirebilecek güçlerin
sürekli olarak geliştirilmesidir.”
Böylece aslında iki önemli anahtar kavram ortaya
çıkıyor: “Dışarıya daha çok özel sermaye akmasını
sağlamak” ve bağımlı ülkelerdeki “güvenli ortam”ı
sürekli kılmak...
Bütün bunların en derli toplu ifadesi ise Marshall
Yardımı için ABD Senatosu’nda kabul edilen Yardım
Bedeli isimli belgede vardır: “ABD’nin II. Dünya
Savaşı’ndan bu yana sürdürdüğü yardım politikasının
başlıca amacı, öncelikle Amerika’nın güvenliğini
sağlamak ve Amerikan değerlerinin hakim kılınacağı
bir dünya yaratmaktır. Yardım politikasının müttefikleri
kalkındırmaktan ziyade bizim güvenlik ve savunma
politikalarımıza hizmet ettiği bir gerçektir.”
Yeni süreçte klasik sömürgecilik tümüyle ortadan
kalkmamıştır ama artık “dost ve müttefik ülkeler”
kılıfı daha yaygındır. Eski sömürgeciliğin bilinen
“savaş gemisi gönderme” yöntemi hala geçerlidir,
üstelik gemilerin boyutu da büyümüştür ama bu
kez iktisadi bağımlılıkla birlikte daha derinden
bir ilişki geliştirilmekte, emperyalizm bizzat
kendisi bağımlı ülkelerdeki yönetsel mekanizmaların
bir parçası olmakta ve aslında bu kez işleri daha
da sağlama bağlamaktadır. 1950’lerin parlak Amerikan
iktisatçılarından August Maffry bu yeni yöntemleri
şöyle özetliyor: “Dost ülkelerdeki yatırım iklimlerinin
daha doğrudan tedbirlerle geliştirilmesi Birleşik
Devletler’in bütün diplomatik çabası olmalı ve
bu çaba sürekli olmalıdır. ABD’nin dış ekonomik
kalkınma ile ilgili bütün kuruluşları gözlerini
dört açmalı ve yabancı hükümetlerin Amerikan yatırımcılarına
karşı ayrım gözetmelerini zamanında önlemelidir;
böyle bir durumda derhal eldeki bütün diplomatik
baskılar kullanılmalı ve gerekli engelleme yapılmalı,
durumun bir çaresi bulunmalıdır.”
Ve tabii bütün bu ifadelerin aşırı kibar olduğunu
biliyoruz. “Durumun bir çaresi” genellikle sadece
“diplomatik” yollardan bulunmamakta, ekonomik
komplolardan askeri darbelere ve nihayet kanlı
işgallere dek bütün yollar kullanılmaktadır.
Sonuçta, yeni-sömürgeci ilişkilere geçiş şu ya
da bu ülkede hangi özgün yoldan gerçekleşirse
gerçekleşsin, emperyalist yatırımlar ve sömürü
mekanizmaları ile politik egemenliğin biçimleri
birbirini izlemektedir. Kesin olan şey, geçmişte
yaygın olan “sömürge valiliği” ve “açık askeri
işgal” tablosunun artık değişerek “gizli işgal”e
ve içselleşmiş, daha da derinleşmiş bir bağımlılık
biçimine ulaşmış olduğudur. Bu, hem emperyalizmin
yeni sömürü ve talan ilişkilerine, sermaye ihracının
yeni biçimlerine daha uygun bir politik bağımlılıktır,
hem de Dulles’ın sözünü ettiği politik tehlikeyi
kısmen azaltacak bir yöntem olarak düşünülmektedir.
Çünkü böylece bir yandan “bağımsızlık” yanılsaması
yaratılırken diğer yandan da yerli işbirlikçiler
aracılığıyla örgütlenen daha köklü bir bağımlılık
yaratılmaktadır.
Türkiye: Stratejik Bir
Konum ve İyi Bir Pazar...
Bu yeni bağımlılık biçiminin irdelenmesi için
Türkiye iyi bir modeldir. Çünkü Türkiye, yeni-sömürgeleşme
sürecinin başında küçük bir Afrika sömürgesi değildir.
Dolayısıyla geçiş süreci de basit ve kolay olmamıştır.
1940’lara gelinirken Türkiye, az çok kapitalist
birikime sahiptir ve arka planında tarihsel kökleri
olan devlet yönetme gelenekleri vardır. 1923’ten
itibaren Kemalizm yönünü Batı’ya, emperyalizme
dönmüş, geleceğini orada görmüştür ama öte yandan
pratikte durum karışık olmuştur. Zaman zaman katı
devletçilik biçimlerinin de uygulandığı bir süreçte,
bir yandan küçümsenemeyecek bir sanayi altyapısı
oluşmuş, diğer yandan da bizzat devletin sağladığı
zeminler üzerinde palazlanan ticaret burjuvazisi
zamanla “yabancılarla büyük işler yapabilecek”
birikimlere ulaşmıştır. Ancak devlet mekanizması
ve genel olarak siyasal işleyiş, yeni sömürü ve
yatırım ilişkilerinin hareketli yapısına uyum
sağlayamayacak kadar hantaldır ve kafa karışıklıkları
ile sakatlanmış durumdadır. Yalnızca bürokrasi
değil, örneğin ordu da bu yeni duruma kolayca
uyum sağlayabilecek yapıda değildir. Burada söz
konusu olan, herhangi bir küçük Latin Amerika
ülkesinin derme çatma ordusu değil, Osmanlı’dan
gelen gelenekleri olan büyük ve hantal bir mekanizmadır.
Dolayısıyla Türkiye’de bütün bu sorunların giderilmesi
ve politik sistemin tümüyle emperyalist ilişkilere
göre düzenlenmesi kolay olmamış, hatta denilebilir
ki bu süreç bir anlamda 1980’lere kadar uzanan
bir zaman diliminde tamamlanmıştır.
Kısacası 1945’te durum budur. İki tarafta da,
yani ABD tarafında da yerli işbirlikçiler tarafında
da bir kucaklaşma ve iç içe geçme arzusu mevcuttur;
ancak daha aşılması gereken çok pürüz vardır.
Dolayısıyla, iktisadi yatırımlar ve kredilerin
yanında Türk politik sisteminin ve devlet mekanizmasının
da iyice bir “elden geçirilerek” yeni-sömürgeci
ilişkilere uygun hale getirilmesi emperyalistler
açısından zorunluluktur. Bu yüzdendir ki, 1940’lardan
itibaren bir yandan Dünya Bankası uzmanları birbiri
ardından “Türkiye’nin kalkınması” için raporlar
hazırlarken diğer yandan da askeri ve politik
uzmanlar akın akın gelmekte ve siyasal “düzenlemeler”le
ilgilenmektedirler.
Bu, iki yönlü bir süreçtir aslında. İşin bir cephesinde
Türkiye’nin savaş sonrasında kazandığı kritik
jeopolitik konum vardır. Gerçekten de Türkiye,
tam da Sovyetler Birliği’nin altındadır ve bir
yanda Avrupa içlerine, diğer yanda Uzakdoğu’ya
dek yayılmış olan sosyalist atmosfer, Güney’e,
zengin bir devrimci potansiyel barındıran Ortadoğu’ya
inmek istediğinde kilit bir noktadadır. Esasen
Avrupa ülkelerini ayağa kaldırmak için öngörülmüş
olan Marshall Yardımı’nın bir bölümünün Türkiye’ye
ayrılması bu anlamda boşuna değildir; çünkü Türkiye
emperyalist-kapitalist sistem açısından sosyalizme
kaptırılmaması gereken bir yerdedir. Dolayısıyla
dönemin ABD politikasında “Sovyet tehdidine karşı
ileri karakol yaratma” olarak ifade edilen yaklaşım,
kısmen anti-komünist paranoyanın etkisi altında
olmakla birlikte gerçek bir ihtiyaçtan da kaynaklanmaktadır.
Yani 1947’de Walter Lippman gibi ABD politikacıları
“Türkiye ve Yunanistan’ı gerçekten yardıma muhtaç
oldukları ya da demokrasi modele teşkil ettikleri
için seçmedik. Bu ülkeleri Karadeniz’e ve Sovyetler
Birliği’nin kalbine açılan stratejik kapılar oldukları
için seçtik” derken, kendi açılarından doğruyu
söylemektedirler. Yine McNamara’nın “Türkiye’nin
savunması ABD’nin kendi savunmasının bir parçasıdır”
deyişi aynı olgunun ifadesidir. Hatta daha ateşli
savaş plancıları zaman zaman “geciktirme” teorileri
de icat etmektedirler. NATO generallerinden Aloe’ye
göre o günlerde askeri strateji uzmanları “genel
bir savaş halinde, Ortadoğu’daki Sovyet ilerlemesinin
birkaç hafta, hatta birkaç gün geciktirilmesinin
bile Türkiye’ye yapılan askeri yardımın bedelini
karşılamaya yeterli” olduğunu düşünmektedirler.
Ve tabii, Sovyetler Birliği’ne yakın olmanın getirdiği
başka işlevler: Dinleme, casusluk ve sızma işleri,
radyo yayınları, hayalet uçaklarla yaratılan provokasyonlar,
vs. vs... Ortadoğu’daki en büyük ABD üslerinden
olan İncirlik Üssü’nün de tam bu yıllarda inşa
edildiğini burada kaydetmek gerekiyor.
Bu arada işbirlikçi kuklalardan oluşturulan bölgesel
askeri-siyasi paktları da unutmamalıyız. ABD’nin
dev tekellerinden birinin sahibi olan Nelson Rockefeller’ın
1956 Ocak ayında başkan Eisenhover’a sunduğu raporda,
“bizim askeri paktlarımıza çekmek istediğimiz
ülkelere geniş ölçüde ve akıllıca yardımlar yapmalıyız”
demesinin arka planında, hem bölge çapında saldırı
odakları yaratmak hem de bu ülkelerdeki toplumsal
hareketlenmelerin önünü kesmek vardır. Dönemin
Amerikalı strateji kuramcısı Rostow’un “bütün
ulusal kurtuluş savaşları komünist olmaya mahkûmdur.
Bu sebeple ezilmelidir” cümleleri aslında resmi
ABD görüşüdür ve bu doğrultuda özellikle Ortadoğu
bölgesindeki gerici ittifaklar emperyalizm için
hayati niteliktedir. 1955’te Türkiye, İran, Irak
ve Pakistan’ın katılımı ile kurulan Bağdat Paktı
bu bakımdan önemlidir. NATO’ya bağlı olarak kurulan
pakt sonradan CENTO adını alarak varlığını sürdürmüştür
ve bu gericiler ittifakının istihbarat merkezi
de Ankara’da konumlanmıştır. Bu arada oligarşinin
siyasi kadroları ABD’li efendilerine teminat üzerine
teminat vermektedir. Daha 1951’de Türkiye’nin
NATO’ya alınması tartışmalar sürerken Dışişleri
Bakanı Suat Köprülü, mecliste, “Türkiye NATO’ya
iltihak edince Orta Şark’ta bize düşen rolü etkili
bir biçimde yerine getirmeye ve gerekli tedbirleri
birlikte almak için ilgililerle derhal görüşmeler
yapmaya hazır olacaktır” diye garanti vermektedir.
Kaldı ki, zaten aynı hükümet ABD’nin gerektiğinde
Türkiye’ye müdahale etme hakkını da bir anlaşmayla
tanımıştır. 5 Mart 1959 tarihinde Dulles ile Türk
hükümeti adına Fatin Rüştü Zorlu arasında imzalanan
anlaşma, “ABD’ye ‘sızma, yıkıcı faaliyetler, sivil
saldırı veya dolaylı saldırı’ halinde Türkiye’ye
müdahale hakkı” tanımaktadır.
Ama olguya salt bu veriler ışığında bakılınca
yine de her şey biraz tek yönlü ve yalnızca anti-komünist
saldırganlığın ihtiyaçlarıyla ilgiliymiş gibi
görünüyor. Oysa aslında süreç, yeni-sömürgeci
kapitalistleştirme politikasıyla da doğrudan ilgilidir.
Örneğin 1947’de Türkiye’ye gelen ve ABD askeri
yardımlarını yönlendiren heyetin raporu, salt
askeri kaygılar içermiyor. Rapora göre Türkiye’de
yapılması gerekenlerden en önemlisi, “olası bir
saldırgan kuvvetin bu ülkeye sızmak ve Türk siyasal-ekonomik
kurumlarını yolundan saptırmakta kullanabileceği
ciddi toplumsal tedirginliğin gelişmesini önlemek
amacıyla Türkiye’de ekonomik refahın korunması”dır.
Yani, askeri yardım heyeti bile sorunu yine pazarın
genişletilmesi açısından ele almaktadır.
Dünya Bankası’nın o günlerdeki başkanı Eugene
R. Blok ise, bütün amaçları madde madde sıralar:
“a) Dış ülkelere yardım, Amerikan malları ve hizmetleri
için doyurucu ve doğrudan Pazar sağlar. b) Dış
ülkelere yardım, Amerikan şirketleri için yeni
pazarların denizaşırı gelişimini hızlandırır.
c) Dış ülkelere yardım, yardımdan yararlanan ülkenin
ekonomisini serbest teşebbüs sistemine yöneltir,
bu sayede de Amerikan firmaları gelişebilir.”
Ve nihayet, Rockefeller’ın ünlü raporu bu konuda
son derece açık sözlüdür. Şöyle diyor Rockefeller:
“Bizimle dost olan ve bizimle uzun süredir sağlam
askeri paktlarla bağlanmış olan Türkiye gibi anti-komünist
hükümetlerin iktidarda bulunduğu ülkelere yapılacak
yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri
nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın
yeme ihtiyacı yoktur. Genişletilmiş ekonomik yardım,
örneğin Türkiye’de bazı durumlarda düşünülenin
tersi sonuç verebilir, yani bağımsızlık eğilimini
artırıp mevcut askeri planları zayıflatabilir.
Bu tür ülkelere -Türkiye gibi- doğrudan ekonomik
yardım da yapılabilir ama bu, ancak bize uygun
ve bağlı hükümetlerin iktidarda tutacak ve bize
düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve
miktarda olmalıdır.
Bunlarla bağlantılı olarak özel sermaye yatırımlarını
da ayarlamak gereklidir. Bu yatırımlar yardımıyla
birçok siyasal amaca ulaşılabilir. Bu tip özel
sermaye yatırımları, zamanla bütün gayrı meşru
muhalefeti ve politikamıza karşı direnişi ortadan
kaldırabilmeli ya da nötralize edebilmelidir.
Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı
olan bütün özel girişim ve çıkar çevrelerini etkilemelidir.
Aynı zamanda ABD ile işbirliğine hazır yerli iş
adamlarına da yardım artırılmalı ve böylece bu
iş adamlarının ilgili ülkenin ekonomisinde kilit
noktalarını ele geçirmeleri, buna dayanarak politik
etkilerini artırmaları sağlanmalıdır.”
Yapılan da aynen budur zaten. 1950-1960 yıllarında
Türkiye’ye yapılan yardımları ve verilen kredileri
yönlendiren Uluslar arası Kalkınma Ajansı (AID)
isimli kuruluş (ki bu kurum CIA’nın örtülü bir
şubesidir) bu yardımların ve kredilerin dağıtımında
Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nı (TSKB) görevlendirmiş,
bir dizi yerli yabancı banka ve borsa yöneticilerinden
oluşan bu kuruluş da tahmin edileceği gibi bu
kredileri hiç de “Hazreti Ömer adaleti” ile dağıtmamıştır.
1967’ye dek 22,5 milyon dolara ulaşan ve 1986’da
881 milyon dolar olan bu “yardım”, tam da Rockefeller’ın
söylediği gibi “ABD ile işbirliğine hazır” patronlar
arasında paylaştırılmış, böylece güçlerin ekonomik-politik
etkileri artırılmıştır. Yani denilebilir ki, bugün
oligarşik blok içinde güç sahibi olan tekelcilerin
çoğunun mayasında o günlerin Amerikan harcı vardır!
Görüldüğü gibi, Türkiye örneğinde askeri ve stratejik
çıkarlar ile politik-ekonomik köleleştirme iç
içe geçmekte ve bir arada ele alınmaktadır. Bir
yandan emperyalist şirketlerin yerli işbirlikçilerle
ortak yatırımları geliştirilir ve böylece koruma
altında bir tekelleşmenin adımları atılırken,
diğer yandan ise bu alanla politik-askeri ilişkiler
alanı birbirini desteklemekte, böylece ortaya
yeni-sömürgeciliğin ve gizli işgalin en tipik
biçimi çıkmaktadır. Öyle ki, sonuçta emperyalizm
artık ülkeyi dıştan yöneten bir olgu olmaktan
çıkmakta, kurduğu işbirlikçi ekonomik-politik-askeri
mekanizma, bu işlevi daha kapsamlı bir biçimde
yerine getirmektedir. Bu mekanizma, esasen bir
oligarşik diktatörlük biçiminde kendisini ortaya
koymaktadır.
Yeni Sömürgeci Sürecin
Başlangıcında Politik Operasyonlar
A) Politika Alanının Düzlenmesi:
Sömürge Tipi “Demokrasi”
Şüphesiz bu mekanizmanın inşası ve gizli işgalin
bütün ayaklarının kurulması bir süreç boyunca
gerçekleştirilmiştir ve bu sürecin en önemli halkalarından
biri, 1945’lere kadar hakim olan politik yapının
değiştirilmesi ve onun yerine yeni-sömürge mantığına
daha uygun bir politik sistemin ve politik kadroların
yaratılmasıdır. Daha önce söylediğimiz gibi, 1923’ten
beri ülkeyi yöneten kemikleşmiş kast, tercihini
emperyalist dünya yönünde yapmakla birlikte, mekanizma
olarak buna uygun değildir. Öyle ki, 1960’larda
bile açığa çıkarılan CIA raporlarında (ki en ünlüsü
Senatör Haydar Tunçkanat’ın açıkladığı rapordur)
“yatırımların ve gelişmenin önünü kesen köhnemiş,
hantal yapı”dan yakınılmaktadır.
Bu anlamda 1946’dan itibaren “çok partili demokrasiye
geçiş” adı altında gerçekleştirilen operasyon,
yeni-sömürgeci bağımlılığın temelleri açısından
önemlidir. Kitlelerin onca yıllık baskı rejimine
duyduğu tepkiden de yararlanarak yapılan bu atılımla,
neredeyse otuz yıldır devam eden politik çerçeve
parçalanmış, yeni işleyişe daha uygun bir politik
sistem inşa edilmiş, bu sistemin kadroları da
yine eskisinden devşirilmiştir. Bir yandan birbiri
ardına ikili askeri anlaşmalar imzalanırken CHP
içinden çıkarak Demokrat Parti’yi (DP) kuran bu
kadrolar da yolu düzlemiş, “yatırım iklimi”ni
yaratmışlardır. Celal Bayar’ın ağzından “Amerika
ne verirse alırız ne isterse yaparız” biçiminde
özetlenen bu politika, bir yandan bütün yabancı
sermeye yasalarını emperyalist şirketlerin istekleri
doğrultusunda düzenlerken, diğer yandan da Kore’ye
asker göndermek dahil her çeşit aşağılık hizmeti
emperyalistlere sunmakta kusur etmemiştir. DP
Genel Başkanı Adnan Menderes’in 1 Kasım 1950’de
ABD’nin bütün radyo istasyonlarından yayınlanan
konuşmasında “Türkiye’de demokrasinin kuruluşunun
Amerikan çabaları sayesinde olduğunu” söylüyor
ve “bunun kanıtı da partimizin iktidarda olmasıdır”
diyorsa, boşuna değildir. Seçimler sırasında Amerikan
Haberler Ajansı’nın açıktan broşürler dağıtarak
DP’yi desteklediği de bilinmeyen şey değildir.
Aynı günlerde Türkiye ekonomisine yön veren ABD’li
uzman Thornburg’un raporunda “Atatürk tarafından
cumhuriyet idaresinin ilkel bir esası olarak kurulan
tek parti sistemi”nin yıkılışından memnuniyetle
bahsetmesi, bize bir fikir vermektedir.
Daha sonraki yıllarda da bu gelenek devam etmiş,
örneğin 1960’tan sonra Adalet Partisi sürecinde
de aynı şeyler yaşanmıştır. 13 Şubat 1965 tarihli
New York Times yorumunda “Mr. Demirel, Eisenhower
bursuyla bir zamanlar eğitim yapmış olağanüstü
zeki bir mühendistir. Kendisi ve partisi ABD ile
yakın ilişkiler kurmayı ve Türkiye’nin NATO’da
kalmasını sağlamayı yüklenmiştir” denilmesi, bunun
çarpıcı örneğidir. Aynı şekilde Demirel’in partideki
bütün diğer “ağır top”lara rağmen 1965’te sürpriz
biçimde AP Genel Başkanı olması da Vehbi Koç’un
anılarında vardır. Koç, bu anılarında, Ford ve
Mobil şirketlerinin isteği doğrultusunda taşradaki
bayilere telkinde bulunarak Demirel’in seçilmesini
sağladıklarını yeterince açık biçimde anlatır.
Tipik bir yeni-sömürge uygulaması olan bu durum,
daha sonra da bir gelenek halinde devam etmiş,
Turgut Özal ve ABD üniversitelerinde eğitim görmüş
“prensler” kadrosu bu pratiğin örnekleri olarak
ortaya çıkmıştır.
Yani sonuç olarak, yeni-sömürgecilikle birlikte
yalnızca politik sistem yenilenmemiş gizli işgalin
politik kadroları da yaratılmış ve süreçte egemen
pozisyonlar kazanmaları açıktan ya da üstü kapalı
biçimlerle desteklenmiştir. O süreçte, işbirlikçi
tekelciler ve toprak ağalarının en kodomanlarının
ittifakı biçiminde kendini ortaya koyan oligarşik
diktatörlük, en parlak politik temsilcilerini
bu kadrolarda bulmuştur. Başka bir deyişle, bağımlı
kapitalizmin zaaflı yapısından ötürü (açık ya
da gizli biçimlerle uygulanan) bir sömürge tipi
faşizmle ülkeyi yöneten oligarşik diktatörlük,
böylece yine sömürge tipi bir “kuklalar demokrasisi”
yaratmış, yıllar geçtikçe daha “çekirdekten yetiştirilmiş”
işbirlikçi politik kadro kuşakları birbiri ardına
gelmiştir. “İpin ucunun kaçtığı” noktalarda ortaya
çıkmak bütün kitle hareketini ve devrimci güçleri
ezen askeri cuntalar ise zaten doğrudan doğruya
CIA tarafından, CIA’nın eğittiği kadrolarla yapılmıştır.
Böylece, zaman içersinde, emperyalist sistemin
çıkarlarına iyi hizmet edemedikleri varsayılan
“eski kafalı” politik kadrolar da süreçten tasfiye
edilmişler ve az sonra restorasyon dönemini incelerken
göreceğimiz gibi 1980 sonrasına gelindiğinde politik
alan artık yalnızca işbirlikçiliğin değişik nüansları
tarafından işgal edilmiştir. Daha doğrusu, zaman
içersinde doğrudan “CIA yetiştirmesi” politik
kadrolarla, yetişme biçimi zaten işbirlikçi kapitalist
ruha uygun olan yeni kuşak hainler topluluğu iç
içe geçmiş, zaman zaman çizgiden çıkmak isteyenler
ise tasfiyeye uğramışlardır.
B) Bürokrasinin Düzlenmesi:
Önce Uzmanlar, Sonra Yerli Uşaklar...
Kuşkusuz yeni-sömürgeci politik bağımlılığın temellerinin
atılması sadece politik sistem ve kadrolar alanında
kalmamış, ekonomiden eğitime dek devlet yönetiminin
bütün alanlarında aşama aşama bir temizlik yapılmıştır.
Özellikle 1950’ler bu bakımdan tam bir alt üst
oluş dönemidir. Bu dönemde, genel olarak ekonominin
seyrinden ulaşıma, sağlıktan eğitime dek her alan
mutlaka en az bir ABD heyeti tarafından “teftiş
edilmiş”, raporlar hazırlanmış ve bu alanlar hem
yasal olarak, hem de idari olarak emperyalistlerin
isteği doğrultusunda düzenlenmiştir. Daha sonra
hiç memnun olmayan emperyalistlerin istekleri
bitmek bilmemiş ve onlarca kez sistemler değiştirilmiştir
ama 1950’lerin ilk düzenlemeleri yine de çok önemlidir.
Örneğin Demiryolları’nın kaderine terk edilmesi
ve karayollarının öne çıkışı bu dönemin eseridir;
ya da petrol, maden yasalarının emperyalistlerin
direktifiyle değiştirilmesi, yabancı sermaye yasalarının
düzenlenmesi bu süreçte gerçekleşmiştir.
Öyle ki 1950’lerde, Jandarma Genel Komutanlığı’ndan
Devlet Planlama Teşkilatı’na (DPT), Üniversitelerden
Karayolları Genel Müdürlüğü’ne, Sümerbank’tan
Maden Tetkik Arama Müdürlüğü’ne dek içinde ABD’li
“uzman”ların cirit atmadığı tek bir kurum yoktur.
Üstelik yalnızca devlet kurumları da değil, aynı
yıllarda Türk-İş yöneticisi sendikacılar da ABD’ye
götürülerek eğitilmektedir! Kısacası, her şey
yeniden biçimlendirilmekte, yeni bir kalıba dökülmektedir.
Özellikle bir dönem DPT’de yer bulabilen (Yalçın
Küçük gibi) sola eğilimli iktisatçıların temizlenmesi
ve Turgut Özal gibi uşakların ekibinin kuruma
hakim kılınması önemlidir; çünkü bu kurumun yeni-sömürgeci
kapitalistleştirmenin önüne setler oluşturması
emperyalizm açısından tahammül edilemez bir durumdur.
Bütün bunların nihai özeti ise ABD yardım heyetinde
“uzman” olan ve DPT’de çalışmalar yapan Richard
Podol’un 1970’lerde Beyaz Saray’a sunduğu raporda
yapılıyor: “On yıldan fazla süredir Türkiye’de
faaliyette bulunan ABD yardım programı şimdi meyve
vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan
eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık,
bir kamu iktisadi teşebbüsü artık hemen hemen
kalmamıştır.” Ve ekliyor Podol: “Burada özellikle
orta kademe yöneticiler üzerinde durmak gereklidir.
Amaç bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır.
Bu grubun yakın gelecekte yüksek sorumluluk mevkilerine
gelecekleri düşünülürse, bütün gayretlerin bu
kişiler üzerinde toplanması mantık açısından doğrudur.”
Yeni davranışlar kazandırmak... İşte bütün sürecin
anahtar kavramı budur. ABD üniversitelerinde CIA
bağlantılı vakıfların burslarıyla okuyan öğrencilere
doğrudan “çengel atmak”, bazı parlak öğrencileri
daha en baştan CIA hizmetine alarak okutup “büyütmek”,
bürokrasinin üst ve orta kademelerindeki yöneticilerle
“iyi ilişkiler” kurmak, bir yandan ülkenin eğitim
sistemini emperyalist çıkarlara göre düzenlerken
diğer yandan kendine özel kolejler, hatta ODTÜ
örneğinde olduğu gibi üniversiteler kurup kadro
yetiştirmek, ülkedeki en gerici tarikatların mali
gücüyle çocukluktan devşirilmiş yoksul öğrencilerin
en üskt düzeylere dek tırmanmasını sağlamak ve
böylece yeni-sömürge kapitalistleşmesinden çöplenen
tarikatları Nur cemaati gibi dinci güçleri kullanmak,
vs. vs... Bütün yapılanların özeti hep aynıdır:
Yeni davranışlar kazandırmak... Yani işbirlikçi
bir ruh hali ve uşaklık davranışı kazandırmak...
Ve tabii bu “yeni davranış” kalıplarına uymayanları
anti-komünist operasyonlar ve kampanyalarla ezmek...
Yeni-sömürgeci kadrolaşma konusunda kadrolaşma
konusunda şüphesiz bu, 1950’lerin, 1960’ların
ilk kaba tablosudur. Daha sonraki yıllarda sistem
iyice oturmuş, devletin ve bürokrasinin bütün
kilit noktaları, özellikle yabancı sermaye ilişkilerini,
maliye ve ekonomi işlerini düzenleyen kurumlar,
bakanlıklar tümüyle sağlama alınmıştır. Bu arada,
ABD üniversitelerinden devşirilerek Dünya Bankası
ve IMF kurumlarına alınan ve yetiştirilen kadrolar
geri dönmeye başlamış, böylece ekonomi yönetimi
daha da “sağlama” alınmıştır. 12 Mart 1971 cuntası
sırasında IMF’deki görevinden paraşütle hükümete
giren Atilla Karaosmanoğlu, şu anda hala IMF masalarından
birinde görevlidir. Ecevit’in havaalanında karşıladığı
Kemal Derviş de aynı şekilde “yetiştirilmiş” kadrolardır
ve halen bu uluslar arası kurumlarda yetiştirilmekte
olan birçok Türk “uzman” bulunmaktadır. Bugün
AKP kadrosundaki bazı “genç ve parlak” danışmanlar
ve Ali Babacan gibi tarikat yetiştirmesi “yeni
yüzler” aynı faaliyetin devamının sonuçlarıdır.
İdari alanda ise Hikmet Çetin’in birden bire Afganistan
görevine “layık görülmesi”(!) benzer bir başka
örnektir. Ama bütün süreci, emperyalistlerin bizzat
yetiştirdiği kadrolarla açıklamak da yetersizdir.
Zaman içersinde Türk üniversiteleri de ABD üniversiteleri
kadar, hatta onlardan daha iyi uşaklar ve işbirlikçiler
yetiştirmeyi becermişlerdir. Böylece aradan geçen
40-50 yılda “uyumsuz”lar ve “mızmız”lar temizlenmiş,
devlet mekanizmasının en önemli noktaları emperyalist
sistem tarafından doğrudan ya da dolaylı kontrol
altına alınmıştır. Esasen “gizli işgal” kavramı
da sanıldığı gibi salt politik alanı kapsayan
bir kavram değildir; bu kavram işte tam da bu
özetlediğimiz şeyi, topyekûn bir kuşatma halini
anlatmaktadır. Emperyalizm ve Oligarşik diktatörlük,
böyle bir kuşatmayla politik kadroların yanında
kendi teknokrat-bürokrat kadrolarını da yaratmış
ve her alanda oturmuş bir politik bağımlılığın
temellerini atmıştır. Daha doğru bir deyişle,
emperyalizm, kendi varlığını oligarşik mekanizmanın
ve üst-orta düzeyden bütün devlet sistemlerinin
içine yerleştirmiş, bir “içsel olgu” haline gelmiştir.
C) Borçların ve Kredilerin Bir Politik
Yönetim Aracı Haline Dönüşmesi...
Bütün bu politik ve teknik kadrolaşmanın yetersiz
kaldığı her nokta için ise emperyalizm her zaman
mali baskıyı elde bir silah olarak tutmuştur.
Rockefeller’ın daha 1950’lerde söylediği gibi
“yardım” ve borçların en önemli amacı zaten böyle
bir politik etki yaratmak ve bu etkiyi ABD çıkarları
için kullanmaktır. Sonuçta, borçlandırılan ekonomik
yapı, bir süre sonra bu mali kaynak akışına bağımlı
hale gelmekte ve bir tür “musluk açma-kapama”
ya da yaygın deyimle “kırmızı ışık ya da yeşil
ışık yakma” oyununa uygun koşullar oluşmaktadır.
Özellikle ithal ikameci kapitalistleşme sürecinde,
ekonominin kilit sektörlerindeki girdilerin ve
işleyişin tümüyle dış krediye bağlı oluşu önemlidir.
Ama bir süre sonra bu durum, devletin yönetim
mekanizmalarına ve hatta zaman zaman memurların
maaşlarının ödenmesine dek uzanmakta ve devreye
giren IMF-Dünya Bankası gibi kurumlar ya da ülkelere
kredi notu veren uluslar arası kuruluşlar, politik
sürecin unsurları olmaktadır.
Bu, bazen emperyalist isteklere uyumlu davranmayan
bazı hükümetlerin “yola getirilmesi”nin aracı
olabilmektedir. Bazı hallerde hükümetlerin önüne
koyulan “istikrar programları” da bir başka politik
araç olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye örneğinde,
her üç askeri darbenin de bir biçimde IMF programlarıyla
ilgili olması rastlantı değildir. Bilindiği gibi
1958 yılında DP hükümetinin başbakanı Menderes’in
önüne konulan IMF paketi bir süre sonra 1960 müdahalesine
dek uzanan sonuçlar yaratmış, 1970’lerde ABD’nin
krizinin yansıması olan IMF önerileri 12 Mart
1971 cuntasının tetikleyicisi olmuş, 24 Ocak 1980
IMF “İstikrar Programı” ise artık herkesin kabul
ettiği gibi 12 Eylül cuntasının doğrudan sebebi
olmuştur. Hatta öyle ki, daha 24 Ocak kararlarının
alındığı gün bile, hem ABD çevrelerinde hem de
Türkiyeli işbirlikçi patronlar arasında “bu kararların
normal demokrasi koşullarında uygulanamayacağı,
daha sert bir yönetim gerektiği” açıkça konuşulmaktadır.
Daha “normal” koşullarda da aslında aynı işleyiş
geçerlidir. Herhangi bir süreçte ağır davranan
ya da istekleri tam yerine getirmeyen bir hükümetin
cezalandırılmasının (ya da özendirilmesinin) tipik
yöntemlerinden biri IMF-DB kredilerinin kısılıp
açılması olmakta, ülkedeki bir dizi politik karar
bu “musluk oyunu”na uygun biçimde alınıp uygulanmaktadır.
Ki burada söz konusu olan sadece IMF-DB kredileri
değil, genel olarak uluslararası sermayenin akışıdır.
Yani özellikle 1990 sonrasındaki dünya düzeni
içersinde tuşlara basılarak bir ülkeden diğer
ülkeye aktarılabilen “sıcak para”, korkunç bir
politik araç haline gelmiş, bir ülkenin bütün
dengelerini tek bir darbede alt üst etmek emperyalist
finans güçleri için sıradan bir oyun olmuştur.
Hatta, aynı krediler ve sermaye akışı artık bir
politik partinin desteklenmesi ya da desteklenmemesi
durumlarında bile etkili olmaktadır. Seçimler
yaklaştıkça yeni-sömürge ülkenin uşak parti yöneticileri
Anadolu seferlerine başlamadan önce emperyalist
ülke kapılarını aşındırmakta, oradan bazı garantiler
elde etmeye çalışmaktadırlar. Çoğu zaman da, bu
“ziyaretler” sırasında emperyalist ülke yöneticilerinin
üstü kapalı ya da açıkça yaptıkları açıklamalar,
küçük ama önemli jestler, o partinin iktidarına
kredi açılıp açılmayacağının işaretini vermektedir.
Böylece gerçekleşen şey, sonuçta politik bağımlılığın
pekiştirilmesi ve -eğer daha kibar olmayan sözcükler
kullanırsak- politik kadroların ve partilerin
daha ortaya çıktıkları andan itibaren “parayla
satın alınması”dır.
D) Ordunun Düzenlenmesi
ve Askeri Üsler
Askeri üsler ve yerli ordunun emperyalist çıkarları
savunacak şekilde yeniden düzenlenmesi ise sorunun
en can alıcı noktasıdır ve apayrı bir yazının
konusu olacak kadar önemlidir.
1945’lerden beri ABD askeri üsleri yalnızca Türkiye’nin
değil bütün dünyanın baş belasıdır. Bugün ABD’nin
93 ülke ile askeri üs kurmak için resmi anlaşması
vardır ve 132 ülkede az ya da çok ABD askeri mevcuttur.
Irak hariç, bu ülkelerdeki toplam Amerikan askeri
sayısı 250 bindir, ki bu rakam ABD ordusundaki
aktif asker sayısının yarısıdır. Yani ABD, ordusunun
yarısını kendi toprakları dışında konumlandırmıştır;
kendisini böyle bir dünya jandarmalığı ile görevlendirmiştir.
Bu üsler içinde en ünlülerinin Filipinler, Türkiye
ve Küba’nın burnunun dibindeki Guantanamo gibi
en stratejik yerlerde olması kuşkusuz rastlantı
değildir. Özellikle 11 Eylül eyleminden sonra
bu süreç iyice hızlanmış ve ABD, daha önce burnunu
sokamadığı Orta Asya ve Kafkas ülkelerine, örneğin
Özbekistan, Tacikistan, Gürcistan gibi yerlere
de üsler kurmaya başlamıştır.
Türkiye’deki aAmerikan askeri varlığı ise olağanüstü
boyutlardadır. 1940’lardan beri Türkiye ile 54
adet ikili anlaşma imzalamış olan ABD, bu süreçte
yine ABD verilerine göre Türkiye sınırları üstünde
101 askeri tesis ve üsse sahiptir. Toplam olarak
32 bin kilometre karelik bir toprak şu anda resmen
ABD toprağıdır.
Bunlardan en çok bilineni kuşkusuz İncirlik’teki
ABD üssüdür ama onun dışında da örneğin Karadeniz
sahilinde uzun süre dinleme ve ajanlık tesisleri
kurulmuş ve işletilmiştir. İncirlik üssü ise,
Ortadoğu’nun bütününe hakim bir yerdedir ve bugüne
kadar da bir dizi provokasyon ve müdahalede kullanılmıştır.
Bunların bazılarında göstermelik olarak Türk hükümetlerine
danışılmış, bazılarında ise olup bitenlerden kimsenin
haberi bile olmamıştır. Ki zaten resmi anlaşmalarda
ne yazarsa yazsın İncirlik üssü Türk hükümetlerinin
ya da ordusunun denetimine açık değildir. 1960’larda
Türk subaylarının kapıdan kovulması gibi olaylar
sık sık yaşanmış, daha sonra kamuoyunda tepki
yaratan bu tür olayların önlenmesi için bazı küçük
ayrıntılar değiştirilmiş ama işin özü asla değişmemiştir:
İncirlik üssü, hatta İncirlik kasabasının tümü
Amerikalılara aittir ve ABD bu altın kuralı asla
değiştirmemektedir.
Ama yine de, aslında ABD üsleri meselesi askeri
bağımlılığın bir bölümüdür. Asıl önemli olan,
bizzat Türk ordusunun ABD’ye olan bağımlılığıdır.
Bu bağımlılığın bir cephesini kuşkusuz teknik
ve askeri malzemeler oluşturmaktadır. 1940’lardan
beri neredeyse bütün askeri malzeme alımlarını
ABD şirketlerinden yapan Türkiye, çoğu kez ABD
ordusunun eskilerinin yığıldığı bir çöplük de
olmuştur. Ama bundan daha önemlisi, yapılan askeri
sipariş anlaşmaları ve 40-50 yılda ABD’den alınan
milyarlarca dolarlık uçak, tank, vs... gibi malzemelerdir.
Ki yerli üretim denilenler de buna dahildir; çünkü
bu malzemelerin de çoğu ABD kontrolü altındaki
şirketlerin patent ve projeleriyle yapılmaktadır.
Ve doğal olarak bütün bu malzemelerin parçaları
da aynı kaynaklardan alınmakta, böylece sürekli
bir bağımlılık oluşmaktadır.
Bağımlılığın asıl cephesini ise, Türk ordusunun
yapısının biçimlendirilmesi oluşturmuştur. 1950’lerden
sonra ABD’nin ele aldığı ilk iş, Türk ordusunun
organizasyonunun değiştirilmesi olmuştur. Eski
bir subay olan Orhan Erkanlı anılarında şöyle
anlatıyor: “Ankara’da bir Amerikan Askeri Yardım
Kurulu faaliyete geçti. Bu kurula bağlı olarak
tümenlere kadar her büyük askeri karargaha birer
askeri ekip (field team) verildi. (...) Kısa zamanda
ordumuzun kuruluşunu da değiştirdik. Kuruluşları
Amerikalılara benzetirken, personel ve malzeme
kadrolarını da aynen aldık. Siyasi alanda hükümeti
büyüleyen ‘Küçük Amerika’ olma hayali askerleri
de sardı ve ‘Kardeş Amerikan Ordusu’ olma hedefine
doğru süratle yol aldık. (...) Hatta o kadar ki,
Amerikan İdari Talimatnamesi’nde ‘papaz’ yazılan
yere biz ‘Alay İmamı’ koyacak kadar tercümede
sadık kaldık. Kıyafetten kara kazana kadar her
şey değişti, bütün askeri okullarımız Amerikan
askeri okullarına benzetildi. Harp Akademileri
dahi yön, tedrisat, stratejik ve taktik konsept
değiştirdi, Amerikanlaştı.”
“Türk generallerinin Amerikalı çavuşlar tarafından
eğitildiği” garip bir durum vardır o günlerde.
Hatta o kadar ki, bir ara ABD heyeti, “Türk ordusunun
deniz aşırı harekat ordusu olmadığını” söyleyerek,
ordu “bir kara harekatını gerilla savaşları içinde
ve tabur üniteleri halinde idare edeceğine göre”
Harp Akademileri’nin öğretim süresinin bir yıla
indirilmesini de istemiştir. Yani açıkça söylenen
şey, “siz bir iç savaş ordususunuz, haddinizi
bilin”dir, ki sonradan Amerikalılar da bu talebi
aşırı bulmuş ve Türkiye’nin bölgesel saldırı gücü
de olabileceğini hesaplayıp isteklerini geri çekmişlerdir.
Ama bakış ve organizasyon değişmemiştir. Öyle
ki o dönemlerde Türk ordusu gibi orduların durumunu
tanımlamak için Cheap Soldier (Ucuz Asker) gibi
tanımlar icat edilmekte, Kore Savaşı sırasında
“Türk askeri 136 dolara mal oluyor, Amerikan askeri
ise 5500 dolara” gibi hesaplar yapılmaktadır.
ABD Ordusunun Kore Askeri Danışman Grup Komutanı
Tuğgenaral W. L. Roberts’in deyimiyle, “Kore’de
Amerikan vergi yükümlüsünün bu ülkedeki yatırımlarının
bekçi köpeği olan bir yerli ordu bulunmaktadır.
Ve bu kuvvet, en az gider ile en çok sonucun nasıl
alınabileceğini pek güzel örneklemektedir.” Daha
sonraları, 1980’lere gelindiğinde ise bu kez ABD
Savunma Bakanı Richard Perle, aynı hesapları yeniden
yapmıştır: “Bir tek Amerikan askerini Türkiye’de
tutmak bize 90 bin dolara mal oluyor. Oysa bir
tek Türk askerinin Türk hükümetine maliyeti 6
bin dolardır.”
Öte yandan aynı dönem, Türk ordu kademelerinin
ABD’da eğitilmesine de hız verilmiştir. “Copla
tecavüze ne gerek var, taş gibi askerlerimiz var”
sözleriyle tarihe geçen 12 Eylül’ün “kahraman”(!)
generallerinden Turgut Sunalp’in sözleri bu konuda
yeterince aydınlatıcıdır: “Ben Türk Harp Akademisi’nden
sonra Amerikan Harp Akademisi’nde okudum. Kore’de
harp ettim. Türkiye’de ilk NATO subayıyım. NATO’ya
hizmet ettim. Amerikalılarla haşır neşir oldum.
Amerikalıları çok severim. Amerikalılar bana çok
şey kazandırmışlardır. Hatta ikinci vatanım addederim.
Amerika Türkiye ile ittifaka doğru giderken askeri
sahada 50 Amerikalı 50 Türk çalışmış ve bunlara
rozet verilmişti. Bu 50 Türk’ten birisiyim. O
işe başladığım için Kurmay Yüzbaşı iken beni Amerika’ya
götürdüler, okuttular, getirdiler.”
Sunalp’in övünerek anlattığı bu süreç daha sonra
da devam etmiş, üst kademe ordu mensuplarının
tümü NATO eğitiminden geçirilmiştir. Öyle ki bir
süre sonra artık NATO eğitiminden ya da NATO görevinden
geçmemiş bir generalin yükselme şansı kalmamıştır.
Bugün açıkça bilinen gerçek, bütün Genelkurmay
bakanlarının bu eğitimden geçmiş olduğudur.
Süreç içersinde bu kadarı da yeterli bulunmamış,
ordunun ekonomik anlamda da emperyalist-kapitalist
sisteme bağlanması amacıya, başlangıçta bir yardımlaşma
kurumu olarak oluşturulan OYAK bir holdinge dönüştürülmüş,
Good Year lastiklerinin üretimiyle başlayan ve
Renault ortaklığıyla devam eden bu süreç bugün
devasa bir tekel noktasına kadar varmıştır. Gerçekten
de bugün artık OYAK, Türkiye kapitalizminin en
büyük tekellerinden biridir ve bu yolla ordunun
üst ve orta kademelerinin tümüyle sisteme bağlanması
amacına ulaşılmış, generallerin yalnızca maaş
yoluyla değil kapitalist kâr üzerinden de düzenin
parçası olması sağlanmıştır. 50 yıl içersinde
sık sık yapılan disiplin temizliklerle birlikte,
bu operasyon da ordu içersinde anti-emperyalist
fikirlerin önünü kalıcı biçimde kesmiştir.
Sonuç olarak yeni-sömürgeci politik bağımlılık,
böylece en önemli devlet kurumunu “düzene sokmuş”
ve kendisine “ulusalcı” diyen kıt zekâlıların
iddialarının tersine ordu, emperyalizmin Türkiye’deki
en sağlam müttefiki haline gelmiştir.
E) Polis ve İstihbaratın Yeniden
Düzenlenmesi, Kontrgerillanın İnşası
Gizli işgal süreci, Türkiye’de aynı zamanda bütün
baskı-işkence-istihbarat aygıtlarının da yeniden
ele alınarak reorganize edilmesi sürecidir. 1950’lerden
başlayarak bütün devlet kurumlarına olduğu gibi
MİT ve İçişleri Bakanlığı’na yerleşen ABD’li uzmanlar,
bu kurumların işleyişini düzenleyip kontrol altına
almışlardır. CIA’dan ayrıldıktan sonra “Firar”
isimli bir kitap yazarak bütün CIA faaliyetlerini
deşifre eden eski ajan Philip Agee’nin söyledikleri
bu konuda yeterince aydınlatıcıdır: “CIA uzun
yıllardan beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı
ile çok yoğun bir işbirliği içindedir. Bu örgütün
eğitimini, geliştirilmesini ve donatımını CIA
sağlar.”
Esasen son zamanlarda çeşitli kitaplar ve TV dizileri
aracılığıyla kendilerine tarihsel köken ve meşruiyet
yaratmaya çalışan, köklerini Osmanlı’ya, Cumhuriyetin
ilk yılarına kadar uzatıp “vatan savunuculuğu”
yorganını örtünmek için ortalığı karartan kontr-gerilla
katillerinin gerçek kökenleri ve patronları CIA’dan
başkası değildir. 1940’lara kadar kopkoyu bir
anti-komünizmle her türlü ilerici kıpırdanmayı
bastırmakta ve işkencede belli bir uzmanlık kazanmış
olan bu kurumlar, yeni-sömürgecilikle birlikte
tipik halk düşmanı ve işbirlikçi kimlikler kazanmışlardır.
Aynen orduda olduğu gibi, polis ve istihbaratta
da ABD eğitimleri öne çıkmış, bir süre sonra bu
kurumlarda CIA eğitiminden geçmemiş bir üst düzey
görevli kalmamıştır. Daha doğrusu, bir yandan
bu kurumların eski çalışma ve eğitim sistemleri
değiştirilirken, diğer yandan da üst düzeyler
için bu tür doğrudan eğitimler uygulanmıştır.
ABD’nin Kuzey Caroline eyaletindeki Fort Bragg
Özel Savaş Okulu, Almanya’daki Obberammuga ABD
20. Özel Kuvvetler Komutanlığı, yine Almanya’daki
“Ayaklanmalara Karşı Koyma Okulu”, “İstihbarat
Okulu” ve Panama başta olmak üzere dünyanın birçok
ülkesinde kurulu olan kontr-gerilla eğitim merkezleri,
birçok yeni-sömürge ülkeden gelen polis şeflerinin,
özel timcilerin ve istihbarat elemanlarının eğitildiği
yerlerdir.
Türkiye’den de yüzlerce polis şefinin eğitildiği
bu merkezlerde, işkenceden provokasyonlara dek
her konuda eğitim verilmekte, halka karşı operasyonların
temel teknikleri öğretilmektedir. Bu amaçla ABD
ordusu tarafından hazırlanarak eğitim metni ve
talimatname olarak kullanılan ünlü FM 31-15 talimnamesi
bu okulların “Müfredat Programı”nı anlamak için
yeterlidir: “Açık ve sinsi faaliyetler: Adam öldürme,
bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm
bırakma, adam kaçırma yoluyla tedhiş, olayları
tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması,
kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber
yayma, zorbalık, şantaj, vs. vs...” İktidarda
“dost hükümetler” varsa onlara karşı gelişebilecek
devrimci hareketlerin ezilmesi, “düşman hükümetler”
durumunda da bu hükümetlerin yıpratılarak devrilmesi
için her türlü yolun kullanılması. 1948 yılında
ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nde karara bağlanan
NSC 10/2 başlıklı belgenin de özü budur.
Sonuç olarak bir yandan yeni-sömürgelerdeki devrimci
gelişmelere karşı “dıştan müdahale” ve saldırı
çalışmalarını hiç aksatmaksızın sürdüren ABD,
diğer yandan da 1945’ten sonra dünyanın en büyük
ve en kirli eğitim programını uygulamaya koymuş,
bu süreçte sonradan ülkelerinin başına bela olacak
binlerce katil, işkenceci eğitilip geri gönderilmiştir.
Bu arada, bu ülkelerin istihbarat ve polis aygıtları
teknolojik olarak da CIA merkezine bağlanmış,
böylece bütün bilgilerin emperyalist merkezde
toparlanması olanağı yaratılmıştır.
Ayrıca ABD emperyalizmi bununla da yetinmemiş,
1947 yılından başlayarak Avrupa başta olmak üzere
dünyanın bütün köşelerine elini uzatan uluslar
arası kontr-gerilla örgütlerini de kurup finanse
etmiştir. NATO bünyesinde faaliyet gösteren ve
bütün ülkelerdeki ırkçı-faşist örgütlenmeleri
organize eden bu örgütler, Gladio (İtalya), Koyun
Postu (Yunanistan), Glavie (Belçika), vs. gibi
çeşitli isimlere sahip olsalar da aynı amaca hizmet
etmektedirler: Devrimci güçlerin bastırılması
ve emperyalist egemenliğin sağlamlaştırılması...
Türkiye’deki adı Ergenekon olarak iddia edilen
bu örgüt hakkında 12 Mart cuntasının ünlü işkencehanesini
yöneten Tümgenaral Memduh Ünlütürk şunları söylüyor:
“Bu Ergenekon, Genelkurmay’ın da, hükümetlerin
de, bürokrasinin d, herkesin üstünde bir örgüttür.
Yasayla falan kurulmuş bir örgüt değildir. Bu,
27 Mayıs darbesinden sonra CIA-Pentagon tarafından
kurdurtulmuş. Bunun içindeki insanlar da buraya
hizmet eden insanlardır. Özellikle Amerika’da
kontrgerilla eğitimi görmüş olan, bu kurslardan
geçmiş generallerin bir bölümü yeri geldiğinde
bu kontrgerilla içinde yer alır.”
Zaten bu kurumlardan en bilineni olan Özel Harp
Dairesi (ÖHD) yönetiminde bulunmuş Kemal Yamak
ya da Sabri Yirmibeşoğlu gibi generaller de bu
örgütün ABD tarafından finanse edilip kurulduğunu
hiç inkâr etmemişlerdir. Yine 12 Eylül generali
Turgut Sunalp’in söyledikleri de ilişkinin biçimini
anlatmaktadır. “Türkiye’de CIA’nın adamları yok
değil ki, dünyanın her tarafında var. Birincisi,
CIA’nın burada olması mesele değil, ikincisi CIA’nın
pekala bizim istihbarat teşkilatları ile ilgisi
olabilir. Yani CIA mensupları affedersiniz .......
çocuğu demek değildir. Memleketine istihbarat
temin eden kişilerdir.”
Bütün bu açılardan bakıldığında, 1950’lerden itibaren
bütün yeni-sömürge ülkelerde eşzamanlı olarak
yarı-askeri faşist cinayet şebekelerinin ortaya
çıkması rastlantı gibi görülmez. Bağımlı ülkelerin
polis ve istihbarat aygıtlarını doğrudan kontrol
etmenin yanı sıra ABD emperyalistleri, ayrıca
yine bir emperyalist maşa olarak yerli faşist
güçlerden derlediği çeteleri organize etmişlerdir
ki, bunun Türkiye’deki örneği MHP üzerinden geliştirilmiştir.
1960’larda küçük bir parti olan Cumhuriyetçi Köylü
Millet Partisi (CKMP), Türkeş ve çevresindeki
emekli ırkçı subaylar tarafından bir gecede ele
geçirilmiş, CIA ve MİT’in desteğiyle MHP’ye dönüşerek
(Komünizmle Mücadele Dernekleri ve dinci akımlarla
birlikte) kısa sürede bir cinayet örgütü haline
gelmiş, emekçilere ve devrimcilere karşı saldırıların,
katliamların odağı olmuştur.
Sonuçta, zaman içersinde yeni-sömürgeci gizli
işgal olgusu, bütün diğer ekonomik-politik sistemlerle
birlikte baskı aygıtları bakımından da pekişmiş,
bu alanda da emperyalizme tamamen bağımlı, onun
çıkarlarını koruyan bir mekanizma kurulmuştur.
F) Kültürel Yapının ve
Sosyal Hayatın Kuşatılması
Ve nihayet aynı yeni-sömürgeleşme süreci, hayatın
bütün alanlarında olduğu gibi sosyal hayat ve
kültürde de büyük bir emperyalist istila anlamına
gelmiştir.
Daha işin başında, yani “Küçük Amerika” olma hayalinin
yaygın olduğu yıllarda da kuşkusuz ABD emperyalizminin
“uzmanları” bu alanı boşlamamıştır. Eğitimin yeniden
organize edilmesi için çalışmalar yürütülmüş,
zaman zaman “barış gönüllüleri” adı altında Amerikan
ajanları okullarda cirit atmış ve belli zeminlerin
yaratılması için çaba göstermişlerdir. Özellikle
parlak öğrencilerin avlanıp devşirilmesi, yeni-sömürge
kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda mühendislik
fakültelerine özel bir önem verilmesi, hatta ODTÜ
gibi bir üniversitenin büyük emperyalist umutlarla
kurulup açılması, dönemin başlıca olgularıdır.
Bu çalışmalar, özellikle 1960’ların büyük anti-emperyalist
dalgası içinde çok başarılı olamamış gibi görünse
de aslında saman altından yürüyen bir su vardır.
En büyük anti-emperyalist dalganın yaşandığı o
yıllarda, diğer yandan da Deniz’lerin okuduğu
aynı okullarda ne kadar çok Amerikancı kadro yetiştiği,
çok sonraları, o kadrolar göreve başladığında
anlaşılmıştır.
Öte yandan, eğitimin ve okulların dışında asıl
büyük istila, politik dilde “kültür emperyalizmi”
denilen biçimde kendisini ortaya koymuştur. Emperyalist-kapitalist
ilişkiler gelişip Aadolu ve Mezopotamya coğrafyasının
en ücra köşelerine dek uzandıkça, oraya yeni tüketim
ve yaşam alışkanlıklarını götürmüş, eski feodal
kültürün çözüldüğü her noktada onun yerini o yıllarda
“Amerikan Hayat Tarzı” denilen dejenerasyon doldurmuştur.
Daha doğrusu, tam da emperyalizmin karakteristik
özelliğine uygun olarak, bir yandan bu coğrafyanın
en gerici, en yobaz tarikat güçleriyle sımsıkı
bir işbirliği geliştirilir ve bu gericilik özenle
korunurken, diğer yandan da Batı’ya ait en yoz
popüler kültür değerleri orta sınıflar üzerinden
topluma pompalanmış, böylece ortaya tam bir ucube
kültür çıkarılmıştır. Ucubedir, çünkü emperyalist
ilişkiler üzerinden bu topraklara akan kültür,
bilinen anlamıyla Batı’nın “Aydınlanma” kültürü
de değildir; bu kanallardan akan şey, son derece
yüzeysel bir pop müzik, filmler ve giyim kuşam
biçimleri, vs. gibi bir karaktere sahiptir.
Sonuçta ortaya çıkan tablo, karmaşık ve sancılıdır.
Bir yanda Ortaçağ’ın en koyu karanlığı, diğer
yanda Hollywood’un en sıradan ürünleri... Bir
yanda kapalı toplumsal yapılar, diğer yanda en
uçuk, en deforme yaşam alışkanlıkları, davranış
kalıpları... Ve bu karmaşanın tam içinden doğan
Arabesk gibi yeni kültürel biçimler... Denilebilir
ki, bu dönem, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının
kültürel olarak en çok sarsıldığı, en derin uçurumlarla
kendi içinde bölündüğü dönemdir. Sonuçta, aynı
sürecin bir bölümüne denk düşen devrimci yükseliş
ve anti-emperyalist duygular, “Amerikan Yaşam
Tarzı”nın tam olarak, yani emperyalistlerin istediği
ölçüde başarı kazanmasını önlemiştir; ama uzun
vadede emperyalist-kapitalist değerler toplumsal
yapıya hâkim olmuş, devrimci hareketin gerilemeye
başladığı yıllarda da yozlaşma unsurları en uç
noktalara varmıştır. Ve tabii, bütün bunların
kapitalizmin gelişim seyri içinde, bu gelişimin
seyri gereği, yani normal biçimde gerçekleştiğini
düşünmek aşırı saflık olacaktır. Bu kültürel işgalin
gerçekleşmesi için bizzat CIA ve ona bağlı çalışan
vakıflar da aktif rol almışlardır; bunun sonucunda
da Türkiye’de köşe yazarlarından gazete sahiplerine
dek yüzlerce işbirlikçi bu dönemin nimetlerinden
fazlasıyla yararlanmıştır. CIA’nın asla açıklanmayan
harcamalarında “kültürel faaliyetler”in ne kadarlık
bir payının olduğunu bilmiyoruz. Ama yukarıda
bahsettiğimiz eski ajan Philip Agee’nin (asıl
çalışma bölgesi olan) Uruguay için söyledikleri
yeterli bir ölçü vermektedir. Agee, sözü geçen
kitabında, CIA’nın Uruguay medyasının yazarlarına
ödediği maaşların listesinin inanılmaz bir uzunlukta
olduğunu anlatıyor; ki, Türkiye’nin bu alanda
geri kalacağını hiç sanmıyoruz.
1980 Sonrası Süreç:
Restorasyon ve İşgalin
Derinleştirilmesinin Denk Düşmesi
Kuşkusuz, en başta da belirttiğimiz gibi emperyalist
gizli işgalin temellerinin atılması ve bağımlılık
ilişkilerinin inşa edilmesi bir süreç boyunca
gerçekleşmiş, zaman zaman görülen direniş biçimleri
ya da pürüzler de bu sürecin içinde tasfiye edilmiştir.
1940’lara kadar gelen kastlaşmış yapının birkaç
on yılda temizlenirken, özellikle cunta dönemleri
bu tür ayıklama operasyonları için ideal dönemler
olmuştur. Örneğin, 12 Mart cuntası döneminde devrimcilere
yönelik şiddetin yanında, bazı ilerici aydınlara
ya da kendini Kemalist diye adlandıran gazetecilere,
öğretim üyelerine de saldırılması, kuşkusuz faşizmin
herkesi “komünist” gören mantığıyla açıklanabilir.
Ama öte yandan bu, (İlhan Selçuk gibi adamlara
işkence yapanlar bunun farkında olsunlar ya da
olmasınlar) aynı zamanda, sistemin işleyişine
durmadan “mızmızlıkla” yaklaşan, ayak direyen
ya da emperyalizme hizmette hızlı davranmayan
kişi ve kesimlere yönelik bir gözdağı ve ayıklama
eylemidir. Keza 12 Eylül’de 1402’likler diye adlandırılan
“sakıncalı” öğretim üyeleri, bürokratlar, vb.
tasfiye edilmiş, böylece bir yandan solun okullardaki,
devlet kurumlarındaki bağlantılarına darbe vurulurken
diğer yandan da emperyalist-kapitalist restorasyonla
tam olarak “uyum sağlayamayan” kesimler devre
dışı bırakılmıştır.
Yani, 1940’lardan beri her aşamada, her fırsat
çıktığında, devlet kurumlarından üniversitelere
ve orduya, polise dek her alanda sık sık temizlikler
gerçekleştirilmiş, emperyalist işgalin mantığına
uygun düşünmeyen ya da en azından işgalcilerin
bütün isteklerine uymakta zorlanan, pürüz çıkaran
güçler tasfiye edilmiştir. 12 Mart ve 12 Eylül’de
ordu kademelerinde, Harp Okullarında yapılan temizlikler,
yine 12 Eylül’de polis teşkilatının “Pol-Der”
gibi sıra dışı bir olgudan temizlenişi ve daha
sonraki bütün kadroların faşistlerden devşirilmesi,
vb. bu ayıklamaların en görünen yüzüdür. Daha
derinlerde ise büyük bir tasfiye hareketi, neredeyse
50 yıl boyunca aralıksız sürmektedir.
1980 süreci ise, yeni bir emperyalist ilişki biçiminin
inşası ile bu temizliğin son derece net bir biçimde
birbirine denk düştüğü bir süreçtir. Bir yandan
eski sömürü ilişkileri değiştirilir ve neoliberal
bir işleyişin temelleri atılırken, diğer yandan
da bu yeni duruma uyum sağlayamayan “kalkınma
ve sanayi meraklısı” bürokratlar, eski moda düşüncelere
bağlı “muhafazakâr memurlar” tasfiyeye uğramış,
sözgelimi özelleştirmeye karşı çıkabilecek birilerinin
yüksek mevkilerde olması imkânsız hale getirilmiştir.
Aynı süreçte, “benim memurum işini bilir” cümlesinde
ifadesini bulan büyük bir yozlaşma da devlet yönetiminde
hâkim kılınmış, böylece emperyalist-kapitalist
sermaye dolaşımının önünde pürüz yaratabilecek
her şey ortadan kaldırılmıştır. Bütün bunlara
12 Eylül’de zaten uzmanlaştırma mantığıyla organize
edilmiş olan polisin güçlendirilmesi eşlik etmiş
ve böylece yeni sürecin emperyalist egemenlik
ilişkileri az çok garantiye alınmıştır.
Yeni Tarihsel Süreçte
Politik Bağımlılık:
İşgal Gerçekten “Gizli” mi?
1990’larla başlayan yeni sürece gelindiğinde ise,
artık bütün dünyada yeni-sömürgeciliğin ve gizli
işgalin konseptinde önemli değişiklikler olmuş,
daha doğrusu bu kavramların içerdiği anlam kendisini
en derinlikli biçimiyle ortaya koymuştur. Bu anlamda,
denilebilir ki, Mahir Çayan’ın 1970’te ortaya
koyduğu “gizli işgal” belirlemesi bugün artık
en olgun biçimine ulaşmıştır; hatta o kadar ki,
bu olgun biçim artık neredeyse perdelerin ve sislerin
daha az olduğu bir “açık işgal” biçimini andırmaktadır.
a) Her şeyden önce, yaklaşık 50 yıl devam eden
bir süreç artık tümüyle tamamlanmış, Türkiye’nin
politik sistemi ve genel olarak yönetim tarzı
tümüyle işbirlikçilik esası üzerine kurulu hale
getirilmiştir. Emperyalizmin isteklerine karşı
herhangi bir biçimde “uyumsuzluk” gösterebilecek
güçler ve gruplar tümüyle etkisiz kılınmış ve
buna bağlı olarak politik arenada da “uç” davranış
biçimleri marjinalleştirilmiş, burjuvazinin bütün
politik aktörlerinin temel sorunlarda aynılaşması
gerçekleştirilmiştir. Bütün siyaset dünyası, “ABD
ile müttefik olmak”, “IMF Programlarını Uygulamak”
gibi esasa ilişkin kalıplar etrafında oluşmakta,
kimse bu çizgiyi zorlamamakta, çünkü bu “zorlama”nın
sonuçlarını bilmektedir!
Zaten, bu anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti devletini
yönetmek de oldukça kolaylaşmıştır! Ekonomi ve
maliye politikasına ilişkin bütün temel sorunlar
IMF-DB direktifleriyle çözümlenmekte, kamu politikası
ya da tarım ürünleri, asgari ücret, emekli maaşları,
gibi işler tümüyle emperyalistlerin “tavsiye”leri
çerçevesinde ele alınmaktadır. “Güvenlik”le ilgili
sorunların da orduya, polise ve kontrgerillaya
havale edildiği koşullarda, hükümet yöneticilerine
de çok fazla iş kalmamaktadır. Gerçekten de özellikle
IMF-DB ilişkileri bugün öyle bir noktaya gelmiştir
ki, 1970’lerde üç-dört ayda gerçekleşen “denetimler”
artık neredeyse haftada bire inmiş, hem genel
bütçe hesapları, hem de günlük hesaplamalar bu
soyguncularla birlikte yapılır olmuştur. Onca
yıldır çocuklara okullarda anlatılan “Kapitülasyonlar/Duyunu
Umumiye” süreçleri bugünün somut gerçekleridir.
Osmanlı’nın son dönemleri için anlatılan “Babı
Ali’yi titreten İngiliz elçisi” hikâyelerinde
kahramanlar değişmiş, onun yerine elinde “kırmızı-yeşil
ışıklar” olan IMF görevlileri geçmiştir. Üstelik
bu kez, yeni tarihsel süreçte, sermaye dolaşımının
bileşimi öyledir ki, bir tuşla ülke piyasalarına
gelen milyarlarca dolarlık “sıcak para”nın aynı
hızla geri gidebilmesi mümkündür ve dolayısıyla
herhangi bir aksiliği ya da “uyumlu olmayan” bir
davranışı cezalandırmak daha kolay hale gelmiştir.
b) ABD emperyalizmi, gerçi hiçbir zaman doğrudan
ajan devşirme, doğrudan baskı-şantaj gibi yöntemleri
boşlamamaktadır ama artık yeni yeni işbirlikçi
kuşakları bakımından bu tür özel ilişkilere de
gerek kalmamaktadır. Çünkü artık bu topraklarda
kendi kaderi ile emperyalizmin kaderini bir ve
aynı gören, başka bir alternatif ya da çözümü
aklının ucundan bile geçirmeyen binlerce işbirlikçi
yönetici mevcuttur. Yani 1950’lerin o ilk “uzmanlar
yerleştirme” ve “kurumları düzenleme” heyecanı(!)
geçip gitmiş, emperyalist işgal artık kendi kadrolarının
üzerine oturur hale gelmiştir. Madenden enerjiye
dek ekonominin en can alıcı sektörlerinin işbirlikçi
patronların ve emperyalistlerin hâkim olduğu “kurullara”
devredilmesi, Merkez Bankası ve borsa gibi kurumların
sözde “özerkleştirilmesi”, emperyalist sermayenin
doğrudan kontrol gücünü artırırken pürüz çıkarabilecek
politik faktörleri devre dışı bırakmıştır. Bütün
bu işleyiş içersinde ise, bir gün A holdinginde,
bir gün B uluslararası şirketinde, bir başka gün
de devlet bürokrasisinde yöneticilik yapabilen
profesyonel uşaklar dar ama etkili bir kategori
oluşturmaktadır. Yani, emperyalist işgal, artık
işbirlikçilerin bu işi “içselleştirmiş” olmaları
bakımından da daha sağlamlaştırılmıştır ve deyim
yerindeyse daha nitelikli bir uşaklar topluluğu
üzerinden işini yürütmektedir.
c) Aradan geçen 50 yıl boyunca oligarşinin “sivil
politik kadroları” ile ordu arasında hep yaşanan
gerilim, bugün en azından emperyalizme hizmet
bakımından çözümlenmiş durumdadır. Zaman zaman
işbirlikçi politikacıların idam sehpasına çıkması
gibi trajik sonuçlara da yol açan bu gerilim,
her şeyden önce ordunun emperyalist-kapitalist
dünyayla tam uyumlu hale getirilmesi yolundan
çözümlenmiştir. 1950’lerde “emekli albaylar pazarda
fileyle alışveriş yapıyor” gibi yakınmalara yol
açan ekonomik problem, 70’lerden sonra OYAK yoluyla
halledilmiş, 2000’lere gelindiğinde ise ordu,
Türkiye’nin en büyük tekelci gruplarından birine
sahip olmuştur. Bunun doğrudan sonucu ise, artık
ordunun bütün kademelerinin sorunlara mevcut kapitalist
mantık ve düşünce-davranış kalıpları üzerinden
bakması ve doğal olarak kendi kaderini ülkedeki
tekelci burjuvazinin kaderiyle tamamen birleştirmesidir.
Dolayısıyla bugün Türkiye’de ordu mekanizması
artık işbirlikçilik sisteminin en temel halkası
ve emperyalist işgalin en sağlam savunucusudur.
Çok önemli ve büyük sarsıntılar olmadıkça da bu
genel eğilime ters düşecek “aykırı” unsurların
ordu içersinden belirmesi mümkün görünmemektedir.
Örneğin NATO ilişkisinin bir ordu mensubu tarafından
sorgulanması olası değildir; çünkü zaten bugünkü
ordunun bütün üst kademeleri doğrudan NATO görevlerinden
gelmekte, mantık olarak da komuta kademesi olarak
da oraya bağlı olmaktadır.
Bu, oligarşinin “sivil” politik kadroları ile
ordu kademeleri arasında bütün gerilim noktalarının
tümüyle yok olduğu anlamına gelmemektedir; ancak
dikkat edilirse bütün bu çelişki alanları asla
sistemin özüne ve emperyalistlerle ilişkilere
dair değildir. Bu konularda oligarşinin değişik
kesimleri arasında oldukça sağlam bir uyum vardır.
Dolayısıyla, gizli işgal esprisinin özünde var
olan “bağımlı ülkeyi kendi ordusu ile işgal etme”
durumu, bugün Türkiye için tümüyle gerçektir.
d) Aynı şekilde düzenin diğer zor aygıtları da
zaman içersinde o kadar çok CIA eğitiminden geçmiş
ve emperyalist kurumlarla o kadar çok “akraba”
olmuşlardır ki, bu alanda da işbirlikçilik bir
“ortak ruh hali” biçimine dönüşmüş, adeta rasyonelleşmiştir.
Zaman içersinde bu kurumlardaki “eski kafalı”
kadrolar temizlenmiş, özellikle “uluslararası
terör” bahanesinin ortaya çıkmasından sonra emperyalist
istihbarat kurumlarıyla ilişkiler “normal” hale
gelmiştir. Hiç durmadan bu konuda yeni anlaşmalar
imzalanmakta, heyetler birbiriyle görüşmekte ve
hatta zaman zaman ortak saldırılar da düzenlenmektedir.
Her ne kadar bu ilişkilerin “karşılıklı alışveriş”
olduğu iddia edilse de, gerçeğin böyle olmadığını,
iplerin emperyalist güçlerin ve özellikle CIA’nın
elinde olduğunu aslında herkes bilmektedir.
Ve tabii bu arada ülke içinde de polis ve istihbaratın
özellikle bazı bölümleri parlamenter denetim ve
işleyişin dışına çıkmış, bu alandaki ilişkiler
de böylece daha rahat kurulabilir olmuştur. Pratikte
bu, bütün baskı aygıtının “protokol ziyaretlerine
açık bölümler” ve “her önüne gelenin giremeyeceği
karanlık bölgeler” olarak düzenlenmesi anlamına
gelmiştir. Bu ikinci bölge, esas olarak herhangi
bir parlamenter hükümet tarafından değil, doğrudan
doğruya oligarşi ve emperyalizm tarafından yönetilmektedir.
Dolayısıyla bu alanda da emperyalist işgal “gizli”
olmaktan çıkmış, son derece açık biçimlerle icra
edilmektedir.
e) Ve elbette, 90’ların büyük iletişim patlamasının
da katkısıyla emperyalizmin kültürel saldırısı
devasa olanaklara kavuşmuş, hiçbir sınır ve engel
tanımayan postmodern gerici ideoloji, bağımlı
ülkelerin iliklerine kadar nüfuz edebilir hale
gelmiştir. Dünya tarihindeki bu en kapsamlı ve
en güçlü kültürel saldırı, bir baştan bir başa
bütün yeni-sömürgeler dünyasını alt üst ederken,
Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası, bir kez daha
baştan başa sarsılmış, değerler sistemi karmakarışık
hale gelmiş, yoğun bir çürüme ve yozlaşma ortama
hakim olmuştur. Öyle ki, artık 1970’lerin pop
kültürü de, arabeski de günümüzdeki çürümenin
yanında neredeyse masumane olgular gibi görünmektedirler.
Her türlü uyuşturucudan en diplere vuran alkol
bağımlılığına, binlerce sokak çocuğundan ara sokaklara
dek yayılan fuhuşa dek bir yozlaşma kültürü, gün
coğrafyamızın her köşesinde bir rüzgâr gibi esmektedir.
Üstelik bu kez aynı çürüme, naklen savaş görüntüleriyle
de desteklenen “emperyalizmin yenilmezliği” tabusu
ile birlikte yürümektedir. Özellikle 1990’ların
başında bütün dünyayı etkisi altına alan bu tabu,
şimdilerde yavaş yavaş zedelenmekle birlikte yine
de etkisini sürdürmektedir.
Emperyalist İşgal
Kaderimiz Değildir;
Kurtuluş Kendi Ellerimizdedir!
Sonuç olarak bugün coğrafyamız, 35 yıl önce M.
Çayan yoldaşın tanımladığı gibi ekonomisinden
siyasetine ve kültürüne dek işgal altındadır.
Emperyalist soyguncular, bu soygun düzenini garantiye
alabilmek için işbirlikçi oligarşiyle birlikte,
daha doğrusu onlarla iç içe geçerek bir işgal
yönetimi kurmuşlardır. Bu, artık emperyalistlerin
dıştan yönlendirdiği bir düzen değildir; emperyalizm,
bizzat bu sistemin içinde, onun en merkezi noktasında
belirleyici bir güç olarak durmaktadır.
Böyle bakıldığında, kuşkusuz bu sistem oldukça
sağlam görünmekte ve değişmesi mümkün değilmiş
gibi algılanabilmektedir. Oysa bu, gerçek değildir.
Emperyalist işgal kırılabilir, emperyalistler
ve işbirlikçileri coğrafyamızdan kovulabilir;
bunun mümkün olduğu, şimdiye dek dünyanın dört
bir köşesinde onlarca kez kanıtlanmıştır. Milyonlarca
insanı katletmelerine karşın emperyalistler, onlarca
ülkede hezimete uğramışlar ve sonuçta kuyruklarını
kıstırıp geri dönmüşlerdir.
Çünkü, ezilen halklar ile emperyalistler arasındaki
mücadele hiçbir zaman sadece askeri kuvvetler
arasında geçen basit bir güç yarışı değildir;
bu meşru ve haklı olanla gayrı meşru ve zalim
olan arasındaki bir savaştır ve burada zafer her
zaman emperyalizmi kovma iradesine sahip olanların
ve bunun için savaşma cesaretini gösterenlerin
olacaktır. Yoksa, örneğin Vietnam savaşının en
son gününde de ABD ordusu hala Vietnam Halk Ordusu’ndan
hem sayıca hem de teknolojik olarak üstün durumdadır.
Ama artık bu devasa ordu, bu savaşı politik olarak
kaybetmiştir ve karşısında kendi kaderini eline
almak isteyen, bunun için örgütlenip savaşan bir
halk vardır.
Örgütlenip savaşmak... İşte bütün anahtar buradadır.
Bunun dışında, şu ya da bu ülkenin emperyalistler
olmadan yaşayamayacağı yolundaki hikâyeler boş
yalanlardan ibarettir! Üstünde yaşadığımız coğrafyanın
emekçi insanları hiçbir emperyalist kurum ve kuruluşa
bağlı olmadan kendi ayakları üzerinde durabilir
ve sosyalizme doğru yürüyebilirler. Böylece onlar,
bir yandan emperyalist sömürüye son vererek onurlu
bir geleceğe doğru yürürlerken, bir yandan da
bu coğrafya üzerindeki bütün sömürgeci ilişkilere
son vererek Türk, Kürt, Arap ve başka uluslardan
emekçilerin özgür birlikteliğinin ya da kardeşçe
ayrılığının yolunu açacaklar, daha doğrusu bütün
ezilen halkların kendi gelecekleri konusunda özgürce
karar vermelerini sağlayacaklardır.
Örgütlenip savaştığımızda bunu yapabiliriz ve
yapmalıyız.
Zafer, her zaman savaşma iradesini gösterenlerin
olmuştur ve olacaktır!
KAYNAKÇA
Halklara karşı bir örgütlenme: NATO, Semih
Hiçyılmaz, Sav Yay.
Türkiye’nin Düzeni, Doğan Avcıoğlu, Tekin
Yay.
Milli Kurtuluş Tarihi, Doğan Avcıoğlu,
Tekin Yay.
İkili Anlaşmaların İçyüzü, Haydar Tunçkanat,
Kaynak Yay.
Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla, Talat
Turhan, Tümzamanlar Yay.
Görünmeyen Hükümet: CIA, Davidwise B. Ross,
Onur Yay.
|